klara von yazar profili

klara von kapak fotoğrafı
klara von profil fotoğrafı
rozet
karma: 6200 tanım: 594 başlık: 138 takipçi: 75
Zırlaya zırlaya izlemiştim bunu

son tanımları


bir üstteki yazar hakkında düşünülenler

haremde canı fazla sıkıldığı için dertli müzik geeki olmuş sultanım.
devamını gör...

bugün ölebilirim hissi

bir saatte üç kere kustuktan sonra şimdi de kan kustum, sanırım boğazım tahriş olduğu için kılcal damar zarar gördü bilmiyorum. zehirleneceğim bir durum da yok yemek yiyecek halim yok zaten. acile hangi aşamada başvurulmalı onun ikilemini yaşıyorum… araba kullanacak halim yok, evdekileri uyandırasım hiç yok. stres yapıyorlar sonra. amaaaan üfff
devamını gör...

azgın azınlık

ya bu azgın azınlık muhabbetinden de öyle bir tiksiniyorum ki… ben azgın azınlık falan değilim. ben bu evin sahibiyim, hane sahibi benim! bunu anlamıyorsun, en büyük problemin bu. hane sahibi olduğumu bir türlü kabul etmiyorsun. len ev benim! yıllardır buradayım ben! hani ülkenin ana unsuruyum ben. makedon dağlarından inmiş kurucu unsurum. 70 milyon benim gibi var bu ülkede. kalanı farklı meselelerden, farklı etnisitelerden arkadaşlarımız, kardeşlerimiz. ama çoğunluk benim! nasıl azgın azınlık olabilirim? nasıl ikinci sınıf vatandaş olabilirim? üstelik orta gelir grubunun biraz üstündeyim, üsküdar taraflarında oturuyorum. avantajlı bir pozisyondayım. kendimi niye ezdireyim? azgın azınlık da neymiş! ben ev sahibiyim, anladın mı?

bana hakaretler ediyorsun, neler neler söylüyorsun. siz zaten de facto haklısınız. teknik olarak haksız çıkamıyorsunuz. sanki ellerinizde bir ahit sandığı var, her zaman haklısınız. minarelerin mimarisini eleştirsen, “çok iyi değil” dersin, o bile haklı çıkar. her konuda haksız olsan da bir kiraz seçer, “bu mor” dersin, mesele biter. ama şunu da söyleyeyim: bu ülkede anayasa var, hukuk var. kimseyi inancı yüzünden dışlayamazsın. madde 66 der ki, “bu ülkede yaşayan herkes türktür.” bu etnik bir mesele değil, kanun önünde eşitlik meselesi. ulus devlet böyle tasarlanmış. ister “tombikler cumhuriyeti” de, bağlı olan herkes eşit.

ben bu kültürü cemaleddin afgani'den, reşit rıza'dan, muhammed abduh'dan öğrenmedim. onlardan öğrenip bana yerlilik-millilik satıyorsunuz, bu ne absürt bir şey! yerli ve milli olan biziz. sokağa çık çoğunluğun duruşu bu. ekstra bir durumum yok. alt komşum nasıl müslümansa, üst komşum nasıl yurttaşsa ben de öyleyim. uzaydan gelen bir şey yok. sizinki dışarılı, bunu bilerek söylüyorum, kızdırmak için söylüyorum. çünkü beni çok kızdırdınız. ayak kokulu yurtlarda, fulllll erkek ekibinizle numan ali han, hamza yusuf izleyip şakşaklayabilirsiniz. ama bu yerli-millilik değil. zakir naik'lerden, yarı ingilizce yarı pakistanca konuşan “brother”lardan din öğrenmek yerlilik değil. sokağa çıkın, adım başı türbe var. yerel müslümanlık budur. bana müslümanlık satmayın!

kara meraksınız millete zımmi muamelesi yapmaya… sizin en “gavur” dediklerinizin bile 10 kuşak öncesi müslüman. sağda solda “azgın azınlığız slayyy” takılan arkadaşlara da sesleneyim, bu kadar kendinize diskur çektirilmesine izin vermeyin.

o kadar tarih okuyoruz, bu ülkede hangi inançtan olursa olsun, türk çocuğu atalarının dinine, kültürüne saygı duysun isterim. nefret etmesin, okusun, öğrensin. tabii ki bu kültürün parçası olursa başım üstüne. ama senin derdin bu değil. sen beni aşağılamak, boynumu kırmak için bu nefsani arzuyu tatmin ediyorsun. o çocukların zımmi olmasına kapı aralıyorsun. bana kız, küfret, şikayet et, mani ol, sorun değil. ben tek başıma bir kadınım. çok üstüme gelirsen susarım, o da olur. ama senin can yakıcı problemin çevre, işçi hakları. hayır hasenat yapıyorsunuz, depremde ön saftasınız, allah razı olsun. ama bir kere de orman talanına, kıyılara villa yapılmasına itiraz edin. soma'da maden işçilerinin sırtını sıvazlayın. yoksulların, ezilenlerin, kurdun, kuşun, böceğin, ağacın hakkını sormayan din nasıl din olur? latin amerika'da sosyalist papazlar grevlerde yürüyor, sırbistan'da papazlar halkı kutsuyor. bir kere de nefret etmek yerine itirazları dinleyin, çocukların sırtını sıvazlayın, anlayın.

islam tarihi hep kurumsal, siyasi güçle geldi. incil'de fahişenin isa'nın ayağını yağla meshettiği hikayeler var, bizde yok. ya da varsa ön plana çıkarılmıyor. bizde hep “yendik, vurduk, kırdık, cihat” hikayeleri. bireyin hayatında yoksunuz. maneviyatı olmayan din olur mu? gazali'yi, 1000 sene önceki alimleri anlatıyorsunuz, bugünün derdine ne diyorlar? şeriat diyorlar, peki şeriat ne? el kesmek, dört karı almak mı? bu özelliklere sahip ülkelerde din, mal, can, namus, ırz korunuyor mu? 2025'e ne diyorsun, onu anlat. reform yapma, ama bu beş şeyi nasıl koruyacaksın, bir anlat.

osmanlı havalı bir hayal alemi kurmuşsunuz. ne osmanlısı? osmanlı sizi sahne semazen terlikçi yapmazdı. osmanlı'yı ne zannediyorsunuz? kaftanlar, kılıçlar, hep yükseliş devri! sanatın, bilimin en iyisi osmanlı'daydı diyorsunuz. ne biliyorsunuz osmanlı sanatı hakkında? polyester kaftan giyip, parlak fes takıp, eminönü'nde fotoğraf çektiriyorsunuz. osmanlı'yla dalga geçiliyor orada. mithat paşa'ya “mürtet” diyorsunuz, lanet okuyorsunuz. mithat paşa'yı biliyor musunuz? taif'te hıfzını tamamlamaya çalışırken öldürüldü. nakşibendi halifesiydi, anayasayı yenikapı'daki tekkede yazdı. osmanlı aptal değildi, dünyanın gerçeğine dair fikri vardı. derviş vahdeti'yi yunus emre diye satıyorsunuz, yemezler. osmanlı, kadızadeliler hareketini 18 yıl dışında hep ezdi. siz osmanlı'yı derviş vahdeti'lerle ölçüyorsunuz, mithat paşa'nın osmanlısını istemiyorsunuz.

endülüs emevileri'ni anlatıyorsunuz, ne alakanız var? hakem'in sarayında 200.000 kitap, zarif sanat, müzik, kalem işi vardı. hatay ibn şaprut gibi bir yahudi'yi vezir yapıp ondan istifade edecek akıl var mı sizde? yok. ortak kültür, müzik, paylaşım yapacak dünya algınız var mı? yok. miras yedi gibi babaların kurduğu medeniyeti anlatıyorsunuz. ii. bayezid, sefaradları buraya getirdi. siz ne yapıyorsunuz? müslümanlık anlatıyorsunuz. önce yaşadığın dünyayı tanı, sonra konuşalım. sınıf kinini müslümanlık zannediyorsun.

senin dünyan da yabancı değil bana he…. fatih kahvelerinde, caddebostan sahilinde oturdum. bir mahalleden değilim allah'a şükür. sen çıkmadığın için korkuyorsun. seküler yaşayanlar her akşam wolf of wall street gibi partilemiyor. onlar da senin benim gibi. 40 yılın başı bir içki alır, çerez yer, o kadar.

çalışma masamda, ziya paşa'nın beyti karşımda. böyle bir hanede, mutlu bir ailesi olan, dilediğini yiyip içen, her meşrepten insanla oturan biriyim. balık isimlerini, aş isimlerini bilirim. hayatım var, dangoz gibi gelmedim. musikiden, tiyatrodan, resimden, heykelden zevk alıyorum. fırsat buldukça tiyatroya giderim, karides yerim. allah'ı görmek istiyorsan, her yerde hazır. caravaggio tablosunda, sabah rüzgarında, bodrum'da denizin sessizliğinde o ulviliği görüyorum. sizin gibi basur olmuş softalardan allah'ı öğrenmeye ihtiyacım yok.

ilim yayma cemiyeti'nde ayak kokusuyla secde etmenin tadını bilmeyeceğim, sen de körfezde batan güneşi seyredip “ahh be” demenin zevkini bilmeyeceksin. ikimizin de bilmediği şeyler var. ama sen kendini herkesten üstün görüyorsun. namaz kılmayandan, az kılardan üstün. zillullah-ı fil alemsin sanki! tahkiki iman diyorsun, delailül hayrat okuyarak mı tahkiki imana erilir? nezih yücel'in anlattığı bektaşi fatma bacı'nın evi yanmış, ağlamamış, kızmamış. o tahkiki imana ermiş. fetva için para alan hoca mı ermiş?

örnek verdiğim insanlar kim? boğazın sularına atılmış ismail maşuki, zincirde can vermiş dervişler. mısri, “her bir ayak basmak gerek” demiş. müslüman, kafir ayırmamış. mescitte, meyhane'de, kabe'de, puthane'de dostu çağırmış. mısri sizin gibi her şeyden emin değil. allah'la kavga etmiş, çünkü sizin kadar emin değil. siz bitirmişsiniz, ızdırap yaşamıyorsunuz, tereddüt yok, “acaba” demiyorsunuz. her şeye hazır cevabınız var, alimsiniz ya! ama alim öyle yetişmez. 1300 senelik cevapları ezberleyip söylüyorsun. soru sorman lazım, cevap değil.

nefret ediyorsun benden, söv, hakaret et, sorun değil. insanlığımı ispat etmek zorunda değilim. benim olayım bu, bazen küsüyoruz, bazen barışıyoruz. senin allah'ın farklı, kızıyor. emri bil maruf, nehyi anil münker mi yapıyorsun? sövüp döverek mi? başörtülü kıza hakaret eden sensin. “koca bulmaya mı gittin, sürtük” diyorsun. bu ne ya? kızın sana ne borcu var? bu ülkenin müslüman çocuklarına sesleniyorum: kimseye borcunuz yok. çok istiyorlarsa, kollarını alsınlar, diyetimizi versinler. mafya mı bunlar? allah'ı mahallenize kitlemişsiniz, dışarı çıkanın topuna sıkıyorsunuz.

yerli-millilik diyorsun, benim bildiğim müslümanlık evi lavanta kokan, akra fm dinleyen hacı teyze; ölüsüne mevlit okutan esnaf dayı; telli baba, kısmet arayan kız. sen bildiğim müslümanlardan değilsin, yeni gördüm senin gibisini. mahalle dediğim getto değil. mahalle, erik çalan çocuğa merhamet edenlerin yeri. senin getton taş atanların yeri. şerif mardin'in tarif ettiği mahalleleri bilmiyoruz, o gettolarda büyümedik. bizi salın, sizinle alışverişimiz yok. allah'a inanacaksak da, inanmayacaksak da kendimiz karar veririz, senin mahallende olduğumuz için değil. farklı düşünen çocuklara diskur çekiyorsunuz, hırpalıyorsunuz. karşı mahalleye saldırdıklarında, “iyi çocuk” deyip hizalanıyorsunuz. maşanız mı bu çocuklar? bu ülke bu kadar bölünmüş değil. aynı topraklarda, aynı düğünlerde, aynı adetlerle yaşıyoruz. ama siz ittiriyorsunuz, sonunda insanlar dini de atıyor önüne: “al lan dinini!” bunun kabahati sizde.

karşı görüşün hatalarını konuşalım, istiyorsanız tartışalım. ama sizin abileriniz, gazete sahipleri, dergi sahipleri, kahvehane abileri korkuyor. çatlak büyümesin diye beni susturmaya çalışıyorlar. doğru söylediğimi biliyorsunuz, ağlayın, zırlayın, beni atın. belediye işinden korkmayın, iftar programlarınız, duygusal şiirler devam eder. şakşaklamaya devam edin. kırmızı pantolonları çekin, “spinoza, heidegger, en büyük medeniyet bizim” deyin. efes harabeleri var bu topraklarda, haberiniz yok. harezmi sıfırı bulmuş, diyorsun. sıfırı nasıl bulmuş, anlat. ibn heysem optik yapmış, mirasçısı kopernik, galileo. sen nargile fokurdatıyorsun, ibn heysem'le alakan yok.

eski müslümanlar sizin gibi kompleksli değildi. neoplatonizm, aristoculuk, pisagor'un harmoniler teorisini almış, devam etmiş. gavurun ilmi demediler. ama senin modern bilimle elin ayağın dolanıyor. kupa çektiriyorsun, ibn sina'nın mirasçısı batıdaki bilim adamları. ne doğuda, ne batıda. allah'ın yüzü her yerde. sen dünyayı zart diye bölmüşsün, mazi hayallerinde yaşıyorsun. ibn sina'nın el-kanun fi't-tıb'ıyla iyileştir bakalım. aklını başına devşir, zeytin yağıyla ölümsüzlük peşinde koşma.

ibn sina'lar bu topraklarda sevilmedi. yapmamak bir seçim, ama yapıyormuş gibi yapmak sinir bozucu. kendine tatmin arıyorsun, hiç sahip olmadığın şeylerle övünüyorsun. ibn sina senden çıkmadı, 30 senedir sende ibn sina görmedik. fokur fokur nargile, tam saadet-i ebediye bile yok. genellemeler yanlış, istisnalar var, ama sorun bu…

oh be söyledim de rahatladım. abi beni salın, ingiliz casusu muamelesi yapmayın. “biz yapacaktık, siyonistler engelledi” diyorsun, ciddiye alıyorum. kumruname okuyamadın diye ilimden mahrum kaldın he, zavallım! osmanlıca öğren, mezar taşlarını oku, “el-merhum vel-mağfur, hacı mehmet efendi'nin ruhu için fatiha” yazıyor. hubanname, hamamname okuyamadık, belki bahname okusak kamasutra'ya muhtaç olmazdık! 200 sene önce de okumuyordun, okuyan sınıfta değildin. bugün binlerce makale yazılıyor, kaçını okuyorsun? hayal alemindesin.
devamını gör...

yazarların uyuyamama sebepleri

taktırdığım holter kolumu sıkıp duruyor, sanırım anksiyete atağı geçirip kustum. bilmiyorum neydi o. ölmeyi isteyip ölemediğim bir dönem. sızana kadar içip her şeyi daha da berbat edeceğim o yüzden.
devamını gör...

selectra

yıllardır bitmek bilmeyen sağlık sorunları, tssb ve aylardır sindiremediğim hastanede terk edilişimin beni tanıştırdığı ilaç. aylardır geçirdiğim panik atakları geçirecek mi, yatağa girdiğim anda dolan gözlerimi kurutacak mı ya da stresten verdiğim kiloları geri almamı sağlayacak mı bilmiyorum ama çıktık artık bi yola. şimdilik baş dönmeleriyle mücadele ediyorum ve pek bir umudum da yok açıkçası. daha önce kullandıklarımdan da bi fayda görmemiştim yine kendi kendime kesip göte geleceğim kesin. ama bu mevzuyla ilgili iki tane fobim var:

1, ilaçlar yüzünden muhteşem zekâm işlemez olacak.

2, kendi sırlarım ve başkalarının bana emanet ettiği sırlar faş olacak. eman allahım…

o yüzden hep kendi kendime mekanizmalar geliştirdim, oluyor gayet, bilimi çökerttim.. "takma kafana ya, sal biraz. şarap iç geçer." kendime ve başkalarına verdiğim eşsiz bir öğüt. osmanbey'de danışmanlık bürosu açıp para basmamak için kendimi zor tutuyorum. danışanlarımla şarap içiyorum. birazdan sahada basket oynatacağım yorulsun pezevenkler. sonra hamamda kafalarına tası vura vura, ağlata ağlata yıkayacağım. güzel bi uyku çekerler sabaha hiçbir şeyleri kalmaz. bu yöntemle bir tane deli kalmaz ülkede, gayet iddialıyım.
devamını gör...

hiçbir ciddi konuda entry yazamayan yazar

annecim takılın işte ya ne kasıyonuz…
devamını gör...

marmaris dansı

çocukluğu marmariste geçmiş ve üniversiteye kadar da çıkmamış bilirkişi olarak geldim, çeşitli yollarla mekanlara çöken, uyuşturucudan kaçakçılığa çeşit çeşit karanlık iş yapan siverek “lobi”sinin işidir. mekanlarında çalıştırmak için sağdan soldan ucuza gariban çocukları getirip on saat dans ettirip ufacık lojmanlara tıkıyorlar kırmızı suratlı yaşlı ingilizler eğlensin diye. turizm her haliyle tiksinti veren bi sektör, yine yalçın küçük olduk.
devamını gör...

il gattopardo

visconti’nin il gattopardo’su, italyan sinemasının 60’lar şaşaasının zirve noktası bence. fellini’nin la dolce vita’sı, antonioni’nin l’avventura’sı, bertolucci’nin novecento’suyla aynı ligde, ama bence bir tık önde. 1963’te cannes’da altın palmiye almış, fakat abd’de kesilip ingilizce dublajla vizyona girince visconti’nin yüreğine inmiş. 205 dakikalık italyanca restore versiyonu izlemek şart, başka türlüsü filme saygısızlık.

prodüksiyon tam bir çılgınlık. i̇talyan sineması sanatsal ve ticari olarak hollywood’la yarışıyor, ama bütçe hollywood’dan, 20th century fox’tan gelmiş. bu yüzden burt lancaster gibi bir amerikan yıldız var. italyanlar buna bozulmamış, çünkü 2. dünya savaşı sonrası amerikan işgali (1943-45) italyayı değiştirmiş: rock’n’roll, espresso makineleri, nato üsleri, jazz müzik, amerikan kültürü her yerde. şarkısı bile var tu vuo fal americano… sergio leone’nin spagetti western’leri, frank capra’nın italyan asıllı hollywood başarıları, mafya filmleriyle sicilya’ya kültürel dönüşler bu bağı diri tutuyor.

ama bu dublaj muhabbeti komik cidden, lancaster’ın sözleşmesinde “ingilizce konuşurum” maddesi varmış, visconti “saçmalık” diye isyan etmiş, ama dublaja razı olmuş. cardinale’nin tunus doğumlu “köylü” sicilya aksanı role uymamış, kandırılıp dublajlanmış. delon ve diğer italyanlar kendi dillerinde, sette dil kaosu yaşanmış. dublaj hafif sırıtıyor, ama visconti’nin dehası bunu gölgeliyor.

filmin son 45-50 dakikası, tek bir balo sahnesi, sinema tarihine kazınmış bir alegori. yeni italyayı kutlayan burjuvalar, subaylar, tancredi ve angelica pırıl pırıl, ama salina terliyor, başı dönüyor, yeni dünyaya yabancı. giuseppe rotunno’nun sinematografisi, nino rota’nın valsiyle birleşince, kubrick’in barry lyndon’ına (1975) ilham olmuş. mum ışığıyla çekim tam kabus: mumlar kısalıyor, figüranların beyaz eldivenleri terden değişiyor, 250 ekstra, 120 kostümcü, makyöz… visconti, bu sahne için kitabın son iki bölümünü (1880’ler ve 1900’ler) atmış, ama balo sahnesi sinema tarihine yeter. kubrick’in barry lyndon’ı, coppola’nın the godfather’ındaki sicilya sahneleri, bertolucci’nin novecento’su, bu filmin mirasından beslenmiş.

visconti’nin oyuncu seçimleri ayrı hikaye. delon’a (rocco e i suoi fratelli’den tanıyor) öyle tutkun ki, sette ayrı oda vermiş, kral muamelesi yapmış. laurence olivier ve nikolai cherkasov (ivan grozny) reddedince lancaster gelmiş. visconti başta lancaster’ı sevmemiş, ama sonra novecento’da tekrar çalışmışlar. cardinale, i soliti ignoti’deki sicilyalı kız rolünden beri radarında. paolo stoppa’nın don calogero’su, balzac’ın goriot baba’daki sonradan görme tiplemesine cuk oturmuş. visconti, aristokrat-komünist kimliğiyle, 60’ların auteur dalgasının öncüsü olmuş.

risorgimento, filmin tarihsel omurgası. 19. yüzyıl başında i̇talya, parçalı bir mozaik: kuzeyde avusturya (habsburg) işgali, venedik ve lombardiya ellerinde; merkezde papalık devleti; güneyde iki sicilya krallığı (napoli ve sicilya), bourbon hanedanıyla feodal. napolyon, 1806-1815’te italyayı birleştirmiş, ama 1815 viyana kongresi dağılmış. 1848 devrimleri milliyetçiliği ateşlemiş, ama başarısız. giuseppe mazzini, idealist cumhuriyetçi, genç italyan’ın kurucusu, ama filmde gölgede. giuseppe garibaldi, 19. yüzyılın che guevara’sı; 1860’ta 2000 kişiyle (i mille) messina’ya çıkıp iki sicilya’yı devirmiş. güney amerika’da devrim kovalamış, alp avcıları’yla gerilla savaşları yapmış. partizan geleneği (bella ciao’nun kökü!) buradan boru mu. sonra zaten roma’ya saldıracağı korkusuyla kral tarafından hapse atılmış, aspromonte savaşı’nda (1862) italyan ordusuyla çatışmış, vurulmuş. filmde albay pallavicino’nun “onu ben sakat bıraktım” adiliği, bu ihaneti yansıtıyor. her krizde çağırılmış, milli kahraman, ama baş belası. kont cavour, torino merkezli savoy hanedanının pragmatik beyni; piemonte’yi modernize etmiş, kırım savaşı’na (1853-56) asker yollayarak tanınırlık kazanmış, 3. napolyon’la avusturya’yı yenmiş (1859, magenta ve solferino). vittorio emanuele ii, italya'nın ilk kralı (1861); roma, 1870’te alınmış, ama papa direnmiş.

sicilya’nın kurtuluşu kaotik. garibaldi’nin devrimi halk hareketi, ama cavour’un federatif vaatleri ölümüyle (1861) havada kalmış. kuzey’in “aydın” diskuru, güney’i “barbar” görüyor; sicilya, “afrikalaştırılmış” bir sömürge gibi. salina’nın “sicilyalılar kendilerini mükemmel sayar, vanitaları sefaletlerinden büyüktür” repliği, bu direnci özetliyor. kuzey-güney gerilimi, 90’larda salvatore toto riina gibi sicilyalıların kahramanlaşmasıyla, lega nord’un ayrılıkçı söylemleriyle sürüyor. mafya, vendetta, kan davası, feodal yapının ürünleri; modern devlet bunları kıramamış. 90’larda sicilyalı toto schillaci’nin milli takıma girip kahraman olması bile bu gerilimi yansıtıyor: kuzey’in milano’su, floransa’sı, torino’su futbolda domine ederken, güney’den çıkmak olay.

film, “rivoluzione senza rivoluzione” (devrimsiz devrim) diyor. salina, devrime şüpheyle bakıyor, ama yeğeni tancredi’nin garibaldicilere katılmasına izin veriyor. tancredi, devrimci hevesten kralın ordusuna geçip garibaldicilere “hırsız” diyor; aspromonte’de garibaldi’yi vuran pallavicino’ya salina’nın masada çıkışması, aristokratın haklıyı savunan hakem rolünü gösteriyor. tancredi’nin angelica’yla evliliği, aristokrasi-burjuvazi ittifakını simgeliyor, ama aşk mı, çıkar mı, muğlak. “se vogliamo che tutto rimanga com’e, bisogna che tutto cambi” (her şey olduğu gibi kalsın istiyorsak, her şey değişmeli) repliği, risorgimento’nun statükocu özünü özetliyor. visconti, ekonomik determinizmden kaçınıyor; salina sınıfını savunmuyor, tancredi pragmatik, don calogero goriot baba’daki gibi karikatür bir “nüvoris”.

ekonomik boyut mühim. feodal i̇talya’da kilise ve aristokratlar vergi vermiyor; burjuvazi, üretime dayalı vergilerle eziliyor. cavour’un piemonte’si, sanayileşme ve ulusal ekonomi için vergi reformu yapmış. parlamento, vergi pazarlığının merkezi: krallar, parayı toplamak için istişareye razı olmuş. türkiye’de meclis, ahkâm-ı adliye bu mantıktan çıkmış, ama 600 vekil ihale, hastane, üniversite kovalayınca sistem tıkanıyor tabii… neyse filmde bu açıkça işlenmese de, salina’nın çöküşü, feodal vergi sisteminin sonunu ima ediyor.

sanat tarihi açısından il gattopardo galeri gibi. visconti, sicilya’nın saraylarını, fresklerini, kostümlerini rönesans simetrisi ve barok’un dramatik chiaroscuro’suyla (caravaggio’ya selam) işliyor. balo sahnesi, barok’un görkemli ama çökmekte olan dünyasını yansıtırken, salina’nın melankolisi romantizm’in “eski dünya” nostaljisini taşıyor. jean-baptiste greuze’un la malediction paternelle (babası laneti) tablosu, aile ve aristokrasinin çöküşüne gönderme. leopar (serval, ufak leopar) simgesi, “noi fummo i gattopardi, i leoni; quelli che ci sostituiranno saranno gli sciacalli, le iene” (biz leoparlardık, aslanlardık; yerimizi çakallar, sırtlanlar alacak) repliğiyle vanitas temasını güçlendiriyor. açılış sahnesi, aristokrasinin ave maria ritüeliyle garibaldi’nin sicilya’ya çıkışını görmezden gelmesini, kilisenin kuma gömülü kafasını caravaggio kompozisyonu gibi sunuyor. cardinale’nin palazzo’ya koşması, botticelli’nin venüs’ün doğuşu’ndan fırlamış. son sahnede salina’nın palermo’nun karanlık sokaklarında yürüyüşü, “danse macabre” alegorisi. dans kartları (valse carte), 19. yüzyıl balolarının ritüelini yansıtırken, kostümler tiepolo fresklerini andırıyor. sarayda aile büyüklerinin portreleri, sicilya şehirlerinin yağlı boya krokileri, ispanyol sarayları ya da vatikan’daki gibi aristokrasinin toprakla bağını sergiliyor. principessa’nın garibaldi’nin sicilya’yı almasına histeriyle tepki verip papaza koşması, “kef aşağı mı?” diyerek duaya dalması, kilisenin ritüel gücünü sunuyor. “salve regina” duasının anında başlaması, aristokrasinin değişimi reddini görselleştiriyor.

filmin ruhu, değişimle statükonun dansında. salina, “45-50’den sonra dünyayı tanıyamazsın” diyerek aristokrasinin sonunu olgunlukla kabul ediyor. tancredi, devrimciden popülist politikacıya dönüşüyor; don calogero, “belgelerimiz hazırlanıyor” diyerek aristokrasi özentisini tiye alıyor. çeyiz pazarlığı sahnesi muazzam: salina susuyor, don calogero eli artırıyor, papaz kafa sallıyor; burjuvazinin kaypaklığı, kilise’nin rolü birkaç dakikada özetleniyor. salina’nın “kaç çocuğumu var karımın göbek deliği bile görmedim” isyanı, katolik ahlakına başkaldırı; metres sahnesindeki papazla “bayi toplantısı” muhabbeti, dinin kontrol mekanizmasını tiye alıyor. “makeval dame, sono uomo vigoroso” (benden ne istiyorsunuz, ben güçlü bir erkeğim) repliği, aristokratın insanlığını yansıtıyor bir yandan. “lamore e fuoco per un anno, cenere per trenta” (aşk bir yıl alev, 30 yıl kül), salina’nın pişmanlıklarını özetliyor. oyunculuklar şahane: lancaster vakur ama kırılgan, cardinale masum ama hırslı, delon hevesten pragmatizme geçişi kusursuz oynuyor, stoppa’nın don calogero’su nefret ettirip alkışlatıyor. detaylar manyak: “viva garibaldo” yazısı (sicilya aksanı), dans kartları, salina’nın mendil sahnesi. dil incelikli: aristokratlar eğitimli, güney aksanı az; halk “kekonilio” (tavşan, “what the devil” gibi), “padrene pace” gibi sicilya jargonunda.

cinsel tansiyon her zamanki gibi tavan, sonuçta italyan sineması klasiği. lancaster’ın duştan çıkıp rahiple kurulanma sahnesi, cardinale’yle balodaki dansı, tancredi’nin kıskanç bakışları… bertolucci, pasolini filmlerindeki o italyan “tansiyonu” burada da var. don calogero, türk sinemasında şükrü erbaş ya da kemal sunal’ın şabanoğlu şaban’ındaki sonradan görmelere benziyor. visconti’nin “kızıl kont”luğu (milano dükleri visconti’lerden, ama komünist) bu eleştiriyi keskinleştiriyor.

cardinale’e ayrı parantez. pembe panter’deki (1963, ilki) dansı, i soliti ignoti’deki sicilyalı kız, il gattopardo’daki angelica… hepsinde masum ama hırslı. peter sellers’ın pembe panter’deki “kibirli aptal” tiplemesi, dr. strangelove’daki dehası muhteşem, ama gerçek hayatta iğrenç biriymiş. il gattopardo, cardinale’in zirvesi. visconti’nin her detayı (mendilden dans kartına) hesaplaması, replikleri (quentin tarantino’nun reservoir dogs diyaloglarına taş çıkarır) filmi unutulmaz kılıyor.

il gattopardo, visconti’nin aristokrat-komünist çelişkisiyle, risorgimento’nun statükocu yalanını, sicilya’nın değişmezliğini, insan ruhunun açmazlarını anlatıyor. balo sahnesi barok alegori, salina’nın palermo’da yürüyüşü aristokrasinin vedası. sinema, italya ve sanat tarihi dersi gibi. 205 dakika, italyanca restore versiyon. favori replik: “se vogliamo che tutto rimanga com’e, bisogna che tutto cambi.” puan: 9.5/10 dublaj 0.5 kırdı, visconti affetsin.
devamını gör...

selefilik

selefilerin isyanı taşranın şehirli islama isyanı gibi geliyo bana ya… müzik yasak, kandil bidat. din kozmopolit olmak zorunda kardeşim, kültürel kılcal damarları olmazsa hayatta kalamaz. kuzenleri protestanlar gibi selefiler de yasanın normatif ve literal yorumuna kafayı takmış halde. gerçi bana ne, ben ateistim zaten… iyi geceler herkese.
devamını gör...

bir üstteki yazar hakkında düşünülenler

yazarı ilk defa gördüm, galiba berserk seviyor…
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

zatü'l hareke

otomobil için yapılabilecek en güzel çeviri bence. kendi kendine giden demek kabaca. asla yormuyor, derdini anlatıyor ve yoruma kapalı. 1895'te istanbullu gümrük memurlarımız bunu uygun görmüş iskele gümrüğüne gelen otomobile. zatü'l-harekelerin hayatımıza girme serüveni de bir acayip. osmanlı'da arabanın ilk defa ne zaman kullanıldığı tam olarak bilmiyoruz. araba ithalatına dair en eski kaynak rüsumat dairesi'nin 1 tane zatü'l-harekele hakkında verdiği iade kararı. fransa'dan demonte halde gelen araç, gaz yağı ile çalışıyordu. iade sebebiyse çalışırken korkunç gürültüler çıkartarak at arabalarını korkutması ve trafiğin karışmasına sebep olmasıymış. daha sonrasında sultan abdülhamid yasaklıyor zaten şehir planlaması ve güvenlik endişesiyle. esasında halkın da çok hoşuna giden araçlar değillermiş bunlar. halk, “şeytan icadı” der, atları korkuttuğu, istanbul'un olmayan yollarını daralttığı ve direksiyona oturanın götünü arşa çıkardığı için sevmezlermiş. akşam gazetesi'nden sermet muhtar alus, otomobillerden şöyle şikayet ediyordu:


“şoförün lastik kornayı bart bart öttürmesine hacet kalmaz, motorun gürültüsü ta nereden duyulur, fenerbahçe'yi boylayacakları zaman yarımadanın berzahında bitişik daraş yolu tutarlarken pata küt'ler kulakları doldurur, mesiredekilerin etekleri tutuşurdu: baş belası sökün ediyor yine!.. konak, kira, muhacir arabacıları kantarlı küfürleri savura savura derhal yerlerinden aşağı atlar, beygirlerin önüne dikilip okun başına yapışır; çoğu da, atlar ürkmesin diye, çala kamçı arabasını yol üstünden uzaklara sürer, fener kulesinin dibine, kayık iskelesinin yamacına çekerdi. bu arabaların içlerindeki hanımların, beylerin halini görmeyin: çehresi balmumu sarısı, yürek hazan yaprağı, el ayak bumbuz. çünkü hayvan bu, şakaya gelmez. kuzu gibisinin bile bu alamet şey karşısında huylanacağı, gemi azıya alacağı tutar. söylene söylene faytondan, tenteliden fırlarlardı:
kahrolası, sağlık selametle gelemez olaydı!"
devamını gör...

ivan ayvazovski

can sıkıntısından, iç bulantısından uyuyamadığım şu gecede bana eşlik eden ermeni asıllı rus ressam. twitterda aylak aylak gezip ona buna çatarken, kendisinin constantinople, the top-kahne mosque tablosunu gördüm ve yine kilitlendim ekranda.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

dolmabahçe resim müzesinde de en çok zamanı onun tablolarının önünde geçirmiştim zaten. arkadaşım şeker ahmet, osman hamdi diye delirip mandalin çizimleri peşinde koşarken ben onun maviliğine saplanmıştım. tabloya dikkatlice bakıp yer tayin etmeye çalıştım çünkü paylaşan hesap tablonun adını paylaşmamıştı. önce yeni cami olabilir dedim ama arkadaki galata, minarelerin inceliği, caminin mimari üslubu beni nusretiye camii'ne götürdü. tophane'ydi burası. adını da böyle buldum zaten tablonun. bu tablolara bakınca insanın içi garip bir huzurla doluyor. istanbul sisin ve mavinin içinde sanki bir rüya gibi süzülüyor. boğazın suları hafifçe dalgalanırken küçük kayıklar sessizce yol alıyor. minareler gökyüzüne doğru uzanıyor, şehrin silueti sisin ardında hafifçe kayboluyor. sanki zaman burada durmuş, geçmiş ve şimdi birbirine karışmış gibi. mavi, tabloların her bir yanına yayılmış. gökyüzünde, denizde, uzaklarda kaybolan siluetlerin arasında. içindeki boşluğu fark ettiriyor insana, sonra o boşluğu kendi dinginliğiyle sarıp sarmalıyor. istanbul bu haliyle bir huzur sığınağı gibi. dışarıdan bakınca koca bir şehir ama bu sessiz maviliğin içinde sadece ben ve deniz var. dalgalar kıyıya vururken, rüzgar yüzüne hafifçe çarparken, her şey yolunda gibi hissediyorsun. ivan'ın her tablosu insanın içine bir melankoli bırakıyor ama ağır, yorucu bir melankoli değil. tam aksine, huzur veren bir hüzün. içinde bir şeyleri sakinleştiren, zihnini durduran, boğazın serin sularına kendini bırakmış gibi hissettiren bir dinginlik. istanbul'u böyle görmek, bir anlığına dünyadan kopmak gibi. ve ben buna bayılıyorum.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının hissettikleri

aslında şurayı sadece okuyup ettiğimi yazdığım, ilgili olduğum konular üzerine insanlarla iki kaynak alışverişi yaptığım bir yer olarak kullanmak istiyordum, fakat hiçbir şeyi içime sığdıramadığım için ağlama duvarıma döndü. gelecekte iyi olmayı başarırsam, hepsini sileceğim ya da geçmişteki bana sarılacağım. ya da başaramayacağım ve kimsenin duymadığı çığlıklarım olarak kalacaklar. şunları yazarken de içip ağlıyorum. sarhoşluğun kıyısındayım sanırım. kanatlarımdaki tüm tüyler tek tek kırılmış ve bir köşeye atılmışım gibi hissediyorum.

dün çalışırken annemi yine acillik halde buldum ve bütün gecemi hastanede, o rahatsız sandalyelerde, banklarda onun iyi olmasını bekleyerek geçirdim. böbreği normal çalışmıyor, hatta çalışmak şöyle dursun, içten içe çürüyor ve onu zehirliyor. doktorlar alınması gerektiğini söylüyor, ama daha iki ay önce büyük bir ameliyat oldu ve psikolojisi büyük bir ameliyatı tekrar kaldıramaz. onu iyi etmek için bir ton borçlanıp şu yaşımda kredinin altına girdim, en değer verdiğim tarafından çöp gibi kenara atıldım, ama onu bir türlü iyi edemedim.

onu her seferinde beyin kanamasının ucundayken buluyorum. bilinci yerinde bile olmuyor bazen ve ben artık bunların hiçbirini kaldıramıyorum. daha öncesinde başarısız bir intihar denemem olmuştu. şimdilerde keşke başarılı olsaydım diyorum. hayatıma, yaşadığım şeylere bir anlam bulamıyorum. kendime zarar verebileceğim bir noktaya geldim son bir ay içerisinde ve kendimden korkuyorum. marmaray beklerken raylara atlayasım geliyor bazen; sessizce yaklaşıyorum o sarı şeritlere. sonra ağlamaya başlayıp geri kaçıyorum. istanbul'un sevdiğim yanlarından biri de kimsenin kimseyi sallamaması. her ofise, matbaaya gitmem gerektiğinde bunu yaşıyorum ve şiş gözlerle işe gidiyorum. geleceğe dair hiçbir umudum yok ve bugüne kadar hep başkalarını iyi etmek için yaşadığımdan ötürü kendimi nasıl iyi edeceğimi bilmiyorum. sarılıp ağlamaktan başka elimden hiçbir şey gelmiyor. onu da annemin tansiyonunu çıkarmamak için gizli gizli yapıyorum. nefes almanın bile yük olduğu bir noktaya geldim ve çıkış yolu göremiyorum.
devamını gör...

yüzyıllık yalnızlık

yarın bu saatlerde herkes netflix'in yüzyıllık yalnızlık uyarlamasına sövecek, heyecanla yerimi aldım bekliyorum. kitabı okuyanlardan bayılanlar sinir krizi geçirenler olacak. marquez'in ahını aldılar, adam vermemişti film haklarını hayatı boyunca. o da biliyordu çünkü uyarladığı kitaptan daha iyi tek bir film yok dünyada, film dediğiniz şey nihayetinde çerezdir. kitap öyle değil, kitapla çok şahsi bir ilişki kurarsın, sen yönetirsin o filmi. dikkat ve emek ister. hele yüzyıllık yalnızlık gibi muhteşem bir yaratıcılık patlamasının, edebi zaferin, hayat dolu kıpır kıpır bir anlatının değil filmini bir sahnesini bile çekmezsin. çekmişler güya, yarın ak gt kara gt ortaya çıkar.
devamını gör...

yemek yapmak

son üç yıldır majör depresyon ve anksiyete ile mücadele ediyorum. böyle yaşamak çok zor. tedavi oluyorum ama yer yer patlayan anksiyete krizlerim günlük hayatımı mahvediyor. bu ataklarla mücadele edip kafayı boşaltmanın yollarını ararken yemek yapmanın ve ocakta kaynayan bir yemeğin beni nasıl sakinleştirdiğini fark ettim. biber dolmasından balık buğulamaya daldan dala atlayıp pişirebileceğim her şeyi pişirmeyi denedim bu süreçte. eskiden yemek yapmaktan kaçardım. simdi ise varoluş sancılarım için biberlerin içine bir şeyler doldurup kişiliğimin çarpık taraflarını düzeltmeye çalışıyorum.
devamını gör...

efe

yer yer romantizme kurban giden ege gerillaları. efe zeybeklerin başına denir. efe olmak için kıdeme ihtiyaç yoktur "efeliğe" ihtiyaç vardır. efelik nedir? zengine, ağaya, beye, sultana dik durmaktır. öyle dendi yani… enturajına da kızan denir. halikarnas balıkçısı zeybekleri egeye şu şekilde dayandırıyor: ''homeros bu sözü ''olaks'' diye omega ile yazar. omega ise, ona tanrıçanın ilkbaharda doğurduğu yumurtasının, ilkbaharda bölünerek iki ayrı "o" olmasıdır. ayrılan bu yumurtalardan tüm yaratıklar ve bitkiler çıkmıştır" böylece de ''obekkos'', ''tobekkos'' ve ''ibakki'' sözleri ''zeybek'' olmuştur" velhasıl ege gerillalarına zeybek denir, başlarında olana efe, onun yanında olanlara kızan denir. birkaç aydır haklarında yazılmış bir sürü şey okuyup izledim ve şunu baştan söylemem lazım, mertlik, delikanlılık bu yukarda anlatılan gibi bir şey değil. overrated bir şey. sonuçta tarihi başarılı olan yazar, kazandıysan mertçe öldürdüğün, karşındakinin de namert olduğu anlatılır durur. hepsi bu. rahmet yolları kesti güzel anlatır bunu. bir zamanlar kelleleri için ödül konan efelerin türk sağı tarafından böyle hastalıklı bir şekilde ahlakperver bir yere oturtulmasına kemal tahir aşırı tav olmuş. efeleri böyle “çirkinleştiren” sosyo ekonomik koşulları es geçmiş ama okuması keyifli. egenin kuraklığını, sıcağını, insanı çileden çıkartan garip seslerini bilmeden yazıvermiş. öve öve bitirilemeyen itc ve teşkilatı mahsusanın efeler ile mücadele için jitem yöntemleri kullanmasını, kuşçubaşı eşref'in bizzat bir süre sonra milli mücadele kahramanı olacak efeleri yok etmeye gitmesi bildiğim bir şey değildi üç ay öncesine kadar. tarih boyunca izmirli, yani körfezin kenarında yaşayanlar tiksinmiş efelerden. özellikle 1908 sonrası. şimdiyse 9 eylül'ü efelerle kutlayıp kostümlerle geziyorlar ahah tarihin akışı bazen böyle komik olabiliyor.
devamını gör...

3 aralık 2024 güney kore'de sıkı yönetim ilan edilmesi

kore'nin tarihine aşina olanlar için pek şaşırtıcı bir gelişme olmamıştır bu. kore çok uzun süre dünyadaki en iğrenç sağcı diktatörlüklerden biri tarafından yönetildi, bizimkinin aynından bir 80 darbeleri bile var öyle düşünün. chaebol denilen büyük kapitalist tekelleri yaratmak için kore halkının canını çıkardılar. bugün de devam ediyorlar buna. kuzeydeki monarşik polis devletini bahane etmeleri de palavra. yapmak zorundayız çünkü kuzeyden tehlike var falan filan. gerçek şu ki kore çoğunuzun bildiği gibi korkunç bir emek rejimine sahip, bizimle ve meksika'yla yarışıyorlar ücretli kölelikte. ve tamamıyla buna dayalı ekonomisi. rekabet unsurlarını çin'e karşı korumak için buna devam etmek zorundalar. tıpkı türkiye burjuvazisinin ucuz emek için ülkeyi mülteciyle doldurmak zorunda olduğu gibi. milletin kafasına nereden bassak kardır anlayışı sadece. itlik her yerde itlik memleket fark etmiyor.
devamını gör...

anın fotoğrafı

her akşam aynı barda dalağı düşürene kadar içtiğim için heineken şalı hediye ettiler.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

karl ove knausgaard

otobiyografik roman adı altında anasına bacısına karısına yanıt veremeyecekleri iftiralar atan sıkıcı ruh hastası, yeteneksiz dallama. kuzey edebiyatının gerçek temsilcisi, rezil herif. kuzey romanlarında zaten genel bir s*kkokuk mevcut. norveçli bankacı balığı ölünce depresyona giriyor, dedesinin nazi geçmişiyle yüzleşen isveçli orta sınıf dul adam depresyona giriyor… iyi s**n gidin kafanıza sıkın o zaman. it gibi ağlaşan dallamaların bireylik şovlarını okutuyorlar millete edebiyat diye. kuzeylilere yakışır şekilde depresyon ve zillet edebiyatı, hiçbir derinlik taşımayan böcekleşme arzusunun edebiyatı. sizi bitircez oğlum. insan ruhu tüm yüceliği ve sefaletiyle inanılmaz zengin bir şeydir, kuzeyli batılı küçük burjuva dallamaların depresif sayıklamaları ancak bir karikatür olabilir. banliyödeki afrikalıyı yalnızca kimliğin aynasından görmek üzere lanetlenmiştir. onu merhametinin anlatısal nesnesi değil gerçek bir insan olarak gördüğün noktada edebiyat başlar. insan bunlar noel süsü değil. bok gibi yazıyorsunuz bu yüzden. bırakın kitabı, norveçli isveçli birinin yazdığı iyi bir cümleyi getirin bana, herkesin huzurunda ve alenen üsküdar migrosun önünde döner bıçağıyla harakiri yapacağım.. ama getiremezsiniz.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının hissettikleri

bugün hastanedeki üçüncü, uyuyamadığım da dördüncü günüm. arabayla ezilmenin ucundan döndüm ve şu lanet yerden çıkamıyorum. ne yemek yiyebiliyorum ne uyuyabiliyorum sadece bekliyorum. zihnimde dönen her bir şey zehirli, midemi bulandırıyorlar ama hiçbir yere kusamıyorum, atamıyorum öfkemi bir türlü içimden. kimsenin bi halttan anladığı yok. sanki kendileri sırt çevirmemiş gibi tepeden tepeden koşuşup daha çok sinir bozuyorlar sadece. kocaman bir toplam olarak midemi bulandırıyorlar inime çekilip nefes bile almak istemiyorum. birkaç yıl önceki hayallerimi düşünüyorum bir de şimdiye bakıyorum, tam düzlüğe çıktım dediğim bu sene yine dibe daldım. ev bile tutmuştum kendime. çok istedim aklımdakileri gerçekleştirmeyi. şimdi hepsi o kadar zor geliyor ki. özür dilerim kendimden. duygularımı aldırabilseydim keşke. birkaç ay evveline kadar hala hayallerim vardı. gerçekleştirebilirim sandığım her şey yok oldu. ne bir işe yarıyorum artık ne de bir şey başarıyorum. bana çok şey borçlular. geç kaldım demiyorum ama benim durumumdaki biri için çok da kalmadı diyorum. üzücü biraz. tam dolu dolu daha fazlasını tadarım sanarken bir anda kapkaranlık, bilinmedik bir geleceğe bakar oldum. gerçek bir "boşluk" şimdi var işte.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim