ohen yazar profili

ohen kapak fotoğrafı
ohen profil fotoğrafı
rozet
karma: 4381 tanım: 137 başlık: 29 takipçi: 36
“hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi.”

son tanımları | başucu eserleri


geceye bir hintçe şarkı bırak

bu başlıkta hafızalarımızda yer edinmiş keyifli, hoşa giden güzel hintçe şarkılar paylaşacağız. ilk şarkımız born into brothels: calcutta’s red light kids belgesel filminde geçen harikulâde şarkı overture..

overture - john mcdowell
şarkıya giden yol..
devamını gör...

yeni yıldan beklentiler

yeni yıla beklediğimin çok daha üzerinde iyi bir şekilde girdim. yeni yılın henüz ilk anlarından şu ana kadar her şey beklentilerimin üstünde gerçekleşiyor. iki bin yirmi üçün ilk saniyelerinden şu ana dek olan kısacık süreçten oldukça hoşnutum. hani vardır ya o her şey yolunda giderken birden her şeyin kötüye gideceği hissi. işte ben şu an o hissi yaşıyorum sanırım. hayatımda işlerin bu kadar yolunda gitmesine alışkın olmadığım için tedirginlik duymuyor değilim. umarım bu ruh hâli uzun sürmez. bu yıl çoğunlukla iyi şeyler hissetmek ve yaşamak istiyorum. ayrıca tarihi anlamda cumhuriyetimizin yüzüncü yılı olmasından dolayı 2023 yılı benim için çok değerli bir yıl. bu yıl hiç bitmese, sonsuza dek sürse benim için olur. yazımı toparlayacak olursak yeni yılın kalan üç yüz altmış iki gününden beklentim, ilk üç günü kadar olmasa da en azından buna yakın şekilde güzel geçmesi..
devamını gör...

cumartesi kibarı gibi süslenmek

eski bir deyimdir.
türk dil kurumu bu deyimi; “özentili fakat zevksiz süslenmek.” olarak tanımlamaktadır.

bu kişiler her zaman kendilerine özen gösterirler. giyim kuşamlarının, ayakkabılarının, saçlarının, makyajlarının çok şık olduğunu, herkesin onları beğendiğini düşünürler. fakat mesele şu ki, bu kimselerin aslında zevkleri kötüdür, aleladedir. rüküşlük denen tabir işte onlar için kullanılır. ayrıca bu kimseler özgünlükten uzak, özenti kişilerdir.

rivayete göre evvel zamanlarda cumartesi günleri bu hanımefendiler özellikle beyoğlu’na giderken bu tarz süslenirlermiş. tabii artık ne o eski beyoğlu kaldı, ne de o eski kadınlar.

günümüzde unutulmaya yüz tutmuş bir deyimdir. uzun zamandır bu deyimi kimseden duymadım. sanırım son kullananıyla birlikte tarihin tozlu sayfalarında yerini alacak.
devamını gör...

kadınların birbirine sürekli nemlendirici krem ikram etmesi

çok zamandır dikkatimi çeken bir olay. dışarıdan bakınca önemsiz gibi görülen ancak bence önemli bir konu. yıllardır bu olaya tanıklık ederim ama hiç bu konuda hiç kadın/kız arkadaşlarımla sohbet etmişliğim kritik yapmışlığım yok. bu başlığı görünce aklıma düştü bu konu. başlığı açan arkadaşı bu bilinen ancak pek dile getirilmeyen konuyu gündeme taşıdığı için takdir ettim. yazarların görüşlerine şöyle kısaca bi göz attım da ilginç ve hoşuma giden yazılar okudum. benim yıllardır yaptığım gözlemler sonucu krem ikram etme mevzusunda dikkatimi çeken en önemli husus kadınların/kızların bu ikramı sadece çok yakın arkadaşlarına yapması. bu konuda kadın yazarlar ne düşünüyor bilmiyorum. bi de bu durum sadece bizim ülkemize özgü bir eylem mi diye merak etmiyor değilim.

bence bu gizli bir gelenek gibi bişey.
ahh keşke bütün geleneklerimiz, ritüellerimiz bu kadar nahif olsa sözlük..
devamını gör...

geceye bir bilgi bırak

bu geceki konumuz batıl inançlar üzerine. nazar değmesin diye ya da iyi şans getirmesi için neden tahtaya vurulur hiç merak ettiniz mi? bu inanış çook eski tarihlere dayanan bir davranış biçimidir. şöyle ki, evvel zamanlarda pagan inanışına göre ağaçlarda periler ya da buna benzer mistik varlıklar yaşarmış. iyi şansı ya da kötülüklerden korunmayı insanlar bu esrarengiz yaratıklardan dilermiş. bu eylem şöyle gerçekleşirmiş; insanlar perilerin yaşadığına inandığı ağaca vurarak, yani “o”un kapısını çalarak içinden geçen isteklerini dile getirirlermiş. bu vurma eylemi genelde iki kez yapılırmış. iki kez olmasının sebebi; ilk vuruş talep için, ikinci vuruş ise teşekkür etmek içinmiş. bu eylem önce yerel bir davranış olarak kabul görmüş, daha sonra ise zaman içinde dilden dile yayılarak evrensel bir ritüel hâline gelmiş. böylece dünyanın en eski ve en yaygın inanışlarından biri olmuş. her ne kadar masal tadında olsa da brezilya’dan endonezya’ya, kanada’dan yeni zelanda’ta kadar dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde ve kültürlerinde hâlen tahtaya vurma ritüeli devam etmektedir.
devamını gör...

geceye bir film müziği bırak

bu gece* yönümüzü uzak asya’ya çeviriyoruz. hong kong sineması’nın ve aynı zamanda dünya sinemasının en değerli yapıtlarından olan fa yeung nin wa* filmine gidiyoruz. 1960’ların hong kong’unda bir aşk hikâyesine tanıklık etmek üzere zamanda yolculuğa çıkacağız şimdi. filmin kendisi de müzikleri de harikulâdedir. izlemenizi tavsiye ediyorum..

büyüleyici ezgiye giden yol..
devamını gör...

çocukken yapmaktan en çok keyif alınan şeyler

bu başlıkta zamanda yolculuğa çıkacağız, o güzel zamanlara gideceğiz. benzer bir başlık göremediğim için bu şekilde açtım başlığı.

küçükken kaprisan* meyve suyu içmeyi çok severdim.* yazın eski arkadaşlarla buluşmuştuk pleysteyşın oynamak için. o gün nostalji olsun diye almıştım ama kaybettiğim için içememiştim. sonra biraz üzülmüştüm tabii. neyse efendim çocukluğumuza dönelim. o zamanlar rengârenk, desen desen resimleri olan bütün kaprisan’lar gözüme güzel görünürdü. yalnız biri var ki üzerindeki resimlerinden dolayı en çok onu severdim. bakkaldan hep onu alırdım. eğer o kalmadıysa diğerlerini o arzuyla almazdım. neyse ben bu en sevdiğim kaprisan’ı alırdım. önce pipetini takar, ardından yavaş yavaş tadını çıkarak içerdim. çabuk bitmesini istemediğim için yavaş içmeme rağmen hemen de biterdi gıcık şüşko. daha sonra ise en az içmek kadar hoşuma giden bir şey yapardım. o boş kaprisan’ın üfleyerek karnını şişirirdim ve onu tam istediğim biçimde sert zemine koyardım. ardından yüksek bir yere çıkar ve simetrik bir hareketle üzerine zıplardım vee booom diye patlardı.. pek çok çocuk gibi benim de önce hüplet sonra gümlet yapmak hep çok hoşuma giderdi. hey gibi günler hey..
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının ilginç alışkanlıkları

kendimden yaşça küçük yakınlarıma hitap ederken isimlerinin yanına iyelik eki getiriyorum..
devamını gör...

aşk üzerine söylenmemiş her şey

yerli sinema filmidir.

film hakkında başka bir mecrada benzer yorumda bulunmuştum. yazının tamamı bana ait. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içerisinde paylaşacağım.



yönetmen koltuğunda beş farklı yönetmen oturmaktadır. bu isimler; ömer kavur, irfan tözüm, yusuf kurçenli, erden kıral ve zeki ökten’dir.

film, beş farklı yönetmenin aşk üzerine çektiği beş farklı kısa filmden oluşuyor. filmlerimiz,
buluşma / ömer kavur
monte kristo / irfan tözüm
çünkü o’nu seviyorum / yusuf kurçenli
ay hikâyeleri / erden kıral
hep aynı / zeki ökten

aşk üzerine söylenmemiş her şey, kültür bakanlığı, sinema vakfı ve efes pilsen’in katkılarıyla çekilmiştir.

filmin oyuncu kadrosu olağanüstüdür. türkiye’nin en iyi oyuncularından bazıları bu filmde rol almıştır. her filmin başrolü farklıdır. “buluşma” filminin başrolü zuhal olcay, lale mansur ve cüneyt türel’dir. “monte kristo” filminin başrollerinde hale soygazi, taner barlas ve macit koper oynamıştır. “çünkü o’nu seviyorum” filminin başrollerinde sermin karaali, ilhan şeşen ve yalçın dümer oynar. “ay hikâyeleri” filminde fikret kuşkan, güner özkul, zeynep kayabal, vecihi ata berk oynamıştır. “hep aynı” filminin başrol oyuncuları ise arda bülbül, nezihe becerikli, serap aksoy ve tarık akan’dır.

filmlerin çok güzel müzikleri var. her film için özel bestelenen özgün müzikler bulunuyor. film müziği bestecilerini sırasıyla açıklayalım şimdi. “buluşma” ve “monte kristo” filmlerinin müziklerini can hakgüder, “çünkü o’nu seviyorum” filminin bestelerini ilhan şeşen ile tarık sezer, “ay hikâyeleri” filminin müziklerini ise oğuz abadan bestelemiştir.

aşk üzerine söylenmemiş her şey, birbirinden değerli beş ayrı öyküden oluşan harika bir eser. her öykü insanı alıp uzaklara götürüyor.

filmi izlerken “eski türkiye”ye, o güzel zamanlara doğru nostaljik bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz.

filmler içinde en çok “hep aynı”yı sevdim. belki daha samimi geldi diye belki de tarık akan oynuyor diye, bilemiyorum ama en çok o film etkiledi beni. ikinci sırada ise “ay hikâyeleri” var. bu tarz öyküleri de filmleri de bir başka seviyorum. üçüncü sıraya ise “çünkü o’nu seviyorum” filmini koyuyorum. o hikâye de bir yerlerden tanıdık geldi. dördüncü sıraya ise “monte kristo”yu koydum. oyunculuk olarak bakarsak ilk sıramda olması gerekirdi monte kristo. çünkü hayranı olduğum, çok beğendiğim hatta bayıldığım hale soygazi ve çok sevdiğim taner barlas vardı başrolde. son sırada ne yazık ki hem oyunculuğunu hem kendisini çok beğendiğim zuhal olcay’ın “buluşma” filmini koyuyorum. beni en az içine çeken bu film oldu.

film başlarken “efes pilsen’in katkılarıyla” yazısını görüyorsunuz, içinize bir ferahlık ve huzur doluyor ve günümüz kâbusu döneminden uyanıp o eski muhteşem zamanlara gidiyorsunuz.

filmle ilgili güzel detaylar vardı. eskiden belediye otobüslerinin üzerine kocaman reklam yapıştırmaları olurdu. o otobüsleri görünce o güzel zamanlara gidiyorsunuz siz de. yine eskiden telesekreteri arayıp istenen numaraya mesaj yazdırıldığını görüyoruz. o mesajları cep telefonuyla değil de ptt’nin cihazlarıyla okuyorsunuz. bunu da bu film sayesinde öğrenmiş oldum.

film için ilhan şeşen’in bestelediği aşk üzerine söylenmemiş her şey şarkısına büyüleyici sese sahip sanatçımız birsen tezer’in harikulâde yorumuna ilhan şeşen eşlik ediyor.

aşk üzerine söylenmemiş her şey, güzel doksanların güzel filmlerindendir. sinemaseverlere ve öyküseverlere bu büyüleyici filmi tavsiye ediyorum.

aşağıya filmden bir sahne paylaşacağım. izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmuyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm.

[[spoiler]]

“çünkü o’nu seviyorum” bölümünde uğur’un telesekretere bıraktığı mesajdan.
“böyle bir şeyi daha önce yaşadım mı hiç emin değilim. feride, unuttuğum bir duyguyu yeniden yaşatmıyor bana, yeni bir şey yaratıyor. daha önce öğretmeyi beceremediğim bir duygu bu. onun doğası sağlıyor bunu. duygu bedenin yolunu açıyor, beden duygunun. bir “tümlük” çıkıyor ortaya.”

[[/spoiler]]

devamını gör...

pamukkale turizm

biriciğimiz pamukkale turizm bana bugün 2022’de yaptığımız yolculukları hatırlatan harikulâde bir içerik hazırlamış. bu yıl nerelere gittiğimi, en çok hangi şehre uğradığımı, birlikte kaç kilometre yol katettiğimizi ve daha fazlasını anlatan güzel bir içerik hazırlamışlar. hey gidi pamukkale turizm hey! seninle olan gönül bağımız öğrencilik yıllarıma dayanıyor biliyorsun. doğduğum şehirle okuduğum şehir arasında birlikle yıllarca mekik dokuduk. ayrıca bambaşka şehirlerdeki, kasabalardaki dostlara, yakınlara beraber gittik seninle. bu süreçte sayısız hatıramız oldu. diğer firmalar gibi sadece paramı alırım, yoluma bakarım yeter demedin. müşteri memnuniyetine her zaman önem verdin. bugün gönderdiğin mesajla bir kez daha anladım ki yıllardır pamukkale turizm’i boşuna seçmemişim. bir ara pamukkale turizm kapanıyor diye haberler çıkmıştı, o haberleri duyunca sanki çok sevdiğim birini kaybetmiş gibi hissetmiştim. onca yaşananlar, onca alışkanlıklar sona mı erecekti. bunu hiçbir zaman istemiyordum. daha sonra devam edeceklerini öğrenince ise müthiş sevinmiştim ve rahatlamıştım. içimi huzur kaplamıştı bu güzel haberle. çünkü pamukkale turizm benim için bir otobüs firmasından çok daha fazlasıdır..
devamını gör...

the wire

amerika birleşik devletleri yapımı suç/dram/psikoloji/gerilim ögeleri barındıran televizyon dizisidir.

dizide net başrol olmamakla birlikte en önemli oyuncuları, sonja sohn*, clarke peters*, wendell pierce*, dominic west*, lance reddick* karakterleridir. diğer önemli rollerde ise michael kenneth williams*, andre royo**, deirdre lovejoy*, robert wisdom*, seth gilliamellis carver, domenick lombardozzi**, wood harris*, idris elba*, j.d. williams*, frankie faison*, corey parker robinson*, delaney williams*, john domanwilliam a. rawls, michael potts*, jamie hector*, felicia pearson*, gbenga akinnagbe *, jim true-frost* gibi oyuncuları izliyoruz.

the wire’da amerika birleşik devletleri’nin baltimore şehrinin bilinen ancak görünmeyen kısmı anlatılmaktadır.

dizide her sezon baltimore şehrinin yozlaşmış veya yozlaşmaya yüz tutmuş farklı bir yüzü ele alınıyor.

the wire’ın kaptan köşkünde iki önemli isim var. birincisi yirmi yıldan fazla araştırmacı gazetecilik vasıflarını bu projenin her zerresine nüfuz ettiren david simon, ikincisi ise uzun zaman boyunca hem baltimore emniyet teşkilatı’nda hem de şehrin eğitim kurumlarında dirsek çürütmüş bir polis olan ed burns. the wire’da tecrübeyle kurgunun ve zekânın kusursuz bileşimine tanıklık ediyoruz.

dizide ele alınan konulara kısaca değinirsek bunlar; emniyet teşkilatı, uyuşturucu, dostluk, politika, arka sokaklar, aile ilişkileri, çeteler, eğitim, hukuk, cinayetler, bürokrasi, medya ve daha fazlasıdır.

oyunculuklar mükemmeldi. en önemli oyunculardan tutun da sıradan bir figüranın dahi kötü performansı yoktur. özellikle omar little, bubbles, kima greggs, avon barksdale, preston bodie broadus gibi mükemmel canlandırılmış karakterler vardır.

müzikleri de en az dizinin kendisi kadar enfestir. her sezonun harika müzikleri vardır. hele o bölüm sonlarının ve sezon finallerinin müzikleri ne muhteşemdi.

the wire’da başrol oyuncusu yoktur. the wire’da tek başrol var, o da baltimore city’den başkası değil.

the wire o kadar gerçekçi ki sanki bir dizi değil yaşanmış olayların belgeselini izliyorsunuz. kusursuz realistik bir üslupla ele alınıyor baltimore şehrinin farklı yüzleri.

dizide olaylar tıpkı bir örümcek ağı gibi baştan sona karmaşık bir ağ ile bağlı. bu ağı çözmek, anlatmak için acele etmiyorlar. ilmek ilmek işliyorlar konuyu.

başrole yakın sayabileceğimiz karakterler son derece zeki, soğukkanlı ve profesyonel kişilerdir. bunun dışında bazı bölümler yan roller başrol sayılanlardan çok daha önemli olabilmektedir bu dizide.

the wire’da baltimore şehrinin portresi çiziliyor. bu öyle bir portre ki benim diyen diyen ressam bir şehrin çehresini bu kadar mükemmel, bu kadar olağanüstü çizemezdi.

karakterler o kadar doğaldır ki, sanki bu diziden önce de bu meslekleri icra ediyorlarmış hissi oluşmasına sebep oluyor. şöyle ki lester freamon sanki kırk yıllık esaslı bir dedektif, bubbles sanki kırk yıllık bir evsiz, omar little sanki bin yıllık bir anti kahraman, chris partlow kırk yıllık bir tetikçi, snoop ise kırk yıllık bir sokak çocuğu gibiydi.

the wire için en yalın hâliyle ilk bölümden son bölüme kadar kaliteden, gerçekçilikten, mükemmellikten asla ödün vermeyen efsane dizidir diyebiliriz.

the wire’da karakterlerimizin iyi ve kötü ayrımı keskin hatlarla çizilmiyor. yani birine salt kötü veya salt iyi diyemiyorsunuz. bu durum karakterlere biçeceğimiz mutlak bir ahlâk anlayışını da bertaraf ediyor. bu yüzden karakterler de dizinin senaryosu gibi hayatın ta kendisidir.

toplumun ve yaşadığı krizlerin bu kadar iyi analiz edildiği bir diziye rastlamak gerçekten çok zor. bunun en büyük sebebi ise david simon (dizinin geçtiği şehir olan baltimore’da yıllarca gazetecilik yapmış) ve ed burns (baltimore cinayet ve narkotik masasında yıllarca polislik yapmış) gibi yazarların konulara, olaylara hâkim olmasından kaynaklanıyor kuşkusuz.

izlediğim polisiye türünde yapılan diziler ve filmler arasında amerika birleşik devletleri içinde en iyisi, dünyada da bron/broen ile birlikte zirveyi paylaşır the wire. polisiye olmayan türde ise dünyada oz ve six feet under ile kıyaslanacak tek dizidir gözümde.

the wire her sezon farklı ve karmaşık bir dava üzerine gidiyor, bunu aydınlatmaya çalıyor. herhangi bir karakteri merkeze almıyor, klasik bir dizinin size gösterdiği şeyleri göstermiyor. bu yüzden de davalar her zaman çözülemiyor.

the wire bir şehrin sosyolojisini, suç dünyasını, bürokrasisini, eğitim sistemini, politakasını ve daha fazlasını mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır.

the wire’da öyle klasik popüler dizilerdeki gibi karakter değişimleri yaşanmıyor. kimse öyle birdenbire değişikliğe uğramıyor, aslında kimse değişmiyor, sadece karakterleri biraz daha derinlemesine tanıyoruz.

kenar mahallelerde yaşayan siyahilerin önemli bir kısmının suça nasıl bulaştıklarını, daha doğrusu bulaşmak zorunda bırakılmalarını kusursuz bir yalınlıkla anlatıyor bize the wire.

the wire sürükleyici olmayan yapısına rağmen beni müthiş kendine çekmeyi başarmıştı. durağan ilerleyen bir sezonu izlerken zaman nasıl da geçti hiç anlamıyordum. bu kadar ağır ilerleyerek izleyiciyi bu denli kendine çeken bir dizi daha hatırlamıyorum.

dizinin yaratıcı david simon, the wire için; “televizyon için bir roman” benzetmesinde bulunuyor. tıpkı realistik rus romanları gibi the wire da izleyicinin yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.

dizinin en sevdiğim yönü birbirinden özel birbirinden orijinal karakterler vardı. “omar little”, “reginald cousins*, “snoop” gibi. tüm karakterler içinde en sevdiğim bubbles’tı.

diziye yapılacak en büyük haksızlık “polisiye dizi mi ıyy, izlenmez!” gibi yaklaşımlar olacaktır. polisiye dizi bilgisi yılan hikâyesi veya arka sokaklar’dan ibaret olanların the wire’ı sevmemesi normaldir. kesinlikle kıyaslama kabul etmiyorum, sadece the wire’dan önce arka sokaklar’dan birkaç bölüm izleyin, ardından the wire’ı izleyin. aradaki uçurumu anlayacaksınız.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

dizinin en ilginç özelliklerinde biri de konuşulan ingilizcedir. the wire’da dizide sokak çocuklarının, suçluların konuştuğu ingilizceyle sizin o derslerde öğrendiğiniz ingilizcenin hiç alâkası yok. siyahilerin çoğunlukta yaşadığı baltimore’de afro-amerikalıların kullandığı yerel aksanı ve argo kelimeleri anlamak çok zordur. ingilizce konusunda benim diyenler dahi sahneleri izlerken konuşulan sözcüklerin bir kısmını anlamadığını belirtiyor. ingilizcesi ileri seviyede olanlar dahi siyahilerin konuşmalarını idrak edebilmek için alt yazısız izlememek gerektiğini söylemektedir. orijinal dilde izleyecekler olanların şu adrese ihtiyaç duyması kuvvetle muhtemel.

the wire’ı kalitesi, gerçekçiliği dışında diğer dizilerden ayıran en önemli özelliği karakterleriydi. burada bahsettiğim karakterlerin fiziksel özellikleri, görselliği. dizinin başrol sayılabilecek oyuncuları ve yan roller dahil bu karakterler diğer dizilerdeki gibi çekici değildir. the wire’da öyle çok güzel, çok zarif, çok seksi kadınları göremiyorsunuz, keza çok yakışıklı, çok karizmatik erkekler de yok. bu dizideki oyuncular sıradan tiplerdir. yani bu karakterler dış dünyada yolda yürürken rastlayabileceğiniz insanlar. böyle bir özelliğe daha önce hiçbir dizi ve filmde rastlamadım. bu açıdan önemli olduğunu düşünüyorum.

yazar peyami safa’nın “gerçek basit ve sadedir. onu biz büyütür, biz süsleriz” cümlesindeki “gerçek” the wire’ın ta kendisidir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

the wire analizi için özel olarak eski gerçek gangsterlerle röportajlar yapılmış ve dizi izlettirilip bölümleri sorulmuş. diziyi izleyen gerçek suçluların önemli bir bölümü dizideki olayları ve gerçekliği doğrulamış ve takdir etmiş. röportajlara giden yol..

dizide dikkatimi çeken şeylerden biri de yengeçti. dedektifler ve halk sık sık yengeç restoranlarına gidiyordu. bu durumu merak et etmiştim. araştırmalarım sonucunda öğrendim ki baltimore şehrindeki yengeçler dünyanın en leziz kabuklu deniz canlılarındanmış. karşılaşılan yengeç sahnelerinden dolayı the wire’dan sonra yengeçlere karşı bakış açınız değişebilir.

bakmayın siz o popüler ama dandik netflix dizileri gibi the wire’ın ödül törenlerinde öne çıkmadığına, prestijli ödüller almadığına. bu duruma kesinlikle aldanmayın. bu diziye verilmeyen bütün ödüller the wire’ın değil vermeyenlerin ayıbıdır.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

the wire unutamadığım en değerli dizilerdendir ve keşke hiç bitmese dediğim birkaç diziden biridir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

dizide beş sezonda anlatılan olaylar aslında çok daha uzun yıllara dayanıyormuş. david simon ve ed burns’ın baltimore şehrindeki yaklaşık otuz yıllık deneyim ve gözlemleri beş sezona yayılıyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

the wire için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. six feet under’ın finali ne kadar iyiyse the wire’ın kendisi de en az o kadar iyidir.

the wire ile ülkemizde kıyaslanabilecek bir dizi maalesef henüz çekilmedi. sadece karakterlerin gerçekçiliği açısından bir kıyaslama yapılabilir sıfır bir dizisiyle. iki dizideki karakterler de gerçekten suçlu ve ürkütücü tiplerdir. şöyle ki gece yolda görseniz kaçmak için yer arayacağınız tiplerdir bunlar. bunun sebebi belki de bu iki dizide de gerçek suçluların oynamasıdır, kim bilir.

the wire’ın akademilerde ders olarak okutulması gereken eşsiz bir yapım olduğuna inanıyorum.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

the wire için televizyon sektörünün rönesansı demek sanıyorum yanlış olmaz. the wire kaliteli senaryosu, gerçekçiliği, enfes oyunculuğu, kurgusu ve benzersiz üslubuyla kendinden sonra ki mindhunter’ların, the leftovers’ların, breaking bad’lerin varoluşlarındaki önemli etkenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

the wire televizyon için yapılmış en değerli, en kusursuz, en gerçek, en muhteşem birkaç yapımdan biridir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

tekrar tekrar izlenebilecek az sayıda diziden biridir gözümde.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

the wire’a sıfırdan başlayacakların yerinde olmayı çok isterdim.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

izleyenler ne kazanır bilemiyorum, fakat izlemeyenler çok şey kaybeder. izleyin, izlettirin.

the wire için başta david simon, ed burns olmak üzere tüm hbo ekibine, set işçisinden yönetmenine kadar emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. iyi ki böyle harika bir işe imza atmışlar.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

hbo yapımları bittikten sonra o sanki evinden, ailenden, tüm sevdiklerinden, ülkenden ayrılmış gibi hissedersin ya hani, öyle tarifsiz bir boşluğa düşersin ya işte the wire’da bu hissi iliklerime kadar yaşadım.

the wire kuşkusuz en iyisinden, en mükemmelinden, en muhteşeminden bir başyapıttır.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

son olarak, the wire bir televizyon dizisinden çok daha fazlasıdır.

aşağıda dizi hakkında bazı ayrıntılar ve kişisel yorumlar paylaşacağım. benim gibi diziyi izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmayan biriyseniz aşağıdaki yazılanları kesinlikle izlemeden önce okumamanızı öneririm.

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5, kaynak 6, kaynak 7, kaynak 8

anekdotlar

* dizinin yaratıcısı david simon eski bir baltimore sun gazetecisidir. bu yüzden the wire’ı oluştururken hikâyeleri deneyimlerinden yani hayatın ta kendisinden alıyormuş. yıllarca muhabir olarak bilgi edindiği kişilerden, diyaloglardan ve anekdotlardan yararlanmış.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* dizide suçlu rolündeki oyuncuların bazıları amatör ya da gerçekten sokaklardan gelen suçlularmış. senarist ve dizinin yaratıcısı david simon, bu karakter için yalnızca tek taraflı diyaloglar yazmış ve karşısındakinden de tıpkı önceki gerçek hayatında bu sorulara ne cevap verecekse dizide de o şekilde konuşmasını istemiş. bir süre sonra bu yöntem iyice benimsenmiş ve dizideki bazı profesyonel oyuncularda da bu yöntemle diyaloglar kurmuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* david simon, the wire’ı farklı şekillerde tanımlamış. bu tanımları, derisi sertleşmiş kurumların duygusuz ve kayıtsız tanrılar rolünü oynadığı “yeni milenyumun yunan trajedisi”, “kapitalizmin insani değer üzerindeki zaferi” hakkında bir hikâye ve “amerikan imparatorluğunun çöküşü”nün bir tarihi olarak belirtmiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* bbc culture tarafından hazırlan listeye göre 43 farklı ülkeden 200’den fazla film eleştirmeni, televizyon uzmanı, gazeteci ve akademisyenin oy kullandığı ankette, the wire 21. yüzyılın en iyi dizisi seçilmiştir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* çoğu televizyon yazarının sokakları dinlemediğine ya da kentsel alanlarda yoksulluk içinde yaşayan insanların yaşamlarıyla pek ilgilenmediğine inanan david simon, polisiye roman yazarlarından -george pelecanos, dennis lehane ve richard price- ve baltimore sun’daki eski meslektaşlarından oluşan bir ekip kurmuş. zamanla, the wire’ın oyuncu kadrosu ve ekibi sıkı sıkıya bağlı bir aile hâline gelmiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* the wire’ın yaratıcısı david simon, roman yazarı george pelecanos’u yazı ekibine katılmaya davet ettiğinde, “onu bir polis şovu olarak sattım, ama gerçekten bir polis dizisi olmadığını bilmiyorlar” demiştir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* the wire, imdb’de güncel olarak 341 bin küsur izleyici tarafından oylanmış ve 9.3 puan almıştır.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* 2001 yılında aktör frankie faison, the wire adlı yeni bir hbo dramasında komiser yardımcısı ervin burrell rolünü kabul ettiğinde, sıradan bir polis dizisinde rol alacağını sanıyormuş. faison, “dizinin daha çok telefon dinleyen polislerle ilgili olmasını bekliyordum” diye o günleri anımsıyor ve “çok daha büyüleyici bir şeye dönüştü” diye ekliyor. frankie faison şu sözlerini de aktarıyor. “the wire, en düşükten en yükseğe kadar toplumun her unsuruyla ilgilendi” diyor ve ekliyor, “bazen ‘iyi’ insanlar o kadar iyi değildir ve bazen ‘kötü’ insanlar iyi olmaya çalışır. birçok insanın özdeşleştirebileceği bir şeydi. hiç geri çekilmedik ve gerçeklerle uğraştık.”
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* sinema yazarı ve yönetmen talip ertürk, the wire için, “soğuk gerçeğini seyircisinin yüzüne vuran the wire, o vakte kadar televizyonda görülmemiş, çoğu zaman belgesele yaklaşan bir üsluba sahipti ve bu özelliği ile ekranda devrim yaptı. iyiler/kötüler kümelerine hapsolmayı reddeden, her biri kendince marazlara ve erdemlere sahip karakterleri bu muazzam dizinin en güçlü yanıydı. bu karakterler arasında kült statüsüne erişmiş biri var ki the wire’ı izleyen herkesin aklına mıh gibi saplanmıştır: michael k. williams’ın hayat verdiği, kendi ahlaki kodlarını herkese kabul ettirmiş tetikçi omar little. müteveffa michael k. williams’a bu muhteşem performansı için şükran borçluyuz.” demiştir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* sinema yazarı erdem tatar’ın the wire hakkındaki sözleri; “baltimore gibi filmlere ya da dizilere pek sık fon yapılmayan bir şehirde geçen the wire, koca abd’nin röntgenini tek başına çekebilir mi? beş sezon süren bu muazzam diziyi izlediğinizde, sorumuza vereceğiniz kaçınılmaz yanıt; “evet” olacak!”
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* dizideki snoop lakaplı karakter felicia pearson’ın acılı bir öyküsü varmış. felicia pearson, henüz çocuk yaşlarda baltimore’un arka sokaklarında uyuşturucu satıcılığı yapmış ve 14 yaşındayken cinayetten dolayı mahkûmiyet almış. yaklaşık altı yıl hapiste kalmış ve 2000 yılında çıkmış. felicia pearson’ı the wire’a michael k. williams* kazandırmış. michael k. bir gün baltimore barlarından birinde demlenirken felicia’yı görmüş ve kendisini oyunculuk için sete davet etmiş. denemelerin ardından felicia pearson profesyonel oyunculuğa adım atmış. ayrıca kendisinin dizideki snoop lakabı gerçek hayattaki lakabıymış. bir röportajında, “bin yıl geçse bir aktris olacağım, bir yazar olacağım hiç aklıma gelmezdi. kendime ait kitabım var.” demiştir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

* dizi boyunca uyuşturucu satıcısı rolündeki çocuklar dizi bitene kadar gerçekten de uyuşturucu satıcısı olduklarını sanıyorlarmış. kameraları oyunun bir parçası olarak görüyorlarmış. çocuklara bu konuda preston bodie broadus karakteri yardımcı olmuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel



dizide o kadar çok etkileyici, hatırda kalıcı sahne var ki hangisinden bahsedeceğimi bilemiyorum. beni üçüncü sezon etkilemişti. o sezon ruhuma nüfuz etmişti âdeta. üçüncü sezon finali şimdiye dek izlediğim tüm dizilerde en etkilendiğim en hüzünlendiğim, en duygulandığım sezon finaliydi. o sahnede yüreğimi bırakmıştım. beşinci sezon yedinci bölüm sonu ise şimdiye kadar televizyon için yapılmış en güzel, en hoş, en nahif bölüm sonundan biriydi. o sahneyi de tıpkı üçüncü sezon finali gibi yıllar geçse de unutamam.

şimdi devriyeler.wordpress.com blog adresinden önemli bulduğum bir alıntı paylaşacağım.

“sürüklenme ve döngünün tamamlanması:
the wire’ın karmaşık kurgusu içerisinde bir suçlu tespit etmek zor ve tartışmaya açık. politikacıların, amirlerin, polislerin, öğretmenlerin, çete üyelerinin ve katillerin her zaman kendileri için makul sebepleri oluyor. herkes bu çarkın içine bir şekilde ve birbirlerini etkileyerek sürükleniyor. eğitim sistemi, menfaat ilişkileri ve politikalar insanları bir labirente itiyor. zaman ilerledikçe isimler değişiyor ama düzenin biçtiği roller değişmiyor. dizinin sonunda her karakter gidiyor, onların yerini dolduracak başka birileri geliyor. ve baltimore aynı sabahı tekrardan yaşıyor…

politika ve kirli işler:
idealist insanlar gittikçe nasıl eriyor sorusunun güzel bir cevabını bulabiliriz bu dizide. sistem menfaat hırsıyla gelmiş olmayan yöneticilerin önüne öyle seçenekler sunuyor ki bazen onların erdemsiz davranışlarını haklı buluyoruz. daha yukarı çıkma ve daha etkin iş yapma vaadi idealist insana boyun eğdirmeye mecbur bırakıyor. bir kere bu kaptan yemek yediğinde ise artık ağızı kirlenmiş oluyor ve ardından bir yenisi daha geliyor. yükselmek için her basamakta taviz vermesi gerekiyor, en sonunda ise kendisinden bir şey kalmıyor, sistemin yeni gardiyanına dönüşüyor. aşağıda kalırsan seni kısıtlıyor, yukarı çıkarsan seni yok ediyor. başarısız politikaların üstünü örtmek içinde sayılarla oynamak yeterli kalıyor. eğitim başarısını artır ama bir şey öğretmeyen sınavlarla, suç oranını düşür ama vakaları saklayarak, refah düzeyini artır ama gazetelerle…

örümcek ağı:
diğer çoğu dizilere baktığımızda, karakterlerin etkilenme ve karar alma zamanı çok barizdir. dönüm noktası denilebilecek net bir an mutlaka verilir. fakat biz gerçek hayatı bu kadar keskin yaşamıyoruz. gerçek hayatta bize tüm iç ve dış dünya etki ediyor biz ise buna genellikle ani değişimlerle değil kademeli ve inişli çıkışlı geçişlerle karşılık veriyoruz. bize etki eden çok fazla unsur var ve bize etkisi ise bir müddet alıyor. the wire bu sürecin farkında ve üstelik bunu yaparken şöyle bir ustalıkta sergiliyor. etkiler ve tepkiler gözümüze sokulmadan usulca gerçekleşiyor biz ise bu kademeli ilerlemeyi çok olağan buluyoruz ve yadırgamıyoruz hatta bazen hissetmiyoruz. bir çocuğun büyümesine veya ayın ilerlemesine tanık olmak gibi bulunduğun anda fark edemiyorsun ne kadar ilerlediğini. yani karakterleri daha insancıl ve gerçek bir şekilde görüyoruz.”

bunny colvin’den bahsetmek istiyorum biraz. dizinin en sevdiğim karakterlerindendi. bu abimiz kadar onurlu, disiplinli, iyi niyetli, idealist bir devlet görevlisi her ülkeye lazım. the wire denince binbaşı bunny colvin’in baltimore’lu suçluları kontrol edebilmek için kurduğu hamsterdam’dan bahsetmemek olmaz. her ne kadar suç oranını düşürmek için böyle bir çalışma yapsa da baltimore ve ülke bürokrasisi ve politikası sürekli engel oluyordu bunny colvin’a. bu adamın projelerini devlet yöneticileri destekleseydi belki de baltimore’da her şey çok farklı olurdu. üçüncü sezonun sonunda projesinin yıkılışını izleyen colvin’in yanına bubbles geliyordu ve binbaşı colvin’e, eskiden buralarda uyuşturucu alınıp satılırdı, güzel zamanlardı gibisinden sözler sözlüyordu ve ekliyordu, ama sen nerden bileceksin ki, buranın yabancısısın diyordu, o bölgenin aslında konuştuğu binbaşı colvin’in eseri olduğunu bilmeden. sadece bu detay dahi the wire’ı gözümde harikulâde kılıyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kayiprihtim.com sitesinden bir alıntı yapacağım şimdi de.

“the wire, istisna yaratmayarak her karaktere kendine has bir adalet algısı veriyor. bu adalet algıları onları seneler içerisinde çok farklı yollara iteliyor ve bu yollar sırasında hemen hemen herkes önünde bir seçimle kalıyor. inandığı değerler uğruna her şeyi feda ederek, adalet algılarını takip etmek veya kariyere doğru bir adım atmak, bir şeyleri orada değiştirmek adına bazı değerleri arkada bırakmak.”

bubbles’tan bahsetmek istiyorum şimdi. bu karakteri inanılmaz seviyordum. dizi ve sinema tarihinin en özgün karakterlerinden biriydi bu abimiz. toplumun dışladığı, aşağıladığı fakat tüm zorluklara rağmen hayatta kalmayı başarabilen derin bir karakterdi. hayatın ona karşı oynadığı tüm kötü oyunlardan kurtulmayı başarmıştı. kendini sürekli saklanırken ya da kaçarken bulması beni çok hüzünlendiriyordu. dizi boyunca izlerken en üzüldüğüm, en duygulandığım karakterdi. bazı anlarda baltimore’da olup bubbles abime yardım etmek istediğim çok sahne olmuştu. kendisine karşı yanlışlar yapılsa da o, yanlışa yanlışla karşılık vermeyi seçmezdi. bazen kendisine yapılanları cazalandırmak istese de yine de yüreğinde kötülük barındırmazdı. gönül adamıydı bubbles. kötüler içinde kalmış iyilerdendi. etrafındakilere yardım etmeyi istiyordu, üstelik kendisi yardıma muhtaçken. johnny weeks’e ne kadar yardım etmişti iyi olmadı için. hayatın tüm zorluklarına rağmen gülmeyi başarabilen ender insanlardandır bubbles. gerçek hayatta benim çevremde olmasını çok istediğim bir karakterdi. ben bubbles’ların sadece dizilerde değil gerçek hayatta da var olduğuna inanıyorum. belki başka bir ülkede, belki başka bir şehirde belki de bizim şehrimizde, sokağımızda… ben bubbles’ların asla ölmeyeceğine inanıyorum sözlük. bedenen bu dünyadan göçseler de ruhları bu dünyada bir yerlerdedir… ahh bubbles baba ahh! o hüzünlü bakışlarıyla tüm kötülüklere, tüm zorluklara rağmen gülümsemeye çalışmasını unutmak mümkün mü?
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

aşağıya yerli ve yabancı izleyicilerin the wire hakkında söylediği, önemli bulduğum ve benim de katıdığım birkaç yorumu paylaşacağım.

• “the wire dizisi dickens romanı gibi. bundan elli sene sonra da izlenecek. çünkü bu sadece bir show değil yaşadığımız çağın yani 21. yüzyılın tarihi bir belgesi.”

• “karakterleri öyle derinlikli işler ki tetiği çekeni de seversiniz, vurulup düşeni de.”

• “polis-suç temalı dizilerin/filmlerin genellikle "sattığı" iyilerin ve kötülerin savaşını değil, kötülerin kendi arasındaki savaşını anlatan dizi.”

• “shotgun'lu azizler, uyuşturucu işinden köşeyi dönen avukatlar, tetikçi çocuklar, dolandırıcı senatörler, yalancı valiler, arkadaşı için canını ortaya koyan gangsterler derken kimi seveceğinizi, kimden nefret edeceğinizi şaşırıyorsunuz.”

• “ben bunu lost'un boşluğunu doldursun diye izlemeye başladım, onun yerine varoluşsal boşluğumu doldurdu.”

• “masada oturan ve saatlerdir sohbet eden iki kişinin yanına oturup sohbet konusunu anlamaya çalışmak gibidir the wire'a başlamak. o iki kişi konuşmaya devam eder, sana ne hakkında konuştuklarını söylemezler, sen anlamaya çalışırsın, birkaç saat dinlersin, sonra kalkar gidersin. ama onlar hala orada oturup konuşmaya devam ediyorlardır. işte the wire budur.”

• “öyle bir dizi ki, çok sevdiğim breaking bad onun yanında sitcom gibi kalıyor.”

• “hayat simülasyonudur, akıp gitmez.”

• “belli bir noktadan sonra oyuncularla rollerini birbirinden ayıramadığınız olağanüstü dizi. köşe başında uyuşturucu satan çocuğun bir aktör değil de gerçekten baltimore sokaklarında büyümüş, başka çaresi olmayan fakir bir çocuk olduğuna inanmaya başlıyorsunuz. rol değil yani o, gerçekten bir uyuşturucu satıcısı var kameranın önünde o derece. polis, çete üyesi, tetikçi, politikacı, işçi, öğretmen vs aynı şey dizideki tüm karakterler için geçerli. gerçekçilik konusunda the wire'dan daha üstün bir dizi/fim izlediğimi ve izleyebileceğimi sanmıyorum.”

• “amerika'da tv için en prestijli ödül olan emmy'yi kazanamamıştır. buna bir amerikan yazarın tepkisi ise şöyle olmuş: "the wire'a emmy verilmemiş mi? bu diziye nobel edebiyat ödülü verilmeli!”

• “the wire'a dizi demek kolaycılık, neredeyse roman gibi demek de yeterli değil, bir tolstoy romanı gibi. toplumu katman katman önümüze seriyor. siyahlarla-beyazlarla değil, grilerle anlatıyor. herkesin kendi hikayesine nasıl sıkıştığını, toplumun insanı belirleme gücünü harika anlatıyor.”

• “tek numarası bir sonraki bölüm için bir hafta, bir sonraki sezon için dokuz ay kıvrandırmak olan diziler bittiği zaman rahatlatıyor ve 2-3 yıl içinde unutuluyor. ama bu hbo dizilerinin son bölümünü izlerken insan evini, yurdunu terk eder gibi oluyor. the wire'da onlardan biri.”

• “oz ve the wire tanrı, breaking bad ve dexter onların elçisidir.”

yazımı omar little ile sonlandırmak istiyorum. dizideki en sevdiğim iki karakterden biriydi. tamamen orijinal bir karakterdi. omar tek başına dizi olabilecek potansiyele sahip biriydi. bugün omar little dizisi çekiyoruz deseler eminim milyonlarca hayranı olur. başrol olmamasına rağmen önemli bir izleyici kitlesi tarafından sevilmektedir omar. en önemli özelliklerinden biri uyuşturucu satıcılarını soymaktı. evet evet yanlış duymadınız, uyuşturucu tacirlerini soyuyordu omar abimiz. gangster olmasına rağmen onurlu biridir, silahını zayıf olana, ezilene değil suçlu olana ezene doğrulturdu. bir nevi robin hood’tu kendisi. bu yüzden dizide bir suçlu olmasına rağmen yerel halkın ve bazı çocuklarla gençlerin gözünde bir kahramandı omar. “paranın sahibi olmaz, sadece harcayanı olur” ilkesini benimseyecek kadar da keyfine düşkün bir karakterdi. sadece omar little için dahi izlenebilir diyenler vardır. ben de onlardan biriyim. omar’ı omar yapan en önemli özellik ise baltimore’dur. omar, baltimore sokaklarında tek kişilik bir ordudur. sokaklarda görüldüğü an herkesin “yo yo omar comin” deyip kaçması omar isminin sokaklardaki karşılığını anlatır. omar, baltimore’de kendi krallığının başındadır. baltimore’dan çıktığı anda dünyanın geri kalanı için sıradan bir serseridir. yani omar=baltimore. dizi tarihinin efsane karakterleri arasında kendine ön sıralarda yer bulmuştur omar little. bu muhteşem karakteri canlandıran michael kenneth williams abimizi 6 eylül 2021’de kaybettik. ışıklar içinde uyu omar baba. heyhat! önce omar’ın ıssız, tekinsiz sokaklarda yankılanan ıslığını, ardından o nevi şahsına münhasır tavırlarıyla karanlığın içinden gelişini unutmak mümkün mü?
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

devamını gör...

çocukken ansiklopedi okumak

başlığı görür görmez o güzel zamanlar canlandı gözümde. meydan larousse’lar, temel britannica’lar, ana britannica’lar… ruhumu nostaljik bir hüzün kapladı. şöyle bir bakıyorum da ne güzel zamanlarmış. henüz teknolojinin hayatımıza nüfuz etmediği, doğallığın, samimiyetin kaybolmadığı güzel yıllar. bizim evde de o dönemde yaşayanların pek çoğu gibi çeşitli ansiklopediler bulunurdu. bu ansiklopediler öyle bilgilerle doluydu ki okudukça, öğrendikçe şaşar kalırdık çocuk aklımızla. bizdeki cilt cilt ansiklopedilerden az ilkokul ödevi yapmadık. ödev konularından ziyade sıra dışı canlıların olduğu ilginç resimler ilgimi çekiyordu benim en çok. dinazor, komodo ejderi, timsah gibi devasa ve korkutucu varlıkların resimlerine bakmayı seviyordum. bir yandan bu korkunçlu resimlere bakıyorum bir yandan da ya gece rüyama girerse diye tedirgin oluyordum. henüz çocukken korkularımın üstüne gidiyormuşum. şimdiki çocukları düşünüyorum da bizim çocukluğumuzda yaşadığımız güzelliklerin çoğunu hiç yaşamadılar. daha da kötüsü artık bunları yaşayamayacaklar. bu yüzden bizim kuşağı son şanslı nesil sayıyorum.. çocukken çocuk olduğunu bilmemek ne tuhaf değil mi sözlük. yani o zamanlar hiç büyümeyecekmişiz gibi gelirdi, sanki hep çocuk kalacakmışız gibi gelirdi. bazı çocuklar ise hemen büyümeyi isterdi. şimdi bakıyorum büyüdük de ne oldu. çocuk dünyamız, hatıralarımız, hayâllerimiz maziye karıştı. o güzel zamanlar sadece anılarımızda ve fotoğraflarda kaldı.
devamını gör...

en uzun gece

bir en uzun gecenin daha sonuna geldik. zaman ne kadar da hızlı akıyor. bu geceyi öteden beri severim. aslında bu tarihte öyle derin yaşanmışlıklarım, unutulmaz hatıralarım yok.* yine de sebebini bilmediğim bir şekilde yılın her yirmi bir aralık gecesini seviyorum nedensiz. belki de sırf bu dönüm tarihi hoşuma gittiği için seviyorumdur kim bilir.. soğuk ve sessiz kış gecelerinin ortasındayız.. bu tarihte kar yağsın isterdim yaşadığım şehirde. gecenin karanlığını birbirine çarpışmamaya özen gösteren kar tanelerinin aydınlatmasını isterdim doğrusu.. kar taneleri yok, yine de ben bu geceyi sevmeye devam edeceğim. daha kaç tane en uzun gece görebileceğiz dersin sözlük? en az bir bu kadar daha yılın en uzun gecesine tanıklık etmek güzel olurdu.. bir sonraki en uzun gecede görüşmek umuduyla..
devamını gör...

heinz

bu enfes markayla ilk kez yıllar önce mad men dizisinde yollarımız kesişmişti. belki de kendisiyle çok önceleri rastlaşmışızdır ama ilk kez o dizideki reklam sahnesinde ilgimi çekmişti. daha önce bu kadar leziz bu kadar kaliteli bu kadar mükemmel bi markayı nasıl keşfedemişim diye çok hayıflanmışımdır. mayonez seven biri olarak heinz’den önce mayonez yemediğimi fark ettim. bu kadar mı lezzetli bu kadar nefis olur bi gıda ürünü. kendisini pizza başta olmak üzere neredeyse her yiyecekle yeme isteği uyandırıyor. heinz mayonezinden sonra pizza yediğimi de fark ettim. yani gerçek bi pizza deneyiminden bahsediyorum. pizza yerken haz almadan, zevk duymada bahsediyorum. pizzaya artı değer katıyor her anlamda. ketçabı öteden beri sevemediğim için onun tadını denemedim, o yüzden ketçabı hakkında yorum yapamayacağım. fakat onu da enfes yaptığına eminim. heinz benim için sadece bir mayonez markası değildir. bu markayla aramızda duygusal bir bağ da var. şöyle ki, yıllar önce benim heinz mayonezini keşfettiğimi ve çok sevdiğimi gören annem daha önce eve başka markalardan mayonez alırken o zamanlar benim buna bayıldığımı gördüğü için artık heinz mayonezi almaya başlamıştı. kaç zaman geçti hâlen de annem mayonezde bu markayı alır. bu yüzden heinz benim için bir markadan çok daha fazlasıdır sözlük.
devamını gör...

yazarların unutamadığı film replikleri

senayi bey ile küçük kemal arasındaki nahif sahneden.

— bak kemal. ne kadar güzel. bütün gün beyoğlu’ndan çamaşır topladı, karnını doyurdu, şimdi şarkı söyleyip mutlu olabiliyor, şarkı söyleyebiliyor. düşün bir kere. üstelik sesi de güzel değil.

piano piano bacaksız filminden..
devamını gör...

geceye bir ispanyolca şarkı bırak

bu başlığımızda hatırımızda yer edinmiş güzel, nahif, hoş ispanyolca şarkılar paylaşacağız. ilk şarkımız latin amerika müziğinin önemli temsilcilerinden venezüellalı sanatçı pecos kanvas’tan geliyor.

oh, cuanto te amo - pecos kanvas

şarkıya giden yol..
devamını gör...

yedi numara

yedi numara’yla ilgili sanıyorum şimdiye dek yazılan en uzun yazı olacak. şimdi sizlerde zamanda nostaljik bir yolculuğa çıkacağız. yer yer neşeli yer yer hüzünlü anlar yaşayacağız. çayınızı kahvenizi* hazırlayın, başlıyoruz.

yedi numara hakkında benzer yazımı başka bir mecrada paylaşmıştım. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içinde paylaşacağım.



bir zamanlar trt’de yayınlanan yolları yedi numara’lı evde kesişen üniversiteli gençlerin ve çevresindekilerin hayatlarının anlatıldığı harikulâde televizyon dizisidir.

dizinin başrollerinde; şebnem sönmez, engin alkan, gülden güney, nuray uslu, ayça mutlugil, tuba erdem, volkan girgin, okan selvi oynuyor. diğer önemli rollerde ise; ruhi sarı, özlem türkad, olgun şimşek, sedef pehlivanoğlu, çağlar çorumlu, aşkın şenol, taner ertürkler oynamıştır.

dizinin senaristliğini ve yapımcılığını oya yüce üstlenmiştir. yazar ekibinde oya yüce dışında nuray uslu, volkan girgin, ayça mutlugil ve alev toprakoğlu bulunmaktadır.

yönetmen koltuğunda sadullah celen ve haluk bener oturmaktadır.

dizi tarihimizin en güzel, en samimi, en doğal, en sıcak, en tatlı, en yalın, en hoş, en harika, en muhteşem dizilerindendir.

senaryosu harikulâdedir. diyaloglar doğal, samimi, zekice ve mizah ayarı mükemmel. küfür etmeden yeri geldiğinde keskin zekâyla yapılan diyaloglarla güldürebilen, yeri geldiğinde insanı derin hüzne boğan çok özel bir diziydi.

oyunculuklar mükemmeldi. başroller de yan roller de hepsi rolünün hakkını veriyordu. hiçbir karakter zorlama değildi. sevimli olanlar sevimliydi itici olanlar iticiydi.

zeliha yenge’nin her şeye saçını süpürge etmesi ve içinde bir sızı olarak dinmeyen çocuk hasreti, haydar emmi’nin bakkal ve mantıcı maceraları, rüya’nın umursamazlığı, ayten’in aklı bir karış havada oluşu, armağan’ın genç yaşta annesinin rolünü üstlenip kız arkadaşlarını bir anne edasıyla koruyup kollaması, cansu’nun muziplikleri ince zekâsıyla yaptığı espirileri. haydar’ın sayısal dehası, recep’in müsriflik yakınmaları, satılmış’ın ticarete atılıp erken yoldan köşeyi dönme maceraları, sabit’in ilerde bir gün cüneyt arkın, tarık arkın gibi büyük aktör olma hevesleri, asiye’nin açık sözlülüğü, berat’ın küçük üçkağıtçılıkları, yusuf güdük’ün nevi şahsına münhasır tavırları, meryem’in saflıkları ve daha fazlası. tüm detayları çok gerçekçi çok samimi çok doğal bir şekilde yansıtılmıştı.

yedi numara’ya sıradan bir televizyon dizisi demek büyük haksızlık olur. komedi süsü altında ülkenin en önemli sorunları eğitim, siyaset, sosyal çevre gibi konuları ince ince bir nakış gibi nasıl da işliyorlar. ülkemiz kadınlarının her durumda, her koşulda mutlaka eğitim alması gerektiği en yalın hâliyle işleniyor. kadınların kimseye muhtaç olmamasının, kendi iradesiyle hareket edebilmesinin, ekonomik bağımsızlığını kazanmasının ancak ve ancak eğitim alarak gerçekleşebileceğinin altını ne de güzel çiziyorlardı.

yedi numara’yı günümüz dizilerinden ayıran çok değerli bu husus var. o da hiçbir karakterin ön plana çıkmaması ve hiçbir karakterin arka plana atılmaması. oya yüce’nin ve diğer senaristlerin bu konudaki hakkâniyetini takdir ediyorum.

zeliha yenge ile vahit emmi’nin çocuklarının olmayışı ne kadar hüzünlüydü. bu eksikliğini zeliha yenge haydar, recep, satılmış, rüya, armağan, cansu ve ayten’i sanki kendi çocuklarıymış sevmesi, sahiplenmesi, özel alâka göstermesi ne kadar da nahifti. zeliha yenge’nin vahit emmi ile bu üç erkek yeğenler ve dört kız kiracıyla âdeta bir evcilik oyunu oynamasını onlara öz anneleriymiş gibi davranmasını, hayâller kurmasını hatırladıkça hüzünlenirim.

bölümlerde sürekli aynı konuların işlenmemesi, her bölüm farklı heyecanlar, hüzünler, neşeler ortaya çıkması bölümlerin büyük çoğunluğunun birbirinden bağımsız olması güzel bir detaydı.

cansu, rüya, armağan ve ayten’in pazar sabahları kahvaltıdan sonra pek çok farklı gazeteyi okuyarak hasbihâl etmeleri, dedikodu yapmaları ne hoştu.

dizi baştan sona senaryosuyla, oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle, görselleriyle harikulâdeydi. tek bir olumsuz yönü vardı o da arka plandaki kahkaha efektleri. keşke o gülme sesleri hiç kullanılmasaydı.

dizideki espriler son derece zekice kurgulanmıştır. güncel ve siyasi konular üzerine ince hicivler yapılırdı.

dizi başlarken jenerik sırasında müzik eşliğinde arka planda olayların akışını göstermesi hoş bir detaydı.

öyle içten, öyle doğal, öyle gerçek bir diziydi ki hâlen jenerik müziğini duysam içim huzurla, neşeyle dolar, ruhum hoşnut olur..

vahit emmi’nin dizi boyunca önemli olaylardan sonra bir bilge edasıyla yaşam deneyimlerini aktarması, gençlere nasihatler vermesi takdire şayandı.

yedi numara, komedi türü görünümünün altında aslında büyük hüzünler, büyük aşklar, büyük acılar barındıran bir diziydi.

recep’in arada “hovardalık” yapıp taksi tutması veya tatlı, simit gibi yiyecekler alması ne kadar güzeldi.

yedi numara’da dikkatimi çeken şeylerden biri de aynı oyuncuları farklı karakterlerle faklı zamanlarda diziye dahil olmasıydı. bu oyuncular bu karakterleri başarıyla icra ediyordu. bu duruma daha önce rastlamıştım.

recep ile ayten’in atışmaları bazen hoş, bazen ise sinir bozucu olurdu. dizi boyunca birbirlerine fırsat buldukça sataşsalar da yardıma ihtiyaç duyduklarında da hemen birbirlerinin yardımına koşmaları çok değerliydi benim için.

trt yapımlarının en sevdiğim özelliklerinden biri de dizileri tadında bırakmasını biliyor oluşuydu. yedi numara da o yapımlardan biriydi.

yedi numara sayesinde kelime dağarcığım inanılmaz gelişmişti. yerli ve yabancı o kadar çok yeni kelime öğreniyordum ki onları bir an önce zihnime yerleştirip cümle içinde kullanmak istiyordum. meğer anadolu’da kullanılan ve benim hiç duymadığım ne kadar çok kelime varmış yedi numara sayesinde öğrendim.

bu muhteşem senaryonun, hassas konuların, harika diyalogları ancak bir kadın yazar bu kadar mükemmel yazabilirdi diye düşünüyorum. çünkü kadınlarun erkeklere kıyasla daha derin daha duygusal düşündüklerine inanıyorum.

dizinin bazen eğlendiren bazen ise düşündüren zekâ dolu ince mizahi esprilerini çok seviyordum.

zeliha yenge’nin kızamamaları ne kadar da nahifti. kaç zaman geçti hâlen onun o sıcacık anaç hâlleri hatırımdadır.

yedi numara’da oynayan konuk oyunculardan bahsetmek istiyorum şimdi. bugün ülkemizde kaliteli oyunculuklarıyla hatırı sayılır yetenekler olan bu oyuncular yedi numara’nın tedrisatından geçmiştir. bu isimler yedi numara’dan sonra çıkış yakalayan oyunculardı. yedi numara için bir nevi oyuncu yetiştirme merkezi diyebiliriz. işte o isimlerden bazıları.

demet evgar
çağlar çorumlu
ali atay
ahu türkpençe
mustafa üstündağ
engin hepileri
ilker ayrık

yedi numara, ailemizin dizisiydi. büyük bir aileyle yaşayan herkes rahatlıkla genç yaşlı aynı anda oturup bu muhteşem diziyi izleyebiliyordu.

yedi numara’nın bölümlerini trt’nin internet sitesinden izleyebilirsiniz. bu konuda bir eleştirim olacak. yobaz iktidar devletin bağımsız olması gereken ve halktan vergi alan kanalı trt’ye nasıl nüfuz ettiyse içki bardaklarını buğulandırarak sansür uyguladığı yetmemiş gibi “içki”, “şarap”, “sarhoş”, “şerefe”, “sigara” gibi kelimeleri sansürlemiş hatta iyice abartıp “içmek” gibi kelimeleri dahi yasaklayarak son derece yersiz bir sansür uyguluyor ve dizinin tüm doğallığını bozuyor ne yazık ki. iktidar değiştiğinde trt’deki bu kepazelikler sona erer umarım.

şimdi önemli karakterlerimize kısaca değinelim.

zeliha ballıoğlu: yedi numara’nın olmazsa olmazıdır. gurbette öğrencilik yapan piliçlerinin ve koçlarının kan bağı olmadan anasıdır. şöyle ki yıllarca bıkmadan usanmadan piliçlerine ve koçlarına tüm yemeklerini hazırlar, çamaşırlarını yıkardı. hatta her gece bıkmadan yedi numara’daki evlatlarına gece sütü içirirdi. yüreği sevgi ve şevkat doludur. vahit’ine sonsuz bir sadakat ile aşıktır. vahit’ine olan sevdası her zaman örnek olmuştur. evliliğinde ve mantıcıda arka planda gibi gözükür fakat her başarılı şey onun sayesinde gerçekleşir. vahit ballıoğlu’nu vahit ballıoğlu yapan kişidir.

vahit ballıoğlu: recep, haydar, satılmış ve sabit’in öz emmisidir. recep kadar olmasa da kendisi pintidir. para harcamayı sevmez, sadece sevdikleri için para harcamaktan çekinmez. zeliha yenge ile arada bir ince mizah yaparak tartışırlar. bu tartışmalardan her zaman kendisinin galip çıktığını sanır fakat her mevzunun sonunda zeliha yenge galip gelir.

ayten mutlugil: ankara pilici’dir. bakımına ve güzelliğine aşırı önem verir. şıpsevdi bir karakterdir. dizi boyunca çok fazla sevgilisi olmuştur. tartışmalarda en çok sesi çıkan karakterdir. recep ile atışmaları meşhurdur. mimiklerini ve ses tonunu olağanüstü kullanır. dizinin en yetenekli oyuncularındandır.

rüya uslu: izmir pilici’dir. aşırı duygusal bir karakterdir. pek çok şeyden korkar. cansu’nun dizi boyunca en çok uğraştığı karakterdir. sürekli ağlayarak bunalıma girmesi meşhurdur. etrafında biri bunalıma girecekse ona severek eşlik eder. “ya armağan ya” repliğiyle bilinir. başlarda doktor deniz denen gıcık bir tiple beraber olsa da ilerleyen bölümlerde hayatının aşkı evren’ini bulur. en sevdiğim karakterlerdendir.

cansu güney: antalya pilici’dir. dizinin en şakacı, en esprili karakteridir. arada yaptığı eşşek şakaları yüzünden yedi numara sakinleri tarafından cephe alındığı olmuştur. rüya’yı korkutma şakaları meşhurdur. başlarda mustafa abisiyle kötü sonuçlanan bir aşk hikâyesi olmuştur. ilerleyen bölümlerde yusuf güdük ile gerçek aşkı bulmaya yakındır dizideki en sevdiğim karakterlerdendir.

armağan erdem: bursa pilici’dir. kızlar arasında strateji üretme, karar verme, kararı anında uygulama gibi özelliklerinden dolayı lider konumdadır. duygularından çok mantığına önem verir. yedi numara’da her zaman ve her durumda en mantıklı kararları veren kişi olarak bilinir. uzun aforizmalar içeren cümleleriyle meşhurdur. ayrıca haydar ile olan aşkı dillere destandır. dizide en sevmediğim karakterlerdendi.

haydar ballıoğlu: kendisi matematik konusunda üstün zekâya sahip bir dâhidir. şöyle ki beş basamakları sayıları bile birkaç saniye içinde kalem dahi kullanmadan çarparak doğru sonuca ulaşır. “yanlış bir şey söyledim herhalde, galiba, sanırsam” sözü meşhurdur. armağan’a olan aşkı o kadar derin o kadar güçlüdür ki bu sevdadan dolayı dağları bile delebilir.

recep ballıoğlu: dizinin en pinti karakteridir. haydar’a kıyasla uyanıktır. parayı çok sever ve az para harcamak için alışverişleri çorlu’daki ucuzcu marketten yapar. “müsrifliğin lüzumu yok” repliği meşhurdur. ayten ile yıldızları bir türlü barışmaz. ayten’le dizi boyunca atışırlar. en önemli özelliklerinden biri de gideceği yerleri bulmak için sırtını daima aksaray’a verir. çünkü bu eskiden babasıyla hal’e meyve sebze indirirken geliştirdiği bir stratejidir. meryem ile sevgilidir ve mutlu sonları vardır.

satılmış ballıoğlu: haydar ile recep’in emmi oğludur. onların peşine takılıp istanbul’a gelmiştir. her zaman üstün bir ticari zekâya sahip olduğunu düşünür. istanbul’da iş kurmanın hayâlini kurar. “akarı yok, kokarı yok, temiz iş” sözüyle meşhurdur. dizide ilk on üç bölümde yer alır.

sabit ballıoğlu: recep’in ağabeyidir. diziye sonrada dahil olan ve en sevilen karakterlerdendir. aktör olmak için köydeki odun deposunu bırakarak istanbul’a gelir. kendisini tarık arkın olarak tanıtır. “bu, sanatçı duruşudur” ve “normal” sözü meşhurdur. herkesle iyi geçinir. kimseyle bir derdi yoktur. yaptığı başarılı taklitlerle yedi numara halkını güldürmüşlüğü çoktur. yanık sesiyle çok güzel türküler söyler. diziye geç katılıp erken veda edenlerdendir. en sevdiğim karakterlerdendir.

meryem*: dizideki en saf karakterdir. her şeye inanır. isimleri sürekli yanlış telaffuz etmesiyle meşhurdur. mantı şiparişleri için adres sorarken kilometrelerce yürümüşlüğü bile olmuştur. bir iki kere adları doğru söylediği olmuştu ve herkesi çok şaşırtmıştı. mantıcıda zeliha yenge’nin yardımcısı ve recep’in yavuklusudur. recep ile mutlu sonları vardır.

yusuf güdük: yedi numara tayfasına sonradan katılanlardandır. nevi şahsına münhasır bir katakterdir. kendisine özgü gülüşü meşhurdur. recep gibi cimridir. fakat mevzubahis cansu olunca akan sular durur. “nokta, bitti” sözü meşhurdur. merttir. kimseden korkmaz. sevdikleri için her şeyi göze alır. aşık olduğu kadın dahil herkese “aslanım” ön adıyla hitap eder. cansu’nun tatlı belasıdır ve uzun emekleri sonunda muradına erer. ayrıca çağlar çorumlu’nun büyük oyuncu olacağı daha o zamandan belliymiş.

asiye: diziye satılmış’tan dolayı katılmıştı. rolü gelip geçici sanmıştık fakat kalıcı oldu. karadenizlidir. zeki ve uyanık bir karakterdir. yedi numara’nın kızlarıyla ve zeliha yenge’yle arası hep iyi olmuştur. kızlara hayat tecrübelerini aktarıp pek çok konuda yardımcı olmuştur. zeliha yenge’ye de mantıcıda yardım eder. ilerleyen zamanlarda berat ile evlenir, bir de bebişleri olur.

berat çolağangiller: diziye sonradan katılmıştır. cingöz ve iş bitiricidir. başlarda iticiliği yüzünden çoğu izleyici gibi ben de kendisinden hiç haz etmemiştim. daha sonra karakterindeki iyileşmeden dolayı izleyici kendisine alışmış ve görece sevmişti. ancak ben bu karakteri bir türlü sevememiştim.

evren: diziye sonrada dahil olanlardandır. rüya’nın arayıp da bulamadığı aşkıdır. rüya gibi duygusal bir çocuktur. rüya’yla birbirlerine aşk mektupları yazıp özlü sözler söylemeyi severler. dizide sevdiğim karakterlerdendir.

doktor deniz: yedi numara’nın en sinir bozucu karakteridir. espri yapamamasıyla meşhurdur. rüya ile ilk bölümlerde sevgilidir. neyse ki rüya daha fazla düşmeden kendisinden kurtulmuştu. dizideki en sevmediğim karakterdir.

~yedi numara’yla ilgili anekdotlar~

* yedi numara’nın ilk mekânı üsküdar’dadır. ilk on üç bölüm kandilli derman sokak numara 1’deki tarihi köşkte çekilmiştir. kandilli iskelesi’nden yukarı çıkan yokuşu takip ederseniz o yol sizi bu tarihi ahşap binaya götürecektir. ilk on üç bölüm çekimlerinin ardından bu zarif ahşap konakta çekimler sona erer. artık yeni yedi numara’lı sıcak yuvamız beyazgül caddesi no:55 arnavutköy/beşiktaş adresinde bulunan tarihi ahşap binadır. dizi bitene kadar çekimler bu binada gerçekleşmiştir.

* yetmiş beşinci bölüm senarist oya yüce tarafından final bölümü olarak yazılır. zaten başta on üç bölüm olarak planlanmış fakat dizi tutunca iki sezona uzatılır. oya yüce yetmiş beş bölüm tadında kalması için yeterli, daha da uzatılırsa kalitesi bozulur, dizinin tadı kaçabilir düşüncesiyle yedi numara hikâyesini yetmiş beşinci bölümle unutulmaz bir final yaparak sonlandırır. daha sonra izleyicilerden devam etmesi için telefonlarla, mektuplarla, e postalarla müthiş bir talep olur. oya yüce kafasındaki yedi numara’yı bitirdiği için uzatmak istemez. daha sonra oyuncu ekibinden rüya, ayten ve recep yeni senaryo yazarak yaklaşık yarım sezon -on yedi bölüm- daha diziyi uzatırlar. iyi ki de uzatmışlar. tadı damağımızda kalmıştı.

oya yüce’nin yedi numara’nın bitmesine dair açıklaması

“sevgili 7 numaracılar,

tartışmaları önleyecek, merakları giderecek o cümleyi kurmak, sanırım dizinin yazarı ve yapımcısı olarak bana düşüyor.

evet, 7 numara 75. bölümüyle veda edecek…

forum’da okuduğum kadarıyla, “bitiş” fikrine çeşitli nedenler aranmakta, tahminler yapılmakta. oysa iki yıllık 7 numara serüveninin bir tek bitiş nedeni var: ben…

öyküler de tıpkı aşk gibi; eğer gelişmiyorsa geri gidiyor demektir. 7 numara benim kurguladığım bir öykü, bir düştü, o’nun aracılığıyla ve sınırları dahilinde duygularımı, yaşama bakışımı, inançlarımı gerek ekibimle gerekse de sizlerle paylaştım.

belki fark etmediniz ama siz benim dünyamı seyrederken, verdiğim tepkiler ölçüsünde ben de sizin dünyalarınızı, düşlerinizi, beklentilerinizi seyrettim. sonuçta kurmaca bir öykü, bir dizi üzerinden iletişim kurduk. böylece yüzlerini bile görmediğim binlerce tanıdığım oldu. belki sizlerle hiç karşılaşmadık ve karşılaşmayacağız ama biz tanıştık…

iki yıl sonunda, 7 numara benim içimdeki yolculuğunu tamamladı. sırf tutulduğu için onu daha fazla uzatmak, hepimizi tanıdık kılan bir anlamın içini boşaltmak, 7 numara’yı; tadını tükettiği ama para getirdiği için sürdürülen bir dizi olarak görmek istemiyorum. tanışıklığımıza duyduğum inançla; kalitesini yitireceği anı kestiremeyip artık gitmesi gerektiğini anlayamayanların bönlüğüne düşmeden; dizimizi bitirme kararını benim kadar savunacağınızdan eminim. bırakalım ortak yaşadığımız bir aşk, en ateşli hâliyle anılarımızda kalsın. o’nun zaman içerisinde yıpranıp eskiyişini yaşamak, bana olduğu kadar size de acı verecektir.

her bitiş, yeni başlangıçlara gebedir… ben ve yol arkadaşlarım bundan böyle yeni başlangıçlara imza attıkça, sizlerle tanışıklığımız kaldığı yerden devam edip gelişecek, hatta dostluğa dönüşecek umudundayım.

ekip olarak kendi aramızda yakaladığımız 7 numara ruhunu bizimle paylaştığınız için, bir dizi aracılığıyla birbirimize dokunabildiğimiz için çok mutluyum.
hoşçakalın ve merheba...”

oya yüce

07.07.2002

* recep ile meryem dizi çekimlerinde tanışıp gerçek hayatta evlenmişler.

* senarist oya yüce* ve yönetmen sadullah celen* dizide kısa süreli konuk oyuncu olarak görünmektedir.

* zeliha yenge* ile sabit* gerçek hayatta 1994-2000 yılları arasında evliymiş.

* ayten* ile evren* de gerçek hayatta evliymiş. ayça mutlugil ile taner ertürkler sanıldığı gibi yedi numara’da tanışıp evlenmemişler, aralarındaki aşk lise yıllarına dayanıyormuş. tanışma öykülerini ayça mutlugil’den dinleyelim.
“taner ile lisede tanıştık. taner o dönem okulun en popüler ve en yakışıklı genciydi. hatta arkadaşlarımla taner’i elde edip edemeyeceğime ilişkin iddiaya bile girdik. neticede ikna ettim. taner okul nöbetçisi olduğu gün bacağımı sahte alçıya alıp benimle ilgilenmesini sağladım. o sayede tanışıp arkadaş olduk. sonra sonra da birbirimize aşık olduk.”

* yedi numara sakinlerinden kimsenin cep telefonu olmamıştır. bu durum da dikkatimi çeken bir detaydı.

yedi numara bir televizyon dizisinden çok daha fazlasıdır..

aşağıda yedi numara hakkında uzun ve detaylı bir yazı yazacağım. hatırımdaki bazı sahnelere değineceğim. izlemeden önce ayrıntıları öğrenmekten hoşlanmıyorsanız aşağıda yazılanları okumanızı önermem. yok benim için sorun değil diyorsanız buyurun, başlıyoruz.

[[spoiler]]

zeliha yenge ile vahit emmi arasındaki diyaloglar çok güzel çok özeldi. şimdi o sahnelerden hatırımda kalanlardan bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum.

on ikinci bölümde zeliha yenge satılmış ile meryem’i evlendiremedikleri için komşusu behiye’ye mahcubiyet hisseder ve bu mahcupluğu gidermek için haydar’la recep’ten birini komşusu behiye’nin akrabası meryem ile evlendirmeyi düşünür ve bunu kocası vahit’e söyler. ve diyaloğumuz başlar.

— olmaz zeliha! başımıza ne dertler geldiğünü bilüyon. biz burada meryem’e koca yetiştirme çiftliği değilüz.

— beni düşünmüyorsan, behiye’yle meryem’i düşünmüyorsan bari oğlanları düşün vahit’im. bir daha meryem gibisini nerden bulacaklar.

— haklısun. onun için gönlüm rahat ya.

— meryem kız gamlara düşsün, behiye yüzüme bakmasın, benim için parım parım paralansın, bir sen sözünden dönme.

— zeliha! ben duygu sömürgesi miyüm sömürüp sömürüp duruyon.

— asıl sen benim duygularımı sömürüyon, şahsiyetimi kemiriyon, semirdikçe semiriyon.

— son kısmın kafiyesi fena değildü, ama duruma pek uymadu. üstersen bir de serbest hece dene.

— iyi bak serbestçe heceliyom. ben çok ü-zü-lü-yom.

— seni de serbest bırakmaya gelmiyor be.

şimdi de zeliha yenge ile vahit emmi arasındaki ince mizah içeren bir diyaloğu paylaşmak istiyorum.

on üçüncü bölümde vahit emmi yedi numara’nın müze yapılacağı haberini telefonla ağabeylerine bildirir ve zeliha yenge’yle arasında şu sıcacık ince espriler barındıran şahane diyalog başlar.

— ee ne diyorlar vahit’im?

— evin parası ödenince abülerime paylarını yolluycaz. haydar’la recep’e de ev tutacaz.

— e piliçler, piliçler n’olacak?

— onlar da kiralik bir ev bulurlar elbet.

— ya bulamazlarsa, ya karda kışta ayazda sokakta kalırlarsa, ya kötü adamların ellerine düşerlerse, ya kötü adamlar bunları sağda solda dilendirirlerse?

kibritçi kız yazıldı, artık başka bir konu bul üstersen.

— vah benim koçlarım vah benim piliçlerim! bir şeyler yap vahit’im!

— istersen oğlanlarla kızları komple nüfusuma geçüreyim zeliha.

— e geçir.

— nüfusumda izdiham mı yaratmak istiyon zeliha. daha mantıklu bir teklifte bulun.

— iyi. hepsini bizim eve alalım.

şimdi emmi oğullarının kavulleşmesini hatırlayalım.

dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar kavlini tutmayanı cadılar dürtüşler

yedi numara’nın müze olacağı için ev sakinleri eşyalarını toplamak zorunda kaldığı gün ne hüzünlüydü. hele eşyalarını toplarken birlikte yaşamış oldukları iyi-kötü anıları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçirmeleri beni derinden etkilemişti.

zeliha yenge’nin çocuk hayâli dizi boyunca beni en çok etkileyen hususlardan biriydi. etrafta annelik duygusundan yoksun, anne olmaması gereken pek çok kadın varken o kadar anaç, kalbi o kadar sevgi, şevkat dolu bir insanın çocuğu olamamasını bir türlü kabul edemiyordum. keşke zeliha yengem ile vahit emmimin çocukları olsaydı be sözlük.

yirmi altıncı bölümde zeliha yenge hayâl dünyasında hamile oluyordu. bu durumu bütün yedi numara sakinleri neşeyle karşılıyordu. daha sonra gebe kalmadığı gerçeğiyle yüzleştikleri sahnede vahit emmi’mle birbirlerini teselli ederlerken ki sahne son derece duygusaldı. o sahnede vahit emmi’min zeliha yenge’me söylediği şu sözler hâlen hatırımdadır.

— bana uyanıkken tatlı rüyalar gördürdün ya zeliha’m. rüyaların en güzeli senin olsun. sen sabah uyan ama bırak ben bu rüyadan hiç uyanmayayım.

yedinci bölümde zeliha yenge piliçleriyle şarap, vahit emmi de yeğenleriyle rakı içmektedir. o sırada armağan, zeliha yenge’ye vahit amca’yla nasıl tanıştınız diye sorar ve o unutulmaz sahne vahit emmi’nin tiradıyla başlar.

vahit emmi: anasıyla babası, yirmi yaş büyük birisiyle sözlemişlerdi tanıştığımızda. ben kasaba pazarına elma indirdiydim. o da elma almaya geldi.

zeliha yenge : baktım, bu elinde elma kasası, arkası da bana dönük, öyle duruyor. “şurdan iki kilo elma versene” dedim. o zaman bana yüzünü döndü.

vahit emmi: dönmemle, yüreğim yüreğine zincirlendi sanki. gözleri ürkek bi ceylan, yanakları gül yaprağı gibiydi. sıkılaraktan güldü. ben de güldüm.

zeliha yenge: öyle bir gülüşü vardı ki. yani sanki böyle dağların tepelerinden gürleyip gürleyip gelen sular böyle aktı aktı aktı aktı taa böyle içime doldu. şöyle kana kana seyredeyim istedim. ikimiz bir öylece kalakalmışız. sonra bana dedi ki.

vahit emmi: “yolu yok! benim kadınım sen olcan!” dedim.

zeliha yenge: “ya olmaz!” dedim, “ben başkasına sözlüyüm” dedim. “öyleyse seni kaçırıcam!” dedi.

vahit emmi: “bizi vururlar” dedi. dedim, “vursunlar!”, biz birbirimize böyle vurulduktan sonra ne yazar.

zeliha yenge: dedi, “eğer elin elimde olacaksa, bayram yerine gider gibi giderim ben ölüme” dedi. “ee madem öyle, kaçır beni” diyivermişim.

vahit emmi: kaçırdım ben de. istanbul’a geldik. tam üç sene bir akrabamın yanında tek göz odada yaşadık. o oda var ya çocuklar...

zeliha yenge: o odaya biz kocaman bir sevda sığdırdık. o oda bizim peri sarayımızdı. sobamız bile yoktu ama birbirimize sarılıp öyle güzel ısınırdık ki... bir çocuğumuz olsun istedim, olmadı.

vahit emmi: yoksulluk... amelelik yaptım... zeliha’mı doktor doktor gezdirdim. ne fayda... zeliha’m kısır çıktı.

zeliha yenge: aslında kısır olan vahit’ti. ona hiçbir zaman diyemedim. diyeydim, kendini hiç bağışlamazdı yoksa. amaaaan, varsın dedim beni kısır bilsin.

vahit emmi: bizim memlekette, kısır kadına hor gözle bakarlar, biliyorsunuz... zeliha’mı üzmesinler diye, burda aç kaldım, yine de memlekete geri dönmedim. sevda ince iştir evlatlar...

haydar ile armağan arasında yedinci bölümde aşk/sevda üzerine geçen muhteşem bir diyaloğu paylaşmak istiyorum şimdi.

— hava mı alıyorsun?

— hı hı sıkıldım biraz. sabahtan beri aynı mevzu.

— nasıl?

— bizim kızlar. akılları fikirleri aşkta meşkte. başka hiçbir şey düşündükleri yok. oysa hayatta daha ciddi şeyler de var. bunları niye sana anlatıyorum ki. belki seni de kendime benzetiyorum da ondan. senin de önceliğin okuyup adam olmak. aşk, meşk bunların benim için değeri sıfır.

— sıfır bir değer değildir. bir sayı bile değildir. anca başka bir sayının yanına gelince değer yaratır. tıpkı sevda gibi. sevdanın da tek başına bir değeri yok. ille de biri olmalı. sıfır ne kadar çoksa sevda o kadar çoğalır. sevda ne kadar çoksa insan o kadar çoğalır büyür.

— sen ne kadar güzel şeyler söylüyorsun böyle haydar.

— biri dese ki sevdamı al kendine ekle, bir ömürle çarp, sonra sonsuza eşitle. yine değeri sıfır mı olur senin için?

— bilmem ki. bana daha önce kimse böyle bir şey söylemedi.

— bugün söylüyor işte.

armağan, rüya’nın kafaya taktığı ressam adviye hulusi hakkında ayten’in sanat tarihi konusunda donanımlı sevgilisinden bilgi aldıktan sonra hüzünlenir ve bahçeye çıkar. kendini ve ülkemizdeki kadınların durumunu düşünür, hüzünlenir. o sırada müştemilattan gelen haydar ile rastlaşırlar ve aralarında geçen hüzünlü, yaralayıcı, insanı derinden etkileyen diyalogları başlar.

— neyin var?

— hiç. düşünüyordum.

— neyi düşünüyorsun?

— kadın olmak ne zor diye. kendimi, kızları, asiye’yi, zeliha yenge’yi, meryem’i düşünüyordum. biz de varız diyebilmek için ne çok mücadele ettiğimizi düşünüyordum. adliye hulusi yaşarken de böyleymiş, bugün de değişen hiçbir şey yok. o hep bu değişmeyen kadın yüzlerini çizmiş işte.

— o da kim?

— o bulduğunuz resimlerin sahibi.

ahh armağan ahh! bu sözlerinin üzerinden yirmi iki yıl geçti. kadınların durumunun daha iyi olması beklenirken bağnaz iktidar yüzünden daha da kötüleşti. ancak inanıyorum ki yakında güzel ülkemizin güzel yürekli kadınları “güneşli güzel günler” görecek.

yetmişinci bölüm en güzel en keyifli hoş en samimi en naif bölüm sonlarından biriydi. o sahneyi izlerken içime huzur, neşe dolmuştu.

on birinci bölümde asiye’nin yedi numara kızlarına anlattığı hayat hikâyesi ne de üzmüştü hepimizi. o sahneden.
“okuma yazmam yok benim. istedim, kız çocuk okumaz dediler. hemen evlendirdiler. beş çocuk ettim. sonra kocam öldü. uşakları koca tarafım aldı. beni de yolladılar yine baba evine. dul kadın dediğin iki kat eksik. daha bir eğildi boynum. okusaydım ya, hiç evlenmezdim. kadın dediğin zaten adamdan sayılmaz, bir de elinde mesleği yoksa uyy iyice erkeğin oyuncağı. erkek ondan sonra ister atar, ister satar, ister kandırır. kalmaz beş paralık değerin. söyleyin ona evlenmesin. okusun önce. kendine sahip çıkamayan kadın başkasından sahiplik aranır çünkü.”

emmi oğulları mor koyun meler gelir türküsünü ne çok severdi. hatta arada bir söyledikleri amanini mor koyun türküsünü kızlara da öğretmişlerdi, birlikte söyemişlikleri de vardı. ne de güzeldi.

armağan ile haydar arasında diyalogların bazıları beni etkilemişti. aralarında geçen konuşmalardan hatırımda kalanları paylaşmak istiyorum şimdi.

dördüncü bölümde haydar, armağan’ların fatura parası çıkışmadığı için doğduklarından beri yanından ayırmadığı kadim dostları, can yoldaşları paskal ile ferit’i* satmak durumunda kalarak armağan ve arkadaşları üzülmesin diye fatura paralarının eksik olan kısmını tamamlaması ne erdemli bir davranıştı. hâlen hatırımdadır o sahne. haydar ile armağan arasında geçen o harikulâde diyalog.

— faturaları ödemişsin ama bizim biraz eksiğimiz vardı.

— ay başında verirsiniz. arkadaşların sevindi mi?

— çok.

— ya sen?

— hem de çok. peki ama eksik parayı nerden buldun?

— iki eski arkadaşımdan.

zeliha yenge’yle vahit emmi’nin tartışmalarında vahit emmi her defasında zeliha yenge’ye karşı çıkardı, senin dediklerin olmayacak derdi, fakat günün sonunda hep zeliha yenge’min dediği olurdu. bu da hatırımda kalan hoş bir ayrıntıydı.

ikinci finali* ilk finalden* daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.

ellinci bölümde bayram vardır. yedi numara’nın piliçlerle koçları bayrama ailelerinin yanlarına gidince zeliha yenge ile vahit emmi koca evde başbaşa kalırlar. zeliha yenge koçlarla piliçlerinin bayramdan erken dönüp vahit emmi’yle kendisine sürpriz yapacağını düşünür. daha doğrusu içinden hep öyle olmasını ister. ve bayramın ikinci gününün gecesi koçlarla piliçleri asiye ve berat’la birlikte plan yapıp zeliha yengeleriyle vahit emmilerine muhteşem bir bayram sürprizi yaparlar. eski zaman bayramlarındaki hacivat ve karagöz oyunları, bu bekarlıktan bıktım usandım kantosu, geleneksel türk tiyatrosu’nun seyirlik oyunlarını oynayarak zeliha yenge’ye vahit emmi’ye unutamayacakları bir bayram yaşatmışlardı. aynı zamanda izleyiciye de unutulmaz çok hoş anlar yaşatmışlardı.

cansu’yla haydar’ın yedi numara halkıyla yaptığı çatıdan düşme şakasına en çok armağan içerlemişti. hatta haydar’a o kadar çok darılmıştı ki onu bir türlü affedemiyordu. haydar’ın armağan’a olan aşkla dolu yüreği bu küslüğe dayanamıyordu. bu süreçte beni en çok etkileyen sahneyi paylaşmak istiyorum şimdi. haydar, öz güvenini toplayarak bir demet papatya almış af dilemek için armağan’ın okuluna gitmişti. hem de bunu -bir kadına çiçek almayı- hayatında ilk defa yapıyordu. tüm cesaretini topladı, zemheri ayında edindiği papatyaları alıp armağan’ın karşısına çıkıp, “son bir kez özür dilesem affeder misin?” demişti. armağan ise gururuna yenik düşerek haydar’ı affetmemişti. haydar ızdırapla masanın üstündeki papatyaları aldı, kapıya doğru yöneldi ve armağan’ın kabul etmediği cıvıl cıvıl papatyaları çöp kutusunun üzerine bırakarak ağır ağır adımlarla ilerleyerek oradan uzaklaşmıştı. bu sahne hâlen hatırımdadır ve hâlen yüreğime dokunur.

sabit’in ve cansu’nun arada seyircilere göz kırpması alışık olduğumuz bir durum değildi, fakat benim hoşuma giderdi.

elli dördüncü bölümde yedi numara halkı hafta sonu evde sağlam bir temizliğe girişmişti. bu özenli temizliğin ödülü ise hafta sonunun kalan zamanında herkes istediği şeyi yapacak, istediği yere gidecek, istediğini alacaktı. fakat ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymadı. dışarı çıkan herkes hayat palalılığından şikâyetçiydi. recep ile meryem sinemaya gitmek için biletlerin, mısır patlağının pahalılığından, haydar market fiyatlarının artmasından, alt tarafı çay şeker gibi gıda maddeleri alayım derken market kasasında vurgun yediğinden, ayten ile rüya giyim ve kozmetik ürünlerinin pahalılığından, yüzde elli indirime giren ürünlerin sadece yüzde yüz kârla satılanlar olmasından, cansu’yla armağan bilet bulamadığı için üzgündü ve boşuna yol parası verdikleri için ve dışarıda yedikler sandiviçin pahalılığından şikâyetçiydi. onları böyle üzgün gören asiye eğlencelerinin kursaklarında kaldığı için üzülmüştü. armağan, ot gibi yaşarsan sorun yok diyordu. rüyâ, okumazsan, eğlenmezsen gezmezsen, cansu ise yemezsen, içmezsen gelişmezsen sorun yok diye hoşnutsuzluklarını belirtiyordu. ahh çocuklar ahh. iyi ki bu dönemde öğrenci değildiniz. o zamanlar da hayat pahalı olsa da üniversite öğrencileri veya diğer gençler harçlıklarıyla bir şekilde eğlenebiliyordu. alım gücü vardı. bugün gençler harçlıklarıyla değil eğlenmek sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar ne yazık ki. siz bu iktidardaki zamları hayat pahalılığını görseydiniz yaşama sevincinizi kaybederdiniz. neyse efendim konumuza dönelim. bu karamsar havayı kırmak için armağan, “madem eğlenmeye gidemiyoruz, eğlenceyi eve getirelim.” önerisinde bulunmuştu ve eğlencenin maliyetini en aza indirerek evde eğlenceli bir hafta sonu geçirmişlerdi. harika bir sunumla âdeta sinemayı eve getirmişlerdi.

şimdi de piliçlerin kavulleşmesini hatırlayalım.

hoptiri hoptiri hop hop hop, zoptiri zoptiri zop zop zop

on ikinci bölümde recep, meryem’in kendisine uygun olup olmadığını ilk buluşmada test etmek ister. ilk buluşmalarını dışarıda müsriflik olmasın diye evde gerçekleştirirler. asiye’nin demlediği çayı içip yanında da meryem’in yaptığı poğaçaları yerler. o sıra aralarında geçen harika diyaloğa bakalım şimdi.

— kaç şekerli içiyon?

— hh şeker kullanmam.

— güzel. şeker sağlığa ve keseye zararlıdır. keseye zarar gelirse sağlık bozulur. sağlık bozulursa keseye zarar verir.

— poğaçaları beğendin mi?

— güzel, eline sağlık ama malzemeyi biraz bol tutmuşun.

— yoo behiye yengemin artan unundan yaptım. peyniri de kalıbın kırıntılarından toplayıverdim.

ardından recep hayatının kadınını bulmuşçasına gülümseyerek

— kıyafetin pek yakışmış. hangi mağazadan?

— sağ ol. hırkayı kendim ördüm. elbiseyi de behiye yengemin artan kumaşlarından diktiydim.

bu sözleri duyan recep sevinçten elindeki çayı kafasına diker ve

— benimle evlenir misin meryem?

meryem de heyecandan çayı fondip yapar ve

— olur recai.

işte böyle hoş bir sahneydi.

günümüzde aynı evde kalan dört kız üç erkek öğrenci olsa yobaz iktidar tarafından topa tutulur, çirkin iftiralara maruz bırakılırdı. neyse ki bu mükemmel dizi gününüzde yayınlanmadı. bu dizi o kadar içten, o kadar temizdi ki o dönem bu durumdan kimse rahatsız olmuyor şikâyet etmiyordu.

otuz dördüncü bölümde recep çarşıya erzak almaya çıkmıştı. erzakları aldıktan sonra eve döneceği sırada yolda iki kişi kendisine adres sordu. recep her zamanki gibi aksaray’a sırtını verdiği tarifini yaptı. ardından çok yorulduğu ve susadığı için markete su almaya girdi. o sırada cüzdanının üzerinde olmadığını fark etti. yana yakıla o az önce adres soran o kişileri aradı, ancak nafile. isyan ede ede eve geldi. o sırada da ev sakinleri kendi dertleriyle uğraştığı için recep’in derdini kimse dinlemiyordu. mutfağın kapısına oturdu ve köyünden gelen erzağını hüzünle koklamaya başladı. o sırada ağabeyi sabit eve geldi ve ağabeyine içini dökmeye başladı. işte o buruk sahneden.

— ne yapıyon burda sansar?

— memleketi düşünüyom.

— nerden çıktı şimdi bu?

— bu istanbul öyle bir istanbul ki sabit abi, sokaklar korku filmi gibi. insanlar kan emiyor, betonların altında kalıyon. paran yoksa susuzluktan ölüyon. iteleniyon, kakalanıyon, soyuluyon. bizim memlekette herkesin birbiriyle selamı vardır. nereye baksan yeşillik sudur. ben memlekette hiç korktuğumu bilmem. burda korkuyom, bazen dönesim geliyor.

onuncu bölümde recep, kızlara çok içerlemişti. çünkü recep’e göre kızlar haydar’ı okuldaki kızlarla tanıştırarak haydar’ı başka biri yapmaya çalışıyorlardı. ayrıca okuldaki kızların bu ilgisi haydar’ı kendinden ve satılmış’tan uzaklaştırdığını düşünmesine neden oluyordu. yine bir akşam haydar’ı kızlar çağırmış ve haydar onların yanına gitmişti. recep bu duruma çok bozulmuştu. o sırada recep, armağan’la karşılaşmıştı. işte o sarsıcı sahneden.

— haydar gitti mi?

— gitti! ne yapacaktın? ders almak isteyen başka arkadaşların mı var?

— neyin var recep?

— arkadaşların vizelerden sonra haydar’ı savurup atacaklar. ama eski haydar’ın yerinde yeller esecek.

— ben mi suçluyum yani?

— sen de suçlusun, öbürleri de! çünkü siz şehir demeksiniz de ondan. örfünüz, adetiniz yok. olanı da hor görüyonuz! medeniyet medeniyet dediğiniz acayip karmakarışık bir şey. ama renkli. satılmış’la haydar’ın gözünü boyadı. boyası akınca altından çıkacak hiçbir şey yok.

— sakin ol recep.

— biz memleketteyken bu şehir hayatını hiç bilmezdik. satılmış’la uçurtma uçururduk, haydar’la sığırcık kovalardık. beraber tarla sürdük, beraber hasat kaldırdık. hiç ayrılmadık. ama şimdi nerdeler? bak... yoklar. siz aldınız onu benden! şehir aldı!

yetmiş üçüncü bölümde rezzan hoca’nın kızı hiclâl, yedi numara’dan gizlice kaçar. herkes hiclâl’i aramaya koyulur. haydar’la armağan’ın hiclâl’i buldukları o yağmurlu gecede haydar, armağan’a karşı beslediği hisleri, uzun zamandır içinde biriktirdiklerini yağan yağmurla birlikte toprağa bırakır. gündöndünün güneşe, güneşin de gündöndüye aşık olduğu o unutulmaz sahneden.

— ben, seni seviyom armağan.

— ne?

— seni seviyom dedim. seni doğduğum, nefes aldığım günden beri, toprağın sıcağı avuçladığından beri, ağacın dibine oturup yaktığım türkülerden beri seviyom. hiç görmeden bildiğim, görünce tanıdığımsın. yanımda yokken sen bende varsın. yanımda varken ben sende yok oluyom. işte söyledim armağan. iki yıllık sessizliğimin mührünü söküp attım. gerisi sana kalmış.

ardından armağan gitmeye kalkar, haydar armağan’ın elinden tutar ve...

— dur. bir şey demeden yollamam seni.

— sana ne diyim bilmiyorum.

— bana neden kızgın olduğunu söyleyeceksin.

— söyledim ya, hiclâl’e acı çektirdin.

— hiclâl benim onu kardeş gibi sevdiğimi biliyordu.

— sana duyduğu aşk hoşuna gidiyordu. sana dokunması, sana sarılması, sana sığınması.

— hayır. rezzan hocam içindi. peki sen niye beni hiclâl’e doğru ittin?

— ben vicdanımın sesini dinledim!

— diğer bacılar dururken niye en çok sen bağrına bastın?

— çünkü çok çaresizdi.

— sen hiclâl’i kıskandın.

— madem böyle düşünüyordun onu niye eve getirdin?

— söyle armağan hiclâl’i kıskandın değil mi?

— hayır!

— kıskandığın için vicdanın seni ayıpladı değil mi?

— hayır!

— kendinden sakladığın hayâletler hiclâl gelince hortlamadı mı?

— hayır! evet! evet kıskandım! evet kıskandım! evet kıskandım!

— niye peki?

— çünkü sen benimdin. sen benim parçamdın, onun değil.

— sana son defa soruyom. bir daha da sormayacağım. benim bir parçamsın ne demek armağan?

ardından armağan yine gitmek ister ve haydar, armağan’ı yine bırakmaz ve..

— ne demek armağan?

— kabul etmekten deliler gibi korktuğum için kırk kilide vurup sakladığım her şey demek. yitirdiğim çocukluğumdan saklı kalan masumiyet demek, bir türlü yol bulup da yüreğimden dilime gelmeyen o cümle demek! ben de seni seviyorum haydar demek. ben de seni seviyorum demek!

ardından yağan yağmurda birbirlerine sırılsıklam sarılırlar. daha sonra taksiye binip yedi numara’ya giderler. kapının önünde yaşanan nahif diyaloğa bakalım şimdi de.

— haydar. bu geceden sonra yedi numara’da daha farklı yaşansın istemiyorum.

— bizi yalnız yağmur duydu zaten. peki ama yağmurun duyduklarını ara sıra ben de duymak istersem.

— konuşmak için illa konuşmamız gerekmez.

ardından armağan, haydar’ın elini tutar ve haydar’ın avucuna tıpkı hiclâl’in yaptığı gibi işaret diliyle yazar. armağan’ın işaretle yazdığı cümle, “seni seviyorum”dur. bunu gören haydar tebessümle armağın’ın elini tutar ve o da aynı işaret diliyle armağan’ın avuç içine, “ben de seni...” yazar ve bu harika sahne sona erer.

ilk önce satılmış’ın vedası, daha sonra ise sabit’in vedası beni olumsuz etkilemişti. iki karakteri de ayrı severdim. volkan girgin’in 2005’teki söyleşisine göre satılmış* kişisel tercihinden dolayı, sabit* ise başka projelere katılacağı için diziden ayrılmış.

elli dokuzuncu bölümde vahit emmi’nin memlekete gitmesi gerekiyordu. vahit’ini köye gönderen zeliha yenge sürekli onu düşünüyordu. hatta vahit’i rüyalarına giriyordu. fakat gelin görün ki vahit emmi zeliha yengeyi değil de sürekli dükkânını düşünüyordu. maalesef arap kültürü o kadar nüfuz etmişti ki toplumumuza kadınları her zaman yüce ve değerli gören türk kültürünün yerini kadını aşağılayan ve yetersiz gören arap kültürü alıyordu. bu durum dizide de ne yazık ki kendine yer buluyordu. ben bu durumu o gün de bir türlü kabullenemiyordum, bugün de kabullenemiyorum, bundan sonra da kabullenemeyeceğim. neyse efendim konumuza dönelim. vahit emmi her telefon konuşmalarında zeliha yengeyi onu yapma bunu yapma diye tembihliyordu. fakat bu durumun zeliha yenge’yi üzeceğini/üzdüğünü düşünemiyordu. vahit emmi’nin bu konuşmaları zehiha yenge’yi yetersizmiş gibi, sanki vahit olmadan hiçbir şey yapamayacakmış gibi hissettirip yaralıyordu. vahit’ine, “bana güvenmiyon mu?” diyerek içerliyordu. ve devam ediyordu, “korkma sen” diyordu. “kadın aklım yetmese bile yanımda iki tane aslan gibi elçilerim* var evelallah. onlar erkek, benim kadın aklımın ermediği yerde onlar her şeyi halleder.” diyerek ne kadar alındığını gösteriyordu. telefonu kapatmadan önce de tıpkı kendisi gibi vahit’ine beni rüyanda gör diyordu. zeliha yenge vahit’inin kendisine karşı güvensiz tavırlarına o kadar alınıyordu ki kadir bebeği uyutmaya giderken recep’in, “noldu yenge? yüzün döndü.” sözüne, “yok bir şey. gideyim de kadir’i uyutayım. benim aklım erse erse anca buna erer, neye erecek!” diyerek kırıldığını onlara da belli ediyordu. o kadar darılmıştı ki vahit’ine kadir bebeği uyuturken bebeğe, “seni kız istediydim ama iyi ki de erkek olmuşun. kız olaydın kocan bile yarım insan diye bakacaktı sana. kendin de korkacaktın kendinden. ya tabii, camcı dükkânındaki fil gibi ay bir yanlış yapar mıyım, ay her şeyi berbat eder miyim diyerekten ya.” sözlerini söyleyerek kadir bebekle dertleşiyordu. zeliha yenge’nin bu durumu içime dert olmuştu. sizinle de paylaşmak istedim.

altmış birinci bölümde recep, haydar ve yusuf birbirlerine sevdiği kadınların onlara olan tavırlarından, onları bir türlü anlamadıklarından yakınırlar. ardından vahit emminin de bu tayfaya katılıp zeliha yengeden yakınması eklenince hep birlik fena hâlde üzülmüşlerdi. recep, “filmin resimlerine bakarken elini bilem tuttum. yine de bana küstü yav” diyordu. haydar, “hem projesine yardım ettim hem suçlu ben oldum. sabahtan beri beş karış surat asıyor.” diyordu. yusuf ise “o çiçekleri eminönü’ndeki en pahalı nayloncudan aldıydım. toptan fiyatına versin diye de bir saat de pazarlık ettim. fakat kraliçam neye kızdı anlamadım ki. acaba paraya kıyıp bir düzine mi alaydım?” diyordu. o sırada haydar’dan şu harika replik gelir. harhubet* denklemini yarım günde çözdüm, armağan’ı iki senedir çözemedim.”

yusuf güdük’ün her zaman her şeyin farkında olması fakat çoğu zaman anlamamazlıktan gelerek saf ayağına yatması dikkatimi çeken ayrıntılardan bir tanesiydi.

otuz dördüncü bölümde yeni mantı dükkânı açma fikrine soğuk bakan vahit emmi’yi zeliha yenge’nin ikna ettiği sahne muhteşemdi. ikinci dükkânı aklından bile geçirmeyen vahit emmi’yi zeliha yenge nasıl ikna etmeyi başarmıştı bir hatırlayalım. mesai sonrası dükkânı kapamaya hazırlanırken zeliha yenge’yle başbaşa kalan vahit emmi hasılatı sayar ve sahne başlar.

— hasılat galiba güzel vahit’im.

— nazar değmesin zeliha, bu hafta iyi gittik.

— aman, berat’ın aklına uyup ikinci dükkânı istememekle çok iyi ettin vahit’im.

— iyi yaptım tabii. başımıza dert açacaktı zıpır oğlan.

— tabii canım. şimdi orası böyle güzel iş yapacaktı mesela.

— işin yoksa otur bir saat deste deste para say. aman, kim uğraşacak değil mi?

— yok canım sayılmasına sayılır da.

— yok yok. o bankalarda tırr tırr diye para sayan makinalar yok mu, onlardan almak lazım. ama onlar da dünyanın parasıdır şimdi. durup dururken masraf. berat sen mi canım, toy daha düşünemiyor işte.

— he cücük kadar beyniyle. zaten ikinci dükkânın iş yapacağı ne malum?

— bir şeyin şubesini açtın mıydı millet rağbet eder, orası burdan fazla işler de. aman, yok yok nemize gerek. dediğin doğru.

— elbet ya.

— sen şimdi parayı bol bulunca araba da almaya kalkacaksın hem de en bir gıcırından. şimdi böyle ikimiz kurulup gezinirken aha küt!

— n’oldu?

— geldi çarptı adam. hayda! şimdi kavga ettiğine mi yanacaksın arabanın masrafına mı yanacaksın. berat bunları düşünemiyor ki işte.

— körün taşı gibi koca istanbul’da bula bula bizim arabayı mı buldu herif?

— olur olur. sonra parayı bulunca çoluğun çocuğun başında da duramaz insan. almanya senin japonya benim gezmelere de kalkarız biz. eyvah hadi bakalım buyurun.

— n’oldu şimdi?

— elin memleketinde kalabalıkta birbirimizi kaybettik!

japonya’ya gidersek kaybetmeyiz birbirimizi. kalabalıkta seni hemen ayırt ederüm.

— bana bak. ben o dondurmalı kadın heykelini de görmek istiyorum.

— o japonya’da değil amerika’da zeliha. ayrıca kadın, dondurma değil meşale tutuyor. özgürlük anıtı diyolar.

— aman canım neyse. bak gördün mü? çok para kazanınca insanın başına ne dertler çıkıyor. berat bunları hesap edemiyor, çocuk işte. o sen mi?

— canım, o kadar da değil. kafası işliyor oğlanın.

— yok yok. sen onun aklına uyma. bak biz ne güzel kıt kanaat geçinip gidiyoruz böyle. bak, bir iki bir iki. hiç zenginlik lazım değil, yeter bunlar bize.

— ya dur be kadın. kadın aklınla sen ticarete karışma bir kere. hadi bakalım. ben gidip şu oğlanla bir konuşayım bakalım. hakkaten devir parası istemiyorlar mıymış?

— yok.

— hesabı kitabı iyi yaparsak neden zengin olmayacakmışız. karışma sen, karışma sen, her şeye karışma.

seksen sekizinci bölüm sonu harikulâdeydi. cansu ile yusuf adına çok sevinmiştim.

finalden sonra yayınlanan bölümlerde vahit emmi’nin oyunculuğunda düşüş gözlemledim. o eski bölümlerdeki içtenliği sanki biraz azalmıştı. yetmiş altıncı bölümden sonra vahit emmi’yle birkaç karakter daha bana bazı sahnelerde biraz zoraki oynuyormuş gibi geldi.

yetmiş altıncı bölümde ayten’in o unutulmaz soluksuz tiradına ne demeli. bihter ziyagil’in henüz esamesi okunmazken ayten sinema ve televizyon tarihine unutulmaz bir sahne bırakmıştı. ayten’in o mükemmel sahnesinin tek seferde çekildiği söylenmektedir.

işte ayten’in o uzun ve soluksuz efsane tiradı.

“hikâyede durmadan inandırıcılık arayarak, bencil meraklarını tatmin etmeye çalışacağına; bari, berat’ın yardım ihtiyacına cevap vermeye çabalayan ve maalesef senin gibi kendi egosunun gölgesinde yaşadığı hâlde, etrafını bencillikle suçlayıp durmayan insanların yolunu tıkamasan, ayrıca, üstelik bir de sencil havalarda ortalıkta dolaşmasan daha iyi olmaz mı rüya?”

sahneyi hatırlamak isteyenler ve merak edenler için unutulmaz sahneye giden yol..

altmışıncı bölümde ayten, recep’in bağlama hocasına aşık olur. recep, hocasıyla sevgili olmak isteyen ayten’i uyarmasına rağmen ayten aldırış etmez. ayten bir gün lokalde hocayla görüşmeye gittiğinde hocanın kötü niyetini anlar ve aralarında tartışma çıkar. bu sırada hoca ayten’e tokat atar ve ayten oradan hızla uzaklaşır. dışarı çıktığında recep’in oraya geldiğini görür. ayten’i ağlarken gören recep içeri girip hocaya ayten’e attığı tokatın diyetini ödetmek ister. fakat ayten buna engel olur. ardından bir kafede oturup dertleşmeye başlarlar. işte o hüzünlü sahneden.

— ben bunu hak ettim. ismet ne de olsa anadolu erkeği. sen de öyle düşünüyorsundur mutlaka.

— bizim memlekette erkekler kadınları döver. daha sekiz yaşında falandım. babam gözümün önünde anneme bir yumruk vurunca kendimi dışarı attım. etrafıma baktım. tavuklar, köpekler, koçlar, sığırlar. hiçbir hayvanın erkeği dişisine kuvvetini denemiyor. o zaman dedim ki dişisine vuran erkeğe hayvan bile demek yanlış. hayvanlara haksızlık.

sabit’in yanık sesiyle ara ara türküler söylemesi nahif bir anı olarak hatırımdadır.

kırk sekizinci bölümde recep, yusuf güdük’e; “sana cansu’dan hayır gelmez.”, haydar’a da “sana da armağan’dan hayır gelmez, ikiniz de hayâl kuruyonuz.” demişti. yusuf güdük de cevap olarak, “bana o senin kuruntun gibi geliyor.” demişti ve “sen şehirden korkuyon herhalde” diye eklemişti. recep de; “şehirden korkulur. taşından, toprağından, havasından, suyundan hatta kızından bile korkulur.” diyordu. recep’in bu sözlerine ise yusuf güdük, “ne korkacağım aslanım, şehir benden korksun!” diyordu.

on üçüncü bölümde yedi numara’yı müze yapmak için bakanlığın gönderdiği yetkililer evi kontrol etmeye, ölçüler almaya gelir. yetkili bir kadın haydar’la recep’in odasına girer, arkadan tabii bizimkiler de gelir. görevli kadın, küçümser bakışlarıyla evi süzer ve yetkili kadın ile asiye arasındaki kısa ama eğlenceli diyalog.

— burası sizin mi?

— içeri buyursaydınız.

— ıyy bundan daha berbat bir şey görmedim.

— dur ben sana bir ayna getireyim.

aynı bölümde asiye ile yetkili kadın arasındaki başka bir sahneye geçelim. görevli kadın evi kontrol ederken asiye merdivenleri süpürür ve tozları bilerek kadının üzerine doğru süpürür ve keyifli şu diyalog başlar.

— çek kızım şunu!

— pisliği atmayalım mı ablacığım da.

— bırak şimdi pislik kalsın.

— buyur kal. başım üstüne.

yedi numara’nın yetmiş altıncı bölümde bitmemesine en çok sevinenlerdenim. her ne kadar senaryo eskisi kadar güçlü olmasa da birkaç bölüm de olsa uzaması güzel olmuştu. çünkü tadına doyum olmuyordu. ayrıca finalden sonraki bölümlerde yusuf güdük’ü görünce sevindim. özlemişiz, iyi ki askerliği bitmiş. nevi şahsına münhasır tavırlarına kaldığı yerden devam etmişti.

haydar ile recep masum saf köy çocukları olduğu için istanbul’a gelmeden köy ahâlisine istanbul’u sormaları köy sakinlerinin kimisi tecrübelerini kimisiyse kulaktan dolma bilgilerini haydar ve recep’le paylaşması çok nahifti.

sekseninci bölümü başka sevmiştim. o bölümün sonu harikulâde bölüm sonlarından biriydi. kapanışta atamızın en sevdiği bestelerden biri olan vardar ovası’nı çalarak atamızın ruhunu yâd etmeleri ne kadar da anlamlıydı.

elli altıncı bölümde bir sahne vardı. ayten’i okuldan bir arkadaşı doğum günü partisine bara davet etmişti. ayten de rüya, armağan, cansu, recep ve haydar ile birlikte davete icabet ederek bara gitmişti. ardından meryem ile yusuf güdük de sürpriz yapıp mekâna gelmişti. hep birlik eğlenirlerken birkaç serseri gelip ortamın huzurunu kaçırmış kadınlara sarkıntılık yapmıştı. recep ile haydar beklediğimiz gibi kız arkadaşlarını ve diğer kadınları savunmuşlardı. aynı sahnede yusuf güdük ise öne atılarak yüreğini ortaya koyup sevdalısı olduğu cansu’yu ve diğer kız arkadaşlarını korumak için bu gangsterlere meydan okumuştu, hem de serserilerden birinin elinde sustalı varken. bu sahneden yusuf güdük’ü takdir etmiş ve sevmiştim. mert çocukmuş, bıçaklanmayı göze alarak serserilere yiğitçe meydan okumuştu. bu olaylardan sonra polisin mekâna gelmesiyle huzurla eve dönmüşlerdi. mekândan çıkarken rüya’nın mekândaki erkeklere dönüp, “sizi sosyal kahramanlar sizi!” diyerek tepki göstermesi, oradaki erkeklerden biri, “neyse geçmiş olsun, benim tadım kaçtı, hadi buradan başka bir yere gidelim ayten” demesi üzerine ayten’in dönüp, “size iyi eğlenceler biz evimize gideceğiz. zaten eğlence anlayışlarımız da pek uymuyor öyle değil mi? çok iyi dans ediyorsunuz ama hiçbiriniz halay çekmeyi beceremiyorsunuz!” diyerek tepki göstermesi önemli mesajlar içeriyordu. bu da hatırımda kalan kıymetli sahnelerdendi.

seksen birinci bölümde cansu’nun senaristlerin acemiliğine gönderme yapması ne kadar içten bir dizi olduğu bir kez daha gösterdi.

ellinci bölümde recep, yusuf güdük’e, onlar şehir kızları, bizim gibi taşralı değil. onlarla aynı melekette yaşıyoz aynı havayı soluyoz ama aynı dili konuşmuyoz. kültürümüz örfümüz adetimiz her şeyimiz farklı. bu sevdadan vazgeç gibi söylemlerle kendince haklı olduğu zerzenişte bulunuyordu. fakat yusuf güdük sevdasından vazgeçmiyordu ve hiçbir zaman da vazgeçmedi. en sonunda da mükâfat olarak cansu’nun gönlünü kazanmıştı.

seksen yedinci bölümde haydar’la yusuf güdük’ün sahildeki çay bahçesinde sevda üzerine sohbeti ne etkileyiciydi. haydar’ın söyledikleri hem yusuf’u hem de beni derinden etkilemişti. işte o sahneden.

— insanın her zaman istediği olmuyor.

— neden olmasınmış? iş ki istemeyi bilesin, iş ki kendine hak göresin.

— bizim aha şu gençlerden -arka masadaki çifti göstererek- ne eksiğimiz var?

— eksiğimiz değil yusuf, farkımız var. bazen düşünüyom da sevmek, hem de canından çok sevmek neye yeter ki.

— iki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş. öyle mi?

— ben onu demiyom. yani, bir kere sen köyde yetişmişsin, o şehirde. geleneklerin, alışkanlıkların farklı. onun ailesinde yeri geldi mi herkes söz söyler. bizde baba ne derse o olur. biz abimizin bile elini öperiz, onlar tokalaşır. onun anası askılı entari giyer, seninki yemenisiz kapıdan adımını dışarı atmaz. bizim derdimiz mahsuldür, topraktır. yağmur bizim karnımızı doyurur. şehirlinin ise paçasının kiridir.

— sevdalı adam hiç korkar mı haydar kardeş?

— ya cansu bacının karşısına başka biri çıkarsa? ya başkasına sevdalanırsa? o zaman ne yapacaksın hiç düşündün mü?

ardından hüzünlenen yusuf elindeki zarları atar, düşeş gelir, sahne sona erer.

henüz lost’un esamesi okunmazken yedi numara finaliyle lost’a göz kırpmıştı.

elli dördüncü bölümde haydar’a michigan üniversitesi’nde tam burs çıkar. rezzan hoca haydar’a bu fırsatı kaçırmaması için telkinlerde bulunur. başta bu fikre soğuk bakan haydar, yaptığı üzücü şakadan sonra armağan’la araları bozulunca gitmeye karar verir. haydar gitme kararı verdiği gece armağan’la bir kez daha konuşur ve araları düzelir. gitmekten vazgeçtiğini rezzan hoca’ya telefonla bildirir. rezzan hoca şaşırır ve bunun doğru olup olmadığını anlamak için yedi numara’ya gelir. haydar’la rezzan hoca arasında geçen diyalogta haydar’ın harika replikleri unutulmazlarım arasındadır. işte o sahneden.

— haydar, oğlum. yarım saat önce beni arayıp söylediğin şey doğru muydu?

— evet. doğruydu hocam.

— ama daha dün akşam amerika’ya gitmek istediğini söylemiştin. niye fikir değiştirdin?

— eğer kendime anlatabilseydim size de anlatabilirdim hocam. kusuruma bakmayın.

— çok üzüldüm. büyük bir balık kaçırdın.

— balıklar her zaman bulunur hocam. ben galiba deniz olmak istiyorum...

heyhat! bu dünyadan bir yedi numara geçti

[[/spoiler]]

devamını gör...

om det oandliga

film hakkında başka bir mecrada benzer yorumda bulunmuştum. yazının tamamı bana ait. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içerisinde paylaşacağım.



isveç yapımı sinema filmidir. almanya, norveç ve fransa filme katkıda bulunan ülkeler arasındadır.

filmin yönetmen koltuğunda roy andersson oturmaktadır.

filmin belli bir başrolü bulunmamasıyla beraber; jessica louthander, martin serner, bengt bergius, anja broms, lisa blohm, tatiana delaunay, anders hellström, marie burman, jan-eje ferling, lotta forsberg, lesley leichtweis bernardi, inger hernmyr, amanda davies, conny block gibi isimler filme katkıda bulunuyor.

filmde roy andersson, binbir gece masalları’ndan aldığı ilhamla yaşam, ölüm, güzellik, iyilik, kötülük, bunalım, korku, ihtişam, insan ilişkileri gibi birçok temayı kusursuz bir sinema diliyle anlatıyor.

bu muhteşem filmimiz türkçeye sonsuzluk üzerine olarak çevrilmiştir.

roy andersson, om det oändliga’da binbir gece masalları’ndan ve şehrazad’ın anlatıcılığından etkilenerek yola çıkmış.

oyunculuklar duruydu. kurgusu itibarıyla yüksek performans gerektirmeyen oyunculuklar vardı. bu durum da filmin derdini anlatmasına yetiyordu.

müzikleri filmin atmosferine uygundu ve oldukça başarılıydı.

om det oändliga, yaşamı, ölümü, varoluşu sorgulamaya, bu sorulara cevaplar aramaya çalışıyordu. önemli olanın bulmak değil aramak olduğunu gösteriyor bize bu enfes film.

filmde iskandinavya’nın o soğuk, kasvetli, gri atmosferi çok iyi sergilenmiş. her karesinden bunu hissedebiliyorsunuz.

film, hüzün, mutluluk, kaygı, huzur, endişe, korku, acı gibi duyguları aynı anda hissetmemize neden oluyor. bu açıdan da çok ilginç bir film.

om det oändliga, iki bin onların ikinci yarısında çekilmesine rağmen bu filmde bizdeki doksanların ilk yarısındaki o karanlık, soğuk, distopik, gizemli filmler havasını hissettim. böyle olunca da filmin ruhunu yakalamak adına bir fırsat oldu benim için.

öteden beri bu tarz filmleri çok seviyorum. ağır işliyor, soğuk, gri ve distopik bir atmosfer var. roy andersson, om det oändliga’da bu atmosferi mükemmel biçimde yaşatıyor.

filmle ilgili tek olumsuz eleştirim, sahne geçişlerindeki siyah ekran süresinin uzun olmasıydı. yönetmen o süreyi kısa tutsaydı daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum.

izlerken bitmesini istemediğim filmlerdendi. ne ara başladı ne ara bitti, zaman nasıl bu kadar hızlı akıp gitmişti, anlayamamıştım.

roy andersson, film yayınlanmadan önce katıldığı bir söyleşide, om det oändliga’yı yaşayanlar üçlemesi’ne ek olarak çekmeyi planladığını söylemiştir.

om det oändliga’yı izlerken âdeta bir çiçek dürbününden manzaralar izliyormuşum izlenimi oluşmuştu. roy andersson’un bu benzersiz sinema dili om det oändliga’yı diğer filmlerden ayırıyırdu.

om det oändliga, venedik film şenliği’nden gümüş aslan ödülü, avrupa film ödülleri’nde en iyi film dalında görsel efekt ödülü, dublin uluslararası film şenliği’nde film eleştirmenleri ödülü ve en iyi yönetmen ödülü, guldbagge ödülleri’nde en iyi set tasarımı ödülü gibi önemli ödüllerle mükâfatlandırılmıştır.

om det oändliga, roy andersson’ın izlediğim ilk filmiydi. üstadın artık yeni bir hayran kazandığını söyleyebilirim. en yakın zamanda diğer filmlerini de izleyeceğim.

roy andersson izleyiciyi yetmiş sekiz dakikalığına uçsuz bucaksız düşsel bir yolculuğa çıkarıyor. izleyecek dostlara tavsiyem bir gece yarısı her şeyden uzaklaşarak sadece bu büyüleyici filme odaklansınlar.

om det oändliga’nın en değerlisinden bir başyapıt olduğuna inanıyorum.

filmle ilgili bir anekdotlar

* yönetmenin filmde kullandığı imgelerden dolayı marc chagall, edward hopper, otto dix gibi ressamların tablolarından etkilendiği düşünülmektedir. ayrıca yönetmenin anton çehov’un eserlerinden de ilham aldığı düşünülmektedir. roy andersson aldığı ilhamlara kendi benzersiz sinema yorumunu da katarak om det oändliga ile harikulâde bir eser ortaya çıkarmayı başarıyor.

* filmde oynattığı karakterlerin çoğu amatör oyuncuymuş.

* filmde en sık kullanılan replik için yönetmenin bir bob dylan şarkısının sözünden esinlendiği söylenmektedir.

aşağıda film hakkında bazı ayrıntılardan bahsedeceğim. izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmuyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm.

[[spoiler]]

filmle ilgili dikkatimi çeken bir husus vardı. filmde oynayan neredeyse herkesin teni soluk beyazdı. yani insanların tenleri yaşama veda etmiş insanların tenleri gibiydi. bu durum filme farklılık hem de gizem katıyordu. pek çok film izlemiştim ve daha önce böyle durumla rastlamamıştım. bu durumum yönetmenin nevi şahsına münhasır tarzı olduğunu düşünüyorum.

şimdi beni etkileyen bir sahneyi paylaşacağım.

genç erkekle genç kızın sahnesinden.

— termodinamiğin birinci yasasının dediğine göre... şöyle diyor; her şey bir enerjidir. ve bu enerji asla yok edilemez. enerji sonsuzdur. sadece, bir enerji biçiminden diğerine dönüşebilir. yani bu, demek oluyor ki; senin bir enerjin var. benim de bir enerjim var. ve senin enerjin ile benim enerjim asla kaybolamaz. sadece başka bir şeye dönüşebilirler. yani, teorik olarak düşünürsek ikimizin de enerjisi, milyonlarca yıl sonra tekrar buluşacak. ve o zamana kadar belki de bir patatese dönüşeceksin. ya da bir domatese.

— domates olmayı tercih ederim.

film baştan sona muhteşemdi. fakat beni en çok büyüleyen şey aşağıdaki unutulmaz sözlerdi.

“bir adam gördüm. eşine, güzel bir akşam yemeğiyle sürpriz yapmak istiyordu... bir adam gördüm. aklı bambaşka yerdeydi... bir kadın gördüm. utanç hissi olmayan bir personel müdürüydü... bir adam gördüm. bankalara güvenmez, birikimini döşeğinin altında saklardı... genç bir adam gördüm. henüz aşkı bulamamıştı... bir adam gördüm. bir mayına basıp bacaklarını kaybetmişti. ve bu durum onu çok üzmüştü... bir adam gördüm. inancını kaybetmişti... bir anneyle bir baba gördüm. oğullarını savaşta kaybetmişlerdi... bir çift gördüm. eskiden zarafeti ile meşhur. şimdilerde ise yıkık dökük olan bir şehrin üzerinde süzülen iki aşıklardı... bir kadın gördüm. onu bekleyen kimsenin olmadığını sanmıştı... bir kadın gördüm. şampanya içmeyi çok severdi. çok, çok severdi... bir adam gördüm. yanlış yola sapmıştı... bir adam gördüm. canı pahasına yalvarıyordu... bir kadın gördüm. ayakkabısıyla ilgili bir derdi vardı... bir adam gördüm. ailesinin namusunu korumak istemiş, fakat sonra pişman olmuştu... bir adam gördüm. dünyayı fethetmek istiyordu. fakat başarısız olacağının farkına varmıştı... bir adam gördüm. kızıyla birlikte bir doğum günü partisine gidiyordu. ve yağmur yağmıştı. bardaktan boşanırcasına yağmıştı... yenilgiye uğramış bir ordu gördüm. düşmanlarının sibirya’daki esir kamplarına doğru yürüyen... bir adam gördüm. arabası arıza yapmıştı...”

[[/spoiler]]

devamını gör...

iz bırakan kitap cümleleri

“etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz bile! kitaplarımızı, hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız.”

yeraltından notlar - fyodor mihayloviç dostoyevski
devamını gör...

rutkay aziz

tiyatro sanatçısı, aktör, yönetmen, yazar, senarist, seslendirme sanatçısı, şair ve daha fazlasıdır.

rutkay aziz hakkında başka bir mecrada benzer yorumda bulunmuştum. diğer yazı da bana ait. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içerisinde paylaşacağım.



rutkay aziz, yaşama gözlerini istanbul’da açmıştır. tiyatroya lisede öğrenim gördüğü yıllarda başlamıştır. muhsin ertuğrul yönetimindeki lcc tiyatro okulu’nda tiyatro eğitimi almıştır. ilk deneyimini peter weiss’ın “marat-sade” oyunundaki marat rolüyle yaşamıştır. tiyatro hayatına 1971 yılından itibaren ankara sanat tiyatrosu’nda devam etmiştir. 1973 yılında aynı tiyatroda sanat yönetmenliği ve yönetmenlik yapmaya başlamıştır. tiyatronun dışında sinema filmlerinde de rol almıştır. ilk sinema deneyimi 1987 yılındaki yer demir gök bakır filmiyle başlamıştır. ziya öztan’ın yönettiği, hem sinemada hem de televizyon dizisi olarak yayınlanan “cumhuriyet” adlı eserde en önemli rolü olan mustafa kemal atatürk rolünü canlandırmıştır.

rutkay aziz, iki evlilik yaşamıştır. ilk eşi nuran duru’dan doğa rutkay adında kendisi gibi oyuncu bir kızı vardır. rutkay aziz, çiğdem rutkay ile evlidir.

rutkay aziz, nazım hikmet kültür ve sanat vakfı’nın başkanlığını üstlenmiştir.

rutkay aziz kızıyla beraber aynı projelerde de rol almıştır.

sanata öylesine gönül vermiş bir şahsiyettir ki ülkemizin darbe dönemleri ve bugünler dahil her döneminde sanatını icra etmek için yasakçılarla, gericilerle, sanat düşmanlarıyla mücadele etmiştir.

ülkemizin yaşayan son büyük sanatçılarındandır. gerçek bir aydın gerçek bir entelektüeldir.

rutkay aziz hayatı boyunca onurlu duruşundan, ilkelerinden taviz vermemiştir.

ülkemizin bir başka önemli sanatçılarından olan tarık akan ile lise yıllarından sıkı dostlukları bilinir. tarık akan’ın yaşama veda törenindeki konuşması unutulmayacaktır.

üstadın öyle bir üslubu ve ses tonu var ki karşısındakileri ve ekran başındakileri etkilemeyi mutlaka başarır.

katıldığı bir programda sunucu hanımefendi rutkay aziz’e, ülkemizdeki kadınlara ne söylemek istersiniz demişti. üstad, “inansınlar ki er ya da geç nazım’ın güneşli günlerini birlikte yaşayacağız.” cevabıyla bir kez gönüllerimizde taht kurmuştu.

bir söyleşisinde üstad “ben muhalefetteyken de iktidar gibi yaşarım.” diyerek hiçbir zamanda ve hiçbir durumda onurlu duruşundan taviz vermediğini belirtmiştir.

rutkay aziz’in oynadığı ve yönettiği tiyatro oyunlarından bazılarına göz atalım

suçsuzlar “sacco ile vanzetti”
yusuf ile menofis
adalet sizsiniz
ayak takımı arasında
mefisto
yolcu
bir halk düşmanı
sakıncalı piyade
ay carmela
akrep
rummuz goncagül
ferhat ile şirin
oyun nasıl oynanmalı
1984 - büyük gözaltı
komün günleri
güneyli bayan
adalet sizsiniz
el kapısı
evler evler
dimitrof
hitler rejiminin korku ve sefaleti
sait hop sait
hikâye-i mahmut bedrettin
nafile dünya

rutkay aziz’in oynadığı sinema filmlerine bakalım şimdi.

sis
ada
ölü bir deniz
gizli yüz
piano piano bacaksız
kurtuluş
cumhuriyet
gülüm
halk düşmanı
hicran sokağı
vesaire vesaire
yol ayrımı

rutkay aziz’in oynadığı televizyon dizilerine göz atıyoruz şimdi.

cahide
geçmiş bahar mimozaları
bizimkiler
yazlıkçılar
tutku
gözlerinde son gece
yaz gülü
herşey aşk için
kara melek
hayat bilgisi
istanbul şahidimdir
aşkın mucizeleri
savunma
avrupa yakası
şölen
sırat
yalan dünya
içimizden biri*

sanatçının ödüllerinden bazıları

evler evler tiyatro oyunu ile en iyi erkek oyuncu ödülü’nü kazanmıştır.

sis filmi ile türkiye yazarlar derneği tarafından en iyi erkek oyuncu ödülü’ne layık görülmüştür.

altın portakal film şenliği’nde sanatta sosyal sorumluluk ödülü’nü almıştır.

altın koza film şenliği’nde yaşam boyu onur ödülü’ne layık görülmüştür.

üstün akmen tiyatro ödülleri’nde emek ödülü’ne layık görülmüştür.

bahçeşehir üniversitesi tarafından yaşam boyu onur ödülü’ne layık görülmüştür.

rutkay aziz kuşkusuz ülkemizin yetiştirdiği en önemli sanatçılardandır.

rutkay aziz’in oynadığı her rolün hakkını verdiğine inanıyorum. hatırımdaki en önemli kamera önü oyunculuklarından bazılarına değinmek istiyorum şimdi. en önemli rolü hiç şüphesiz cumhuriyet filmindeki mustafa kemal atatürk rolüdür. hâlen atamızın rolünü kendisi kadar iyi oynayan oyuncu çıkmamıştır gözümde. diğer başarılı bulduğum ve beğendiğim rollerine değineceğim şimdi de. gizli yüz’deki gizemli saatçi rolü harikaydı. orhan pamuk, gizli yüz filmindeki esrarengiz saatçi rolünü sanki rutkay aziz için yazmış gibiydi âdeta. keza piano piano bacaksız filmindeki kerim dayı rolündeki performansı da takdire şayandı. avrupa yakası’ndaki kadın ruhu konusunda uzman bir çapkın olan bülent onaran rolünü de harikulâde icra etmişti. ancak benim en sevdiğim rolü bizimkiler’deki şair cenap bey rolüydü. şair, yazar, entelektüel, centilmen, aydın, klas, nahif, tatlı dilli cenap beyefendi rolünü kusursuz oynamıştı. bu karakteri öyle harikulâde icra ederdi ki şahsi fikrimce ülkemizde o rolü kendisinden daha iyi oynayabilen oyuncu olamazdı.

üstadın tüm konuşmaları değerli fakat ödül törenlerindeki konuşmaları ve can dostu tarık akan’ın cenaze töreninde yaptığı onurlu, devrimci, ilkeli, vicdanlı, erdemli konuşması okullarda ders olarak okutulacak niteliktedir.

bir söyleşisinde, “tiyatroda ihtilal veya devrim olmaz” demişti ve eklemişti. “bizler seyircinin düşüncelerinde, duygularında değişime neden olabiliriz tiyatroda. bu da bir yenilenmedir. işte tiyatronun böyle soylu bir görevi var ve ben bu göreve inandım hep” demişti.

üstadı sahnede canlı izleyememenin eksikliğini yaşarım ve bu eksikliği sinema filmleriyle ve diğer eserleriyle kapatmaya çalışırım. umarım bir gün kendisini sahnede izleyebilirim.

rutkay aziz bazıları gibi devrin adamı değildir. her devirde sanatçıdır. gönlümde, hatırımda yer edinen güzel doksanların, çocukluğumun başka güzel başka özel sanatçısıdır.

umarım güzel ülkemizdeki bu akp kâbusunun bittiğini görmeye ömrü vefa eder kıymetli sanatçımızın.

üstadımıza sevdikleriyle birlikte sağlıklı, huzurlu, neşeli, güzel bir diliyorum.

heyhat! bu dünyadan bir rutkay aziz geçti..

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5

aşağıda rutkay aziz’in bizimkiler’deki unutamadığım rolüne değineceğim.

[[spoiler]]

üstadın en beğendiğim rolü şair cenap bey rolünün hatırımda kalanlarından biraz bahsetmek istiyorum. cenap bey’in tatlı dille çözemeyeceği mesele yoktu. etrafındaki insanlara nabza göre şerbet verirdi. emekçiyi, işçiyi severdi, onları kollardı. kadın ruhundan çok iyi anlardı. etrafındaki kadınları etkilemeyi her zaman başarırdı. varlıklı olmadığı hâlde bazen yüksek zümreden biri gibi yaşardı. sonradan görme zenginlerden hiç haz etmezdi. ev sahibesi ayla hanım’ın kendisine büyük zaafı, hayranlığı vardı. kendisi bu hayranlığın farkındaydı ve bu durumdan kısmen finansal olarak* yararlansa da asla ayla hanım’ın duygularını kötüye kullanmazdı. hiçkimseden çekmemiştir almancıların oğlu dunkof halis’ten ve baykuş cemil’den çektiği kadar. ne zaman evde kafa dinlemeye kalksa ya halis ya cemil gelir onlar da olmazsa başka birileri huzur vermezdi hiç adama.
ressam ahbabı sıtkı* ile aynı dairede yaşarlardı. keyfetmeyi, eğlenmeyi, alem yapmayı pek severlerdi. son zamanlarda karşı binada olduğuna inan(dır)dığı esmer mahlasını taktığı bir gizli hayranı/flörtü vardı. fakat bir türlü kim olduğunu öğrenemiyorduk bu esmer’in. geçenlerde eski bölümlerini izlerken doksan yedi’deki bir bölümde cenap bey gazetelere göz atarken bir gazetenin* tansu çiller’in başbakan mesut yılmaz’a onbaşı dediği haberini okurken, “yazık yahu! siyaset ayağa düşmüş bu ülkede” dediği sahne beni epey etkilemişti. ahh azizim ahh! sen bir de şimdi başımızdaki lümpenlerin, hırsızların, yağmacıların, yobazların kepazeliklerini rezil konuşmalarını görsen uyku uyuyamazdın kahrından. yine aynı dönemde kadim dostu ibrikçi’ye, “bu nasıl ülke ibrikçi! çelişkiler yumağı. bir bakıyorsun kapıcı şeker satıyor, bir bakıyorsun manavlığa başlamış, eskici birden müteahhit olmuş.” diyordu. bu durumları kanıksayan ahbabı ibrikçi ise, “oluyor, cenap abi” diyordu. yine başka bir bölümde aziz dostu ibrikçi’yle beraber bir gece üsküdar sahilde kız kulesi manzarasıyla dürüm yerken canım boğazı seyre dalar ve ibrikçi’ye “ahh! nereye gidersem gideyim bu istanbul’u unutmak mümkün değil. bir inci için istiridye neyse bu şehir de benim için o.” diyerek istanbul’a olan aşkını kelimelere döküyordu. ahh canımın içi bir bilsen ne kadar çok özledik o güzel günleri, o güzel istanbul’u..
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

[[/spoiler]]

devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim