ohen yazar profili

ohen kapak fotoğrafı
ohen profil fotoğrafı
rozet
karma: 4381 tanım: 137 başlık: 29 takipçi: 36
“hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi.”

son tanımları | başucu eserleri


eternity and a day

yunanistan yapımı sinema filmidir..

filmin yönetmen koltuğunda yunan sinema üstadı theodoros angelopoulos oturuyor..

başrolde büyük aktör bruno ganz’a tüm
zarafetiyle isabelle renauld eşlik ediyor. diğer önemli rolde ise ahilleas skevis’i izliyoruz..

bu muhteşem filmimiz türkçeye “sonsuzluk ve bir gün” olarak çevrilmiş. filmin adı da en az kendisi kadar hüzünlü..

filmde ünlü bir yazar olan alexandros yaşamın sonlarına yaklaşmaktadır. bu süreçte şairin yaşadığı hüzün dolu hikâyesine tanıklık ediyoruz..

oyunculuklar tek kelimeyle enfesti.. yazar alexandros karakterine üstad bruno ganz ruhunu vermiş.. şairin aşık olduğu kadın anna rolünde ise isabelle renauld tüm ihtişamıyla göz kamaştırıyordu..

filmin tüm plan çekimleri muhteşemdi. şiir tadında izliyorsunuz bazı sahneleri. filmin mükemmel sinematografisinin arka planında giorgos arvanitis ile andreas sinanos isimlerini görüyoruz..

filmle ilgili söylenecek o kadar çok şey var ki hangi cümleyi yazsam sanki diğer cümleler bana küsecekmiş gibi hissederim..

filmin hüznü henüz ilk dakikada başlar son ana kadar devam eder..

film zaten başlı başına muhteşem, ancak sadece müzikleri için dahi izleyebilirsiniz. tüm zamanların en büyük, en değerli bestekârlarından eleni karaindrou bu film için yine üstad angelopoulos ile birlikte çalışmış. iyi ki de çalışmış. yoksa bu harikulâde film müziklerinden mahrum kalmayı kim isteyebilir ki..

film o kadar etkileyici o kadar mükemmel ki tekrar tekrar izlersem büyüsü bozulur diye izleyemiyorum..

mia aioniotita kai mia mera güzel doksanların en güzel, en nahif, en etkileyici filmlerindendir..

mia aioniotita kai mia mera, en güzelinden en değerlisinden bir sinema şaheseri, bir başyapıttır..

yaşama veda etmeden önce izlenmesi gereken filmler arasında ilk sıralarda olması gerektiğine inanıyorum..

aşağıda film hakkında bazı ayrıntılara değineceğim. izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmuyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm..



filmde beni etkileyen pek çok sahne vardı. bunlardan biri de şair, evinde ne zaman müziğin sesini açsa karşı binadaki yabancının da ona aynı müzikle cevap vermesiydi. ne kadar da etkileyiciydi o sahneler. şairin o yabancıyı merak etmesi, merak etse de kim olduğunu öğrenmek istememesi, onun hakkında zihninde betimlemeler yapması, hayâller kurması ne hoştu..

şairin özlem duyduğu günlerin hayâlini kurması ne kadar hüzünlüydü. eksikliğini hissettiği değerlere karşı serzenişleri, hayata dair yapmak istediklerini tamamlayamamasını, hep bir şeylerin yarım kalmasını sorgulaması ne kadar sarsıcıydı.

bir zamanlar ülkesinden çok uzaklarda yaşayan şairin, ülkesine gelince bilmediği kelimeleri satın alması ne kadar da hoş sahnelerdendi..

alexandros’ın gitmeden önce anna’nın kendisine yazdığı mektupları kızına getirmesi, kızı bu mektupları okurken alexandros’ın yaşanmış o güzel günlere yolculuğa çıkması en hüzünlü sahnelerdendi..

alexandros ile eşi anna arasında geçen o can yakıcı kalp ağrısı yapan diyaloğu hatırlayalım şimdi.

— tek üzüntüm anna. tek üzüntüm bu mu? yoksa hiçbir şeyi tamamlayamamış olmam mı? ... planlarım öylece kaldı. kelimeler oraya buraya dağıldı.

şair ile küçük çocuğun vedalaşma sırasında göçmen çocuğun ağzından insanın ruhuna nüfuz eden koca bir yaşamı sadece beş sözcüğe sığdıran o unutulmaz repliği en hüzünlü sahnelerden biriydi kuşkusuz. işte o unutulmaz sahneden.

— gülümsüyorsun, ama üzgün olduğunu biliyorum.

peki ya filmin sonuna doğru arabada çocuğun alexandros’a söylediği “argadini” kelimesi ve ardından anlamının “çok geç” olduğunu söylediği sahneyi unutmak mümkün mü?

devamını gör...

mustafa kemal atatürk

zaman alışmayı öğretir, unutmayı asla.

ruhun şâd olsun atam.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

geceye bir bilgi bırak

bu geceki konumuz batıl inançlar üzerine. nazar değmesin diye ya da iyi şans getirmesi için neden tahtaya vurulur hiç merak ettiniz mi? bu inanış çook eski tarihlere dayanan bir davranış biçimidir. şöyle ki, evvel zamanlarda pagan inanışına göre ağaçlarda periler ya da buna benzer mistik varlıklar yaşarmış. iyi şansı ya da kötülüklerden korunmayı insanlar bu esrarengiz yaratıklardan dilermiş. bu eylem şöyle gerçekleşirmiş; insanlar perilerin yaşadığına inandığı ağaca vurarak, yani “o”un kapısını çalarak içinden geçen isteklerini dile getirirlermiş. bu vurma eylemi genelde iki kez yapılırmış. iki kez olmasının sebebi; ilk vuruş talep için, ikinci vuruş ise teşekkür etmek içinmiş. bu eylem önce yerel bir davranış olarak kabul görmüş, daha sonra ise zaman içinde dilden dile yayılarak evrensel bir ritüel hâline gelmiş. böylece dünyanın en eski ve en yaygın inanışlarından biri olmuş. her ne kadar masal tadında olsa da brezilya’dan endonezya’ya, kanada’dan yeni zelanda’ta kadar dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde ve kültürlerinde hâlen tahtaya vurma ritüeli devam etmektedir.
devamını gör...

yedi numara

yedi numara’yla ilgili sanıyorum şimdiye dek yazılan en uzun yazı olacak. şimdi sizlerde zamanda nostaljik bir yolculuğa çıkacağız. yer yer neşeli yer yer hüzünlü anlar yaşayacağız. çayınızı kahvenizi* hazırlayın, başlıyoruz.

yedi numara hakkında benzer yazımı başka bir mecrada paylaşmıştım. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içinde paylaşacağım.



bir zamanlar trt’de yayınlanan yolları yedi numara’lı evde kesişen üniversiteli gençlerin ve çevresindekilerin hayatlarının anlatıldığı harikulâde televizyon dizisidir.

dizinin başrollerinde; şebnem sönmez, engin alkan, gülden güney, nuray uslu, ayça mutlugil, tuba erdem, volkan girgin, okan selvi oynuyor. diğer önemli rollerde ise; ruhi sarı, özlem türkad, olgun şimşek, sedef pehlivanoğlu, çağlar çorumlu, aşkın şenol, taner ertürkler oynamıştır.

dizinin senaristliğini ve yapımcılığını oya yüce üstlenmiştir. yazar ekibinde oya yüce dışında nuray uslu, volkan girgin, ayça mutlugil ve alev toprakoğlu bulunmaktadır.

yönetmen koltuğunda sadullah celen ve haluk bener oturmaktadır.

dizi tarihimizin en güzel, en samimi, en doğal, en sıcak, en tatlı, en yalın, en hoş, en harika, en muhteşem dizilerindendir.

senaryosu harikulâdedir. diyaloglar doğal, samimi, zekice ve mizah ayarı mükemmel. küfür etmeden yeri geldiğinde keskin zekâyla yapılan diyaloglarla güldürebilen, yeri geldiğinde insanı derin hüzne boğan çok özel bir diziydi.

oyunculuklar mükemmeldi. başroller de yan roller de hepsi rolünün hakkını veriyordu. hiçbir karakter zorlama değildi. sevimli olanlar sevimliydi itici olanlar iticiydi.

zeliha yenge’nin her şeye saçını süpürge etmesi ve içinde bir sızı olarak dinmeyen çocuk hasreti, haydar emmi’nin bakkal ve mantıcı maceraları, rüya’nın umursamazlığı, ayten’in aklı bir karış havada oluşu, armağan’ın genç yaşta annesinin rolünü üstlenip kız arkadaşlarını bir anne edasıyla koruyup kollaması, cansu’nun muziplikleri ince zekâsıyla yaptığı espirileri. haydar’ın sayısal dehası, recep’in müsriflik yakınmaları, satılmış’ın ticarete atılıp erken yoldan köşeyi dönme maceraları, sabit’in ilerde bir gün cüneyt arkın, tarık arkın gibi büyük aktör olma hevesleri, asiye’nin açık sözlülüğü, berat’ın küçük üçkağıtçılıkları, yusuf güdük’ün nevi şahsına münhasır tavırları, meryem’in saflıkları ve daha fazlası. tüm detayları çok gerçekçi çok samimi çok doğal bir şekilde yansıtılmıştı.

yedi numara’ya sıradan bir televizyon dizisi demek büyük haksızlık olur. komedi süsü altında ülkenin en önemli sorunları eğitim, siyaset, sosyal çevre gibi konuları ince ince bir nakış gibi nasıl da işliyorlar. ülkemiz kadınlarının her durumda, her koşulda mutlaka eğitim alması gerektiği en yalın hâliyle işleniyor. kadınların kimseye muhtaç olmamasının, kendi iradesiyle hareket edebilmesinin, ekonomik bağımsızlığını kazanmasının ancak ve ancak eğitim alarak gerçekleşebileceğinin altını ne de güzel çiziyorlardı.

yedi numara’yı günümüz dizilerinden ayıran çok değerli bu husus var. o da hiçbir karakterin ön plana çıkmaması ve hiçbir karakterin arka plana atılmaması. oya yüce’nin ve diğer senaristlerin bu konudaki hakkâniyetini takdir ediyorum.

zeliha yenge ile vahit emmi’nin çocuklarının olmayışı ne kadar hüzünlüydü. bu eksikliğini zeliha yenge haydar, recep, satılmış, rüya, armağan, cansu ve ayten’i sanki kendi çocuklarıymış sevmesi, sahiplenmesi, özel alâka göstermesi ne kadar da nahifti. zeliha yenge’nin vahit emmi ile bu üç erkek yeğenler ve dört kız kiracıyla âdeta bir evcilik oyunu oynamasını onlara öz anneleriymiş gibi davranmasını, hayâller kurmasını hatırladıkça hüzünlenirim.

bölümlerde sürekli aynı konuların işlenmemesi, her bölüm farklı heyecanlar, hüzünler, neşeler ortaya çıkması bölümlerin büyük çoğunluğunun birbirinden bağımsız olması güzel bir detaydı.

cansu, rüya, armağan ve ayten’in pazar sabahları kahvaltıdan sonra pek çok farklı gazeteyi okuyarak hasbihâl etmeleri, dedikodu yapmaları ne hoştu.

dizi baştan sona senaryosuyla, oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle, görselleriyle harikulâdeydi. tek bir olumsuz yönü vardı o da arka plandaki kahkaha efektleri. keşke o gülme sesleri hiç kullanılmasaydı.

dizideki espriler son derece zekice kurgulanmıştır. güncel ve siyasi konular üzerine ince hicivler yapılırdı.

dizi başlarken jenerik sırasında müzik eşliğinde arka planda olayların akışını göstermesi hoş bir detaydı.

öyle içten, öyle doğal, öyle gerçek bir diziydi ki hâlen jenerik müziğini duysam içim huzurla, neşeyle dolar, ruhum hoşnut olur..

vahit emmi’nin dizi boyunca önemli olaylardan sonra bir bilge edasıyla yaşam deneyimlerini aktarması, gençlere nasihatler vermesi takdire şayandı.

yedi numara, komedi türü görünümünün altında aslında büyük hüzünler, büyük aşklar, büyük acılar barındıran bir diziydi.

recep’in arada “hovardalık” yapıp taksi tutması veya tatlı, simit gibi yiyecekler alması ne kadar güzeldi.

yedi numara’da dikkatimi çeken şeylerden biri de aynı oyuncuları farklı karakterlerle faklı zamanlarda diziye dahil olmasıydı. bu oyuncular bu karakterleri başarıyla icra ediyordu. bu duruma daha önce rastlamıştım.

recep ile ayten’in atışmaları bazen hoş, bazen ise sinir bozucu olurdu. dizi boyunca birbirlerine fırsat buldukça sataşsalar da yardıma ihtiyaç duyduklarında da hemen birbirlerinin yardımına koşmaları çok değerliydi benim için.

trt yapımlarının en sevdiğim özelliklerinden biri de dizileri tadında bırakmasını biliyor oluşuydu. yedi numara da o yapımlardan biriydi.

yedi numara sayesinde kelime dağarcığım inanılmaz gelişmişti. yerli ve yabancı o kadar çok yeni kelime öğreniyordum ki onları bir an önce zihnime yerleştirip cümle içinde kullanmak istiyordum. meğer anadolu’da kullanılan ve benim hiç duymadığım ne kadar çok kelime varmış yedi numara sayesinde öğrendim.

bu muhteşem senaryonun, hassas konuların, harika diyalogları ancak bir kadın yazar bu kadar mükemmel yazabilirdi diye düşünüyorum. çünkü kadınlarun erkeklere kıyasla daha derin daha duygusal düşündüklerine inanıyorum.

dizinin bazen eğlendiren bazen ise düşündüren zekâ dolu ince mizahi esprilerini çok seviyordum.

zeliha yenge’nin kızamamaları ne kadar da nahifti. kaç zaman geçti hâlen onun o sıcacık anaç hâlleri hatırımdadır.

yedi numara’da oynayan konuk oyunculardan bahsetmek istiyorum şimdi. bugün ülkemizde kaliteli oyunculuklarıyla hatırı sayılır yetenekler olan bu oyuncular yedi numara’nın tedrisatından geçmiştir. bu isimler yedi numara’dan sonra çıkış yakalayan oyunculardı. yedi numara için bir nevi oyuncu yetiştirme merkezi diyebiliriz. işte o isimlerden bazıları.

demet evgar
çağlar çorumlu
ali atay
ahu türkpençe
mustafa üstündağ
engin hepileri
ilker ayrık

yedi numara, ailemizin dizisiydi. büyük bir aileyle yaşayan herkes rahatlıkla genç yaşlı aynı anda oturup bu muhteşem diziyi izleyebiliyordu.

yedi numara’nın bölümlerini trt’nin internet sitesinden izleyebilirsiniz. bu konuda bir eleştirim olacak. yobaz iktidar devletin bağımsız olması gereken ve halktan vergi alan kanalı trt’ye nasıl nüfuz ettiyse içki bardaklarını buğulandırarak sansür uyguladığı yetmemiş gibi “içki”, “şarap”, “sarhoş”, “şerefe”, “sigara” gibi kelimeleri sansürlemiş hatta iyice abartıp “içmek” gibi kelimeleri dahi yasaklayarak son derece yersiz bir sansür uyguluyor ve dizinin tüm doğallığını bozuyor ne yazık ki. iktidar değiştiğinde trt’deki bu kepazelikler sona erer umarım.

şimdi önemli karakterlerimize kısaca değinelim.

zeliha ballıoğlu: yedi numara’nın olmazsa olmazıdır. gurbette öğrencilik yapan piliçlerinin ve koçlarının kan bağı olmadan anasıdır. şöyle ki yıllarca bıkmadan usanmadan piliçlerine ve koçlarına tüm yemeklerini hazırlar, çamaşırlarını yıkardı. hatta her gece bıkmadan yedi numara’daki evlatlarına gece sütü içirirdi. yüreği sevgi ve şevkat doludur. vahit’ine sonsuz bir sadakat ile aşıktır. vahit’ine olan sevdası her zaman örnek olmuştur. evliliğinde ve mantıcıda arka planda gibi gözükür fakat her başarılı şey onun sayesinde gerçekleşir. vahit ballıoğlu’nu vahit ballıoğlu yapan kişidir.

vahit ballıoğlu: recep, haydar, satılmış ve sabit’in öz emmisidir. recep kadar olmasa da kendisi pintidir. para harcamayı sevmez, sadece sevdikleri için para harcamaktan çekinmez. zeliha yenge ile arada bir ince mizah yaparak tartışırlar. bu tartışmalardan her zaman kendisinin galip çıktığını sanır fakat her mevzunun sonunda zeliha yenge galip gelir.

ayten mutlugil: ankara pilici’dir. bakımına ve güzelliğine aşırı önem verir. şıpsevdi bir karakterdir. dizi boyunca çok fazla sevgilisi olmuştur. tartışmalarda en çok sesi çıkan karakterdir. recep ile atışmaları meşhurdur. mimiklerini ve ses tonunu olağanüstü kullanır. dizinin en yetenekli oyuncularındandır.

rüya uslu: izmir pilici’dir. aşırı duygusal bir karakterdir. pek çok şeyden korkar. cansu’nun dizi boyunca en çok uğraştığı karakterdir. sürekli ağlayarak bunalıma girmesi meşhurdur. etrafında biri bunalıma girecekse ona severek eşlik eder. “ya armağan ya” repliğiyle bilinir. başlarda doktor deniz denen gıcık bir tiple beraber olsa da ilerleyen bölümlerde hayatının aşkı evren’ini bulur. en sevdiğim karakterlerdendir.

cansu güney: antalya pilici’dir. dizinin en şakacı, en esprili karakteridir. arada yaptığı eşşek şakaları yüzünden yedi numara sakinleri tarafından cephe alındığı olmuştur. rüya’yı korkutma şakaları meşhurdur. başlarda mustafa abisiyle kötü sonuçlanan bir aşk hikâyesi olmuştur. ilerleyen bölümlerde yusuf güdük ile gerçek aşkı bulmaya yakındır dizideki en sevdiğim karakterlerdendir.

armağan erdem: bursa pilici’dir. kızlar arasında strateji üretme, karar verme, kararı anında uygulama gibi özelliklerinden dolayı lider konumdadır. duygularından çok mantığına önem verir. yedi numara’da her zaman ve her durumda en mantıklı kararları veren kişi olarak bilinir. uzun aforizmalar içeren cümleleriyle meşhurdur. ayrıca haydar ile olan aşkı dillere destandır. dizide en sevmediğim karakterlerdendi.

haydar ballıoğlu: kendisi matematik konusunda üstün zekâya sahip bir dâhidir. şöyle ki beş basamakları sayıları bile birkaç saniye içinde kalem dahi kullanmadan çarparak doğru sonuca ulaşır. “yanlış bir şey söyledim herhalde, galiba, sanırsam” sözü meşhurdur. armağan’a olan aşkı o kadar derin o kadar güçlüdür ki bu sevdadan dolayı dağları bile delebilir.

recep ballıoğlu: dizinin en pinti karakteridir. haydar’a kıyasla uyanıktır. parayı çok sever ve az para harcamak için alışverişleri çorlu’daki ucuzcu marketten yapar. “müsrifliğin lüzumu yok” repliği meşhurdur. ayten ile yıldızları bir türlü barışmaz. ayten’le dizi boyunca atışırlar. en önemli özelliklerinden biri de gideceği yerleri bulmak için sırtını daima aksaray’a verir. çünkü bu eskiden babasıyla hal’e meyve sebze indirirken geliştirdiği bir stratejidir. meryem ile sevgilidir ve mutlu sonları vardır.

satılmış ballıoğlu: haydar ile recep’in emmi oğludur. onların peşine takılıp istanbul’a gelmiştir. her zaman üstün bir ticari zekâya sahip olduğunu düşünür. istanbul’da iş kurmanın hayâlini kurar. “akarı yok, kokarı yok, temiz iş” sözüyle meşhurdur. dizide ilk on üç bölümde yer alır.

sabit ballıoğlu: recep’in ağabeyidir. diziye sonrada dahil olan ve en sevilen karakterlerdendir. aktör olmak için köydeki odun deposunu bırakarak istanbul’a gelir. kendisini tarık arkın olarak tanıtır. “bu, sanatçı duruşudur” ve “normal” sözü meşhurdur. herkesle iyi geçinir. kimseyle bir derdi yoktur. yaptığı başarılı taklitlerle yedi numara halkını güldürmüşlüğü çoktur. yanık sesiyle çok güzel türküler söyler. diziye geç katılıp erken veda edenlerdendir. en sevdiğim karakterlerdendir.

meryem*: dizideki en saf karakterdir. her şeye inanır. isimleri sürekli yanlış telaffuz etmesiyle meşhurdur. mantı şiparişleri için adres sorarken kilometrelerce yürümüşlüğü bile olmuştur. bir iki kere adları doğru söylediği olmuştu ve herkesi çok şaşırtmıştı. mantıcıda zeliha yenge’nin yardımcısı ve recep’in yavuklusudur. recep ile mutlu sonları vardır.

yusuf güdük: yedi numara tayfasına sonradan katılanlardandır. nevi şahsına münhasır bir katakterdir. kendisine özgü gülüşü meşhurdur. recep gibi cimridir. fakat mevzubahis cansu olunca akan sular durur. “nokta, bitti” sözü meşhurdur. merttir. kimseden korkmaz. sevdikleri için her şeyi göze alır. aşık olduğu kadın dahil herkese “aslanım” ön adıyla hitap eder. cansu’nun tatlı belasıdır ve uzun emekleri sonunda muradına erer. ayrıca çağlar çorumlu’nun büyük oyuncu olacağı daha o zamandan belliymiş.

asiye: diziye satılmış’tan dolayı katılmıştı. rolü gelip geçici sanmıştık fakat kalıcı oldu. karadenizlidir. zeki ve uyanık bir karakterdir. yedi numara’nın kızlarıyla ve zeliha yenge’yle arası hep iyi olmuştur. kızlara hayat tecrübelerini aktarıp pek çok konuda yardımcı olmuştur. zeliha yenge’ye de mantıcıda yardım eder. ilerleyen zamanlarda berat ile evlenir, bir de bebişleri olur.

berat çolağangiller: diziye sonradan katılmıştır. cingöz ve iş bitiricidir. başlarda iticiliği yüzünden çoğu izleyici gibi ben de kendisinden hiç haz etmemiştim. daha sonra karakterindeki iyileşmeden dolayı izleyici kendisine alışmış ve görece sevmişti. ancak ben bu karakteri bir türlü sevememiştim.

evren: diziye sonrada dahil olanlardandır. rüya’nın arayıp da bulamadığı aşkıdır. rüya gibi duygusal bir çocuktur. rüya’yla birbirlerine aşk mektupları yazıp özlü sözler söylemeyi severler. dizide sevdiğim karakterlerdendir.

doktor deniz: yedi numara’nın en sinir bozucu karakteridir. espri yapamamasıyla meşhurdur. rüya ile ilk bölümlerde sevgilidir. neyse ki rüya daha fazla düşmeden kendisinden kurtulmuştu. dizideki en sevmediğim karakterdir.

~yedi numara’yla ilgili anekdotlar~

* yedi numara’nın ilk mekânı üsküdar’dadır. ilk on üç bölüm kandilli derman sokak numara 1’deki tarihi köşkte çekilmiştir. kandilli iskelesi’nden yukarı çıkan yokuşu takip ederseniz o yol sizi bu tarihi ahşap binaya götürecektir. ilk on üç bölüm çekimlerinin ardından bu zarif ahşap konakta çekimler sona erer. artık yeni yedi numara’lı sıcak yuvamız beyazgül caddesi no:55 arnavutköy/beşiktaş adresinde bulunan tarihi ahşap binadır. dizi bitene kadar çekimler bu binada gerçekleşmiştir.

* yetmiş beşinci bölüm senarist oya yüce tarafından final bölümü olarak yazılır. zaten başta on üç bölüm olarak planlanmış fakat dizi tutunca iki sezona uzatılır. oya yüce yetmiş beş bölüm tadında kalması için yeterli, daha da uzatılırsa kalitesi bozulur, dizinin tadı kaçabilir düşüncesiyle yedi numara hikâyesini yetmiş beşinci bölümle unutulmaz bir final yaparak sonlandırır. daha sonra izleyicilerden devam etmesi için telefonlarla, mektuplarla, e postalarla müthiş bir talep olur. oya yüce kafasındaki yedi numara’yı bitirdiği için uzatmak istemez. daha sonra oyuncu ekibinden rüya, ayten ve recep yeni senaryo yazarak yaklaşık yarım sezon -on yedi bölüm- daha diziyi uzatırlar. iyi ki de uzatmışlar. tadı damağımızda kalmıştı.

oya yüce’nin yedi numara’nın bitmesine dair açıklaması

“sevgili 7 numaracılar,

tartışmaları önleyecek, merakları giderecek o cümleyi kurmak, sanırım dizinin yazarı ve yapımcısı olarak bana düşüyor.

evet, 7 numara 75. bölümüyle veda edecek…

forum’da okuduğum kadarıyla, “bitiş” fikrine çeşitli nedenler aranmakta, tahminler yapılmakta. oysa iki yıllık 7 numara serüveninin bir tek bitiş nedeni var: ben…

öyküler de tıpkı aşk gibi; eğer gelişmiyorsa geri gidiyor demektir. 7 numara benim kurguladığım bir öykü, bir düştü, o’nun aracılığıyla ve sınırları dahilinde duygularımı, yaşama bakışımı, inançlarımı gerek ekibimle gerekse de sizlerle paylaştım.

belki fark etmediniz ama siz benim dünyamı seyrederken, verdiğim tepkiler ölçüsünde ben de sizin dünyalarınızı, düşlerinizi, beklentilerinizi seyrettim. sonuçta kurmaca bir öykü, bir dizi üzerinden iletişim kurduk. böylece yüzlerini bile görmediğim binlerce tanıdığım oldu. belki sizlerle hiç karşılaşmadık ve karşılaşmayacağız ama biz tanıştık…

iki yıl sonunda, 7 numara benim içimdeki yolculuğunu tamamladı. sırf tutulduğu için onu daha fazla uzatmak, hepimizi tanıdık kılan bir anlamın içini boşaltmak, 7 numara’yı; tadını tükettiği ama para getirdiği için sürdürülen bir dizi olarak görmek istemiyorum. tanışıklığımıza duyduğum inançla; kalitesini yitireceği anı kestiremeyip artık gitmesi gerektiğini anlayamayanların bönlüğüne düşmeden; dizimizi bitirme kararını benim kadar savunacağınızdan eminim. bırakalım ortak yaşadığımız bir aşk, en ateşli hâliyle anılarımızda kalsın. o’nun zaman içerisinde yıpranıp eskiyişini yaşamak, bana olduğu kadar size de acı verecektir.

her bitiş, yeni başlangıçlara gebedir… ben ve yol arkadaşlarım bundan böyle yeni başlangıçlara imza attıkça, sizlerle tanışıklığımız kaldığı yerden devam edip gelişecek, hatta dostluğa dönüşecek umudundayım.

ekip olarak kendi aramızda yakaladığımız 7 numara ruhunu bizimle paylaştığınız için, bir dizi aracılığıyla birbirimize dokunabildiğimiz için çok mutluyum.
hoşçakalın ve merheba...”

oya yüce

07.07.2002

* recep ile meryem dizi çekimlerinde tanışıp gerçek hayatta evlenmişler.

* senarist oya yüce* ve yönetmen sadullah celen* dizide kısa süreli konuk oyuncu olarak görünmektedir.

* zeliha yenge* ile sabit* gerçek hayatta 1994-2000 yılları arasında evliymiş.

* ayten* ile evren* de gerçek hayatta evliymiş. ayça mutlugil ile taner ertürkler sanıldığı gibi yedi numara’da tanışıp evlenmemişler, aralarındaki aşk lise yıllarına dayanıyormuş. tanışma öykülerini ayça mutlugil’den dinleyelim.
“taner ile lisede tanıştık. taner o dönem okulun en popüler ve en yakışıklı genciydi. hatta arkadaşlarımla taner’i elde edip edemeyeceğime ilişkin iddiaya bile girdik. neticede ikna ettim. taner okul nöbetçisi olduğu gün bacağımı sahte alçıya alıp benimle ilgilenmesini sağladım. o sayede tanışıp arkadaş olduk. sonra sonra da birbirimize aşık olduk.”

* yedi numara sakinlerinden kimsenin cep telefonu olmamıştır. bu durum da dikkatimi çeken bir detaydı.

yedi numara bir televizyon dizisinden çok daha fazlasıdır..

aşağıda yedi numara hakkında uzun ve detaylı bir yazı yazacağım. hatırımdaki bazı sahnelere değineceğim. izlemeden önce ayrıntıları öğrenmekten hoşlanmıyorsanız aşağıda yazılanları okumanızı önermem. yok benim için sorun değil diyorsanız buyurun, başlıyoruz.

[[spoiler]]

zeliha yenge ile vahit emmi arasındaki diyaloglar çok güzel çok özeldi. şimdi o sahnelerden hatırımda kalanlardan bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum.

on ikinci bölümde zeliha yenge satılmış ile meryem’i evlendiremedikleri için komşusu behiye’ye mahcubiyet hisseder ve bu mahcupluğu gidermek için haydar’la recep’ten birini komşusu behiye’nin akrabası meryem ile evlendirmeyi düşünür ve bunu kocası vahit’e söyler. ve diyaloğumuz başlar.

— olmaz zeliha! başımıza ne dertler geldiğünü bilüyon. biz burada meryem’e koca yetiştirme çiftliği değilüz.

— beni düşünmüyorsan, behiye’yle meryem’i düşünmüyorsan bari oğlanları düşün vahit’im. bir daha meryem gibisini nerden bulacaklar.

— haklısun. onun için gönlüm rahat ya.

— meryem kız gamlara düşsün, behiye yüzüme bakmasın, benim için parım parım paralansın, bir sen sözünden dönme.

— zeliha! ben duygu sömürgesi miyüm sömürüp sömürüp duruyon.

— asıl sen benim duygularımı sömürüyon, şahsiyetimi kemiriyon, semirdikçe semiriyon.

— son kısmın kafiyesi fena değildü, ama duruma pek uymadu. üstersen bir de serbest hece dene.

— iyi bak serbestçe heceliyom. ben çok ü-zü-lü-yom.

— seni de serbest bırakmaya gelmiyor be.

şimdi de zeliha yenge ile vahit emmi arasındaki ince mizah içeren bir diyaloğu paylaşmak istiyorum.

on üçüncü bölümde vahit emmi yedi numara’nın müze yapılacağı haberini telefonla ağabeylerine bildirir ve zeliha yenge’yle arasında şu sıcacık ince espriler barındıran şahane diyalog başlar.

— ee ne diyorlar vahit’im?

— evin parası ödenince abülerime paylarını yolluycaz. haydar’la recep’e de ev tutacaz.

— e piliçler, piliçler n’olacak?

— onlar da kiralik bir ev bulurlar elbet.

— ya bulamazlarsa, ya karda kışta ayazda sokakta kalırlarsa, ya kötü adamların ellerine düşerlerse, ya kötü adamlar bunları sağda solda dilendirirlerse?

kibritçi kız yazıldı, artık başka bir konu bul üstersen.

— vah benim koçlarım vah benim piliçlerim! bir şeyler yap vahit’im!

— istersen oğlanlarla kızları komple nüfusuma geçüreyim zeliha.

— e geçir.

— nüfusumda izdiham mı yaratmak istiyon zeliha. daha mantıklu bir teklifte bulun.

— iyi. hepsini bizim eve alalım.

şimdi emmi oğullarının kavulleşmesini hatırlayalım.

dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar kavlini tutmayanı cadılar dürtüşler

yedi numara’nın müze olacağı için ev sakinleri eşyalarını toplamak zorunda kaldığı gün ne hüzünlüydü. hele eşyalarını toplarken birlikte yaşamış oldukları iyi-kötü anıları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçirmeleri beni derinden etkilemişti.

zeliha yenge’nin çocuk hayâli dizi boyunca beni en çok etkileyen hususlardan biriydi. etrafta annelik duygusundan yoksun, anne olmaması gereken pek çok kadın varken o kadar anaç, kalbi o kadar sevgi, şevkat dolu bir insanın çocuğu olamamasını bir türlü kabul edemiyordum. keşke zeliha yengem ile vahit emmimin çocukları olsaydı be sözlük.

yirmi altıncı bölümde zeliha yenge hayâl dünyasında hamile oluyordu. bu durumu bütün yedi numara sakinleri neşeyle karşılıyordu. daha sonra gebe kalmadığı gerçeğiyle yüzleştikleri sahnede vahit emmi’mle birbirlerini teselli ederlerken ki sahne son derece duygusaldı. o sahnede vahit emmi’min zeliha yenge’me söylediği şu sözler hâlen hatırımdadır.

— bana uyanıkken tatlı rüyalar gördürdün ya zeliha’m. rüyaların en güzeli senin olsun. sen sabah uyan ama bırak ben bu rüyadan hiç uyanmayayım.

yedinci bölümde zeliha yenge piliçleriyle şarap, vahit emmi de yeğenleriyle rakı içmektedir. o sırada armağan, zeliha yenge’ye vahit amca’yla nasıl tanıştınız diye sorar ve o unutulmaz sahne vahit emmi’nin tiradıyla başlar.

vahit emmi: anasıyla babası, yirmi yaş büyük birisiyle sözlemişlerdi tanıştığımızda. ben kasaba pazarına elma indirdiydim. o da elma almaya geldi.

zeliha yenge : baktım, bu elinde elma kasası, arkası da bana dönük, öyle duruyor. “şurdan iki kilo elma versene” dedim. o zaman bana yüzünü döndü.

vahit emmi: dönmemle, yüreğim yüreğine zincirlendi sanki. gözleri ürkek bi ceylan, yanakları gül yaprağı gibiydi. sıkılaraktan güldü. ben de güldüm.

zeliha yenge: öyle bir gülüşü vardı ki. yani sanki böyle dağların tepelerinden gürleyip gürleyip gelen sular böyle aktı aktı aktı aktı taa böyle içime doldu. şöyle kana kana seyredeyim istedim. ikimiz bir öylece kalakalmışız. sonra bana dedi ki.

vahit emmi: “yolu yok! benim kadınım sen olcan!” dedim.

zeliha yenge: “ya olmaz!” dedim, “ben başkasına sözlüyüm” dedim. “öyleyse seni kaçırıcam!” dedi.

vahit emmi: “bizi vururlar” dedi. dedim, “vursunlar!”, biz birbirimize böyle vurulduktan sonra ne yazar.

zeliha yenge: dedi, “eğer elin elimde olacaksa, bayram yerine gider gibi giderim ben ölüme” dedi. “ee madem öyle, kaçır beni” diyivermişim.

vahit emmi: kaçırdım ben de. istanbul’a geldik. tam üç sene bir akrabamın yanında tek göz odada yaşadık. o oda var ya çocuklar...

zeliha yenge: o odaya biz kocaman bir sevda sığdırdık. o oda bizim peri sarayımızdı. sobamız bile yoktu ama birbirimize sarılıp öyle güzel ısınırdık ki... bir çocuğumuz olsun istedim, olmadı.

vahit emmi: yoksulluk... amelelik yaptım... zeliha’mı doktor doktor gezdirdim. ne fayda... zeliha’m kısır çıktı.

zeliha yenge: aslında kısır olan vahit’ti. ona hiçbir zaman diyemedim. diyeydim, kendini hiç bağışlamazdı yoksa. amaaaan, varsın dedim beni kısır bilsin.

vahit emmi: bizim memlekette, kısır kadına hor gözle bakarlar, biliyorsunuz... zeliha’mı üzmesinler diye, burda aç kaldım, yine de memlekete geri dönmedim. sevda ince iştir evlatlar...

haydar ile armağan arasında yedinci bölümde aşk/sevda üzerine geçen muhteşem bir diyaloğu paylaşmak istiyorum şimdi.

— hava mı alıyorsun?

— hı hı sıkıldım biraz. sabahtan beri aynı mevzu.

— nasıl?

— bizim kızlar. akılları fikirleri aşkta meşkte. başka hiçbir şey düşündükleri yok. oysa hayatta daha ciddi şeyler de var. bunları niye sana anlatıyorum ki. belki seni de kendime benzetiyorum da ondan. senin de önceliğin okuyup adam olmak. aşk, meşk bunların benim için değeri sıfır.

— sıfır bir değer değildir. bir sayı bile değildir. anca başka bir sayının yanına gelince değer yaratır. tıpkı sevda gibi. sevdanın da tek başına bir değeri yok. ille de biri olmalı. sıfır ne kadar çoksa sevda o kadar çoğalır. sevda ne kadar çoksa insan o kadar çoğalır büyür.

— sen ne kadar güzel şeyler söylüyorsun böyle haydar.

— biri dese ki sevdamı al kendine ekle, bir ömürle çarp, sonra sonsuza eşitle. yine değeri sıfır mı olur senin için?

— bilmem ki. bana daha önce kimse böyle bir şey söylemedi.

— bugün söylüyor işte.

armağan, rüya’nın kafaya taktığı ressam adviye hulusi hakkında ayten’in sanat tarihi konusunda donanımlı sevgilisinden bilgi aldıktan sonra hüzünlenir ve bahçeye çıkar. kendini ve ülkemizdeki kadınların durumunu düşünür, hüzünlenir. o sırada müştemilattan gelen haydar ile rastlaşırlar ve aralarında geçen hüzünlü, yaralayıcı, insanı derinden etkileyen diyalogları başlar.

— neyin var?

— hiç. düşünüyordum.

— neyi düşünüyorsun?

— kadın olmak ne zor diye. kendimi, kızları, asiye’yi, zeliha yenge’yi, meryem’i düşünüyordum. biz de varız diyebilmek için ne çok mücadele ettiğimizi düşünüyordum. adliye hulusi yaşarken de böyleymiş, bugün de değişen hiçbir şey yok. o hep bu değişmeyen kadın yüzlerini çizmiş işte.

— o da kim?

— o bulduğunuz resimlerin sahibi.

ahh armağan ahh! bu sözlerinin üzerinden yirmi iki yıl geçti. kadınların durumunun daha iyi olması beklenirken bağnaz iktidar yüzünden daha da kötüleşti. ancak inanıyorum ki yakında güzel ülkemizin güzel yürekli kadınları “güneşli güzel günler” görecek.

yetmişinci bölüm en güzel en keyifli hoş en samimi en naif bölüm sonlarından biriydi. o sahneyi izlerken içime huzur, neşe dolmuştu.

on birinci bölümde asiye’nin yedi numara kızlarına anlattığı hayat hikâyesi ne de üzmüştü hepimizi. o sahneden.
“okuma yazmam yok benim. istedim, kız çocuk okumaz dediler. hemen evlendirdiler. beş çocuk ettim. sonra kocam öldü. uşakları koca tarafım aldı. beni de yolladılar yine baba evine. dul kadın dediğin iki kat eksik. daha bir eğildi boynum. okusaydım ya, hiç evlenmezdim. kadın dediğin zaten adamdan sayılmaz, bir de elinde mesleği yoksa uyy iyice erkeğin oyuncağı. erkek ondan sonra ister atar, ister satar, ister kandırır. kalmaz beş paralık değerin. söyleyin ona evlenmesin. okusun önce. kendine sahip çıkamayan kadın başkasından sahiplik aranır çünkü.”

emmi oğulları mor koyun meler gelir türküsünü ne çok severdi. hatta arada bir söyledikleri amanini mor koyun türküsünü kızlara da öğretmişlerdi, birlikte söyemişlikleri de vardı. ne de güzeldi.

armağan ile haydar arasında diyalogların bazıları beni etkilemişti. aralarında geçen konuşmalardan hatırımda kalanları paylaşmak istiyorum şimdi.

dördüncü bölümde haydar, armağan’ların fatura parası çıkışmadığı için doğduklarından beri yanından ayırmadığı kadim dostları, can yoldaşları paskal ile ferit’i* satmak durumunda kalarak armağan ve arkadaşları üzülmesin diye fatura paralarının eksik olan kısmını tamamlaması ne erdemli bir davranıştı. hâlen hatırımdadır o sahne. haydar ile armağan arasında geçen o harikulâde diyalog.

— faturaları ödemişsin ama bizim biraz eksiğimiz vardı.

— ay başında verirsiniz. arkadaşların sevindi mi?

— çok.

— ya sen?

— hem de çok. peki ama eksik parayı nerden buldun?

— iki eski arkadaşımdan.

zeliha yenge’yle vahit emmi’nin tartışmalarında vahit emmi her defasında zeliha yenge’ye karşı çıkardı, senin dediklerin olmayacak derdi, fakat günün sonunda hep zeliha yenge’min dediği olurdu. bu da hatırımda kalan hoş bir ayrıntıydı.

ikinci finali* ilk finalden* daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.

ellinci bölümde bayram vardır. yedi numara’nın piliçlerle koçları bayrama ailelerinin yanlarına gidince zeliha yenge ile vahit emmi koca evde başbaşa kalırlar. zeliha yenge koçlarla piliçlerinin bayramdan erken dönüp vahit emmi’yle kendisine sürpriz yapacağını düşünür. daha doğrusu içinden hep öyle olmasını ister. ve bayramın ikinci gününün gecesi koçlarla piliçleri asiye ve berat’la birlikte plan yapıp zeliha yengeleriyle vahit emmilerine muhteşem bir bayram sürprizi yaparlar. eski zaman bayramlarındaki hacivat ve karagöz oyunları, bu bekarlıktan bıktım usandım kantosu, geleneksel türk tiyatrosu’nun seyirlik oyunlarını oynayarak zeliha yenge’ye vahit emmi’ye unutamayacakları bir bayram yaşatmışlardı. aynı zamanda izleyiciye de unutulmaz çok hoş anlar yaşatmışlardı.

cansu’yla haydar’ın yedi numara halkıyla yaptığı çatıdan düşme şakasına en çok armağan içerlemişti. hatta haydar’a o kadar çok darılmıştı ki onu bir türlü affedemiyordu. haydar’ın armağan’a olan aşkla dolu yüreği bu küslüğe dayanamıyordu. bu süreçte beni en çok etkileyen sahneyi paylaşmak istiyorum şimdi. haydar, öz güvenini toplayarak bir demet papatya almış af dilemek için armağan’ın okuluna gitmişti. hem de bunu -bir kadına çiçek almayı- hayatında ilk defa yapıyordu. tüm cesaretini topladı, zemheri ayında edindiği papatyaları alıp armağan’ın karşısına çıkıp, “son bir kez özür dilesem affeder misin?” demişti. armağan ise gururuna yenik düşerek haydar’ı affetmemişti. haydar ızdırapla masanın üstündeki papatyaları aldı, kapıya doğru yöneldi ve armağan’ın kabul etmediği cıvıl cıvıl papatyaları çöp kutusunun üzerine bırakarak ağır ağır adımlarla ilerleyerek oradan uzaklaşmıştı. bu sahne hâlen hatırımdadır ve hâlen yüreğime dokunur.

sabit’in ve cansu’nun arada seyircilere göz kırpması alışık olduğumuz bir durum değildi, fakat benim hoşuma giderdi.

elli dördüncü bölümde yedi numara halkı hafta sonu evde sağlam bir temizliğe girişmişti. bu özenli temizliğin ödülü ise hafta sonunun kalan zamanında herkes istediği şeyi yapacak, istediği yere gidecek, istediğini alacaktı. fakat ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymadı. dışarı çıkan herkes hayat palalılığından şikâyetçiydi. recep ile meryem sinemaya gitmek için biletlerin, mısır patlağının pahalılığından, haydar market fiyatlarının artmasından, alt tarafı çay şeker gibi gıda maddeleri alayım derken market kasasında vurgun yediğinden, ayten ile rüya giyim ve kozmetik ürünlerinin pahalılığından, yüzde elli indirime giren ürünlerin sadece yüzde yüz kârla satılanlar olmasından, cansu’yla armağan bilet bulamadığı için üzgündü ve boşuna yol parası verdikleri için ve dışarıda yedikler sandiviçin pahalılığından şikâyetçiydi. onları böyle üzgün gören asiye eğlencelerinin kursaklarında kaldığı için üzülmüştü. armağan, ot gibi yaşarsan sorun yok diyordu. rüyâ, okumazsan, eğlenmezsen gezmezsen, cansu ise yemezsen, içmezsen gelişmezsen sorun yok diye hoşnutsuzluklarını belirtiyordu. ahh çocuklar ahh. iyi ki bu dönemde öğrenci değildiniz. o zamanlar da hayat pahalı olsa da üniversite öğrencileri veya diğer gençler harçlıklarıyla bir şekilde eğlenebiliyordu. alım gücü vardı. bugün gençler harçlıklarıyla değil eğlenmek sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar ne yazık ki. siz bu iktidardaki zamları hayat pahalılığını görseydiniz yaşama sevincinizi kaybederdiniz. neyse efendim konumuza dönelim. bu karamsar havayı kırmak için armağan, “madem eğlenmeye gidemiyoruz, eğlenceyi eve getirelim.” önerisinde bulunmuştu ve eğlencenin maliyetini en aza indirerek evde eğlenceli bir hafta sonu geçirmişlerdi. harika bir sunumla âdeta sinemayı eve getirmişlerdi.

şimdi de piliçlerin kavulleşmesini hatırlayalım.

hoptiri hoptiri hop hop hop, zoptiri zoptiri zop zop zop

on ikinci bölümde recep, meryem’in kendisine uygun olup olmadığını ilk buluşmada test etmek ister. ilk buluşmalarını dışarıda müsriflik olmasın diye evde gerçekleştirirler. asiye’nin demlediği çayı içip yanında da meryem’in yaptığı poğaçaları yerler. o sıra aralarında geçen harika diyaloğa bakalım şimdi.

— kaç şekerli içiyon?

— hh şeker kullanmam.

— güzel. şeker sağlığa ve keseye zararlıdır. keseye zarar gelirse sağlık bozulur. sağlık bozulursa keseye zarar verir.

— poğaçaları beğendin mi?

— güzel, eline sağlık ama malzemeyi biraz bol tutmuşun.

— yoo behiye yengemin artan unundan yaptım. peyniri de kalıbın kırıntılarından toplayıverdim.

ardından recep hayatının kadınını bulmuşçasına gülümseyerek

— kıyafetin pek yakışmış. hangi mağazadan?

— sağ ol. hırkayı kendim ördüm. elbiseyi de behiye yengemin artan kumaşlarından diktiydim.

bu sözleri duyan recep sevinçten elindeki çayı kafasına diker ve

— benimle evlenir misin meryem?

meryem de heyecandan çayı fondip yapar ve

— olur recai.

işte böyle hoş bir sahneydi.

günümüzde aynı evde kalan dört kız üç erkek öğrenci olsa yobaz iktidar tarafından topa tutulur, çirkin iftiralara maruz bırakılırdı. neyse ki bu mükemmel dizi gününüzde yayınlanmadı. bu dizi o kadar içten, o kadar temizdi ki o dönem bu durumdan kimse rahatsız olmuyor şikâyet etmiyordu.

otuz dördüncü bölümde recep çarşıya erzak almaya çıkmıştı. erzakları aldıktan sonra eve döneceği sırada yolda iki kişi kendisine adres sordu. recep her zamanki gibi aksaray’a sırtını verdiği tarifini yaptı. ardından çok yorulduğu ve susadığı için markete su almaya girdi. o sırada cüzdanının üzerinde olmadığını fark etti. yana yakıla o az önce adres soran o kişileri aradı, ancak nafile. isyan ede ede eve geldi. o sırada da ev sakinleri kendi dertleriyle uğraştığı için recep’in derdini kimse dinlemiyordu. mutfağın kapısına oturdu ve köyünden gelen erzağını hüzünle koklamaya başladı. o sırada ağabeyi sabit eve geldi ve ağabeyine içini dökmeye başladı. işte o buruk sahneden.

— ne yapıyon burda sansar?

— memleketi düşünüyom.

— nerden çıktı şimdi bu?

— bu istanbul öyle bir istanbul ki sabit abi, sokaklar korku filmi gibi. insanlar kan emiyor, betonların altında kalıyon. paran yoksa susuzluktan ölüyon. iteleniyon, kakalanıyon, soyuluyon. bizim memlekette herkesin birbiriyle selamı vardır. nereye baksan yeşillik sudur. ben memlekette hiç korktuğumu bilmem. burda korkuyom, bazen dönesim geliyor.

onuncu bölümde recep, kızlara çok içerlemişti. çünkü recep’e göre kızlar haydar’ı okuldaki kızlarla tanıştırarak haydar’ı başka biri yapmaya çalışıyorlardı. ayrıca okuldaki kızların bu ilgisi haydar’ı kendinden ve satılmış’tan uzaklaştırdığını düşünmesine neden oluyordu. yine bir akşam haydar’ı kızlar çağırmış ve haydar onların yanına gitmişti. recep bu duruma çok bozulmuştu. o sırada recep, armağan’la karşılaşmıştı. işte o sarsıcı sahneden.

— haydar gitti mi?

— gitti! ne yapacaktın? ders almak isteyen başka arkadaşların mı var?

— neyin var recep?

— arkadaşların vizelerden sonra haydar’ı savurup atacaklar. ama eski haydar’ın yerinde yeller esecek.

— ben mi suçluyum yani?

— sen de suçlusun, öbürleri de! çünkü siz şehir demeksiniz de ondan. örfünüz, adetiniz yok. olanı da hor görüyonuz! medeniyet medeniyet dediğiniz acayip karmakarışık bir şey. ama renkli. satılmış’la haydar’ın gözünü boyadı. boyası akınca altından çıkacak hiçbir şey yok.

— sakin ol recep.

— biz memleketteyken bu şehir hayatını hiç bilmezdik. satılmış’la uçurtma uçururduk, haydar’la sığırcık kovalardık. beraber tarla sürdük, beraber hasat kaldırdık. hiç ayrılmadık. ama şimdi nerdeler? bak... yoklar. siz aldınız onu benden! şehir aldı!

yetmiş üçüncü bölümde rezzan hoca’nın kızı hiclâl, yedi numara’dan gizlice kaçar. herkes hiclâl’i aramaya koyulur. haydar’la armağan’ın hiclâl’i buldukları o yağmurlu gecede haydar, armağan’a karşı beslediği hisleri, uzun zamandır içinde biriktirdiklerini yağan yağmurla birlikte toprağa bırakır. gündöndünün güneşe, güneşin de gündöndüye aşık olduğu o unutulmaz sahneden.

— ben, seni seviyom armağan.

— ne?

— seni seviyom dedim. seni doğduğum, nefes aldığım günden beri, toprağın sıcağı avuçladığından beri, ağacın dibine oturup yaktığım türkülerden beri seviyom. hiç görmeden bildiğim, görünce tanıdığımsın. yanımda yokken sen bende varsın. yanımda varken ben sende yok oluyom. işte söyledim armağan. iki yıllık sessizliğimin mührünü söküp attım. gerisi sana kalmış.

ardından armağan gitmeye kalkar, haydar armağan’ın elinden tutar ve...

— dur. bir şey demeden yollamam seni.

— sana ne diyim bilmiyorum.

— bana neden kızgın olduğunu söyleyeceksin.

— söyledim ya, hiclâl’e acı çektirdin.

— hiclâl benim onu kardeş gibi sevdiğimi biliyordu.

— sana duyduğu aşk hoşuna gidiyordu. sana dokunması, sana sarılması, sana sığınması.

— hayır. rezzan hocam içindi. peki sen niye beni hiclâl’e doğru ittin?

— ben vicdanımın sesini dinledim!

— diğer bacılar dururken niye en çok sen bağrına bastın?

— çünkü çok çaresizdi.

— sen hiclâl’i kıskandın.

— madem böyle düşünüyordun onu niye eve getirdin?

— söyle armağan hiclâl’i kıskandın değil mi?

— hayır!

— kıskandığın için vicdanın seni ayıpladı değil mi?

— hayır!

— kendinden sakladığın hayâletler hiclâl gelince hortlamadı mı?

— hayır! evet! evet kıskandım! evet kıskandım! evet kıskandım!

— niye peki?

— çünkü sen benimdin. sen benim parçamdın, onun değil.

— sana son defa soruyom. bir daha da sormayacağım. benim bir parçamsın ne demek armağan?

ardından armağan yine gitmek ister ve haydar, armağan’ı yine bırakmaz ve..

— ne demek armağan?

— kabul etmekten deliler gibi korktuğum için kırk kilide vurup sakladığım her şey demek. yitirdiğim çocukluğumdan saklı kalan masumiyet demek, bir türlü yol bulup da yüreğimden dilime gelmeyen o cümle demek! ben de seni seviyorum haydar demek. ben de seni seviyorum demek!

ardından yağan yağmurda birbirlerine sırılsıklam sarılırlar. daha sonra taksiye binip yedi numara’ya giderler. kapının önünde yaşanan nahif diyaloğa bakalım şimdi de.

— haydar. bu geceden sonra yedi numara’da daha farklı yaşansın istemiyorum.

— bizi yalnız yağmur duydu zaten. peki ama yağmurun duyduklarını ara sıra ben de duymak istersem.

— konuşmak için illa konuşmamız gerekmez.

ardından armağan, haydar’ın elini tutar ve haydar’ın avucuna tıpkı hiclâl’in yaptığı gibi işaret diliyle yazar. armağan’ın işaretle yazdığı cümle, “seni seviyorum”dur. bunu gören haydar tebessümle armağın’ın elini tutar ve o da aynı işaret diliyle armağan’ın avuç içine, “ben de seni...” yazar ve bu harika sahne sona erer.

ilk önce satılmış’ın vedası, daha sonra ise sabit’in vedası beni olumsuz etkilemişti. iki karakteri de ayrı severdim. volkan girgin’in 2005’teki söyleşisine göre satılmış* kişisel tercihinden dolayı, sabit* ise başka projelere katılacağı için diziden ayrılmış.

elli dokuzuncu bölümde vahit emmi’nin memlekete gitmesi gerekiyordu. vahit’ini köye gönderen zeliha yenge sürekli onu düşünüyordu. hatta vahit’i rüyalarına giriyordu. fakat gelin görün ki vahit emmi zeliha yengeyi değil de sürekli dükkânını düşünüyordu. maalesef arap kültürü o kadar nüfuz etmişti ki toplumumuza kadınları her zaman yüce ve değerli gören türk kültürünün yerini kadını aşağılayan ve yetersiz gören arap kültürü alıyordu. bu durum dizide de ne yazık ki kendine yer buluyordu. ben bu durumu o gün de bir türlü kabullenemiyordum, bugün de kabullenemiyorum, bundan sonra da kabullenemeyeceğim. neyse efendim konumuza dönelim. vahit emmi her telefon konuşmalarında zeliha yengeyi onu yapma bunu yapma diye tembihliyordu. fakat bu durumun zeliha yenge’yi üzeceğini/üzdüğünü düşünemiyordu. vahit emmi’nin bu konuşmaları zehiha yenge’yi yetersizmiş gibi, sanki vahit olmadan hiçbir şey yapamayacakmış gibi hissettirip yaralıyordu. vahit’ine, “bana güvenmiyon mu?” diyerek içerliyordu. ve devam ediyordu, “korkma sen” diyordu. “kadın aklım yetmese bile yanımda iki tane aslan gibi elçilerim* var evelallah. onlar erkek, benim kadın aklımın ermediği yerde onlar her şeyi halleder.” diyerek ne kadar alındığını gösteriyordu. telefonu kapatmadan önce de tıpkı kendisi gibi vahit’ine beni rüyanda gör diyordu. zeliha yenge vahit’inin kendisine karşı güvensiz tavırlarına o kadar alınıyordu ki kadir bebeği uyutmaya giderken recep’in, “noldu yenge? yüzün döndü.” sözüne, “yok bir şey. gideyim de kadir’i uyutayım. benim aklım erse erse anca buna erer, neye erecek!” diyerek kırıldığını onlara da belli ediyordu. o kadar darılmıştı ki vahit’ine kadir bebeği uyuturken bebeğe, “seni kız istediydim ama iyi ki de erkek olmuşun. kız olaydın kocan bile yarım insan diye bakacaktı sana. kendin de korkacaktın kendinden. ya tabii, camcı dükkânındaki fil gibi ay bir yanlış yapar mıyım, ay her şeyi berbat eder miyim diyerekten ya.” sözlerini söyleyerek kadir bebekle dertleşiyordu. zeliha yenge’nin bu durumu içime dert olmuştu. sizinle de paylaşmak istedim.

altmış birinci bölümde recep, haydar ve yusuf birbirlerine sevdiği kadınların onlara olan tavırlarından, onları bir türlü anlamadıklarından yakınırlar. ardından vahit emminin de bu tayfaya katılıp zeliha yengeden yakınması eklenince hep birlik fena hâlde üzülmüşlerdi. recep, “filmin resimlerine bakarken elini bilem tuttum. yine de bana küstü yav” diyordu. haydar, “hem projesine yardım ettim hem suçlu ben oldum. sabahtan beri beş karış surat asıyor.” diyordu. yusuf ise “o çiçekleri eminönü’ndeki en pahalı nayloncudan aldıydım. toptan fiyatına versin diye de bir saat de pazarlık ettim. fakat kraliçam neye kızdı anlamadım ki. acaba paraya kıyıp bir düzine mi alaydım?” diyordu. o sırada haydar’dan şu harika replik gelir. harhubet* denklemini yarım günde çözdüm, armağan’ı iki senedir çözemedim.”

yusuf güdük’ün her zaman her şeyin farkında olması fakat çoğu zaman anlamamazlıktan gelerek saf ayağına yatması dikkatimi çeken ayrıntılardan bir tanesiydi.

otuz dördüncü bölümde yeni mantı dükkânı açma fikrine soğuk bakan vahit emmi’yi zeliha yenge’nin ikna ettiği sahne muhteşemdi. ikinci dükkânı aklından bile geçirmeyen vahit emmi’yi zeliha yenge nasıl ikna etmeyi başarmıştı bir hatırlayalım. mesai sonrası dükkânı kapamaya hazırlanırken zeliha yenge’yle başbaşa kalan vahit emmi hasılatı sayar ve sahne başlar.

— hasılat galiba güzel vahit’im.

— nazar değmesin zeliha, bu hafta iyi gittik.

— aman, berat’ın aklına uyup ikinci dükkânı istememekle çok iyi ettin vahit’im.

— iyi yaptım tabii. başımıza dert açacaktı zıpır oğlan.

— tabii canım. şimdi orası böyle güzel iş yapacaktı mesela.

— işin yoksa otur bir saat deste deste para say. aman, kim uğraşacak değil mi?

— yok canım sayılmasına sayılır da.

— yok yok. o bankalarda tırr tırr diye para sayan makinalar yok mu, onlardan almak lazım. ama onlar da dünyanın parasıdır şimdi. durup dururken masraf. berat sen mi canım, toy daha düşünemiyor işte.

— he cücük kadar beyniyle. zaten ikinci dükkânın iş yapacağı ne malum?

— bir şeyin şubesini açtın mıydı millet rağbet eder, orası burdan fazla işler de. aman, yok yok nemize gerek. dediğin doğru.

— elbet ya.

— sen şimdi parayı bol bulunca araba da almaya kalkacaksın hem de en bir gıcırından. şimdi böyle ikimiz kurulup gezinirken aha küt!

— n’oldu?

— geldi çarptı adam. hayda! şimdi kavga ettiğine mi yanacaksın arabanın masrafına mı yanacaksın. berat bunları düşünemiyor ki işte.

— körün taşı gibi koca istanbul’da bula bula bizim arabayı mı buldu herif?

— olur olur. sonra parayı bulunca çoluğun çocuğun başında da duramaz insan. almanya senin japonya benim gezmelere de kalkarız biz. eyvah hadi bakalım buyurun.

— n’oldu şimdi?

— elin memleketinde kalabalıkta birbirimizi kaybettik!

japonya’ya gidersek kaybetmeyiz birbirimizi. kalabalıkta seni hemen ayırt ederüm.

— bana bak. ben o dondurmalı kadın heykelini de görmek istiyorum.

— o japonya’da değil amerika’da zeliha. ayrıca kadın, dondurma değil meşale tutuyor. özgürlük anıtı diyolar.

— aman canım neyse. bak gördün mü? çok para kazanınca insanın başına ne dertler çıkıyor. berat bunları hesap edemiyor, çocuk işte. o sen mi?

— canım, o kadar da değil. kafası işliyor oğlanın.

— yok yok. sen onun aklına uyma. bak biz ne güzel kıt kanaat geçinip gidiyoruz böyle. bak, bir iki bir iki. hiç zenginlik lazım değil, yeter bunlar bize.

— ya dur be kadın. kadın aklınla sen ticarete karışma bir kere. hadi bakalım. ben gidip şu oğlanla bir konuşayım bakalım. hakkaten devir parası istemiyorlar mıymış?

— yok.

— hesabı kitabı iyi yaparsak neden zengin olmayacakmışız. karışma sen, karışma sen, her şeye karışma.

seksen sekizinci bölüm sonu harikulâdeydi. cansu ile yusuf adına çok sevinmiştim.

finalden sonra yayınlanan bölümlerde vahit emmi’nin oyunculuğunda düşüş gözlemledim. o eski bölümlerdeki içtenliği sanki biraz azalmıştı. yetmiş altıncı bölümden sonra vahit emmi’yle birkaç karakter daha bana bazı sahnelerde biraz zoraki oynuyormuş gibi geldi.

yetmiş altıncı bölümde ayten’in o unutulmaz soluksuz tiradına ne demeli. bihter ziyagil’in henüz esamesi okunmazken ayten sinema ve televizyon tarihine unutulmaz bir sahne bırakmıştı. ayten’in o mükemmel sahnesinin tek seferde çekildiği söylenmektedir.

işte ayten’in o uzun ve soluksuz efsane tiradı.

“hikâyede durmadan inandırıcılık arayarak, bencil meraklarını tatmin etmeye çalışacağına; bari, berat’ın yardım ihtiyacına cevap vermeye çabalayan ve maalesef senin gibi kendi egosunun gölgesinde yaşadığı hâlde, etrafını bencillikle suçlayıp durmayan insanların yolunu tıkamasan, ayrıca, üstelik bir de sencil havalarda ortalıkta dolaşmasan daha iyi olmaz mı rüya?”

sahneyi hatırlamak isteyenler ve merak edenler için unutulmaz sahneye giden yol..

altmışıncı bölümde ayten, recep’in bağlama hocasına aşık olur. recep, hocasıyla sevgili olmak isteyen ayten’i uyarmasına rağmen ayten aldırış etmez. ayten bir gün lokalde hocayla görüşmeye gittiğinde hocanın kötü niyetini anlar ve aralarında tartışma çıkar. bu sırada hoca ayten’e tokat atar ve ayten oradan hızla uzaklaşır. dışarı çıktığında recep’in oraya geldiğini görür. ayten’i ağlarken gören recep içeri girip hocaya ayten’e attığı tokatın diyetini ödetmek ister. fakat ayten buna engel olur. ardından bir kafede oturup dertleşmeye başlarlar. işte o hüzünlü sahneden.

— ben bunu hak ettim. ismet ne de olsa anadolu erkeği. sen de öyle düşünüyorsundur mutlaka.

— bizim memlekette erkekler kadınları döver. daha sekiz yaşında falandım. babam gözümün önünde anneme bir yumruk vurunca kendimi dışarı attım. etrafıma baktım. tavuklar, köpekler, koçlar, sığırlar. hiçbir hayvanın erkeği dişisine kuvvetini denemiyor. o zaman dedim ki dişisine vuran erkeğe hayvan bile demek yanlış. hayvanlara haksızlık.

sabit’in yanık sesiyle ara ara türküler söylemesi nahif bir anı olarak hatırımdadır.

kırk sekizinci bölümde recep, yusuf güdük’e; “sana cansu’dan hayır gelmez.”, haydar’a da “sana da armağan’dan hayır gelmez, ikiniz de hayâl kuruyonuz.” demişti. yusuf güdük de cevap olarak, “bana o senin kuruntun gibi geliyor.” demişti ve “sen şehirden korkuyon herhalde” diye eklemişti. recep de; “şehirden korkulur. taşından, toprağından, havasından, suyundan hatta kızından bile korkulur.” diyordu. recep’in bu sözlerine ise yusuf güdük, “ne korkacağım aslanım, şehir benden korksun!” diyordu.

on üçüncü bölümde yedi numara’yı müze yapmak için bakanlığın gönderdiği yetkililer evi kontrol etmeye, ölçüler almaya gelir. yetkili bir kadın haydar’la recep’in odasına girer, arkadan tabii bizimkiler de gelir. görevli kadın, küçümser bakışlarıyla evi süzer ve yetkili kadın ile asiye arasındaki kısa ama eğlenceli diyalog.

— burası sizin mi?

— içeri buyursaydınız.

— ıyy bundan daha berbat bir şey görmedim.

— dur ben sana bir ayna getireyim.

aynı bölümde asiye ile yetkili kadın arasındaki başka bir sahneye geçelim. görevli kadın evi kontrol ederken asiye merdivenleri süpürür ve tozları bilerek kadının üzerine doğru süpürür ve keyifli şu diyalog başlar.

— çek kızım şunu!

— pisliği atmayalım mı ablacığım da.

— bırak şimdi pislik kalsın.

— buyur kal. başım üstüne.

yedi numara’nın yetmiş altıncı bölümde bitmemesine en çok sevinenlerdenim. her ne kadar senaryo eskisi kadar güçlü olmasa da birkaç bölüm de olsa uzaması güzel olmuştu. çünkü tadına doyum olmuyordu. ayrıca finalden sonraki bölümlerde yusuf güdük’ü görünce sevindim. özlemişiz, iyi ki askerliği bitmiş. nevi şahsına münhasır tavırlarına kaldığı yerden devam etmişti.

haydar ile recep masum saf köy çocukları olduğu için istanbul’a gelmeden köy ahâlisine istanbul’u sormaları köy sakinlerinin kimisi tecrübelerini kimisiyse kulaktan dolma bilgilerini haydar ve recep’le paylaşması çok nahifti.

sekseninci bölümü başka sevmiştim. o bölümün sonu harikulâde bölüm sonlarından biriydi. kapanışta atamızın en sevdiği bestelerden biri olan vardar ovası’nı çalarak atamızın ruhunu yâd etmeleri ne kadar da anlamlıydı.

elli altıncı bölümde bir sahne vardı. ayten’i okuldan bir arkadaşı doğum günü partisine bara davet etmişti. ayten de rüya, armağan, cansu, recep ve haydar ile birlikte davete icabet ederek bara gitmişti. ardından meryem ile yusuf güdük de sürpriz yapıp mekâna gelmişti. hep birlik eğlenirlerken birkaç serseri gelip ortamın huzurunu kaçırmış kadınlara sarkıntılık yapmıştı. recep ile haydar beklediğimiz gibi kız arkadaşlarını ve diğer kadınları savunmuşlardı. aynı sahnede yusuf güdük ise öne atılarak yüreğini ortaya koyup sevdalısı olduğu cansu’yu ve diğer kız arkadaşlarını korumak için bu gangsterlere meydan okumuştu, hem de serserilerden birinin elinde sustalı varken. bu sahneden yusuf güdük’ü takdir etmiş ve sevmiştim. mert çocukmuş, bıçaklanmayı göze alarak serserilere yiğitçe meydan okumuştu. bu olaylardan sonra polisin mekâna gelmesiyle huzurla eve dönmüşlerdi. mekândan çıkarken rüya’nın mekândaki erkeklere dönüp, “sizi sosyal kahramanlar sizi!” diyerek tepki göstermesi, oradaki erkeklerden biri, “neyse geçmiş olsun, benim tadım kaçtı, hadi buradan başka bir yere gidelim ayten” demesi üzerine ayten’in dönüp, “size iyi eğlenceler biz evimize gideceğiz. zaten eğlence anlayışlarımız da pek uymuyor öyle değil mi? çok iyi dans ediyorsunuz ama hiçbiriniz halay çekmeyi beceremiyorsunuz!” diyerek tepki göstermesi önemli mesajlar içeriyordu. bu da hatırımda kalan kıymetli sahnelerdendi.

seksen birinci bölümde cansu’nun senaristlerin acemiliğine gönderme yapması ne kadar içten bir dizi olduğu bir kez daha gösterdi.

ellinci bölümde recep, yusuf güdük’e, onlar şehir kızları, bizim gibi taşralı değil. onlarla aynı melekette yaşıyoz aynı havayı soluyoz ama aynı dili konuşmuyoz. kültürümüz örfümüz adetimiz her şeyimiz farklı. bu sevdadan vazgeç gibi söylemlerle kendince haklı olduğu zerzenişte bulunuyordu. fakat yusuf güdük sevdasından vazgeçmiyordu ve hiçbir zaman da vazgeçmedi. en sonunda da mükâfat olarak cansu’nun gönlünü kazanmıştı.

seksen yedinci bölümde haydar’la yusuf güdük’ün sahildeki çay bahçesinde sevda üzerine sohbeti ne etkileyiciydi. haydar’ın söyledikleri hem yusuf’u hem de beni derinden etkilemişti. işte o sahneden.

— insanın her zaman istediği olmuyor.

— neden olmasınmış? iş ki istemeyi bilesin, iş ki kendine hak göresin.

— bizim aha şu gençlerden -arka masadaki çifti göstererek- ne eksiğimiz var?

— eksiğimiz değil yusuf, farkımız var. bazen düşünüyom da sevmek, hem de canından çok sevmek neye yeter ki.

— iki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş. öyle mi?

— ben onu demiyom. yani, bir kere sen köyde yetişmişsin, o şehirde. geleneklerin, alışkanlıkların farklı. onun ailesinde yeri geldi mi herkes söz söyler. bizde baba ne derse o olur. biz abimizin bile elini öperiz, onlar tokalaşır. onun anası askılı entari giyer, seninki yemenisiz kapıdan adımını dışarı atmaz. bizim derdimiz mahsuldür, topraktır. yağmur bizim karnımızı doyurur. şehirlinin ise paçasının kiridir.

— sevdalı adam hiç korkar mı haydar kardeş?

— ya cansu bacının karşısına başka biri çıkarsa? ya başkasına sevdalanırsa? o zaman ne yapacaksın hiç düşündün mü?

ardından hüzünlenen yusuf elindeki zarları atar, düşeş gelir, sahne sona erer.

henüz lost’un esamesi okunmazken yedi numara finaliyle lost’a göz kırpmıştı.

elli dördüncü bölümde haydar’a michigan üniversitesi’nde tam burs çıkar. rezzan hoca haydar’a bu fırsatı kaçırmaması için telkinlerde bulunur. başta bu fikre soğuk bakan haydar, yaptığı üzücü şakadan sonra armağan’la araları bozulunca gitmeye karar verir. haydar gitme kararı verdiği gece armağan’la bir kez daha konuşur ve araları düzelir. gitmekten vazgeçtiğini rezzan hoca’ya telefonla bildirir. rezzan hoca şaşırır ve bunun doğru olup olmadığını anlamak için yedi numara’ya gelir. haydar’la rezzan hoca arasında geçen diyalogta haydar’ın harika replikleri unutulmazlarım arasındadır. işte o sahneden.

— haydar, oğlum. yarım saat önce beni arayıp söylediğin şey doğru muydu?

— evet. doğruydu hocam.

— ama daha dün akşam amerika’ya gitmek istediğini söylemiştin. niye fikir değiştirdin?

— eğer kendime anlatabilseydim size de anlatabilirdim hocam. kusuruma bakmayın.

— çok üzüldüm. büyük bir balık kaçırdın.

— balıklar her zaman bulunur hocam. ben galiba deniz olmak istiyorum...

heyhat! bu dünyadan bir yedi numara geçti

[[/spoiler]]

devamını gör...

bron/broen (dizi)

isveç/danimarka ortak yapımı iskandinav televizyon dizisidir.

başrolde sofia helin’i izliyoruz. kendisine kim bodnia ve thure lindhardt eşlik ediyor. diğer önemli rollerde dag malmberg, sarah boberg, lars simonsen, rafael pettersson, ıda engvoll, henrik lundström, maria kulle, louise peterhoff, fanny bornedal, puk scharbau, selma modéer wiking, reuben sallmander, julia ragnarsson, adam pålsson gibi oyuncuları görüyoruz.

dizinin yönetmen ekibinde henrik georgsson, rumle hammerich, charlotte sieling, kathrine windfeld, lisa siwe, morten arnfred isimleri bulunuyor.

muhteşem dizimiz isveç ile danimarka’yı birbirine bağlayan öresund köprüsü’nde gerçekleşen gizemli bir cinayetle başlar ve olaylar gelişir.

oyunculuklar tek kelimeyle harikulâdeydi. başrolümüz biriciğimiz canımızın içi saga norén karakterini sofia helin oynamış dersem sanatçıya büyük haksızlık etmiş olurum. sofia hanımefendi rolüne öyle bir girmiş, öyle ruhunu vermiş ki sofia helin’in başka bir evrende kesinlikle saga norén olarak yaşadığına inanıyorum. bazı oyuncular vardır, bir karakteri evrende o oyuncudan başka kimse o kadar mükemmel oynayamaz. işte saga norén rolünü evrende sofia helin’den daha iyi hiçbir aktrisin oynayacağına ihtimal vermiyorum. sofia helin’in bu rol için yaratıldığına inanıyorum. bir insan bir role bu kadar mı yakışır. hele o tatlı mı tatlı şirin mi şirin nevi şahsına münhasır tavırları ve kıyafetleri yok mu, bayılıyordum o hâllerine.. izlemekten büyük haz duyduğum karakterdi. şöyle ki bölümler ilerledikçe kendisine platonik olarak aşık olmuştum.* o üzülünce ben de üzülüyor, o sevinince ben de seviyordum. dizi bittikten sonra kendisi için gerçek anlamda gözyaşı dökmüştüm. aramızda öyle derin duygusal bir bağ olmuştu.. ahh saga norén’ciğim olağanüstüydü, büyüleyiciydi, harikulâdeydi.. kendisine daha çok methiyeler düzerdim ancak diğer önemli oyunculara da kısaca değinmeliyim. kim bodnia’yı pusher’dan biliyorum. çok iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. martin rohde rolü için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum. martin abimizin o gıcık hareketlerini bile seviyordum. henrik sabroe karakterine başlarda bir türlü ısınamamıştım. fakat bölümler ilerledikçe henrik arkadaşımızı sevmeye başlamıştım. thure lindhardt de rolünün hakkını vermişti. yan rollere kısaca değinecek olursam, neredeyse tüm yan rolleri beğendiğimi belirtmeliyim. kadın karakter seçimi konusunda cast ekibini tebrik etmek istiyorum. özellikle üçüncü sezondaki kadın karakterlerin seçimi muhteşemdi. bu sezondaki hanımefendilerin tamamı yetenekli, zarif, güzel, başarılı, cazibeliydi.

başrolümüz saga norén alışılmışın tamamen dışında nevi şahsına münhasır tarzı olan bir karakter. asperger sendromundan muzdarip olan saga zeki, aşırı disiplinli, soğuk, çalışkan, kuralcı, duygularından arınmış, ilkeli ve asosyal bir karakterdir. kendisine büyük saygı ve hayranlık duyduğumu belirtmek istiyorum.

özgün senaryosu, başarılı oyunculukları, kusursuz çekim teknikleri, kasvetli atmosferi, büyüleyici manzaraları, harika kurgusu ve diğer her şeyiyle harikulâde bir diziydi.

iskandinavya bölgesinin ruhunu, o karanlık o soğuk o sisli o soğuk atmosferi son derece başarıyla yansıtılıyordu. dört sezon boyunca siz de isveç’in ve danimarka’nın o kasvetli havasını soluyorsunuz.

dizi o kadar kusursuz ki izlerken sizin aklınızın ucundan geçmeyecek ayrıntılar, olasılıklar son derece zekice kurgulanmış. öyle muhteşem bir yapım. bir sonraki bölümde ne olacağını kesinlikle tam olarak kestiremiyorsunuz. pek çok kere ters köşe oluyorsunuz.

bron/broen’in en sevdiğim ve en takdir ettiğim yönlerinden birisi evrensel sorunlara yaklaşımıydı. dünyayı ilgilendiren hassas konulara klasik amerikan yapımları gibi göstermelik değil gerçekçi yaklaşılıyordu. bu konuda takdiri hak ediyorlar.

klasik amerikan polisiyelerinden bıktınız mı? izlediğiniz tüm polisiyeler birbirine mi benziyordu? artık hiçbir polisiye yapımı sizi tatmin edemiyor muydu? bu boşluğu dolduracak bir dizi mi arıyordunuz? işte şu anda tam olarak doğru adrestesiniz. izlediğiniz o tüm polisiye klişelerini altüst edecek bir yapım sizi bekliyor.

dizi ağır ilerliyor fakat asla sıkmıyor,* kendini izlettirmeyi, bir sonraki bölümü merak ettirmeyi mutlaka başarıyor.

bron/broen’in en takdir yönlerinden biri de asla tekrara düşmüyor. yani diğer dandik klişeler gibi bir süre sonra aynı şeyleri izlemeye başlamıyorsunuz. bence bu çok önemli bir detaydı.

saga norén sayesinde tüm isveç’e ve isveçlilere sempati beslemeye başlamıştım.

eğer şu anda imkânım olsaydı bu diziyi zihnimden sildirip en baştan izlemek isterdim. bu bakımdan bu şahane diziye yeni başlayacak olanları kıskanmıyor değilim.

geç izlediğim için en çok hayıflandığım dizidir kendisi.

bittiğinde boşluğa düştüğünüzü hissedeceğiz dizilerden bron/broen. bittiğinde sanki bir hbo yapımı bir dizi bitmiş gibi boşluğa düştüm. tıpkı carnivàle, oz, the wire, boardwalk empire, six feet under, true detective’i bitirdiğimde hissettiğim o evimden sevdiklerimden ülkemden ayrılmışım hissini hatta daha fazlasını yaşadım.

bron/broen en güzelinden en iyisinden gerçek bir başyapıttır. dram, polisiye ve suç türü yapımları seviyorsanız izlediğinize kesinlikle pişman olmazsınız. bu şahane diziyi tüm kaliteli diziseverlere öneriyorum.

bron/broen ile ilgili anekdotlar

* dizinin adı başlangıç noktası olan köprüden gelmektedir. bron isveççe, broen ise danca köprü anlamına gelmektedir.

* bron/broen’den sonra birçok ülke benzer diziler çekmiştir. fakat hiçbiri bron/broen kadar etkili olmamıştır. bu dizilerden biri amerika birleşik devletleri/meksika yapımı the bridge , diğeri ise fransa/ingiltere yapımı the tunnel

* bron/broen 100’den fazla ülkede gösterilmiştir. bu açıdan bir avrupa dizisi olarak çok önemli bir başarıya imza atmıştır.

* her sezonun çekimi yaklaşık dokuz ay sürmüş. bu çekimler esnasında terapisti de sofia helin’e eşlik etmiş.

* saga norén’e hayat veren sofia helin'in yüzündeki hafif yara 24 yaşındayken geçirdiği bisiklet kazası sonrasında oluşmuş. saga norén karakterine de ayrı bir hava kattığını düşünüyorum.

* saga norén kendine özgü o meşhur “saga norén, lanskrim malmö” repliğini ilk sezonda tam otuz sekiz defa kullanmış.

dipnot

diziyi izleyeceklere tavsiyem alt yazılı olarak izleyecekseniz kesinlikle miserym’in çevirilerini izleyin. maalesef tüm sezonlarda yok ancak kendisinin çevirdiği bulabildiğiniz tüm bölümleri izlemenizi öneriyorum. diziden önce tek kelime isveççe ve danca bilmememe rağmen miserym’in o mükemmel çevirileri sayesinde sahneler arasında kopukluk asla yaşamadım. zor bir sahne düşünün. o zor sahneyi öyle anlaşılır çeviriyor ki cümlelerdeki anlam asla bozulmuyor. kelimelere hâkimiyeti olsun, anlam bütünlüğü olsun, verilmek istenen duygu olsun bu kadar başarılı, bu kadar gerçek, bu kadar hisli çeviriler daha önce görmedim. isveççe ve danca hiç bilmemenize rağmen diyaloglardaki anlam bütünlüğüne bakınca kusursuz bir çeviri olduğunu idrak edebiliyorsunuz. o dili bilmeseniz de bu sahnede bu oyuncu bu cümleden başka bir şey söylememiştir hissine kapılıyorsunuz. ayrıca yabancı kelime hazneniz de gelişiyor.

aşağıda dizi hakkında bazı ayrıntılara değineceğim. diziyi izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmayan biriyseniz aşağıda yazdıklarımı okumanızı önermiyorum.



dizi hakkında konuşulacak çok şey var. şimdi hatırımda kalan bazı şeyleri paylaşacağım. dizinin çekici yanlarından biri her sezon ayrı bir hikâyeyi ele alıyor ve hepsini de muhteşem biçimde işliyor oluşuydu. bu durum diziye ayrı bir hava katmıştı.

saga ilk iki sezonda martin’le iyi bir ikili olmuştu. üçüncü ve dördüncü sezonda ise henrik bende aynı etkiyi yaratmadı. bir süre gözlerim martin’i aradı. fakat daha sonra henrik’e de alışmaya başlayıp sevmiştim. saga, partneri kim olursa olsun tüm sezonlarda kendini izlettirmeyi başarıyor. saga’nın o ruhsuz tavırları, tek aynalı klas otomobili, martin’in ise o tuhaf kahkahaları kendilerine ait hatırımda kalan özelliklerdir.

saga norén ile ilgili beni derinden sarsan bir sahne yıllar geçmesine rağmen hâlen hatırımdadır. bir bölümde saga işyerinde stajyer bir çocukla tartışmıştı, o karakter saga’nın duygusuz biri olduğunu düşündüğü için saga’cığıma ağır sözler söylemişti. ardından saga’nın morali feci düşmüştü. saga’nın moralinin düştüğünü gören henrik, saga’nın yanına gelerek ne olduğunu sormuştu. o anda gerçekten üzülen saga, “benim üzülebileceğimi kim düşünebilir ki?” diye cevap vermişti. işte o sahne dizide en çok etkilendiğim sahneydi. saga’cığımın ilk defa duygularının hassaslaştığını, yüzünün düştüğünü, gerçekten üzüldüğünü görmüştüm ve ben de onunla beraber üzülmüştüm.

yine, yeniden..

saga norén, länskrim malmö

ahh saga’cığım. son sahnede köprüden aşağıya o çok sevdiğin dedektif kimliğini atarak kendin gibi tatlı zeytin yeşili 77 model porsche 911s otomobiline atlayıp iskandinavya otobanında kuğu gibi süzülerek gözden kaybolmanı unutmak mümkün mü?


devamını gör...

başkalarının hayatı

almanya-fransa yapımı dram/tarih/gerilim/gizem türlerinde sinema filmidir..

filmin yönetmen koltuğunda florian henckel von donnersmarck oturuyor..

başrollerde ulrich mühe, martina gedeck ve sebastian koch oynuyor..

film, 80’li yıllarda henüz soğuk savaşın sona ermediği dönemde geçiyor. sosyalist doğu almanya’nın istihbaratının* tüm yurttaşlarını gözetim altına aldığı, rejime karşı tehlike yaratabileceğini düşündüğü herkesi izlediği ve dinlediği zamanlardır. bu dönemde üst düzey bir devlet yöneticisinin rahatsız olduğu isimlerden biri olan yazar georg dreyman’ın hayatını takip etmesi için görevlendirilen gerd wiesler’in yaşadıklarına tanık oluyoruz filmde..

oyunculuklar mükemmeldi, kusursuzdu, olağanüstüydü, büyüleyiciydi.. filmin o hüzünlü o gizemli havasını çok iyi yansıtıyordu oyuncular. ulrich mühe’yi funny games’ten tanıyordum, harika bir oyuncu. gerd wiesler performansı takdire şayan. maalesef bu filmden bir yıl sonra kahredici hastalıktan dolayı genç sayılabilecek bir yaşta yaşama veda etmiştir. martina gedeck’i ilk defa bu filmde tanıdım. oyunculuğuna hayran kaldım, hatta bayıldığımı söyleyebilirim. o ne harikulâde bir performanstı öyle. mimikleri, zarafeti büyüleyiciydi. martina hanımefendi christa-maria sieland karakterini muhteşem canlandırmış. christa rolünü oynamamış âdeta yaşamış, ruhunu vermiş. mimikleri, duygu durum değişikliği olağanüstüydü. en yakın zamanda diğer filmlerini de izleyeceğim. sebastian koch’u da ilk defa bu filmle tanıdım. oldukça klas bir oyuncu. başarılı yazar georg dreyman rolünün hakkını kesinlikle vermiş..

müzikleri harikulâdeydi. sahnelerle müziğin uyumu harikaydı. sahnelerde hissedilen duygu müzikle birlikte çok daha derin hisler uyandırıyordu. bu değerli bestelerde emeği geçen stéphane moucha, gabriel yared, adam klemens, jaromir klepac, jaroslav novák, joachim-franz bartzsch, silly, ernst-ludwig petrowsky, angelika mann, fred gertz, frank schöbel, dieter lietz, hans-georg schmiedecke, bayon, wolfgang borchert, christoph theusner, adam klemens, hansi biebl, kurt demmler, karat, norbert kaiser, ulrich swillms, werner karma’ya ve sayamadığım tüm diğer isimlere ayrıca the city of prague philharmonic orchestra ekibine de bu büyüleyici eserlerde pay sahibi olduğu için teşekkürlerimi gönderiyorum..

sinematografisi harikaydı. çekim tekniklerini, plan sekansları çok beğendim. bazı sahneleri var ki diyalog olmadan duygu ancak bu kadar güzel aktarılabilirdi izleyiciye. görüntü yönetmeni hagen bogdanski’yi bu başarısından dolayı tebrik etmek istiyorum..

filmde iyi mevki sahibi olmak mı yoksa iyi bir insan olmak mı düşüncesi en yalın hâliyle işleniyor..

das leben der anderen, en iyi yabancı film oscar’ı dahil pek çok film şenliğinden önemli ödüllerle dönmüştür. aldığı bütün ödülleri her zerresine kadar hak ettiğine inanıyorum. aday olup da alamadığı diğer tüm ödülleri de kazanmış sayıyorum..

das leben der anderen’a basit bir sosyalizm eleştirisi olarak bakmak filme büyük haksızlık olur. filmde sosyalizmden çok daha önemli konular ele alınıyor. filmin alt metninde vicdan, sadakat, merhamet, aşk, hırs, bencillik, aidiyet, kibir, açgözlülük gibi en insani duyguları görüyoruz..

filmdeki diyaloglar harikaydı. özellikle ikili diyaloglar son derece etkileyiciydi..

das leben der anderen’da aksiyon, macera, adrenalini yüksek sahneler yok. bunları arıyorsanız yanlış adrestesiniz. durağan ancak aynı zamanda sürükleyici bir film. festival filmleri tarzını sevmeyenler için biraz sıkıcı olabilir. ancak şunu söylemeliyim ki her saniyesi özel bir film..

filmi çok beğenmeme rağmen ilk yarım saat kırk dakika civarı bu kadar övülen film bu muymuş dedim kendi kendime. tabii ki ilerleyen dakikalarda beni neyin beklediğini bilmiyordum. filmin ikinci yarısı kelimelerle tarif edilemeyecek kadar güzel harikulâde ve etkileyiciydi. eğer başlarda sıkılırsanız kesinlikle yarıda bırakmayın. asla zaman ayırıp izlendiğine pişman etmeyen bir film..

sosyalizmin özünden koparak giderek totaliterleşen ve polis devleti olma hızla ilerleyen doğu almanya'nın seksenlerde yurttaşlarına uyguladığı muameleye benzer uygulamalar ne yazık ki bugün ülkemizde de uygulanmaktadır. bu bakımdan bazı olaylar izleyicilere tanıdık gelecektir..

9 kasım 1989’da berlin duvarı’nın yıkılmasıyla insanların âdeta özgürlüğüne kavuşma hissi görülmeye değer..

filmle ilgili dikkatimi çeken daha doğrusu beni rahatsız eden bir husus var. o da filmin afişi. yapımcıların filmi sırf daha cazibeli hâle gelsin ve biraz daha fazla gişe yapsın düşüncesiyle afişe sevişme/öpüşme fotoğrafı koymasını yadırgadım. sebebi ise bu fotoğrafın filmin temasının dışına çıkarak sanki erotik bir filmmiş havası vermesidir. filmin süresini göz önüne aldığımızda sevişme sahnesi yok denilecek kadar azdır. olan sahneler de birbirini seven her çiftin ilişkisinde olduğu gibi christa ve georg’un ilişkisinde de olması gerektiğini düşündükleri kadardır. kesinlikle abartılacak sevişme sahneleri yoktur..

filmi beğenmeyenleri, zaman kaybı, bomboş bir film gibi yorum yapanları anlamak mümkün değil. o sanattan yoksun canlıları dikkate almamanızı öneririm. bu yorumları yapanların en beğendiği filmlerin recep ivedik(bu nadide filmde bunu yazarken bile utanıyorum) ve benzeri filmler olduğunu düşünüyorum. çünkü başka bir açıklaması olamaz..

izlerken çabuk bitmesini istemediğim ender filmlerdendi..

filmi görece diğer ülke insanlarına göre daha çok sevmemizin veya filme kendimizi daha yakın hissetmimizin önemli bir nedeninin olduğunu düşünüyorum. ülkemizde de benzer uygulamaları yaşamamızdan dolayı hepimizin özgürlüğe, adalete, vicdana, barışa hasret olduğu son zamanlarda bu kötü günlerin biteceğine dair umut aşılaması filmi sevmemizin en önemli nedeni diye düşünüyorum..

iyi filmleri izledikten sonra o film hakkında yorum yapmayı severim. fakat pek az filmi izledikten sonra hakkında kesinlikle birkaç cümle karalamalıyım dediğim film var. işte das leben der anderen o filmlerden. bu filmi bir kişinin bile izlemesine neden olabilirsem bundan sevinç ve onur duyacağım ve kendimi iyi bir insan olarak addedeceğim..

filmin sonunu henüz başından merak etmeye başlamıştım. dakikalar ilerledikçe bu merak duygum giderek arttı. filmin sonu oldukça anlamlıydı ve son derece etkileyiciydi. beni tatmin ettiğini belirtmek istiyorum. filme yakışır bir final olmuş..

bu muhteşem eseri bu kadar geç izlediğim için hayıflanmadan edemiyorum..

son zamanlarda izlediğim kuşkusuz en etkileyici ve en kaliteli avrupa filmlerindendir..

florian henckel von donnersmarckm bu filmden sonra da filmler çekmiş, fakat bu filmlerde beklentiyi karşılayamamış. çünkü ilk filminde öyle yükseğe koymuş ki çıtayı bence artık bu filmden sonra ne çekerse çeksin bu etkiyi yapamayacak..

filme puan verecek olursam 10 üzerinden 9.9 veriyorum..

bu filmi izleyen ne kazanır bilemiyorum ancak izlemeyen çok şey kaybeder..

das leben der anderen’in en iyisinden bir başyapıt olduğuna inanıyorum. herhangi bir siyasi görüşü olsun veya olmasın tüm sinemaseverlerin izlemesi gerektiğini düşünüyorum..

aşağıda filmle ilgili bazı ayrıntılardan bahsedeceğim. eğer buradaki yorumları okuyup izleyecekseniz şu andan itibaren yazılanları kesinlikle okumanızı tavsiye etmiyorum. çünkü aşağıda yazılanları okuyup izlerseniz filmin bütün büyüsü bozulur..



filmle ilgili bazı anekdotlar paylaşmak istiyorum.

* yönetmenin 1997 ve 2002 yılları arasında yönetmiş olduğu dört adet kısa filmi bulunuyormuş. das leben der anderen, florian henckel von donnersmarck’ın çektiği ilk uzun metrajlı sinema filmiymiş.

* film, yabancı dilde en iyi film akademi ödülü bafta, bodil, césar, avrupa film ödülü dahil olmak üzere pek çok film şenliğinden toplamda 76 prestijli ödül gibi ulaşılması çok zor zor ödülleri kazanmayı başarmış.

* filmde kullanılan elektronik dinleme ve kayıt cihazları gerçekten de stasi istihbarat teşkilatı tarafından o tarihlerde kullanılan cihazlarmış. bu cihazlar çekimler için özel olarak müze ve koleksiyonculardan temin edilmiş.

* das leben der anderen, bbc’nin ağustos 2016 tarihinde yayınladığı ve 36 ülkeden 177 eleştirmenin görüşü alınarak hazırlanan “21. yüzyılın en iyi filmleri” listesinde kendine 32. sırada yer buluyor. 8.5 puan ile imdb’nin en iyi 250 film listesinde de 55. sırada bulunuyor.

* filmin toplam maliyetinin 2 milyon dolarda kalmasının sebebi, oyuncuların gönüllü olarak normalde aldıkları ücretlerinin sadece %20’sini kabul etmelerinden kaynaklanıyormuş.

* 2006 yılında alman film ödülleri komitesi tarafından en çok dalda* ödüle aday gösterilen film bir rekora imza atarak tarihe geçmiş. bu ödüllerden en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu’nun da bulunduğu 7 ödülü kazanmış.

* dreyman’ın makalesinin yer aldığı der spiegel dergisinin kapağı film için özel olarak tasarlanmış.

* filmde dreyman tarafından çalınan ve filmin hikâyesi açısından önemli bir dönüm noktası olan piyano sonatı die sonate vom guten menschen ünlü besteci gabriel yared tarafından film için özel olarak bestelenmiş.

* film, 2 milyon dolar bütçesiyle 77 milyon dolar gişe hasılatı elde etmiş.

* rottentomatoes’da hakkında yazılan 153 eleştirinin 143’ünden olumlu yorum alarak ulaşılması zor bir başarı yakalamış.

* filmin senaryo yazarı da olan yönetmen florian henckel von donnersmarck batı almanya’da büyümüş ve berlin duvarı’nın yıkılışında sadece 16 yaşındaymış. tüm bunlara rağmen böyle değerli bir film üretebildiği için büyük övgü kazanmış. ayrıca film, doğu ve batı almanya’da yaşamış yurttaşlardan önemli övgüler almış. birçok eski doğu alman, filmin atmosferinin gerçekçiliğinden dolayı oldukça etkilendiklerini ifade etmiş.

* dünya çapında büyük başarı kazanan das leben der anderen’ın, abd’li yönetmen sydney pollack tarafından bir hollywood versiyonunun çekilmesi planlanmış ancak yönetmenin yaşama veda etmesiyle bu proje rafa kalkmış.

* filmin sonunda berlin duvarı’nın yıkıldığını anons eden ses yönetmen florian henckel von donnersmarck’a aitmiş.


filmle ilgili söylemek istediğim pek çok şey var. şimdi hatırımda kalanlara değinmek istiyorum. yüzbaşı wiesler’den o soğuk ve katı duruşundan dolayı tahmin ediyorum ilk başlarda pek çok kişi benim gibi haz etmemiştir. filmin en beğendiğim yanlarından biri tam da buydu. o buz gibi adamı bile zaman geçtikçe izleyiciye sevdirdiler. üstelik bunu zoraki biçimde gözümüze sokarak değil filmin doğal akışına bırakarak yapmaları ayrı güzeldi. buradan senarist ve yönetmen florian henckel von donnersmarck’i tebrik ve takdir ediyorum. wiesler kosununda çıkarmamız gereken dersler var. insanlar dışardan göründüğü gibi olmayabiliyormuş. yani tanımadan kimseyi yargılamamamız gerektiğini gösteriyor bize film. bu konuyu gerd wiesler üzerinden muhteşem biçimde bize aktarıyor film. yüzbaşı wiesler de tıpkı bizim gibi yani izleyecilerin çoğu gibi ilk başlarda tanımadan bilmeden georg dreyman’dan hiç haz etmiyordu. ancak zaman geçtikçe dreyman’ın karakterini, hayatını öğrendikçe içten içe dreyman’a karşı bir yakınlık hissetmeye başlamıştı. zamanla dreyman’ın gerçek kimliğini öğrendikçe ona karşı derin olarak saygı ve sevgi duymaya başladı. hayatı boyunca hiç sahip olamadığı aile, aşk, mutluluk gibi değerlerin tamamının dreyman’da olması belki de ona karşı böyle yakın hissetmesini sağlamıştı. bir nevi kendini dreyman’ın yerine koyuyor, yaşayamadığı bütün güzellikleri kendisi adına dreyman’ın yaşamasını istiyordu. kendisinin sahip olamadığı huzurlu mutlu aile ortamını dreyman ile christa çiftinde görünce ayrıca bu çiftin masum olduğunu sadece sanatlarıyla ilgilendiklerini görünce onların bu mutluluklarının devam etmesini ister ve onlara yardım eder. en azından ben böyle olduğunu düşünüyorum.


georg dreyman, o gece çok sevdiği dostu albert jerska’nın yaşama veda haberini aldıktan sonra piyanonun başına geçer ve dostu jerska’nın hediyesi olan iyi bir insan için sonat adlı eseri çalmaya başlar. o sırada içeriden bu muhteşem ezgiyi dinlemek için yanına gelen eşi christa-maria’ya şu unutulmaz sözleri söyler.

lenin, beethoven’ın appassionata sonatını dinlerken ne demiş biliyor musun?
“bunu dinlemeye devam edersem devrimi tamamlayamam.”

ve ardından şu müthiş sözleri ekler.

— bu müziği dinlemiş biri, yani bir kereliğine de olsa bütün kalbiyle dinlemiş biri artık kötü bir insan olabilir mi?


gerd wiesler karakterinin değişimi ve dönüşümü son derece gerçekçiydi. klişe filmlerdeki gibi pat diye kafasında farklı bir fikir oluşup birdenbire değişim geçirmez. bu değişim zaman içinde âdeta ilmek ilmek örülmüş gibidir. yüzbaşı wiesler, filmin başında öğrencilere ders verirken son derece katı kurallarla stasi’ye bağlı bir devlet görevlisi olduğunu gösterir izleyiciye. ancak zamanla dreyman’ı dinlediği, izlediği süre içinde bu durum değişmeye başlar. bu değişime örnek vermek istiyorum. wiesler, asansörde küçük bir çocukla karşılaşır. çocuk wiesler’a sen stasi’den misin diye sorar. wiesler de bunun üzerine çocuğa sen stasi’nin ne olduğunu biliyor musun diye sorar. çocuk, babam stasi’de çok kötü adamların olduğunu, insanları hapse attıklarını söylüyor der. bunun üzerine wiesler adı ne der ve cümlenin devamını getirmeden susar. çocuk neyin adı diye sorunca çocuğun elindeki topu işaret ederek topun adı ne der. çocuk da topların adı mı olur der. işte tam burada wiesler’in artık o stasi’ye koşulsuz bağlı bir görevli olmaktan uzaklaşmaya başladığını görürüz. eğer öyle olmasaydı wiesler o konuşmadan hemen sonra o çocuğun babasını bulur rejime itaatsizlikten veya benzer bir sebepten o adama soruşturma başlatır hatta hapse attırabilirdi. peki bu kanıya nasıl varıyoruz. henüz filmin başlarında yazar dreyman’ın evine dinleme sistemini döşerken karşı komşunun kapı deliğinden gözetlediği fark eden wiesler hemen o evin zilini çalar ve gördüklerini en yakını dahil herhangi bir kişiye anlatırsa çocuğunun eğitim hayatının biteceğini söyleyerek o kadına tehditte bulunur. işte eski wiesler olsaydı o çocuğun babası kuvvetle muhtemel hapiste olacaktı. wiesler’in bu değişimde yazar dreyman’ın özel hayatının, karakterinin etkisi büyük olsa da wiesler’in hayatı boyunca hiç yakınlaşmadığı sanatla yakınlaşmasının da etkisi yadsınamaz.


dreyman ile christa-maria arasında geçen o hüzünlü diyalog.

— birkaç saatliğine çıkıyorum.

— nereye?

— şu anda şehirde olan bir sınıf arkadaşımla buluşacağım.

— gerçekten mi christa? gerçekten mi?

— ne demek istiyorsun?

— biliyorum. nereye gideceğini biliyorum. ne olur oraya gitme. ona ihtiyacın yok! ona ihtiyacın yok! aldığın ilaçları da, sanatına ne kadar az güvendiğini de biliyorum. en azından bana güven. christa-maria! sen büyük bir sanatçısın. bunu biliyorum seyircilerin de biliyor. ona ihtiyacın yok! ona ihtiyacın yok! burada kal. gitme onun yanına.

— yok mu? ona muhtaç değil miyim? bütün bu sisteme muhtaç değil miyim? peki ya sen? öyleyse sen de değilsin, ya da daha az muhtaçsın. ama sen de onlarla düşüp kalkmıyor musun? neden o zaman? çünkü seni de mahvedebilirler. yeteneğine ve inancına rağmen. çünkü hangi oyunun oynanacağını, kimin oynayıp kimin yöneteceğini onlar belirliyor. sonunun jerska gibi olmasını istemiyorsun. ben de istemiyorum. bu yüzden de şimdi gidiyorum.

— haklı olduğun çok şey var. benim de değiştirmek istediğim çok şey var. ama lütfen, yalvarırım gitme.


bir tiyatro oyunu sırasında bakanın dreyman’a söylediği şu söz oldukça anlamlıydı.

“yazarlar, toplumların mimarlarıdır.”


wiesler’in stasi öğrencilerine ders verdiği sahneden.

masum bir tutuklu uğradığı haksızlıktan dolayı gittikçe daha çok öfkelenir, bağırır, asabileşir. suçlu biri ise saatler geçtikçe sakinleşir ve konuşmaz. ya da ağlar. çünkü neden orada olduğunun bilincindedir. birinin suçlu olup olmadığını öğrenmenin en iyi yolu onu gücü tükenene kadar sorguya çekmektir. doğruyu söyleyen biri sözlerini değiştirebilir. yalancı biri ise baskı altında kaldığında hazırladığı cümleleri sürekli tekrar eder.


wiesler ve christa-maria arasında geçen o derin diyalog.

— hanımefendi?

— lütfen gidin, yalnız kalmak istiyorum.

— bayan sieland.

— tanışıyor muyuz?

— siz tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum. insanlar sizi olduğunuz gibi seviyor.

— bir oyuncu asla olduğu gibi değildir.

— ama siz öylesiniz.

— sizi sahnede izledim. orada daha çok kendiniz gibiydiniz. şimdikine göre.

— nasıl olduğumu nereden biliyorsunuz?

— ben sizin seyircinizim.

— gitmeliyim.

— nereye gidiyorsunuz?

— eski bir sınıf arkadaşımla buluşacağım.

— gördünüz mü? şimdi kendiniz gibi değildiniz.

— değil miydim?

— hayır.

— demek bu christa-maria sieland’ı iyi tanıyorsunuz. öyleyse söyleyin. onu her şeyden çok seven birini kırabilir mi? sanat için kendisini satabilir mi?

— sanat için satmak mı? sanata zaten sahipsiniz. bu kötü bir alışveriş olurdu. siz büyük bir sanatçısınız. bunu zaten bilmiyor muydunuz?

— siz de iyi bir insansınız.


dreyman ve değerli dostu jerska arasında geçen diyalog.

— bir dahaki hayatımda yalnızca yazar olacağım. sürekli yazabilen mutlu bir yazar. senin gibi. yönetmenlik yapamıyorsa bir yönetmen ne işe yarar ki? filmi olmayan bir makinistten, unu olmayan değirmenciden farkı kalmaz. artık bir hiçtir. tam bir hiç.


dreyman ve arkadaşı paul arasındaki diyalog.

— öyle acınası bir idealistsin ki neredeyse parti kodamanı olmuşsun. jerska’yı da işte bu tip muhbirler ve sisteme uyan insanlar mahvetti. bir duruşun yoksa insan değilsin!


wiesler’in dreyman’ı dinleme görevinde yardımcısıyla devir değişimi sırasında geçen diyaloglar dönemin doğu almayası’nı anlamamız adına oldukça manidardı. dreyman ve christa arasında yaşananları dinleyen yardımcısı, wiesler’e şu sözleri söyler.

— sanatçıları dinlemek işte bu yüzden eğlenceli, rahipleri ve barış savunucularını dinlemek sıkıcı oluyor.


dreyman’ın unutulmaz makalesinden.

diğer tarafa geçmeyi başaran biri hakkında.

hans-beimler caddesindeki devlet istatistik ofisi her şeyi sayıyor, her şeyi biliyor. yılda kaç çift ayakkabı aldığımı(2.3), yılda kaç kitap okuduğumu(3.2), her yıl kaç öğrencinin 5.0 not ortalamasıyla liseyi bitirdiğini(6347). fakat bir şeyi saymıyorlar. belki de bu bürokratları bile üzdüğü için. o saymadıkları da intihar. beimler caddesini arayıp elbe ile oder nehirleri ve baktık deniziyle ore dağları arasında umutsuzluğun kaç kişiyi ölüme sürüklediğini soracak olursanız sayı kahinimiz susar ve muhtemelen adınızı not eder. devlet güvenliği için. ülkemizin güvenliğini ve mutluluğunu temin eden gri adamlar için. 1977’de ülkemiz ihtihar edenleri saymayı bıraktı. “kendini öldürenler” diye adlandırdılar onları. oysa ki bu eylemin cinayetle hiç alâkası yok. bu ne kana susamışlık ne de tutkudur, sadece ölümdür. bütün umutların ölmesidir. saymaktan vazgeçtiğimizde avrupa’da insanları daha fazla intihar eden tek ülke vardı; macaristan. ardından biz, yani “sosyalizmin gerçekten var olduğu ülke” geliyordu. sayılmayanların biri de büyük yönetmen albert jerska. bugün ondan bahsetmek istiyorum...


wiesler’in dreyman’ın brecht kitabını okuduğu sahneden.

eylülde mavi bir gündü.

körpe bir erik ağacının altında sessiz

sardım onu, sessiz solgun aşkımı

kollarımda tatlı bir düş gibi

ve üstümüzde güzel yaz göğü

bir bulut dikkatimi çekti uzakta

öylesine beyaz ve öylesine yukarda

sonra gözlerimi kaldırıp ona baktığımda

artık orada değildi. sanki hiç olmamıştı.

son olarak

nein, das ist für mich..*

devamını gör...

oz (dizi)

amerika birleşik devletleri yapımı suç, dram, gerilim, psikoloji, aksiyon ögeleri barındıran televizyon dizisidir.

şu andan itibaren oldukça uzun ve ayrıntılı bir inceleme yazısı okuyacaksınız.* sıkılıp okumayı bırakmanız kuvvetle muhtemel. zaman ayırıp sonuna kadar okuyan olursa şimdiden teşekkür ederim.

dizide belirli bir başrol yoktur. en önemli oyunculardan bazılarına göz atalım şimdi.
harold perrineau*,adewale akinnuoye-agbaje*, dean winters*, lee tergesen*, j.k. simmons*, eamonn walker*, kirk acevedo*, george morfogen*, rita moreno*, christopher meloni*, ernie hudson*, terry kinney*, luna lauren velez*, craig mums grant**, bd wong*, tom mardirosian*, chuck zito*, scott william winters*, david zayas*, anthony chisholm*, edie falco*, j.d. williams*, kathryn erbe*, lance reddick**, mark margolis*, reg e. cathey*, lord jamar*, r.e. rodgersjames robson, granville adams*, otto sanchez*, stephen gevedo*, evan seinfeld*, betty buckley*, michael wright*, sean whitesell*, luis guzmán*, sean dugan*, erik king*.

dizide oswald state correctional facility hapishanesindeki* mahkûmların ve çevresindeki görevlilerin yaşamları ele alınıyor.

oz’un yazar ekibinde tom fontana dışında bradford winters, sunil nayar, sean jablonski, sean whitesell, debbie sarjeant, chuck schweitzer isimleri yer almıştır.

oyunculuklar harikaydı. şöyle söyleyeyim; sayısız karakter vardı dizide, içlerinde en ufak yan roller dahil bir tane dahi rolüne yakışmayan karakter yoktu.

oz’un sistem eleştirisi enfestir. adalet ve ceza sistemini cesurca ve sert bir üslupla eleştirir. toplum içindeki bireye odaklanır. homofobiyi, tacizi, tecavüzü, ötekileştimeyi, aşağılamayı ve her türlü nefreti resmeder. ırklararası ilişkileri sorgular. müslümanları hristiyanlarla karşı karşıya getirir.

oz da tıpkı hayat gibi gerçekti. diziyi mükemmel yapan en önemli etken sanıyorum gerçekçiliğiydi. tüm karakterler gerçek hayatta karşımıza* çıkabilecek kişilerdi.

müzikleri inanılmaz etkileyiciydi. hafızam beni yanıltmıyorsa on ya da on bir yıl önce izledim oz’u. jenerik müziği başta olmaz üzere neredeyse tüm müzikleri hatırımdadır. jenerik müziğini ne zaman duysam içim ürperir. hele o gerilim ve suç sahnelerinde kullanılan müzikler insanın ruhuna işliyordu. şöyle ki o müziği duyduğunuz anda birazdan çok kötü şeyler olacağını biliyordunuz. içinizde bir korku oluşturan nevi şahsına münhasır müziklerdi. buradan dizinin müzik ekibini, david darlington ve steven rosen’ı kutluyorum. harika bir iş çıkarmışlar.

bireysel ve toplumsal analizler muhteşemdir oz’da. psikolojik ve sosyolojik saptamalar muazzamdır.

oz’daki bütün karakterlerin kendine özgü bir derinliği vardı. şimdi diyeceksiniz ki bu durum zaten iyi dizilerin hepsinde var. doğru, kaliteli dizilerde müthiş karakterler var, hepsinin ayrı bir derinliği oluyor. fakat oz’u diğerlerinden ayıran fark diğer iyi dizilerde sadece en önemli birkaç karakter üzerine yoğunlaşılıyor, oysa oz’da bütün önemli karakterlerin derinine iniliyor, analiz ediliyor. bu durum da oz’u diğerlerinden ayırıyor.

oz’u şöyle tanımlayabiliriz. sanki bütün dünyayı bir hapishaneye sığdırmışlar. dünyada karşımıza çıkabilecek her çeşit insan oz’da bulunuyor.

benim gözlemlediğim kadarıyla dizideki tüm karakterler orijinaldir. bazılarının başka karakterlerle benzer yanları olabilir fakat asla taklit bir karakter yoktur dizide. mesela birkaç karaktere örnek verelim. simon adebisi, vern schillinger, augustus hill, kareem said, ryan o’reily, bob rebadow, shirley bellinger, miguel alvarez, chris keller, sister peter marie reimondo, poet*, tobias beecher, agamemnon busmalis, cyril o’reily, burr redding, supreme allah, donald groves, omar white… hepsi de nevi şahsına münhasır karakterlerdi.

oz sayesinde empati duygum gelişti diyebilirim. başlarda çok kızabildiğim karakterlerin zamanla o hâle nasıl geldiğini görünce olaylara onların tarafından da bakmayı öğrendim. tabii ki bu durum onları işlediği suçlarda haklı kılmıyor. zaten çoğu da kötü niyetli olduğu için bilerek ve isteyerek oz’a düşüyor. olaylara farklı açıdan bakabilmemi sağladı oz.

oz’u izlenebilir kılan en önemli hususlardan biri de merak duygusunu izleyiciye çok iyi vermesi. şöyle diyebilirsiniz, “alt tarafı bir hapishane, ne kadar ilgi çekici olabilir ki?” işte mevzu öyle değil. neredeyse tüm karakterlerin yaptıklarını ve yapacaklarını müthiş merak ediyorsunuz.

dizideki karakterlerin gelişim ve değişim süreci inanılmaz başarılıydı. örneğin; tobias beecher. sadece bu karakterin metamorfozu akademilerde ders olarak okutulacak cinstendi.

oz tüm zamanların iyi hapishane dizisidir ve tüm zamanların en iyi beş dizisinden biridir gözümde. en iyi hapishane dizilerinden biri olarak anılan prison break karakterleri oz karakterlerinin yanında “şirinler” gibi kalır. örneğin, prison break’te en kötü en piç en orospu çocuğu olarak görülen t-bag, oz’a düşse ömrü boyunca schillinger’ın cebini tutardı. işte oz öyle bir diziydi.

oz’da fiziksel ve psikolojik şiddetin, tacizin, tecavüzün her türlüsü var. zaten bir yapımda tom fontana adını görüyorsanız bunlara hazırlıklı olun. sonuç olarak hassas, nahif, narin kısacası minnoş kimseleri izlerken altüst etme ihtimali kuvvetle muhtemeldir. bu önemli uyarımız da burada dursun.

oz’da griye neredeyse hiç yer verilmiyor. her şey ya siyah ya beyazdır. izleyen herkes ya birilerini çok sever ya da birilerinden nefret eder.

başrol veya başrole yakın karakterleri öldürme geleneği dizi aleminde oz ile başlamıştır diyebiliriz. henüz ilk bölümlerde başrol sayılabilecek oyuncuların çoğunu dizi biterken göremezsiniz. bu durum hbo yapımı pek çok dizide karşımıza çıkar. daha sonraları hbo yapımı olmayan dizilerde de karşılaşılmaya başlanmıştır.

izleyeli yıllar geçmesine rağmen pek çok sahneyi net hatırlıyorum. bu durum çok az yapımda olmuştu.

oz, ülkemizde cine5’in cine5 olduğu yıllarda diziseverlerle buluşmuştur. yayınlandığı dönem benim çocukluğuma denk düştüğü için o yıllarda izleyemediğim için hayıflanırım.

oz’un ulaştığı mükemmelliğe ulaşabilmeyi başaran dizi sayısı çok çok azdır.* bu yüzden evrende oz’a kıyas kabul edilecek dizi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. örneğin oz’un kusursuz gerçekçiliği ve muhteşemliği six feet under ile kıyaslanabilir. genel kıyaslamada oz öne geçse de finaliyle six feet under öne geçer.

efsane dizi” tabiri oz için hafif kalır. her anlamda olağanüstüydü. eşi benzeri olmayan bir yapımdı. öyle bir diziydi oz.

oz’un diğer dizilerden ayrılan en önemli özelliklerinden biri de “taraf” olunması. oz öyle bir dizi ki bu diziyi izlerken tarafsız kalabilmeniz çok zor. mutlaka kendinizi yakın hissettiğiniz kişi ya da grup var burada. aynı zamanda hiçbir dizide bu kadar çok karakterden aynı anda nefret etmemişsinizdir.

oz başlarken hbo’nun o hışırtısını duymak bana aynı anda pek çok hissi yaşatıyordu. bir yandan müthiş haz verirken bir yandan tedirgin ediyordu. o sesi ne zaman duysam biliyorum ki birazdan mükemmel bir yapım izleyeceğim. şimdiye dek o sesi duyduğum hiçbir yapımı izlediğime pişman olmadım. hepsi harika dizilerdi.

oz ile ülkemiz dizilerinden birinde sadece gerçekçilik bakımından kıyaslama yapılabilir. gerçekçilik dışında bir kıyas söz konusu olamaz. mevzubahis diziyse sıfır bir’dir.

oz, baştan sona izlediğim ilk yabancı diziydi. bu açıdan de ilk göz ağrımdır ve yeri çok başkadır.

oz’dan sonra dünya genelinde pek çok ülkeden epey dizi izledim, fakat hiçbirinde oz’un tadını alamadım. çok etkilendiğim, çok sevdiğim, çok beğendiğim kaliteli diziler oldu ama oz’un yeri her zaman ayrı olmuştur bende. bu yüzden tüm diziler bir yana oz bir yana.

özetle anlatmakla kolay kolay anlaşılacak bir dizi değildir oz, mutlaka izlemek gerekir.

oz ülkemizde görece pek bilinmez. ben bu diziyi fazla kişi bilmediği için ayrı seviyorum. izleyici kitlesi az ve öz.

tek kelimeyle tanımlamak gerekirse başyapıttır oz.

oz, bir diziden çok daha fazlasıdır.

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5, kaynak 6, kaynak 7, kaynak 8, kaynak 9, kaynak 10, kaynak 11, kaynak 12, kaynak 13

aşağıda oz hakkında bazı ayrıntılara değineceğim. izlemeden önce benim gibi dizi hakkında ayrıntıları öğrenmekten hoşlanmıyorsanız aşağıdaki yazıyı kesinlikle okumanızı tavsiye etmiyorum.



oz ile ilgili anekdotlar

* dizinin adı ünlü çocuk romanı the wonderful wizard of oz’a* dayanmaktadır. oz, oswald state correctional facility’nin takma adı olsa da, dizinin adı için l. frank baum’un klasikleşmiş romanı the wonderful wizard of oz’dan esinlenilmiştir. aynı zamanda tom fontana, gerçek hayatta attica hapishanesinde çıkan isyanda, hapishanenin müdürü olan russell g. oswald’dan da esinlenmiş.

* hbo, dizinin çekimleri için national biscuit company’nin terk edilen fabrika binasını kullanmış. bu eski fabrika yaklaşık 5.5 dönüm büyüklüğündeymiş ve manhattan’da yer alıyormuş. burası ayrıca şirket için oreo bisküvileri üreten ilk fabrikaymış. fontana uzun uğraşlar sonunda diziyi çekebilmek için boş bir hapishane bulamayınca hbo kanalı burayı satın almış.

* oz, müzikal dizi bölümü furyasını başlatanlardan birisidir. buffy the vampire slayer dizisindeki müzikal bölümü hatırlıyor musunuz? ya da * dizisindekini? işte o fikri hayata ilk geçiren oz dizisidir. büyük kısmı new york’un tiyatrolarında yetişen oyuncu kadrosu sayesinde 2002 yılında müzik ve dansla dolu bir bölüm yayınladılar. merak edenler için müzikali aşağıda paylaşacağım. bu müzikalde nazi lideri vern schillinger* ile düşmanı tobias beecher’ı* şarkı söylerken görebilirsiniz.
müzikale giden yol..

* fontana, dizinin daha gerçekçi olabilmesi için oyuncu yönetmeninden dizide figüran olarak yer alacak eski mahkûmlar bulmasını istemiş. bu figüranların çoğu dizide süregelen bir role sahip olamamışlar. ancak dizinin 46 bölümünde yer almayı başaran chuck zito fark yaratan isimdir. italyan mafyası’nın bir üyesi olan chucky pancamo karakterini oynayan zito, hells angels motor kulübünün bir üyesiymiş ve işlediği çeşitli suçlar yüzünden 6 yıl hapis yatmış. kendisinin bir gece kulübünde jean-claude van damme’a vurup onu devirdiği de söylenenler arasındaymış.

* pancamo’yu canlandıran chuck zito ile şair poet’i canlandıran craig mums grant gerçek hayatta da hapishaneye düşmüş iki oyuncudur. zito, amfetamin kaçakçılığı yapmaktan, grant ise şarj aleti yüzünden* hapse düşmüş.

* tom fontana, daha ilk bölümden hayranların herhangi bir karaktere bağlanmasını istemiyormuş. bu sebepten dino ortolani* pilot bölümün sonunda öldürülmüş. o andan itibaren çeşitli mahkumlar bölüm bölüm ölmeye devam eder. mevzubahis simon adebisi’yi öldürmeye geldiğinde fontana bunun olmasını pek de istemiyormuş. ağzında sürekli bir kürdanla gezen ve başının bir tarafında eğik bir açıyla küçük bir şapka takan bu mahkûmu canlandıran mükemmel oyuncumuzun adı adewale akinnuoye-agbaje idi. kendisini aynı zamanda lost’taki mr. eko karakterinden hatırlayanlarınız vardır. fontana, adebisi hakkında şöyle bir açıklamada bulunmuştur. “adebisi karakterini öldürmek istemiyordum ama zorunda kaldım çünkü aktör başka rollerde* oynamak istedi.”

* dizinin başlarında j.k. simmons, aryan kardeşliği’nin başı olan vern schillinger rolüne girmekte bir hayli zorlanıyormuş. 1999 yılında the new york times’a verdiği bir röportajda simmons, schillinger karakterinden bahsederken üçüncü tekil şahıs kullanmış ve bu rolün onu depresyona soktuğunu söylemiş. ayrıca o günlerde dizinin hayranları yolda sık sık önünü keserek schillinger’ın düşünce yapısını anlayabildiklerini söylüyorlarmış.

* tom fontana annesinin diziyi izlemesine izin vermemiş. annesi her ne kadar oğlunun yaptığı diziyi izlemek konusunda ısrarcı olsa da fontana, o zamanlar 75 yaşında olan annesinin oz’u izlemesine engel olmuş. basına yaptığı bir açıklamada annesinin, “dünyada olup bitenlerden haberdarım” dediğini açıklayan fontana; ona, “bu hapishanede neler olup bittiğini bilmene imkân yok” diye cevap vermiş ve sözlerine şöyle devam etmiş: “orası 75 yaşındaki annemin gitmesini isteyeceğim bir yer değildi.” fontana, 1997’de buffalo news ile yaptığı bir röportajda da annesi hakkında şu sözleri söylemiştir. “ona 'anne, bu programı izleyemezsin' dedim” ve ekler. “televizyonuna bir v-çipi takacağım. oğlu televizyon izlemesine izin vermeyen dünyadaki tek kişi sen olacaksın.” der.

* oz 6 sezon boyunca 2 primetime emmy ödülü dahil olmak üzere toplamda 54 kez ödüle aday gösterilir ve 15 tanesini kazanır. şahsi görüşüm ise çok daha fazlasını hak ediyordu.

* kirk acevedo*, band of brothers dizisinin çekimlerinde olduğu için dördüncü sezonun ilk yarısında pek görünmez. acevedo, dördüncü sezonun ikinci yarısı için geri döner. ancak dizinin ikinci yarısı başladıktan kısa bir süre sonra third watch adlı dizideki rolü için tekrar oz’dan ayrılmak zorunda kalır. bazı bölümlerde, miguel alvarez’in geçmiş bölümlerden arşiv görüntüleri yeniden kullanılır.

* dizideki boks sahnelerinden önce tom fontana, oyunculara daha önceden boks tecrübelerinin olup olmadığını sormuş. hepsi evet demiş ancak daha sonra sadece chuck zito*’nun gerçek bir boks yapmış olduğu ortaya çıkmış.

* tom fontana, oz için farklı bir final planlanmış. oz, 6 sezonun sonunda, 2003 yılında sona eriyor. gerçekleşen finalde hapishanede hayatta kalmayı başaran mahkûmlar kimyasal bir saldırının ardından hapishaneden tahliye ediliyor. ancak fontana’nın aklında başka bir final fikri varmış. eskiden okuduğu bir kitap gelmiş aklına; bu kitapta bir hapishane kasabasını sel basıyor ve vatandaşlarla mahkûmlar omuz omuza verip kasabayı korumak için birlikte çalışıyorlarmış. bu bölümü çekmenin çok pahalıya mal olacağı anlaşılınca bu fikirden vazgeçilmiş.

* dizideki en büyük sırlardan biriyse oswald state correctional facility’nin konumuymuş. tam olarak nerede olduğuna dair net bir bilgi belirtilmemiş.

* açılış kısmının sonunda görülen oz dövmeli kol, dizinin yaratıcısı tom fontana’ya aittir.

* oz’daki ryan ve cyril o’reilly kardeşleri canlandıran dean winters ve scott williams winters, gerçek hayatta da kardeşlermiş.

* eamonn walker* tears of the sun filminin çekimleri için diziden ayrılmış. ayrıca kareem said’in islamı seçmeden önceki adı goodson truman’mış.

* 4. sezon finalinde dizinin yeni bir sezon daha yapıp yapmayacağı henüz belli değilmiş.ekip, dizinin bitmesi ihtimaline karşı beecher’ın şartlı tahliye görüntülerini çekmiş. ancak sonra dizinin uzayacağı garantilenince bu görüntüler beecher’ın hayâli olarak kullanılmış.

* diğer tüm oz oyuncuları gibi akinnuoye-agbaje’nin de çıplaklık konusunda rahat olması gerekiyormuş. fontana’ya göre aktör bu konuda kendisini hiç kısıtlamıyordu ama bir sorun vardı. fontana yaşanan sorunu şu şekilde aktarıyor: “eğer bir sahnede ‘adebisi penisini çıkartır’ yazıyorsa o da dönüp, ‘bu sahnede penisimi çıkarmam, bunun için bir sebep yok’ diyordu. ben de ‘tamam adewale, penisini çıkarma, umurumda bile değil’ diyordum. sıradaki sahnede adewale penisini çıkarıyordu ama bu, senaryoda yazmıyordu. senaryoda yer almamasına rağmen işte, penisi tam karşımızda duruyordu.”

* dizideki poet karakteri craig mums grant okuduğu şiirleri gerçekten de kendisi yazıyormuş.

* oz’da 6 sezon boyunca toplam 31 yönetmenle çalışılmıştır. bunlardan biri de aktör steve buscemi’dir.

* dizideki karakterlerden biri gerçek hayattaki bir çocuk katiline dayanmaktadır. dizide kızını öldürmekten suçlu bulunan shirley bellinger* karakteri gerçek hayattaki çocuk katili susan smith’e dayanmaktadır. smith, ekim 1994’te güney carolina’da iki oğlunu boğmaktan hapsedilmiştir.

* mahkûmları oynayan bazı oyunculara uygulanan katı bir ceza varmış. bu ceza da sete gelmemeleri ya da geç gelmeleri durumunda sonraki bölümde, oynadıkları karakterin ölmesi veya tecavüze uğramasıymış.

* diane karakterinin diziden ani bir şekilde ayrılmasının nedeni, bu karakteri canlandıran eddie falco’nun başka bir hbo dizisi olan the sopranos’ta yer alıyor olmasıymış.

* tim mcmanus’u canlandıran terry kinney ile bir idam mahkumu olan shirley bellinger’ı canlandıran kathryn erbe, dizinin çekildiği zamanda evliymiş ve 2006 yılına kadar evli kalmışlar.

* oz’da azılı suçluları oynayan aktörlerden jk simmons, the closer dizisinde bir polis şefini oynamış. diğer bir aktör kirk acevedo ise fringe’te bir fbı ajanını canlandırmış.

* oz’da rol alan 11 oyunca daha sonra başka bir hbo yapımı olan the wire dizisinde oynamış.

* dizi boyunca nazilerin lideri vern schillinger’ın soyadını tam olarak doğru bir şekilde telaffuz eden tek kişi kareem said’miş.

* dizinin final bölümünün adı “exeunt omnes* olarak seçilmiştir. bu, tüm karakterlerin sahneden ayrıldığını anlatan latince bir tiyatro terimidir.

şimdi oz’daki gruplara kısaca değinelim.

afroamerikalılar: oz’daki en tehlikeli en psikopat grup görünmelerine rağmen fazla tehlikeli değillerdir. yine de hapishanedeki çoğu kişi özellikle adebisi’den dolayı bu gruptan korkardı. genelde uyuşturucu ticareti ve mutfak işleri yaparlardı. en önemli karakterleri: adebisi, wangler, redding, poet, keane, supreme allah.

müslümanlar: oz’un önemli bir çetesiydi. liderleri kareem said’ti. liderleribe sadıktırlar. said için ölüme bile giderlerdi. bir said ile ters düşmüşlerdi ama kareem said’siz yapamayacaklarını anladılar. kendilerini rahatsız eden olmadıkça müslümanlar genel olarak mevzulara karışmazdı. en önemli karakterleri: kareem said, arif, hamid khan.

italyanlar: oz’daki en etkili çetelerdendi. aynı zamanda liderleri de en çok değişen gruptur. bir türlü arzu ettikleri kadar güce sahip olamasalar da her daim forsları geçerdi. en önemli karakterleri: schibetta, nappa, pancamo, zanghi, urbano.

aryan kardeşliği (neo-naziler): oz’un en piç en alçak en aşağılık grubuydu. her türlü pislik, iğrençlik, entrika bunlardaydı. liderleri, aşağılık bir orospu çocuğu tabirini sonuna kadar hak eden vern schillinger’dı. en önemli karakterleri: vern schillinger, robson, mark mack.

latinler: oz’un en pis işleri genelde bu abilerden sorulurdu. hapishanede adam öldürme konusunda çoğu uzmandı. liderleri de ara ara değişen bir gruptu. en önemli karakterleri: alvarez, morales, guerra, hernandez.

irlandalılar: aslında bir grup değillerdi. ryan o’reily tek başına bütün irlandalıları temsil ediyordu âdeta. o’reily her zaman çıkarına göre hareket ediyordu. bir de ryan o’reily’nin kardeşi vardı cyril o’reilly. oz’a bir ara irlandalı gardiyan gelmişti ve o sıralar bu durumu kullanmak için ryan o’reilly planlar yapıyordu.

motorcular: bu grup genellikle bağımsız takılırdı. en bilinen karakteri jaz hoyt’tu.

eşcinseller: bu grup her zaman dışlanan, aşağılanan ve istismar edilen gruptu. oz’da gücü yeten herkes bu bu grubu cinsel olarak kullanırdı.

her bölüm oswald eyalet hapishanesi’ne şiirsel bir hava katan tekerlekli sandalyeye bağlı mahkum augustus hill’den harika girizgâhla başlardı. bu da daha önce herhangi bir film ya da dizide karşılaştığımız bir şey değildi.

birinci sezon üçüncü bölüm açılışında augustus hill’in unutulmaz tiradı.

“başlangıçta tanrı’nın hiçbir şeyi yoktu. o da bir şeyler yapmaya başladı. toprağı, havayı, suyu, suda yüzen şeyleri yaptı. sürüngenleri, bacakları olanları yaptı. tanrı kendisini büyüttü. sonra bir iki gün içinde ya da birkaç milyon yıl içinde insana nefes verdi ve o günden beri hayatı bizden emip alıyor.”

oz’daki karakterler kendi içinde tutarlıydı. bir karakter özünde nasıl öyle devam ederdi. yani kötüyse kötü, iyiyse iyiydi. bazen kişilik değişimi olur gibi gözükse de daha sonra çoğu özüne dönerdi. saçma sapan sahte kimlik değişimleri olmamasını seviyordum.

erkanozturk.medium.com’dan alıntıdır.

“peki nasıl oluyor da oz dizilerin dizisi oluyor? bıraktığı tadı diğer dizilerde yakalamak neden bu kadar zor? son dönem dizilerinde fazlaca fantastik ögeler olması da büyük bir etken olabilir fakat oz’un can acıtıcı seviyede fazla gerçekçi olması en büyük faktör. can acıtan birşey size dokunur, size dokunan şeye kayıtsız kalamazsınız. hayat zaman zaman çok fazla sert olabiliyor, hepimiz bir şekilde bunu öyle ya da böyle bir şekilde tecrübe ediyoruz. tıpkı dizinin ana karakterlerinden biri olan tobias beecher gibi. kendisi gül gibi geçinip giden bir avukat arkadaşımızken, bir araba kazası sonucunda oz’a düşer. sırasıyla, kıçına nazi dövmesi yer, gey olur, psikopat olur ve en sonunda aslında oz’a ait olabileceğini hissetmeye başlar. peki gerçekten ait mi yoksa insan herşeye uyum sağlar mı? ben ikincisine daha yakınım. hayatta kalmak için herşeyi yapmıyor muyuz? kendimizi sabahtan akşama kadar daha önceden hiç hayal etmediğimiz şeyleri yaparken bulmuyor muyuz?”

aşağıda oz’daki önemli karakterlerin uzun ve detaylı karakter analizini göreceksiniz. teknik dizi bilgileri dışındaki yorumlar bana ait. eğer benim gibi diziyi izlemeden önce dizi hakkında ayrıntıları öğrenmekten haz etmiyorsanız izlemeden önce aşağıdaki yazıyı “kesinlikle” okumanızı tavsiye etmiyorum. analizimde kimin öldüğünü ve kimin yaşadığını prensip olarak belirtmiyorum. bu konuda endişeniz olmasın. bu kişilerin kim olduğunu izlerken görmelisiniz. bunun dışında oz’daki bazı olaylardan bahsedeceğim..

tüm zamanların en iyi dizilerinden oz’un karakter analizleri

augustus hill

mahkûm numarası: 95h522
hüküm giyme: 6 kasım 1995
suç: ikinci dereceden cinayet ve yasa dışı madde bulundurma
ceza: müebbet hapis
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 20 yıl

dizide anlatıcı konumdaydı. augustus hill. en belirgin özelliği aforizmalarıydı. oz’da etliye sütlüye karışmazdı. tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğu için de ona pek bulaşmazlardı. oz’da etkisiz gibi görünür fakat olmazsa olmazlardandır. uyuşturucu bulundurduğu için evine baskın düzenleyen polislerden kaçarken bir polisi öldürmüştür. yakalayınca polisler de hiil’i çatıdan aşağı atmış. bu yüzden sakatlanmıştır. oz’daki bildiğim tek engelli mahkûmdur. karakterlerin nasıl içeri düştüğünden tutun da evrensel sorunlara, varoluşsal aforizmalara kadar her şeyden bahsederdi. hâlen unutamadığım sözleri vardır. şimdi kendisinin hatırımdaki bazı sözlerini paylaşacağım.

“başlangıçta tanrının hiçbir şeyi yoktu. o da bir şeyler yapmaya başladı. toprağı, havayı, suyu, suda yüzen şeyleri yaptı. sürüngenleri, bacakları olanları yaptı. tanrı kendisini büyüttü. sonra bir iki gün içinde ya da birkaç milyon yıl içinde insana nefes verdi ve o günden beri hayatı bizden emip alıyor.”

“bir erkeğin elinden pek çok şeyi alabilirsin. sigarasını, özgürlüğünü, bacaklarını. ama duygularını alamazsın.”

“gezegenin üzerindeki herkes bir çeşit gerçeğe inanmak üzere büyütülür. tanrıya, ahlâka, ölümlülüğe, hayatın amacına. bu tür inanışlara genellikle din diyoruz. ve eğer hayat sırasında bu inanışlar çökerse, gerçek olmadıkları kanıtlanırsa, takip edeceğimiz ve inanacağımız başka bir din buluruz. bu dönüşüm sarsıcı olabilir. sadece bizim için, ruhumuz için değil, ama etrafımızdakiler için de. birçoğumuz için tanrının gönderdiği işaretler belirsiz. değişime uğrayan herkes, komünistken kapitalist olan da, veya alkolikken yeşilaycı olan da, eski inançlarını kötülerler. çünkü onların işine yaramadıysa kimsenin işine yaramamalıdır. bakış açısı daralır, ışıktan kör olur. hindu da olsa, adsız alkoliklere de katılsa bir fanatiğe dönüşür. bana sorarsanız dünyanın içine sıçanlar fanatiklerdir. fanatikler, tanrının kendi saflarında olduğuna inanırlar. ya geri kalan bizler? bizim ilahi ışığa ihtiyacımız yok. bize gereken, gecenin karanlığında tuvalete giderken ayağımızı çarpmamıza engel olacak kadar bir ışık.”

kareem said

mahkûm numarası: 97s444
hüküm giyme: 6 haziran 1997
suç: ikinci dereceden kundaklama
ceza: 18 yıl
şartlı tahliye için gereken süre: 5 yıl

oz’da müslüman afroamerikalıların başıydı. dizi tarihinin en karizmatik liderlerinden biridir. kitleleri peşinden sürükleyebilecek vasıflara sahiptir. oz’da epey kişi tarafından bilge kişi olarak görülürdü. gücü elinde tutmayı severdi. kitleleri yönetmede çok başarılıydı. vali, kendisi için özel af çıkarmıştı, fakat kareem said bu teklifi onurlu gerekçelerle reddetmişti. bunu yaparak nazilerin bile kendisine saygı duymasını sağlamıştı. oz’da herkesin hakkını gözetirdi. deyim yerindeyse gariban babasıydı. oz’da çıkan isyanda en etkili karakterdi. isyan sırasında tüm oz’u o temsil ediyordu. mcmannus’un özellikle ilgilendiği mahkûmdu. sebebi ise hem bilinçli olması hem de kitleleri manipüle edebilmesiydi. onunla ilgili unutamadığım özelliği ise boynuna geçirdiği birbirinden ilginç tespihlerle herkese “salam alaykum brada” demesiydi. bir ara adebisi’yle ters düşmüşlerdi. kazanan taraf o olmuştu. genellikle güzel anılan bi abimizdi.

tobias beecher

mahkûm numarası: 97b412
hüküm giyme: 5 temmuz 1997
suç: alkollü bir şekilde araç sürerken insan öldürmek
ceza: 15 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 4 yıl

oz’da üzüldüğüm iki karakterden biriydi. sebebi ise oz’a gelen mahkûmların neredeyse tamamı işledikleri suçu bilerek ve isteyerek yapan kişilerdi. beecher ise içkili araç kullanırken bir kıza istemeden çarptığı için mahkûm edilmişti. oz’un nasıl bir yer olduğunu görünce hapse düştüğüne gerçek anlamda çok pişman olmuştu. varlıklı bir ailede yetişmiş, harvard mezunu bir avukat olan beecher bu özelliğiyle oz’daki en iyi eğitimli kişiydi. oz’daki macerası daha ilk günden çok korkunçtu. ilk gün adebisi’nin koğuşuna verilmişti beecher. o gün şanslıydı çünkü adebisi’nin iyi gününe denk gelmişti. fakat ertesi gün bir şekilde o koğuştan ayrılan beecher hayatının en kötü günlerini geçireceği vern schillinger’ın koğuşuna verilmişti. o günden sonra beecher için hiçbir şey eskisi gibi olmadı. görece intikamını alsa da asla eskisi gibi olamadı.



simon adebisi

mahkûm numarası: 93a234
hüküm giyme: 2 mayıs 1993
suç: birinci derecede cinayet
ceza: müebbet hapis
şartlı tahliye şansı için gereken süre: şartlı tahliye şansı yok

başlarda arka planda kalan adebisi zamanla yükselerek bir dönem oz’un en güçlü karakterlerinden olmayı başarmıştı. tavırları, kıyafetleri, üslubu nevi şahsına münhasır bir karakterdi. kafasından düşürmediği ve yer çekimine meydan okuyarak o şekilde nasıl durduğunu bir türlü çözemediğim beresi, kendine özgü tahrik edici dansı, beyaz donu ve kolsuz gömleği, kocaman kulaklıklı walkman’i ile dizi tarihinin en orijinal birkaç karakterinden biridir adebisi. gözlerini öfkeyle şişirerek korkutucu bakışlarıyla tane tane konuşması çok kişiyi ürkütmüştür. üslubu da kendi gibi sıra dışıdır. alemci bi abimizdi, keyfine çok düşkündü. kafası genellikle dumanlıydı. bi dönem em city’i elegeçirip çinçin’e çevirmişliği, uyuşturucu ve seks partileri yapmışlığı vardır. bir ara kafayı üşütmüştü, saçlarının arasına plastik çatal takıp geçiyordu ortalıkta. sonradan toparlayıp eski günlerine döndü, hatta çok daha iyi günleri oldu. kendisi adi biridir, pisliğin tekidir ancak schillinger gibi aşağılık değildir. genellikle yüzünde hiçbir şeyi umursamaz bir ifade olurdu. giydiği çorapların eşi de genellikle farklı renkte olurdu. kareem said ile terso düşmeleri kendisi adına iyi olmamıştı. oz’daki en büyük iki amacından biri yemekhaneyi ele geçirmekti. dizi boyunca en büyük soru işareti ise “o bere adebisi’nin kafasında nasıl öyle duruyor?” olmuştur. takdire şayandır. bu durum fizikçileri bile şaşırtmıştır. kafayı bulunca* atalarının ülkesi olan nijerya için şiirler yazmaya şarkılar söylemeye kalkışırdı, fakat kelime dağarcığı sınırlı olduğu için bunu başaramazdı.

nadir de olsa duygusal ve iyi olduğu anlar vardır. mesela imdb’den alıntıladığım şu sahneye göz atalım.

[o’reily has just offered to arrange for adebisi to meet a woman sitting on death row]

simon adebisi : o’reily, if she sucks my cock, ı’ll suck yours.

ryan o’reily : that’s an appetizing thought. pass

kenny 'bricks' wangler: that’s fucking what i heard. rebadow collected like 3 g’s. and that money’s gone tomorrow. know what? i’m thinking we go to rebadow, we take the dough, and so these other fucks don’t get mad, we make rebadow swear he sent it.

simon adebisi: no.

kenny 'bricks' wangler: what do you mean, no? it’s $3,000.

simon adebisi: i said no.

kenny 'bricks' wangler: why?

simon adebisi: cause sometimes it’s good to be human.

adebisi’nin schibetta ile olan şu sahnesi de unutulmazlar arasındadır.

nino schibetta: adebisi, that ends with an “i”. you sure you’re not italian?

simon adebisi: schibetta, that ends with an “a”. you sure you’re not african?

kevaşe shirley’in adebisi’ye ettiği o ırkçı, “ama sen zencisin” hakareti sonrası adebisi’in hüsrana uğramış yüz ifadesine ben dahil birçok kişi üzülmüştür. o günden sonra adebisi girdiği bunalımlardan çıkamamıştı.

bence oz’u oz yapan en önemli karakter simon adebisi’dir. özetlemek gerekirse adebisi anlatılmaz izlenir. adebisi’siz bir
oswald state correctional facility tahayyül edemiyorum.

adewale akinnuoye-agbaje bu rolündeki başarısıyla kesinlikle saygıyı hak ediyor. bundan sonraki hiçbir rolü de bu kadar iyi olmamıştır.

her şeye rağmen dizide en sevdiğim kötü karakterdi.

her zaman efsane olarak hatırlayacağım seni adebisi.

hücreden çıkınca saçlarının arasına plastik çatal sokup gezdiği sahneleri unutmak mümkün mü?

adebisi’nin o unutulmaz sözüyle de kendisine ayırdığım kısmı sonlandırıyorum.

“i have everything. everything i need. every love satisfied. but it's not enough.”


ryan o’reily

mahkûm numarası: 97p904
hüküm giyme: 12 temmuz 1997
suç: 2 kez arabayla kasıtsız insan öldürme, 5 kez ağır yaralama ve huzur bozucu davranışta bulunma, mülke zarar verme, silah bulundurma
ceza: müebbet hapis
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 12 yıl


dizi tarihinin gördüğü en büyük hayatta kalma uzmanıdır
ryan o’reily. hayatta kalma konusunda bear grylls’tanan bile daha iyidir. tek kişilik bir ordudur ryan o’reily. zekâsıyle, kurnazlığıyla, uyguladığı pragmatik politikasıyla oz’da her durumda hayatta kalmayı başarmıştı. usta bir polikacıydı. çıkarı neyse ona göre hareket ederdi. herkesin taraf olduğu yerde o bağımsızlığıyla var olmuştur. oz’daki dengeleri çok iyi gözlemlerdi. her durumda her zaman kazanan taraftı o’reily. kardeşine çok düşkündü. bro kelimesini ilk defa ondan duymuştum. oz’da zaaflarını gizlemesiyle bilinirdi. kardeşi cyrl’ı saymazsak en büyük ve tek zaafı doktor gloria nathan’dı. birlikte mutlu veya mutsuz bir sonlarının olmayacağını bilmesine rağmen tutkuyla aşıktı doktor gloria’ya. belki de sevgiye aç biri olduğu için bu eksikliği gloria ile kapatmak istiyordu. sanki gloria’dan o arzuladığı sevgiyi aşkı görse tutunacak bir dalı olacak ve her şey düzelecekti. çıkarcı bencil* bir pislik biri olmasına rağmen sanırım oz’da en çok sevilen karakterdi.



vern schillinger

mahkûm numarası: 92s110
hüküm giyme: 21 ekim 1992
suç: birinci derecede ağır saldırıdan suçlu bulunma
ceza: 8 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 5 yıl

oz’daki aryan kardeşliğin başıdır. televizyon veya sinema için yaratılmış tarihin gördüğü salt en vicdansız, en ahlaksız, en kötü, en aşağılık, en orospu çocuğu karakterdir. şöyle ki t–bag bile schillinger’in yanında deyim yerindeyse iyi aile çocuğu gibi kalır. dizi boyunca insanlık adına en küçük bir belirti göstermemiştir. en ilginç tarafı bu kadar kötü bir karakter olup uyuşturucudan haz etmemesidir. tam bir nazi’dir. bu karakter eğer ikinci dünya savaşında almanya’da yaşasaydı muhtemelen adolf hitler’in en has adamlarından olurdu. bu karakterin yüzünden alman ulusuna karşı bir nefret oluşabilir izleyicide. değer yargısı diye bir şey yok bu karakterde. en ufak bir şeyde kendi kardeşliğinden olan birini bile gözünü kırpmadan harcayabiliyor. hassas olduğu tek konu adının yanlış telaffuz edilmesiydi.

bu arada j. k. simmons’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu belirtmeden geçmek istemiyorum. nasıl büyük bir oyuncuysa gerçek hayatta bile biri bu kadar aşağılık bu kadar kötü olamaz dedirtmiştir. bu karakterden sonra simmons’ı hiç alakasız bir rolde görünce insan gerçekten hayret ediyor oyunculuğuna. kesinlikle saygıyı hak ediyor.

hbo dizilerinin en sevdiğim yönü karakterler ne ise odur. bizdeki gibi başlarda kötü biriyken sonlara doğru iyi birine dönüşmez. schillinger da böyle bir karakterdir. aşağılık biri olarak tanındı ve hep öyle kaldı.

nasıl ki adebisi’siz olmazsa schillinger’sız da bir oswald state correctional facility tahayyül edemiyorum.

o ünlü repliği ile kendisine ayırdığım bölümü sonlandırıyorum.

“if i wanted him dead, he would already be dead”


miguel alvarez

mahkûm numarası: 97a413
hüküm giyme: 3 şubat 1997
suç: ölümcül silah bulundurma ve ikinci derecede ciddi hasar verme
ceza: 15 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 2 yıl

geldik oz’un demirbaşına.

dedesi oz’da mahkûmdu.
babası oz’da mahkûmdu.
kendisi oz’da mahkûm olan karakterdir.
bu özelliğe sahip oz’daki tek mahkûmdu. kız kardeşi de hapistedir. latin amerikalı olan bu karakter diğer latinlerle bir türlü anlaşamazdı. biraz duygusal olduğu için dışlanırdı. yüzünde de hep bir hüzün var gibiydi bu abimizin. oldukça bahtsız bir karakterdi. sürekli başına dert açılırdı. zor olsa da bir dönem latinlerin başına geçebilmeyi başarmıştı. oz’da gerçekleştirmesi çok zor olan bir şeyi gerçekleştirip oz’dan firar etmeyi başarmıştı. fakat daha sınırı geçemeden yakalanıp oz’a geri getirilmişti. oz’a döndüğü o an “yine mi geldim bu lanet olası siktiğimin yerine!” yüz ifadesi hâlen hatırımdadır. kendisini sevdiğim için miguel abimizin kaçamadığı için üzülmüştüm. özellikle de tecrîtte kaldığı sahneler epey etkileyiciydi. sonlara doğru çok üzmüştü.

nino schibetta

mahkûm numarası: 95s604
hüküm giyme: 12 aralık 1995
suç: iki kişinin ölümüne komplo kurarak neden olma
ceza: 120 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 70 yıl

oz’da italyan mafyasının lideri konumundadır. klasik mafya liderleri gibi, fazla konuşmayan, kontrollü, düşünceli bir karakterdir. oz’da bulunduğu süre boyunca italyanların her eylemine karar veren ve bu eylemleri yöneten kişidir. hapishanenin müdürü glynn dahil herkes schibetta’ya saygı gösterirdi ve isteklerini karşılardı. şöyle ki tek kişilik hücre talebi bile oz’da kabul edilmiştir.

shirley bellinger

mahkûm numarası:mahkum: 97b642
hüküm giyme: 6 aralık 1997
suç: birinci derecede cinayet
ceza: idam
şartlı tahliye şansı için gereken süre: şartlı tahliye şansı yok

oz’daki ilk ve tek kadın mahkûmdur. idam koğuşunda özel bir bölümde bulunurdu. son derece zarif, kibar, utangaç görünürdü. sessiz sakin bir yapıdaydı. bu soğukkanlılığının altında neler yattığı sonradan anlaşılıyordu. dış görünümünün aksine özünde çok tehlikeliydi. öz kızını bilerek ölüme terk etmekten idama mahkûm olmuştu. sinirlerine hakim olmaya özen gösterirdi. ruhsal olarak hiç iyi değildi ve ciddi sorunları vardı. oz’daki mahkûmlara kendini teşhir ederdi. hatta bazı mahkûm ve gardiyanlarla ilişkiye girerdi. bu sayede de ayrıcalıklı muamele görürdü. adebisi’ye yaptığı ırkçı söylemden dolayı kendisine kızsam da nedenini bilmediğim bir şekilde bu tehlikeli karakteri seviyordum. belki de masum ve zarif görünümü buna sebeptir, kim bilir.



chris keller

mahkûm numarası: 98k514
hüküm giyme: 16 haziran 1998
suç: bir cinayet, iki kere cinayete teşebbüs, ölümcül silahla saldırı, soygun ve sarhoş araba kullanma
ceza: 88 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 50 yıl

dizi tarihinin en piç, en tehlikeli, en zeki, en gizemli, en ilginç, en kışkırtıcı, en sıra dışı karakterlerinden biriydi. biseksüeldir. hayatının en büyük talihsizliği daha on yedi yaşındayken schillinger ile tanışmış olmasıdır. oz’da istediğini elde etmek için her şeyi yapardı. karizmatik bir karakterdi. karşısındaki kişileri bir şekilde etkilemeyi başarırdı. şöyle ki dört defa evlenmiş ve bütün eski eşleri yıllar geçse de onu unutamamış ve oz’a ziyaretine gelirlerdi. neredeyse herkesin aklında aynı soru oluyordu. bu kadar piç, bu kadar yavşak, bu kadar pislik, bu kadar iğrenç olup da nasıl oluyor da cinsiyet fark etmeksizin herkesi etkileyip kendine bağlıyor. şeytan tüyü dedikleri kesinlikle bu olmalı. diğer bir deyişle şeytan tüyü=chris keller. deyim yerindeyse tam bir piçtir. bir ara oz’da en iradeli karakterlerden olan rahibe ve psikolog sister peter marie’in bile aklını başından almıştı ve yoldan çıkarmak üzereydi. dizinin ilerleyen zamanlarında beecher ile aşk yaşamışlardı. beecher’e olan saplantılı hislerinden dolayı tahliye edilen beecher’ı dışarıda oyuna getirip tekrar oz’a düşmesine neden olmuştu. ayrıca bu sapık piç beecher’in ilişki yaşadığı herkesi yok ediyordu. bu yönüyle sıra dışıydı. chris keller öyle tehlikeli biriydi ki onunla asla düşman olmak istemezsiniz. dizi boyunca yaptıklarından zerre haz etmesem de yine de kendinden nefret ettirmemeyi başarabiliyordu.


sister peter marie reimondo

oz’un hem psikoloğu hem de rahibesidir bu hanımefendi. dizideki az kadın karakterlerden biriydi. oldukça zarif bir hanımdır. mahkûmlarla genellikle rahibe olarak değil de psikolog olarak ilgilenirdi. işinde gayet başarılıydı. mahkûmlarla ilişkileri genellikle iyiydi. onlara karşı empati yapar, güçlü diyaloglar kurardı. mahkûmları içinde bukundukları güç durumdan kurtarmaya çalışırdı. bir ara keller’in kendisine yakınlaşması ve münasebet kurmak istemesi yüzünden rahibeliği bırakmayı dahi düşünmüştü. her ne kadar keller aklını karıştırsa da her zaman iradesine sahip olmayı bilmişti.

bob rebadow

mahkum numarası: 65r814
hüküm giyme: 9 eylül 1965
suç: birinci derece cinayet
ceza: idam, hafifletilmiş hüküm ömür boyu hapse çevrilme.
şartlı tahliye şansı için gereken süre: şartlı tahliye şansı yok

bob amcamız eski kulağı kesiklerdendir. çok uzun zamandır oz’dadır. oz’un en kıdemli mahkûmudur. zamanında idama mahkûm edilmiş, ancak tam elektrikli sandalyede ölümü beklerken elektriklerin kesilmesi sonucu idamı müebbete çevrilmiş. nevi şahsına münhasır bir karakterdi. kendisine oz’da saygı duyulur, genellikle bulaşılmazdı. bu amcamızın en önemli özelliği tanrıyla konuştuğunu söylerdi, fakat inanmazlardı. ardından kehanetleri gerçekleşince herkes şaşırırdı. oz’da tek arkadaşı agamemnon’dur. onunla olan sohbetlerini severdim. aganemennon bir ara firar etmek için tünel kazıyordu. firar ederken robedow amcayı da götürmek istiyordu fakat amacına ulaşamamıştı. oz’daki en sevdiğim karakterdi. bu yüzden bendeki yeri ayrıdır. george amcamız 8 mart 2019’da yaşama veda etmiş. ruhu şad olsun.

arnold jackson*

mahkûm numarası: 96j352
hüküm giyme: 16 şubat 1996
suç: silahlı soygun, cinayete teşebbüs ve ölümcül silah bulundurma
ceza: 16 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 9 yıl

oz’un namıdiğer poet’i. bu karakterimiz bağımsız gibi takılsa da afroamerikalılar çetesine dahildi. oz’daki şair ruhlu tek karakterdi. hapishanede şiirler yazar ve okurdu. bu özelliğiyle diğerlerinde ayrılırdı. alemci biriydi. eroin bağımlısıydı. çete kavgalarına pek bulaşmazdı. buna rağmen zekâsı ve ikna yeteneği sayesinde çetenin ikinci önemli kişisi konumuna gelmeyi başarmıştı. poet, kareem said ve tim mcmanus’un yardımlarıyla erken şartlı tahliye hakkı kazanmıştı. ancak özgürlüğü uzun sürmedi ve borçlu olduğu uyuşturucu satıcısını öldürmekten suçlu bulunarak kısa süre sonra yeniden oz’a döndü. güzel bi abimizdi ve benim sevdiğim bir karakterdi. poet’i canlandıran craig mums grant abimiz gerçek hayatta da şairmiş. poet abimiz ne yazık ki 24 mart 2021 tarihinde yaşama veda etmiştir. ruhu şad olsun.

gloria nathan

kendisi oz’un doktorudur. meslek hayatının en zor deneyimini kuşkusuz oz’da yaşamıştır. sivil hayatta karşılaşma imkânı neredeyse olmayan ne kadar kötü adam varsa oz’da hepsini görmek durumunda kalmıştır. meslek etiği gereği mahkûmları ayırmazdı bu hanımefendi. hepsine eşit davranırdı, birine hariç. o kişi de ryan o’reily’den başkası değildi. o’reily’nin ona olan aşkına başlarda karşılık vermese de zamanla o’reily’nin yaptıklarının da etkisiyle o da bu sevgiye karşılık vermeye başlamıştı. ancak o da biliyordu ki o’reily ile bir gelecekleri mümkün değildi.

agamemnon busmalis

mahkûm numarası: 98b242
hüküm giyme: 10 mart 1998
suç: büyük çaplı hırsızlık girişimi
ceza: cezası 10 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 4 yıl

oz’un tünelci abisidir. tünel kazmada ve soygun konusunda uzmandır. busmalis abimiz öteden beri kazıya hevesli biriymiş zaten. bu sebepten dışarıdaki hayatında “köstebek” olarak tanınırmış.
bu abimiz etliye sütlüye karışmazdı. çocuk ruhlu bir yönü vardı kendisinin. bob amcamızla aynı koğuşta kalırdı ve araları iyiydi. busmalis abimizin en önemli özelliklerinden biri de hayatında hiçbir zaman bir kadın olmamış. agamemnon abimizin oz’daki en büyük tutkusu televizyonda “miss sally’s schoolyard”* programını seyretmekti. oz’daki en sevdiğim karakterlerdendi.

enrique morales

mahkûm numarası:b00m871
hüküm giyme: 6 nisan 2000
suç: ikinci derecede cinayet
ceza: 25 yıl
şartlı tahliye şansı için gereken süre: 15 yıl

morales, oz’daki latinler çetesinin en etkili adamlarındandı. sert mizaçlı bir karakterdir. fazla konuşmazdı. konuştuğunda da iş bitiriciydi italyanlarla arası iyi sayılır. dizide az zamanda sağlam icraatler yapan biriydi. daha uzun süre rol almasını istediğim bir karakterdi.

warden leo glynn

oz’daki kariyeri 1960’ların başında ıslah memuru olarak başlamıştır. daha sonra yükselerek müdürlüğe terfi etmiştir. bu karakter katı kurallarla oz’u yönetmeye çalışırdı. eski kafalı ve muhafazakar biriydi. oz’u yönetme felsefesi baskıya dayanırdı. uyuşturucu kullanımını ve ticaretini bitirkek için katı kurallar uygulardı. mcmanus ile idare konusunda pek anlaşamazdı. latinlerden ve schillinger’dan haz etmezdi. bir gün latin bir çete kızını tecavüz etmişti, o da bunun diyeti olarak oz’daki latinlere zulmediyordu. özellikle miguel alvarez’e yaptıklarından dolayı bu karakteri haz etmezdim.

tim mcmanus

oz’da emerald city’nin yaratıcısı ve yöneticisidir. idealist bir yöneticidir. dizinin başından beri en büyük derdi hapishane şartlarını iyileştirmek, oz’u daha yaşanabilir kılmaktı. bu konuda hapishane müdürü leo glynn ile tartışmaları oluyordu. amacı mahkûmları kazanmak olan mcmanus bunu pek başaramazdı. omar white’ı görece düzgün bir adama dönüştürmesiyle bunu kısmen başarmıştır. o kadar uğraşmasına rağmen oz’daki mahkûmlar tarafından pek sevilmezdi. mahkûmlar içinde genellikle kareem said ile görüşürdü. çünkü kendisinin istediği gibi bilinçli, duyarlı lider kimliği kareem said’te vardı. mcmanus’un en büyük zaafı kadınlara düşkün olmasıydı. oz’da az kadın olduğu için arada bir doktor gloria nathan’a yemeğe çıkma teklifi ederdi ve çoğu zaman reddedilirdi. bir ara kovuldu, daha sonra geri çağrıldı ve kaldığı yerden devam etti. ben bu karakterden genelde haz etmezdim.

heyhat! oz’u ilk izlediğimdeki o heyecanlı güzel günleri buradan yad ediyorum.

devamını gör...

çamaşır makinesini seyretmek

böyle bir eylem sanıyorum pek çok kişinin başına gelmiştir. çamaşır makinesinin evde bulunduğu konum itibarıyla da ilintilidir bu durum. örneğin tuvalet ile çamaşır makinesi aynı alandaysa ve o sırada sevgili çamaşır makinemiz seyir hâlindeyse bazen istem dışı bazen ise bilinçli olarak bu eylem gerçekleşir. başroldeki makinemiz koridor veya kendisi için açılan başka bir alandaysa bu eylemi gerçekleştirmek için genelde bilinçli olarak makinenin bulunduğu alana geçilir. izlerken bazen makinenin döngüsüyle birlikte zihnimizde bir şeyler de dönmeye başlar. durduk yere yaşamımızı, varoluşumuzu hatta evrenin varoluşunu sorgulamaya başlarız. bazen de geçmişe doğru zamanda yolculuğa çıkarız veya tam aksine geleceğe dair hayâller kurarız. ben de daha önce pek çok defa kendimi çamaşır makinesinin döngüsel hareketlerini izlerken buldum. bu sırada farkında olmadan müthiş bi rahatlama hissediyorum. âdeta huzur buluyorum. tıpkı akvaryumlardaki birbirinden zarif balıkları izlerken duyduğum hazza benzer his bir oluyor. bilimsel bir açıklaması var mı bilmiyorum ancak çamaşır makinesi karşısında seyre dalıp kendini kaptırmak diye bir var gerçekten de..
devamını gör...

tüm zamanların en iyi filmleri

uyumadan önce bu başlığa bir göz atayım dedim. titanic, the godfather, the shawshank redemption, the matrix gibi klişe filmler havada uçuşmuş. şimdi sizlerle pek bilinmeyen fakat birbirinden değerli muhteşem birkaç film de ben paylaşmak istiyorum.

(bkz: das leben der anderen)*

(bkz: tôkyô monogatari)*

(bkz: mia aioniotita kai mia mera)*

(bkz: bir sonbahar hikâyesi)

(bkz: nuovo cinema paradiso)*

(bkz: krótki film o milosci)*

(bkz: mandariinid)*

(bkz: nae meorisokui jiwoogae)*

(bkz: basquiat)

(bkz: mao’s last dancer)*

tüm filmlere kefilim. hiçbiri asla zaman kaybı olarak nitelendirilemez. filmlerle ilgili detaylı yorumları da daha sonra başlıklarına yapacağım. sinemaseverlere bu filmleri yaşama veda etmeden önce izlenmesi gereken filmler listesine eklemelerini öneriyorum. iyi seyirler..
devamını gör...

devlerin ölümü

yerli sinema filmidir.

yönetmen koltuğunda irfan tözüm oturmaktadır.

başrolde tarık akan ve hümeyra oynuyor. diğer önemli rollerde ülkü ülker, zuhal gencer, levent yılmaz, feridun koç gibi değerli oyuncular oynuyor.

devlerin ölümü, büyük yazar sabahattin ali’nin “çilli”, “hanende melek” ve “yeni dünya” adlı öykülerinden beyaz perdeye uyarlanmıştır.

bu muhteşem filmin senaryosunu kıymetli yazar bilgesu erenus kaleme almıştır.

filmde bir yönetmen sabahattin ali’nin üç öyküsünden yola çıkarak üç kadın karakter üzerinden bir film yapmayı amaçlamaktadır.

film üç ana bölümden oluşuyor. “çilli”, “hanende melek” ve “yeni dünya”. her biri ayrı özel ve ayrı güzel bölümlerdi. çilli bölümünde payvonda çalışan bir kadın, hanende melek bölümünde kasaba kahvehanesinde şarkı söyleyen bir kadın, yeni dünya bölümünde ise düğünlerde dans eden bir kadının yaşamı anlatılmaktadır.

oyunculuklar harikaydı. genel olarak karakterler çok başarılı ve gerçekçiydi. tarık akan her zamanki gibi klasını konuşmuş. ben burada özellikle hümeyra’nın ve ülkü ülker’in olağanüstü performanslarına değinmek istiyorum biraz. hümeyra, sadece başarılı bir müzik sanatçısı değil aynı zamanda mükemmel bir oyuncu olduğunu bu filmle evrene kanıtlamış. bunu filmde hayat verdiği karakterlere bakarak rahatlıkla söyleyebilirim. canlandırdığı bütün karakterler müthiş gerçekçiydi. özellikle hanende melek bölümündeki performansı takdire şayandı. ülkü ülker’in oyunculuğuna değinmek istiyorum şimdi de. kendisi gözümde yeşilçam’ın ve sonrasının en değerli yardımcı kadın oyuncularındandır. yeteneği başrol olmadığı için çoğu filmde fark edilmez. bazen bir filmde ya da dizide yardımcı karakterler yeri geldiğinde başrolden dahi önemli olabilir. işte ülkü ülker de böyle bir oyuncudur. çilli’de de, hanende melek’te de, yeni dünya’da da üst seviye oyunculuk sergilemiştir. yahu bu kadar övmüş kim acaba bu oyuncu? diye kendisini hatırlamayanlar birkaç saniyeliğine gugil amcaya/teyzeye sorabilir. görünce hemen hatırlanacaktır. buradan tüm oyunculara saygılarımı gönderiyorum. tarık akan da ülkü ülker de ışıklar içinde uyusun.

müzikler oldukça etkileyiciydi. her bölüm için özenle hazırlanmış özgün müzikler vardı. bu değerli bestelerin sahibi oğuz abadan’a teşekkürlerimi gönderiyorum.

sinematografisi oldukça başarılıydı. mekân kullanımı ve çekim planları gayet iyiydi. özenle çalışılmış bir film olduğu her hâlinden belli oluyor. bu mükemmel filmin arkasındaki gizli kahramanlar olan sanat yönetmeni annie g. pertan’a ve görüntü yönetmeni ertunç şenkay’a teşekkür etmek istiyorum.

filmde kadın-erkek ilişkileri üzerine önemli eleştiriler yapılıyor. ayrıca ataerkil düzene, erkek egemen topluma da sağlam eleştiriler getiriliyor. kadının toplumumuzdaki yeri, üzerindeki baskılar, özgürlüğünün kısıtlanması, ötekileştirilmesi, aşağılanması, sürekli yazgısına terk edilmesi gibi hassas konulara özenle değiniliyor filmde.

filmin başında karakalem çizimlerle yapılan tasvirler harikulâdeydi. o çalışmaların sahibini bulamadım. kimin eseriyse muhteşem olmuş. tüm çizimler çok hoş ve zarifti.

film âdeta masal tadındaydı. ne zaman başladı ve ne zaman bitti anlaşılmıyordu sanki.

filmdeki kostümler ve makyajlar son derece başarılıydı. özellikle hümeyra’nın oynadığı karakterlerin makyajları çok estetikti. bu başarılı makyajların yaratıcısı suzan kardeş’i tebrik ediyorum.

ege bölgesinde nostaljik bir yolculuğa çıkıyoruz film boyunca. eski tren istasyonları ne de güzelmiş.

kahvehanede alaturka müzik eşliğinde sohbetler edilip oyunlar oynanıyordu. bana hani o çocukken hikâyelerde anlatılan eski zaman dönemlerini hatırlattı kahvehane sahneleri. oldukça nostaljik görüntüler vardı bu sahnelerde. bu bölümde yerel halkı oynatmaları gerçekçiliği üst seviyeye çıkarmış. kahvehane sahnelerinde dikkatimi çeken bir husus vardı. çay ocağının olduğu bölümde kocaman yazılarda, “içki içmek katiyyen yasaktır.”
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
yazıyordu. ancak bu kural bizim toplumumuzda her zamanki gibi kılıfına uydurularak çiğneniyordu. çay bardaklarına çay yerine benzer renkte olan konyak konuyordu. buna da ilginçtir süt diyorlardı. içilen rakı olmadığı için aslan sütü teşbihi yapılamıyordu hâliyle. konyağa süt benzetmesi bu bakımdan oldukça ilginçti. konyağa neden süt dedikleri hakkında bilgi edinemedim ne yazık ki.

kapanış şarkısı da son derece etkileyiciydi. bu harika şarkıyı seslendiren başrolümüz hümeyra’dan başkası değildi.

filmi çok beğendiğimi belirtmek istiyorum. kesinlikle izlemeye değer olduğunu düşünüyorum.

aşağıda film hakkında bazı detaylardan bahsedeceğim. izlemeden önce ayrıntıları öğrenmekten hoşlanmıyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm.



muhteşem filmimiz aşağıdaki büyüleyici girizgâh ile masal tadında başlar.

“çok, çok eski zamanlarda, bundan yüz milyonlarca yıl evvel, dünyamız henüz bilginlerin ikinci devir adını verdikleri çağlardayken, yeryüzünde birtakım kocaman, korkunç devler yaşamaktaydı. bugün bildiğimiz hayvanların çoğu o zamanlar daha ortalıkta yoktu. canlı yaratık olarak denizlerdeki balıklar, birçok kuşlar, pek küçük bazı memeli hayvanlar ve kurbağalar vardı. bir de söylediğimiz bu devler. bunlar da çeşit çeşitti. boyları sekiz on metreden tutun da yirmi beş metreye kadar olurdu. kimisinin kalın pul pul sırtı dikenli derileri, küçük bir oda büyüklüğünde başları, bir adam boyu dişleri ve boynuzları, kimisinin dört beş metre uzunluğunda bir boynun ucunda küçücük başları vardı. hemen hepsinin kuyrukları uzun, pençeleri tırnaklıydı. sürüngen hayvanlar soyundan olan ve damarlarında sıcak kan dolaşmayan bu devler loş ormanlarda, sulak bataklık yerlerde yaşarlar ot, et ne bulursa yerlerdi. tembel oldukları için çok kere karınlarını ormanlarda, sularda su kenarlarında ölüp kalmış hayvanların leşleriyle doyururlardı. onlara kaygısız ve rahat yaşama imkânını veren ne cesaretleri ne de zekâlarıydı. sadece dev yaradılışlarına dayanarak etraflarını kasıp kavuruyorlardı. bir yerde göründükleri zaman bütün canlılar oradan kaçardı. balıklar suyun derinliklerine, kuşlar göğün maviliklerine, öteki hayvanlar ağaç kovuklarına, inlerine dalarlardı. ilk bakışta yeryüzünün bu tembel fakat doymak bilmez, bu aptal fakat kuvvetli, bu korkak fakat zalim devlerden kurtulacağı akla bile gelmezdi. sular onların karalar onlarındı…yeryüzünde hiçbir şey ama hiçbir şey ne kadar uzun ömürlü olursa olsun sonsuz değildir. milyonlarca yıl ortalığı kasıp kavuran, uçsuz bucaksız dünyaya kayıtsız hükmeden devlerin de sonu göründü. görünmeli artık…”

yönetmen çekeceği film için çalışmalar yaparken bir pavyona gelir. mekâna gelirken yönetmen az önce arkadaşlarının kendisine doğum günü hediyesi olarak verdiği üç tane süs balığını da cam fanusta yanında getirir. burada bir konsomatrisle tanışır. aralarında sohbet başlar. kadına, “buraya ilk gelişim” der yönetmen. kadın, “belli” diyerek gülümser. ardından, “balık tüccarı mısın?”der. yönetmen, “hayır, yönetmenim” der ve çekeceği film üzerine sohbet etmeye başlarlar. yönetmen, kadına dönerek, “balıkların adını sormayayacak mısın” der. kadın, “anacım bunlara bakmak pek zordur. pek nazlıdırlar süs balıkları, ölüverirler hemencecik vallahi.” der. ardından biraz bozulan yönetmene bakar. “ee neymiş bakalım adları?” diye sorar. yönetmen balıkları göstererek bak şu “çilli”, şu “hanende melek”, bu da “yeni dünya” der. ardından kadın, “arjante, memnun oldum”* diyerek gülümser. ardından benimki de “ayışığı” der gülümseyerek. ve ayışığı isminin hikâyesini anlatır. o sırada yönetmen susar. ayışığı, yönetmene bakarak “konuşmuyorsun” der. yönetmen, cebinden çıkardığı yemi balıklara verir. “önce doyunsunlar da” der. ayışığı, “istediğin kadar doyur anacım, ölür bunlar bilmem ne içi kadar kapta. poşete girmemek için bilmem ne içi kadar kap dedim. anlarsın ya” der gülerek. ardından “sansür her yerimizde, yalnızca önümüzde, arkamızda olsa” diyerek siyasi ve sosyal mesajını da verir. daha sonra yönetmen, “yani yaşam alanlarını genişletmek gerek diyorsun” der. ayışığı, şaşkın bakışlarıyla “öyle mi dedim?” der,* bu sefer de yönetmen gülmeye başlar. ayışığı, “denize bıraksan ne olacak ki bunları, okyanusa. bu sefer de büyük balıklar ham yapar bunları” der. bu ilginç ve keyifli sohbet bu şekilde devam eder.

yönetmenimiz pavyonda tanıştığı ayışığı adlı kadından çok etkilenir. çekeceği filmle ilgili düşler kurmaya başlar. düşünde ayışığı’nın filmindeki kadın karakterleri canlandırması çok güzel düşünülmüş bir detaydı. uyandığında ise hiçbir şeyin değişmemesi her şeyin aynı olumsuzluklarla devam ediyor olması hüzünlendiriciydi.

yıllar geçmesine rağmen filmde hatırımda en çok yer edinen sahne ve unutamadığım sahne hümeyra’nın olağanüstü köçek dansı sahnesiydi. tek planda çekilmiş kusursuz bir gösteriydi. hümeyra bu sahnede kesinlikle saygıyı hak ediyor.

filmin sonunda yönetmenimiz ayışığı’nın kendisine söylediği gibi doğum gününde hediye edilen çilli’yi, hanende melek’i ve yeni dünya’yı büyük denizlere değil de güzel bir akşamüstü güneşi eşliğinde göle bırakır. o sırada sanat yönetmeni yönetmenin yanına gelir. ve sanat yönetmeninin dudaklarından o muhteşem soru cümlesi dökülür.

— peki şimdi özgürler mi?

devamını gör...

biri ve diğerleri

yerli sinema filmidir.

yazan ve yöneten üstad tunç başaran’dır.

başrollerde aytaç arman ve meral oğuz oynuyor. diğer önemli rollerde ise türk tiyatrosunun ve sinemasının değerli oyuncularından mücap ofluoğlu, reha yurdakul, engin inal, füsun demirel, güler ökten, nurettin şen, hikmet karagöz, kutay köktürk, savaş yurttaş, kemal inci gibi isimler bulunuyor. ayrıca sharon sinclair de kadroda yer alıyor.

filmde barış adlı bir karakterin ve çevresindekilerin yaşadıkları anlatılır.

oyunculuklar yan roller sayesinde ortalamanın üstündeydi. aytaç arman’ın da meral oğuz’un da performansları orta seviyedeydi. şahsen ikisinin de oyunculuğunu yetersiz buluyorum. hikâye, olay örgüsü, diyaloglar, tiradlar ve yönetmenlik mükemmel olduğu için başrollerin çok iyi olmamasını görmezden geliyorum. yardımcı karakterler son derece başarılıydı. oyunculuk açısından üstad mücap ofluoğlu âdeta filmi tek başına sırtlıyordu.

filmin sinematografisi harikulâdedir. muhteşem senaryo, başarılı karakterler, mükemmel çekim teknikleri, nahif müzikler, büyüleyici mekan ve dekorlar ve tabii ki usta işi yönetmenlik. film her şeyiyle dört dörtlük bir eserdir.

filmde kullanılan müzikler de film kadar harikaydı.

film yalnızlık ve insan ilişkileri üzerine kuruludur. aşkı ve dostlukları en güzel hâliyle izliyoruz filmde.

filmdeki tüm karakterler ustalıkla yazılmış. hiçbir karakter gerçek dışı değil ve hiçbiri sırıtmıyor. aksine yaşamın içinden insanlar hepsi.

küçük bir eğlence mekânında âdeta toplum betimlemesi yapılıyor filmde. birbirinden bağımsız hayatlar müthiş yalınlıkla ele alınıyor.

filmin neredeyse her diyaloğu derin anlamlar yüklüdür. film boyunca müthiş aforizmalara tanık oluyoruz. yalnızlıktan kadın erkek ilişkilerine, dostluklardan sanata, politikadan felsefeye her şeyden biraz vardır filmde.

büyük yönetmen tunç başaran filmi öyle şairane işliyor ki sanki bir film değil sanat eseri.

filmde yalnızlık teması öyle büyüleyici işleniyor ki izlerken bazı sahnelerde kendimden parçalar buldum.

barış karakteri hayâlleriyle gerçeğe tutunmaya çalışan bir karakterdir. bunda ne kadar başarılı olabilecek bunu göreceğiz filmde.

filmin önemli bulduğum kısımlarından bazıları kadın erkek ilişkileri üzerine olan sahnelerdi. genç aşıkların heyecanından ve mutluluğundan, yıllanmış aşıkların hüznüne kadar her detay nakış gibi işleniyor film boyunca.

filmin büyük bölümü tek mekânda geçiyor. ancak film öyle güzel akıyor ki tek mekânda geçtiğini hissetmiyorsunuz hiç.

sürekli bir şeyleri ya da birilerini bekleyerek geçen hayata yazık olduğunu, anı yaşamanın güzelliği etkili bir biçimde anlatılıyor filmde.

eski aktör nedim bey karakterinin vecizeleri ne hoştur. kendisini buradan saygıyla anıyorum.

filmin benim için en önemli kısmı, türk sinemasının en değerli yönetmenlerinden olan tunç başaran’ın 1973’de çektiği ömer hayyam filminden tam 14 sene sonra suskunluğunu bozması ve bu filmle sinemaya dönmesidir. çok önemli ve derinden bir diğer husus ise, tunç başaran o zamana kadar biriktirdiği parasının neredeyse tamamını bu filmi çekmeye harcamıştır.

biri ve diğerleri, antalya film şenliği’nde “jüri özel ödülü”nü, aynı zamanda uluslararası istanbul film şenliği’nde “en iyi film” ödülü kazanarak iki çok özel ödül ile taçlandırılmıştır. şahsi görüşüm ise çok daha fazlasını hak etmiştir.

biri ve diğerleri türk sinemasında maalesef değeri bilinmeyen nadide filmlerdendir.

filmin çok kişi tarafından bilinmemesinden hoşnutum. gizli bir mücehver gibi.

biri ve diğerleri türk sinemasının en özel ve en nahif ve en değerli filmlerindendir kuşkusuz.

biri ve diğerleri türk sinemasının gizli başyapıtlarındandır.

filmi sanata ve sinemaya gönül vermiş dostlara mutlaka öneriyorum.

filmi izleyecek olanlara naçizane tavsiyem, bir gece vakti her şeyi bir kenara bırakarak zihinlerini boşaltsınlar, yanlarına film izlerken yemeyi veya içmeyi en çok sevdikleri şeyleri alsınlar, odanın ışıklarını söndürüp dünyanın tüm stresinden uzaklaşarak seksen dakikalık şiirsel bir şölene hazırlasınlar kendilerini.

aşağıda film hakkında bazı detaylara değineceğim. izlemeden önce ayrıntıları öğrenmekten hoşnut olmuyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm.



muhteşem filmimiz arthur miller’in
sanırım insanlar eninde sonunda yaşamı kucaklamalılar.” sözüyle açılış yapar. ardından seksek dakikalık büyüleyici yolculuk başlar.

gizemli adam ile vestiyerci arasında geçen hüzünlü sahneden.

vestiyerci: ne olur söyle, kim bu mahmut bey?

gizemli adam: hangi mahmut bey? mahmut bey soğuk, mahmut bey ıslaklık, mahmut bey yağmur, mahmut bey yalnızlık, mahmut bey içkisizlik, dostsuzluk, parasızlık… mahmut bey benim. benim ismim mahmut.

vestiyerci: gel be mahmut şerefe içelim.

ve unutulmaz tiradla yazımı sonlandırıyorum.

— işte geldi beklediği… o olmasa bile. mutlu olmak için neden bu kadar zahmet? pişman olmamak yaptığın hiçbir şeye, ve yapmadığın her şeye pişmanlık duymak. bizim gibi yaşamak, düşünmeden, sadece yaşamak, ölmemek, hele mutluysa.

devamını gör...

cennet sineması

filmle ilgili başka bir mecrada benzer yorumda bulunmuştum. iki yazı da bana ait. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içerisinde paylaşacağım.



italya-fransa ortak yapımı dram/tarih türünde sinema filmidir..

filmin yönetmen koltuğunda italyan sinema üstadı giuseppe tornatore oturmaktadır..

başrollerde fransız sinemasının önemli ismi philippe noiret ve salvatore cascio, marco leonardi, jacques perrin oynuyor. diğer önemli rollerde ise; pupella maggio, enzo cannavale, agnese nano, leopoldo trieste, leo gullotta, antonella attili, nicola di pinto oynuyor..

bu harikulâde film ülkemizde “cennet sineması” olarak gösterime girmiştir..

filmde küçük bir italyan kasabasında yaşayan sinema tutkunu salvatore di vita* ile kasabadaki sinema salonunun makinisti alfredo’nun dostluğu anlatılıyor..

bu muhteşem filmimizin naif müzikleri büyük bestekâr ennio morricone’a aittir..

cinema paradiso’da filmlerle mutluluk bulan insanların, filmlerle büyüyen çocukların, filmlerle gülen ve filmlerle üzülen kasabalıların bazen neşeli bazense hüzünlü, ancak her zaman hayat dolu, aşk dolu öyküsünü izliyoruz..

film italyan yeni gerçekçiliği’nden etkilenmiştir. ikinci dünya harbi sonrası italyanların sosyal, siyasi, kültürel yapısı en yalın, en doğal hâliyle işleniyor filmde..

filmde modernizm ve teknolojiyle gelişen dünyanın toplumları nasıl değiştirdiği, samimiyetin yerini resmiyetin aldığı, hiçbir şeyin artık eskisi kadar güzel, içten, nahif olamayacağı muazzam işlenmiş..

cinema paradiso o kadar büyüleyici ki sanki sinema filmi izliyor gibi değil de “sine’masal” izliyor/dinliyor gibi hissediyorsunuz..

filmde yaşam ile sinema ilişkisi muazzam anlatılıyor. filmler insanları ne kadar etkileyebilir, filmler insanlar üzerinde ne kadar iz bırakabilir bunu görüyoruz..

filmi ülkemiz insanının ayrı seveceğini düşünüyorum. kültür olarak italyanlarla pek çok benzer özelliklere sahip olduğumuzdan dolayı filmi amerikalılara veya kuzey avrupalılara göre daha içten bulup daha çok sahiplenebiliriz diye düşünüyorum..

alfredo ile totò’nun aralarında o içten o nahif bağ çoğu baba-oğul ilişkisinde olamayacak kadar derin ve güçlüydü. alfredo’nun totò’yu adetâ öz oğlu gibi sahiplenmesi çok etkileyiciydi..

salvatore di vita karakterinin çocukluğunu, gençliğini, yetişkinliğini görüyoruz filmde. ben en çok çocuk totò karakterini sevdim..

bazı filmler vardır, o filmi anlatmaya açıklamaya çalışırsın ancak hiçbir kelime hiçbir cümle o filmi anlatmaya yetmez. filmi sadece hissedebilirsin, yaşayabilirsin. işte cinema paradiso o filmlerden..

film o kadar içten, o kadar sıcak, o kadar doğal ki cennet sineması’nda herkes kendinden bir şeyler bulabilir..

filmde değinilen en önemli hususlardan biri de zaman kavramı. çocukken hiç büyüyemeyecekmişiz gibi gelir ya hani, bir an önce büyümek isteriz. büyüyünce de dünyadaki kötülükleri, haksızlıkları, adaletsizlikleri görünce hiç de büyümeye değecek bir yer olmadığını anlarız ya işte o duyguyu yaşatıyor bu film izleyiciye. ayrıca çocukluktan gençliğe geçiş küçükken çok uzun gibi gelse de aslında bu sürecin ne kadar hızlı geçtiğini görüyoruz. gençken de hiç yaşlanlamayacakmışız gibi hissederken birden bire olgunluğa yaşlılığa nasıl geçildiğini görüyoruz filmde..

filmi izlerken eski insanların ne kadar hisli, anlayışlı, düşünceli olduklarını en ufak mutlulukların ne kadar değerli olduğunu anlıyorsunuz..

cinema paradiso, yabancı dilde en iyi film oscar’ı, cannes film festivali jüri büyük ödülü, altın küre en iyi yabancı dilde film ödülü, bafta yabancı dilde en iyi film ödülü, avrupa film ödülleri jüri özel ödülü dahil toplamda yirminin üzerinde ödüle layık görülmüştür. aldığı bütün ödülleri hak ettiğine inanıyorum. hatta bu harikulâde filmin aday olup da alamadığı bütün ödülleri de kazanmış sayıyorum..

cinema paradiso’yu henüz izlememiş sinemaseverleri kıskanıyorum doğrusu. sil baştan izleyip tekrar ilk günkü gibi mest olmayı ne çok isterdim..

bu büyüleyici sanat eserini bana öneren ve izlememi sağlayan hayatımda özel bir yeri olan kişiye buradan teşekkürlerimi gönderiyorum..

cinema paradiso her şeyiyle insanlığa, beyaz perdeye armağan edilen bir başyapıt..

cinema paradiso bir sinema filminden çok daha fazlasıdır..
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel


filmle ilgili dipnotlar

*film, yönetmen tornatore’nin sicilya’daki memleketi bagheria’da ve cefalù’da çekilmiş.

*cinema paradiso, imdb’de 8,4 ortalama puanı ile imdb’nin en iyi 250 film listesinde 52. sırada yer almaktadır. rottentomatoes’ta hakkında yazılan eleştirilerin sadece yedi tanesinden olumsuz yorum alarak %90 taze olarak değerlendiriliyor. ayrıca rottentomatoes seyirci puanı ortalaması %97’dir.

*giuseppe tornatore’nin ikinci ve en çok ses getiren filmidir.

bu muhteşem filmi sinema aşığı herkesin izlemesini öneriyorum..

aşağıda film hakkında bazı ayrıntılardan bahsedeceğim. izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşlanmıyorsanız aşağıda yazılanları okumanızı tavsiye etmem..

[[spoiler]]

alfredo ile küçük totò arasında geçen harika diyalog.

— alfredo, babamı tanıyor muydun?

— tabii tanırdım. sana anlatayım. uzun, zayıf, iyi huyluydu. benimki gibi bıyığı vardı. her zaman gülümserdi. clark gable’a benzerdi.

— büyüdüm artık alfredo. beşinci sınıfa geçiyorum. kabine geleyim demiyorum, ama hiç değilse arkadaş olamaz mıyız?

— “arkadaşlarımı görünüşlerine, düşmanlarımı zekâlarına göre seçerim.” sen benim arkadaşım olmak için fazla akıllısın. çocuklarımı arkadaşlarını nasıl seçtiklerine dikkat etmeleri için hep uyarırım.

— senin hiç çocuğun yok ki.

— olduğu zaman söyleyeceğim.

alfredo’nun totò ile dertleştiği ve nasihatler verdiği sahneden.

— onu hiç gördün mü?

— hayır. kimse nerede olduğunu bilmiyor.

— belki de böyle olması gerekiyordu. herkesin peşinden koştuğu bir yıldızı vardır. terk et burayı. bu topraklar lanetlendi. devamlı burada yaşayınca, burayı dünyanın merkezi sanıyorsun. hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanırsın. sonra bir ya da iki yıllığına gidersin. döndüğünde her şeyi değişmiş bulursun. aradıklarını bulamazsın. eskiden senin olanlar çoktan gitmiştir. buradan çok uzun süreliğine gitmelisin. yıllarca kal. kendi insanlarına doğduğun yere tekrar dönmeden önce hayatını yoluna koymalısın. ama artık mümkün değil. şu anda benden daha körsün.

— bunu kim demiş? gary cooper? james stewart? henry fonda?

— hayır, totò. hiçbiri demedi. bu defa söyleyen benim. hayat filmlerdeki gibi değil. hayat çok daha zor. git buradan! roma’ya git. daha gençsin. gelecek senin. ama ben yaşlıyım. seni daha fazla duymak istemiyorum. hakkında söylenecekleri duymak istiyorum.

bir annenin otuz yıl oğlunun yolunu gözlemesi, bir delikanlının doğduğu büyüdüğü topraklardan tam otuz yıl uzak kalması, bir anneyle bir oğulu tam otuz yıl sonra buluşturan şeyin ise o delikanlının hayatına yön veren adamın yaşama vedası olması beni derinden etkilemişti.

filmle ilgili bir yazarın şu etkileyici yorumunu paylaşmak istiyorum.

“alfredo hem kendi çocukluğunu hem de olmamış çocuğunun çocukluğunu onunla doldururken, totò da hem babasının hem de karşısında yaşanan bu büyülü beyaz perde dünyasının ona verdiği hayâl gücüyle yoksulluklarının yoksunluğunu gidermeye çalışacaktır. totò ve alfredo’nun yaşadıkları ikinci dünya savaşı sonrası günlerinin “gerçek” bir yaşam kesiti olarak sinemanın büyülü vizörü ve “cinema paradiso” adlı bir kasaba salonundan “sinemasal” dünyanın metaforu bağlamında “yaşam” ve yaşamın bir tür belgeseli olarak sinema vizyonuyla seyirciye gösterilecektir. sinema ve hayat iç içe geçerek birbirlerinin yerini alacak, ‘hayat sinema’ ve ‘sinema hayat’ olacaktır. bunu da italya’nın meşhur adası sicilya’da bir kasabanın “yaşam avlusu” olan ana meydanı içindeki bir sinema salonunda mekânsallaştırarak yapacaktır. bu sinemada yaşam tam da o günkü gerçek hayattır. insanlar beyaz perdenin buğulu ve büyülü dünyasına bayılmaktadırlar. sinemada buluşup, konuşup tanışırlar. hep beraber gülerler, birlikte ağlarlar. ilk aşklar hep orada başlar, filizlenir ve tamamına orada erer. üst kattakiler aşağıdakileri küçümser, alttakiler ise hep sabreder. çocukların eğlencesi, büyüklerin dinlencesi ve sosyaliteleri hep bu salonda yaşanır. haberler burada takip edilir, sicilyalı balıkçıların hayatlarına bakılırken ilk “cigara”lar tüttürülür, şarlo’nun(charlie chaplin) sessiz filmleriyle kendinden geçilir, kasabanın sosyolojik, siyasi ve ekonomik faaliyetleri bu hayâl salonu etrafında şekillenir. piyangoda kazanan da her şeyini kaybedip aklını yitiren de hep bu meydandadır. western’ler, savaş hikâyeleri, aşk filmleri, edebiyat klasikleri, hayata ve sanata dair o gün ne varsa hep bu sinemadadır. hayatın nabzı bu sosyallik içinde toplumu bir araya getiren ve yaşamın acılıklarına karşı bir var oluş ve direnme gücü sağlayan bir dinamodur adetâ. minik kahramanımız babasının gittiği savaştan geri gelmeyeceğini yine sinemadan haber alacak ve teselliyi yine sinemada bulacaktır. hep beraber gülerek kasabalılarla birlikte yaşama bu cennet sinemasından tutunacaklardır. anneler çocuklarını burada emzirecek, sevgililer burada buluşacak, insanlar en komik şakalarını birbirine burada yapacaklardır. totò, okul dışındaki tüm zamanını geçirdiği bu alanda hem yaşamı anlayacak, sinemayı tanıyacak hem de sinemacılığı öğrenecektir farkında olmadan...”

totò ile elena’nın salata yedikleri sıradaki tabak olarak kullandıkları bitkinin adını bilen var mı?

alfredo’nun totò’ya anlattığı o büyüleyici aşk hikâyesi sahnesinden.

— bir zamanlar krallığın birinde bir kral, güzeller güzeli prensesi için bir ziyafet vermiş. en güzel prensesler oradaymış. kapıda bekleyen asker kralın kızını görmüş. oradaki kızların en güzeli oymuş. ve asker daha ilk görüşte aşık olmuş prensese. fakat basit bir kapı görevlisinin kralın kızıyla ne işi olabilirdi? asker, en sonunda prensese ulaşmış ve onsuz hayatının bir anlamı olmadığını söylemiş. prenses, askerin aşkından o kadar etkilenmiş ki, “eğer balkonumun altında yüz gün yüz gece beklersen senin olacağım” demiş. bunun üzerine asker gitmiş, birinci gün beklemiş, ikinci gün beklemiş, üçüncü gün, yirminci gün… her gece prenses dışarı bakar askeri izlermiş. asker, yerinden hiç kımıldamazmış. yağmurda, rüzgârda, karda o hep oradaymış. kuşlar kafasına pislemiş, arılar sokmuş ama o kılını bile kıpırdatmamış. doksanıncı gecenin sonunda zayıf ve hâlsiz düşmüş. gözlerinden yaşlar süzüyormuş. uykusuzluğa dayanacak gücü kalmamış. tüm o günler boyunca prenses askeri uzaktan öylece seyretmiş. nihayet doksan dokuzuncu günün sonunda asker ayağa kalkmış, silkelenmiş, sandalyesini almış ve gitmiş.

— ne? tam sonuna gelmişken mi?

— evet, tam sonunda. ve ne anlama geldiğini bana sorma. çünkü bilmiyorum. bir gün anlarsan sen bana söylersin.

aradan biraz zaman geçer, totò aşktan muzdarip olmuştur. hüzünlüdür. elena ile yolları ayrılmıştır. yine bir gün deniz kıyısında alfredo ile dertleşirler. o sahneden.

— bana anlattığın hikâyeyi hatırlıyor musun? askerin yaptığı şeyi neden yaptığını biliyorum. çünkü biliyordu ki, eğer yüzüncü günde prenses sözünden dönerse askerin kalbi kırılacaktı ve kederinden ölecekti. bu yüzden doksan dokuzuncu gecede ayrılmayı tercih etti, böylece prenses onu sonsuza kadar hatırlayacaktı.

filmde pek çok duygusal sahne vardı. fakat bir tanesi beni yüreğimden yakaladı. küçük bir kasabanın bir zamanlar en büyük eğlencesi, sevinci, mutluluğu olan cennet sineması’nın yıkıldığı sahne bambaşka izler bıraktı yüreğimde. o sahnede değerli büyüğüm spaccafico ile beraber ben de gözyaşıma hâkim olamadım. filmin en hüzünlü sahnesiydi diyebilirim.

cennet sineması başlı başına harika bir filmdi ve bazı sahneleri asla unutamam. bu sahnelerden biri de yılbaşı gecesi saat on ikiyi vurduktan sonra italyanların evlerinin camlarından ve balkonlardan yerlere kırılabilen materyaller atma ritüeliydi. böyle bir olayla ilk defa bir filmde karşılaşıyordum. bana oldukça ilginç gelmişti.

alfredo yaşama veda etmeden önce totò’ya bıraktığı armağan ne büyük vefaydı. kasabanın din adamının öpüşme gibi erotik sahneleri istemediği için yıllarca filmlerde sansürlenen öpüşme sahnelerini biriktiren üstad alfredo, küçükken totò’ya bu filmler senin demişti. ve son yolculuğuna çıkmadan önce totò’ya hiçbir zaman unutamayacağı o sahneleri birleştirdiği filmi hediye olarak bırakması ne unutulmaz bir sahneydi. totò’nun alfredo’nun bıraktığı filmi izlerken tıpkı alfredo’nun yaşama veda ettiği haberini aldığı açılış sahnesindeki gibi tüm hayatı film şeridi gibi gözünün önüne gelmesi ne muhteşem bir sondu..


[[/spoiler]]

devamını gör...

şiirlerden bestelenmiş şarkılar

uzun süredir emek verdiğim, özenle hazırlanmış çok kıymetli bir liste oluşturdum. deyim yerindeyse evladiyelik bir müzik arşivi oldu. içlerinde bazılarımızın adını ilk defa duyacağı şairler, şiirler, müzisyenler var. keza ilk defa dinleyeceğiniz şarkılar. aralarından mutlaka size de dokunan şarkılar olacaktır. umarım beğenilir. herkese keyifli dinlemeler..

başka türlü bir şey / can yücel - yeni türkü
şarkıya giden yol..

kavaklar / metin altıok - sezen aksu
şarkıya giden yol..

şehir / konstantin kavafis - ezginin günlüğü
şarkıya giden yol..

mahur beste / attilâ ilhan - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

konuğum ol / ahmet telli - yeni türkü
şarkıya giden yol..

çok uzak / konstantin kavafis - nükhet duru
şarkıya giden yol..

geleceğim / nevzat çelik - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

haziranda ölmek zor / hasan hüseyin korkmazgil - grup yorum
şarkıya giden yol..

gül dikeni / ülkü tamer - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

sessiz gemi / yahya kemal beyatlı - hümeyra
şarkıya giden yol..

beni tarihle yargıla / ersin ergün - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

mavi liman / nâzım hikmet - cem karaca
şarkıya giden yol..

sevemezsin / ali çınar - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

çocuklar gibi / sabahattin ali - sezen aksu
şarkıya giden yol..

kendine iyi bak / ali çınar - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

japon balıkçısı / nâzım hikmet - ezginin günlüğü
şarkıya giden yol..

destina / lale müldür - nükhet duru
şarkıya giden yol..

sevgi duvarı / can yücel - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

yangın yeri / ataol behramoğlu - zülfü livaneli
şarkıya giden yol..

dargın mıyız / can yücel - ezginin günlüğü
şarkıya giden yol..

kar kesti yolu / nâzım hikmet - çekirdek
şarkıya giden yol..

yazamadım / ali çınar - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

istanbul’u dinliyorum / orhan veli - leman sam
şarkıya giden yol..

hep sonradan / ali çınar - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

rüyalarım olmasa / cemal safi - zeki müren
şarkıya giden yol..

kore dağları / enver gökçe - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

insan insan / muhyiddin abdal - fazıl say
şarkıya giden yol..

an gelir / attilâ ilhan - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

göçmen / özdemir asaf - mayıs müzik topluluğu
şarkıya giden yol..

güzel günler / hasan hüseyin korkmazgil - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

güle yel değdi / hasret gültekin - elif buse doğan
şarkıya giden yol..

dokunma yanarsın / yusuf hayaloğlu - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

eskidendi, çok eskiden / murathan mungan - sezen aksu
şarkıya giden yol..

yalancı ayrılık / seda akay - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

lavinia / özdemir asaf - feridun düzağaç
şarkıya giden yol..

ayrılış / orhan veli - ezginin günlüğü
şarkıya giden yol..

sen benim hiçbir şeyimsin / attilâ ilhan - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

olmasın varsın / bülent ecevit - fikret kızılok
şarkıya giden yol..

merhaba / ayşe hülya özzümrüt - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

yeşilmişik / can yücel - güvenç dağüstün & ece dağıstan
şarkıya giden yol..

maviye çalar gözlerin / ahmed arif - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

son aşık / faruk nafiz çamlıbel - nilüfer
şarkıya giden yol..

al öfkemi / gülten kaya hayaloğlu - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

bilinmeyen ülke / alexandr sergeyeviç puşkin - ezginin günlüğü
şarkıya giden yol..

aynı daldaydık / nâzım hikmet - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

sardunyaya ağıt / can yücel - yeni türkü
şarkıya giden yol..

amenna / hasan hüseyin korkmazgil - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

ceviz ağacı / nâzım hikmet - cem karaca
şarkıya giden yol..

macera / orhan veli - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

kalırsa bir soru / ahmet erhan - yeni türkü
şarkıya giden yol..

kılıç balığının öyküsü / halim şefik güzelson - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

düşerim / metin altıok - fazıl say & serenad bağcan
şarkıya giden yol..

zeytin karası / nevzat çelik - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

milli park / ismet özel - mfö
şarkıya giden yol..

doruklara sevdalandım / nihat behram - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

pembe karanfilli kız / afşar timuçin - ışığın yansıması
şarkıya giden yol..

turuncu gemi / gülten kaya hayaloğlu - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

kamyonlar kavun taşır / cahit külebi - yaşar kurt
şarkıya giden yol..

acılara tutunmak / ataol behramoğlu - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

ekmek şarap sen ve ben / ihsan yüce - mazlum çimen
şarkıya giden yol..

hani benim gençliğim / yusuf hayaloğlu - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

ölüm ışığa uzanmış / deniz durukan - teoman
şarkıya giden yol..

gururla bakıyorum dünyaya / orhan kotan - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

dedikodu / orhan veli - levent yüksel
şarkıya giden yol..

geçmiyor günler / sabahattin ali - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

bir çiçek yılı sonra / afşar timuçin - teoman
şarkıya giden yol..

denizin ardı özgürlük / nihat behram - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

bekle beni / ahmet telli - çağdaş türkü
şarkıya giden yol..

lili marlen türküsü / attilâ ilhan - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

ağır kapı / murathan mungan - teoman
şarkıya giden yol..

hasretinden prangalar eskittim / ahmed arif - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

bu aşk burada biter / ataol behramoğlu - kumdan kaleler
şarkıya giden yol..

uçun kuşlar uçun / rıza tevfik bölükbaşı - ahmet kaya
şarkıya giden yol..

badem ağacı / aziz nesin - badem
şarkıya giden yol..
devamını gör...

omayra sanchez

takvimler 13 kasım 1985’i gösterdiğinde kolombiya’nın tolima şehri yakınlarındaki armero bölgesinde deniz seviyesinden 5.321 metre yükseklikte 2 milyon yıldır var olan, o tarihe kadar 140 yıldır uyuyan volkanik yanardağ “nevado del ruiz” büyük bir patlamayla uyanmıştı. yerel halk bu yanardağa “uyuyan aslan” adını vermişti. çünkü en son 1845 yılında uyanmıştı. volkanik patlamada yaklaşık 35 milyon ton lavın etrafa saçıldığı tahmin ediliyor. bu felāket öyle büyüktür ki yaşanılan bölgedeki nüfusun 25 binden fazlasının yaşamına son vermiş, 13 köyü, 42 bin konutu yerle bir etmiş ve 20 köprüyü paramparça etmişti. yıkımın vahāmetini idrak edebilmek için şunu belirtmek istiyorum. o tarihte bölgedeki nüfus yaklaşık 29 bindir. bu felakette sonra 25 bin kişi yaşama veda ediyor. bu durum felāketin boyutunu gözler önüne seriyor. faciadan sonra yetkililer armero kasabasını “mezarlık” olarak ilan etmiştir. yaşanan felâket daha sonra dünyada “armero trajedisi” olarak bilinir.

bu trajedi kolombiya tarihinin en büyük felāketlerinden biri oluyor. yaşanan afette binlerce insan yaşamını yitiriyor. ancak bir isim var ki bu felāketin sembolü oluyor. bu isim omayra sánchez garzón. yaklaşık 140 yıldır uyuyan yanardağ uyanmaya karar verdiğinde minik omayra henüz 13 yaşındaydı. küçük omayra’nın bulunduğu yer afet sırasında çökmüş, omayra beton yığını, molozlar ve yükselen suyun arasında sıkışıp kalmıştı. öyle kötü sıkışmıştı ki yaklaşık 60 saat boyunca bulunduğu yerden çıkarıl(a)madı. destek ekipleri o sırada pek çok kişiye yardım ediyordu. ancak ne yazık ki sıra minik omayra’ya geldiğinde küçük bedeni artık acıya daha fazla direnemedi. patlama sonunda bölgede görev yapan jairo enrique guativonza adlı bir cankurtaran minik omayra’yı enkazın altında fark ederek yardımda bulunur. daha sonra çevrede toplananlar omayra’ya yardım etmek istese de onu sıkıştığı yerden bir türlü çıkarmayı başaramaz. omayra’yı her çıkartmaya çalıştıklarında çevresindeki su yükselir ve omayra’nın nefes almasını engeller. sıkıştığı yerdeki suyun altına bakan ekipler, omayra’nın bacaklarının tuğladan yapılmış kapının altında kaldığını fark ettiler. bazı yetkililer omayra’yı oradan kurtarmak için ayaklarının kesilmesi gerektiğini söyler. çünkü çoğuna göre o enkazdan başka türlü kurtulması mümkün görünmüyordu. ancak böyle bir şeye kimse cesaret edemezdi. bunun için ne uzmanlar ne ekipmanlar ne de sağlıklı hijyenik bir ortam vardı. bazılarına göreyse tüm bunlara gerek kalmadan zamanında alınan tedbirler kurtarabilirdi küçük çocuğu. fakat maalesef istenen şey olmadı ve omayra için acı son yaklaşıyordu. dönemin belediye başkanı ve diğer devlet yetkilileri toplum tarafından sert biçimde eleştiriliyordu. nasıl olurdu da küçücük bir kız çocuğunu sıkıştığı molozların arasından çıkaracak ekip 60 saat boyunca gel(e)miyordu. kolombiya savunma bakanı miguel vega uribe, kurtarma çabalarına yönelik eleştirileri anladığını ancak kolombiya’nın bu tür kurtarma operasyonlarında yeterli donanıma sahip olmayan gelişmemiş bir ülke olduğunu söylemiştir. ancak bu savunma yetkililere yapılan eleştirilerden kurtulmalarına yetmemiştir. çünkü halka göre devlet yöneticileri o dönemde uyuşturucu kartellerinden aldıkları rüşvetlerle ilgilenirken olası bir yanardağ patlaması için önlem almayla ilgilenmemişti.

omayra sánchez, ailesiyle birlikte bogota’ya 169 mil uzaklıkta bulunan 50 bin nüfuslu pamuk üretimi yapılan bir yer olan ve “beyaz şehir” olarak bilinen santander kasabasında yaşıyordu. omayra’nın annesi maría aleida garzón felâket sırasında bir iş için gittiği bogota’daydı. bu yüzden şans eseri hayatta kalmıştı o gün. babası álvaro enrique sánchez ise facia sırasında kızıyla aynı sonu paylaşmıştı. bu felâketten omayra’nın erkek kardeşi álvaro enrique sánchez ise yaralı olarak kurtulmayı başarmıştı.

felâket sırasında omayra liseye henüz yeni başlamıştı. annesi derslerine düşkün bir kız olduğunu söylemiştir. afetle ilgili bir başka üzücü olay ise omayra’nın 39 sınıf arkadaşının çoğunun yaşama veda etmesiydi.

çocuk yaşında yaşadığı onca acıya rağmen çoğu yetişkinden daha soğukkanlı davranmıştır omayra beton yığınlarının ve kirli suların arasında. umudunu hiç kaybetmiyordu. hatta acı içinde etrafındakilere şarkılar söylediği, gazetecilerden şekerleme ve gazoz istediği kayıtlara geçmiştir. ancak son zamanlarında bilincini kaybetmeye başlamıştır ve sanrılar görmeye başlar küçük kız. okula geç kalacağını, matematik sınavını kaçıracağını söyler. minik omayra yaşama veda ermeden önce hüzün ve ızdırap dolu bakışlarıyla çevresindekilere söylediği son sözlerinden bazılarını aktaracağım şimdi. “anne, eğer beni duyuyorsan tahmin ediyorum benim tekrar ayağa kalkmam, yürüyebilmem ve bu insanların beni kurtarması için dua ediyorsundur. anne seni seviyorum ve babamı ve kardeşimi. elveda anne”. bir ara; “korkarım sular yükselecek ve beni boğacak çünkü burada -sıcak bir ülkede olmama rağmen- yüzme bilmiyorum” diye sayıkladığını söyler çevresindekiler. omayra bir ara çevresinde toplanan insanlara, “şimdi gidin biraz dinlenin, sonra gelip beni buradan çıkarın.” der. omayra’yı bulan cankurtaran jairo enrique guativonza, omayra’nın kendisine gece boyunca şarkılar söylediğini, 10 kasım’da doğum günü olduğunu ve tekrar ailesiyle birlikte kutlayacağını da söylemiştir. omayra bir ara sıkıştığı yerde havada helikopterlerin geçtiğini görür ardından kanlanmış gözlerini yukarı kaldırır ve onların gidişini izler. omayra’yı gören görevliler omayra’ya, “seni buradan çıkarmak için motorlu pompayı sana getireceğiz.” der. bu sözleri duyan omayra ise görevlilere umutla bakarak şöyle der: “gidin ve beni buradan dışarı çıkarın.” küçük omayra’nın son anlarında etrafındakilere söylediği sözlerden en hüzünlü olanlarından biri de “üşüyorum” ifadesi olmuştur. bu sözü artık minik bedeninin daha fazla dayanamayacağının işaretiydi belki de. küçük omayra tüm acısına, kederine rağmen hiç ağlamamış, cesaretini hiç kaybetmemiş, bir an bile pes etmemişti.

yaşanılan korkunç trajediden kurtulacak kadar şanslı olanların çoğu, kafataslarında, yüzlerinde, göğüslerinde ve karınlarında ciddi yaralanmalarla yaşamını sürdürmüştür. yaralanmalarının ciddiyeti nedeniyle hayatta kalanlardan en az 70 kişi ampute edilmek zorunda kalır.

felâketle ilgili korkunç bir iddia vardır. bu iddia, yaklaşık 100 bin kolombiya ordusunun ve yaklaşık 65 bin kolombiya polisinin hiçbirinin bölgedeki kurtarma çalışmalarına gönderilmediği yönündedir. o dönem kolombiya’nın savunma bakanı olan general miguel vega uribe, kurtarmadan sorumlu en üst düzey yetkiliydi. uribe, eleştirilerin çoğunu kabul etmesine rağmen, hükümetin elinden gelen her şeyi yaptığını savunmuştur.

omayra sánchez’in son hâlini fotoğraflayan fransız gazeteci frank fournier çektiği fotoğrafla “pulitzer” ve “world press photo of the year” ödülleri kazanmıştır.

o dönemler ülkemizde de gündeme gelir minik omayra’nın acı öyküsü. o dönemde trt’de yayınlanan 32. gün programında omayra’nın fotoğrafları yayınlanmıştır.

2008 yılında şili’de kurulan bir punk rock müzik grubu kendilerine “omayra sánchez” adını vermiştir. grup tıpkı kolombiya’da olduğu gibi dünyadaki diğer devlet yöneticilerin ihmalkârlıklarına tepki olarak şarkılar bestelemiştir.

omayra’nın annesi, ülkesindeki caracol radio’ya katıldığı programda kızının acı haberini bogota’daki hospital de la misericordia adlı hastanedeyken öğrendiğini söyler. kızı için, “oyuncak bebekleri vardı ama oyun oynamayı sevmiyordu; kendini ders çalışmaya adamıştı.” der. ayrıca inançlı biri olduğunu ve öldüğünde kızına kavuşmak istediğini söylemiştir.

küçük omayra’nın ve daha binlerce yurttaşının yaşama veda ettiği anlarda bir mucize gerçekleşir aynı bölgede. carmen cecilia adlı bir kadın yaklaşık dört gün belden aşağısı sular altında kalmıştır. kendisini kurtarmaya gelen ekipler genç kadının hamile olduğunu öğrenir. ekip carmen cecilia’yı kurtardıktan sonra oradaki doktorlar kadına karnındaki bebeği kurtarmak için derhal doğum yaptırmayı düşünür. ve bulundukları yerde sezaryenle doğum yaptırırlar kadına. ardından yitirilen binlerce candan sonra hayata gözlerini açan bir minik can dünyaya gelir. ufacık bir kız çocuğudur hayata gözlerini açan. çevredeki herkes minik yavruya isim bulmaya çalışır. kalabalığın içinden bir ses “esperanza” olsun der. bunu duyan anne yüksek bir ses tonuyla, “hayır!” der ve adı “consuelo” olacak diye bağırır. ardından oradaki herkes sevinçle “¡consuelo!” diye bağırmaya başlar. işte mucize bebek consuelo’nun yaşam öyküsü böyle başlar.

güzeller güzeli omayra’nın son hâlleri dünyadaki gazeteciler tarafından fotoğraflanmış ve kamera kayıtlarına geçmiştir. o görüntüleri izlemeye ve son sözlerini duymaya çoğumuzun yüreğinin dayanacağını sanmıyorum.

tüm inancına, direncine, umuduna rağmen 16 kasım 1985 cumartesi sabahı saat 10.05 civarında küçük omayra muhtemel hipotermi ve kangrenden dolayı bir daha açmamak üzere hayata gözlerini yumar.

minik omayra yaşama veda ettiği yere defnedilir. omayra sánchez bu felâketin simgesi olur kolombiya’da. omayra için ulusal olarak her yıl anna törenleri düzenlenir. halkın pek çoğuna göre omayra bir melek olup göğe yükselmiştir. halkın bir bölümü omayra’nın defnedildiği yeri dualar edilen, dilekler dilenen bir tapınak olarak görmektedir. eski bir gazeteci olan ve aynı zamanda kolombiya’nın portekiz büyükelçisi germán santamaría, çektiği ızdıraplardan dolayı omayra için, “kolombiyalı ilk azize laura montoya değil omayra olmalıydı.” demiştir.

trajedinin yaşandığı küçük kolombiya kasabasının bulunduğu bölge 1986 yılında papa ii. john paul tarafından kutsal alan ilan edilmiştir. hatıra haçlarının ortasında omayra sánchez’e ait anıt bulunmaktadır.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

yüreğim minik omayra için keşke zamanı geri alabilsek ve onu kurtarabilsek diyor fotoğrafını her düşündüğümde. ancak maalesef zamanı geri alamıyoruz.

büyük şair nazım hikmet’in dizeleriyle yazımı sonlandırıyorum.

benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

“aman aman, acı yüzler
kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler
kaldı aklımızda..”
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5, kaynak 6, kaynak 7
devamını gör...

bir sonbahar hikayesi

yerli sinema filmidir.

filmi yazan ve yöneten türk sinemasının en değerli yönetmenlerinden yavuz özkan’dır.

başrollerde zuhal olcay ve can togay’ı izliyoruz.

filmde 12 eylül dönemi üniversitede öğretim görevlisi bir kadın ile iktisatçı bir erkeğin ilişkisi anlatılıyor.

kadın karakter çağdaş, sanata, edebiyata, bilime önem veren, kibirden hoşlanmayan, hassas, değer yargıları olan duyarlı birisi. erkek karakter ise kapitalist düzeni benimsemiş, özenti, aşırı hırslı duyarsız ve kibirli birisi. baktığımız zaman ortak noktaları yok denecek kadar az. bu açıdan ilişkide artı kutup eksi kutbu çeker olayını gözlemlemek mümkün. en büyük ortak noktaları ikisi de işinde başarılı. yine de aralarında yaşanan sorunlardan kurtulmaları hiç kolay değil.

oyunculuklar harikaydı. zuhal olcay’ın oyunculuğunu öteden beri çok beğeniyorum. neredeyse tüm filmlerini izledim. bu tarz karakterler için yaratılmış âdeta. gizli yüz’den beri bu tarz içsel çekişmeler yaşayan, gizemli, depresif, kırgın, soğuk rollere inanılmaz yakıştırıyorum. yüz yapısı ve mimikleri de bu rollere son derece uygun. can togay’ı mavi sürgün’den hatırlıyorum. oradaki performansını beğenmiştim. burada da rolünün hakkını vermiş. bu arada çoğunluğun aksine ben dublajını beğendim. zaten sungun babacan’ın can verdiği kötü seslendirme duymadım. üstad, bir çöpe dahi ses verse o çöp şaha kalkar.

müzikleri de en az film kadar harikulâdeydi. kesinlikle sinema tarihimizin en iyi müzikleri listesinde kendine üst sıralarda yer bulacağına inanıyorum filmdeki bestelerin. bu büyüleyici film müziklerini bizlere armağan eden büyük usta cahit berkay’a teşekkürlerimi ve saygılarımı gönderiyorum.

film, geçtiği dönemi son derece başarılı yansıtıyor. 12 eylül’ün baskısını, zulmünü, müdahalelerini, korkusunu, sosyal yaşama ve iş hayatına etkilerini kısaca dönemin her şeyini görüyor ve yaşıyoruz filmde.

filmdeki diyaloglar muhteşemdi. çok zamandır ikili diyalogların bu kadar anlamlı, bu kadar etkileyici, bu kadar derin olduğu yerli film izlememiştim.

filmde kadın-erkek ilişkilerine dair harika saptamalar var. modern ilişkilerdeki sorunlara da ışık tutuyor film.

filmi yönetmenin en iyi üç filmi listesinde olması gerektiğini düşünüyorum. yönetmenin izlediğim filmlerinden şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bence yavuz özkan sinemasının en iyi örneğidir bir sonbahar hikâyesi.

filmi izlemeden önce yönetmenin kim olduğunu bilmesem ve bana yönetmenini sorsalar, filmin yönetmenine kesinlikle yavuz özkan derdim. her şeyiyle bir yavuz özkan şaheseri.

filmle ilgili en beğendiğim hususlardan birisi klişeyle başlayıp klişeyle bitmemesiydi.

filmde büyük şair nazım hikmet’in o muhteşem şiirlerine de yer veriliyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

bir sonbahar hikâyesi, en iyi film, en iyi senaryo, en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu ödülleri dahil pek çok film şenliğinden ödülle dönmüş. şahsi görüşüm aldığını ödüllerin tamamını hak etmiş. hatta bana göre aday olup kazanamadığı diğer bütün ödülleri de hak etmiştir.

bir sonbahar hikâyesi, yavuz özkan’ın en beğendiğim ve en özel bulduğum filmidir.

bir sonbahar hikâyesi, sinema sanat mıdır değil midir? sorusuna sinema sanattır cevabını veren filmdir.

film ülkemizde pek bilinmez. bu harikulâde filmin herkes tarafından bilinmemesinden hoşnutum.

bir sonbahar hikâyesi, türk sinemasının gizli başyapıtlarındandır.

aşağıda filmle ilgili bazı ayrıntılara değineceğim. izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşlanmıyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm.



darbe olmuştur. bu dönemde kadın öğretim görevlisinin üniversite girişinde yaşadığı o üzücü sahneden.

— bayan! çantanızı açın.

— görmüyor musunuz? öğretim görevlisiyim!

— olabilir.

— bakalım deniyorsa sebebi vardır!

— buna hakkınız yok.

— yoksa çekindiğiniz bir şey mi var?

bu iğneleyici sual üzerine öğretim görevlisi çantayı gösterir. görevli çantaya bakar, çanta temizdir. geçebilirsiniz der. ve onur kırıcı bu davranış o günlük sona erer.

kadın ile erkek arasında geçen sarsıcı diyalogtan.

— gidelim buradan. amerika’ya.

— amerika’ya mı? amerika. ciddi misin?

— çok ciddiyim.

— hayır, yapamam.

— yapamaz mısın?

— olacak şey değil. ne yaparım ben orada?

— ne mi yaparsın? çok şey. orası amerika. eğer ufacık bir ışıltın varsa hemen fark edilir. burada hiç kimse hiçbir şeyin farkında değil. kimsenin ışıltıya falan bakacak hâli yok. burada hiçbir beklentin olamaz. orada çok iyi olacaksın bana inan.

— bak, ben işimi çok seviyorum.

— işini orada da yapacaksın. hem de gerektiği gibi.

— gidemem. gitmemeliyim. burada her şey yolunda olsa belki. ben bir aydınım.

— aydın mı? peki senin değerlerinin hangisinin karşılığı var burada. bilim, kültür, sanat, estetik. kimin umurunda sanıyorsun? hepsi çöpe atılmış.

— söyle bana akşam eve geldiğinde neydi o hâlin? bilimmiş. bu ülke kızılderili saldırısına uğramış bir amerikan kasabasına benziyor. bunu görmüyor musun?

— peki kızılderiler saldırınca kasabalılar ne yaptılar? evlerini mi terk ettiler? hem unutmaki kızılderililer o ülkenin gerçek sahibiydiler. hayatı kana bulayanlar onlar değildi.

erkek, onur kırıcı bir eylemde bulunarak kadını aldatır, daha sonra bu ihaneti itiraf eder, hem de bunu bayağı bir kadınla yaptığını itiraf eder. o sırada yaşan o unutulmaz diyalogtan.

kadın: birbirimize yetiyoruz sanıyordum.

erkek: tabii ki yetiyoruz. bu bir fanteziydi.

kadın: bak. bayağılıkta seni çeken bir şey varsa benimle yaşarken bunun eksikliğini duyacaksın. herkes kendi rüyasını görür. ben seninle sevişirken bulutlarda dolaşıyordum, ama görüyorum ki sen lağımlarda dolaşıyormuşsun.

filmde birbirinden değerli diyaloglar vardı. ancak beni en çok etkileyen diyalog aşağıdakiydi.

öğretim görevlisi kadın darbe sonrası ilk kez üniversitedeki dersine girer hüzün dolu sahne başlar.

— bir süredir derslerimiz kesintiye uğradı, zorunlu olarak. birçok arkadaşınızı göremiyorum. umarım kendi istekleriyle gelmemişlerdir okula. evet. her neyse. bugün ders yapmayalım. aklımıza ne geliyorsa onlardan söz edelim. edebiyattan, sinemadan, resimden her şeyden.

bir kadın öğrenci el kaldırır, söz alır.

— dün sinemaya gittim hocam. filmin adı gece bekçisi. kurbanın celladına karşı duyduğu hayranlık anlatılıyordu. kurbanın celladına karşı duyduğu hayranlık! bu hayranlığı bir türlü içime sindiremedim. bu kadar, bunu yüksek sesle söylemek zorundaydım.

— evet anlıyorum. başka konuşmak isteyen var mı?

başka bir kadın öğrenci söz alır.

— size kendi psikolojimden söz edebilir miyim hocam?

— istiyorsan tabii.

— kafam karmakarışık hocam. 22 yaşındayım. 22 yıldır etrafıma bakıyorum. nefret, kavga ve ölüm. ölüm diyorum. düşünebiliyor musunuz? bizler edebiyat okuyoruz. yeryüzünde yazılmış en güzel şiirlerden haberimiz var. okuduğum romanları düşünüyorum. insanlar ne güzel şeyler yaşamışlar hocam. inanıyorum ki hâlâ da yaşıyorlar. ya biz hocam, ya ben! ya ben neden o duyguları hiç tanımıyorum. bu beni çok korkutuyor.

devamını gör...

krotki film o mitosci

polonya yapımı sinema filmidir.

yönetmen koltuğunda büyük yönetmen krzysztof kieślowski oturmaktadır.

başrollerde, grazyna szapolowska* ile olaf lubaszenko’yu* izliyoruz. diğer rolde ise stefania iwinska’yı seyderiyoruz.

filmde on dokuz yaşında genç bir delikanlı olan tomek’in karşı binadaki komşusuna karşı beslediği derin hisler ve yaşadıkları anlatılmaktadır.

krótki film o miłości filmi krzysztof kieślowski’nin eski ahit’teki on emir’den yola çıkarak çektiği dekalog film serisinin altıncısı olan “sześć* emri üzerine kurulur. krótki film o miłości için sześć’in uzun metrajlı hâli denilebilir.

bu harikulâde filmimiz türkçeye, “aşk üzerine kısa bir film” olarak çevrilmiştir.

oyunculuklar harikaydı. hayata karşı pek bir şey bilmeyen masum genç tomek karakterini olaf lubaszenko çok gerçekçi oynamış. tavırları ve mimikleriyle kesinlikle rolünün hakkını veriyor. gelelim şimdi güzeller güzeli magda’ya. tomek’e kıyasla görece hayatın çemberinden geçmiş orta yaşlı, eğitimli, seküler bir kadını temsil eden magda karakterine ruhunu vermiş grazyna szapolowska. dış güzelliğiyle* öyle muhteşem bir kadın ki tomek’in kendisine tanımadan aşık olmasına hak veriyorum. büyüleyici bir auraya sahip magda. kieślowski, magda karakterini sanki grazyna szapolowska için yazmış. tek kelimeyle muhteşemdi.

filmin müzikleri den en az film kadar enfesti. üstad kieślowski’nin çoğu filmindeki bestekâr ahbabı zbigniew preisner yine sanatını konuşturarak büyüleyici bestelere imza atmış.

filmde aşkın en yalın hâlini görüyoruz. aşk denen hissin en saf, en içten, en duru hâline tanıklık ediyoruz.

krótki film o miłości’de aşkın ne kadar hassas ne kadar kırılgan bir duygu olduğunu hatırlıyoruz. aşk ile çarpan kalp bir kere kırıldı mı bir daha asla eskisi olamıyor. kieślowski, tomek üzerinden hepimize öz eleştiri yaptırıyor.

krótki film o miłości’deki karakterler iyilik ve kötülük üzerinden hemencecik tanımlanabilecek özelliklere sahip değildir. buradaki karakterler tıpkı hayat gibi gerçektir. karakterler ne tam siyah ne de tam beyazdır. çoğu zaman gridir. bu filmde yaşamın ta kendisi anlatılır.

krótki film o miłości ile ilgili en önemli hususlardan biri de çok sıradan ve basit gibi görünen bir konuyu şiir tadında işlemesi. krzysztof kieślowski’ye boşuna sinemanın şairi demiyorlar. böyle kasvetli konusu olan bir filmden sanat eseri ortaya çıkarmayı başarmış yine üstad.

krótki film o miłości ile bir hollywood filmini kıyasladığınızda amerikan sinemasının ne kadar yavan kaldığını hissediyorsunuz. polonya sineması tıpkı bu film gibi tüm acıları, hüznü, aşkı, öfkeyi, sevinci, nefreti harmanlamayı başarmış harika yapımlar ortaya koyuyor.

bir yazarın da dediği gibi, “aşk hakkında kısa bir film dense de, anlattıkları bakımından uçsuz bucaksız bir hikâye.”dir krótki film o miłości.

üstad kieślowski için polonyalı filozof ve rahip profesör józef tischner, “diğer sanatçılar insanların dünyaya olan yolculuğuna odaklanmışken o, insanların kendilerine olan yolculuğuna odaklandı.” sözlerini söylemiştir. işte kieślowski’nin böyle filmleri vardır. krótki film o miłości filmi de bunların en önemlilerindendir.

kieślowski bir söyleşisinde, “aşk üzerine aşkı tamamen anlatan bir film yapılamaz.” der. ancak aşk üzerine bu kadar mükemmel bir film yapmayı da başarmıştır aynı zamanda.

filmi belli aralıklarla tekrar tekrar izlemek istiyorum. yıllar içinde her izlediğimde farklı hisler uyandıracağından eminim.

krótki film o miłości’nin finali şimdiye dek yeryüzünden çekilmiş en muhteşem birkaç sondan biridir gözümde. izleyeli uzun yıllar olmasına rağmen hâlen hatırımdadır o son.
dizi dünyasında six feet under finali neyse sinema dünyasında da krótki film o miłości finali odur nazarımda.

krótki film o miłości en iyisinden bir başyapıttır.

gözümde çok özel bir filmdir krótki film o miłości. bir yandan bu enfes filmin yeryüzünde az kişi tarafından bilinmesinden hoşnutum ve bu filmi herkesin bilmesini ve izlemesini istemiyorum. bir yandan da büyük usta kieślowski’nin tüm insanlığa armağan ettiği bu benzersiz başyapıtı tüm yüreği güzel dostların izlemesini istiyorum. işte böyle bir krótki film o miłości..

filmle ilgili anekdotlar

* krótki film o miłości filmi krzysztof kieślowski’nin dekalog serisinden ayrı çektiği iki filmden biridir. diğeri krótki film o zabijaniu*

* dekalog sześć ile krótki film o miłości aynı film olmasına rağmen sonları farklıdır. magda karakterini oynayan grazyna szapolowska’nın isteği üzerine krzysztof kieślowski’nin filmin sonunu değiştirmiştir.

* filmde başroldeki kadının adı magda’dır. kieślowski bu isimle günahkâr maria magdalena’ya gönderme yapar.

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5, kaynak 6

aşağıda film hakkında bazı detaylara değineceğim. izlemeden önce ayrıntıları öğrenmekten hoşnut olmuyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm.



tomek’in magda’ya olan sevdasından onun için yaptıklarından etkilenmemek mümkün değil. şimdi hatırımdaki bazı sahnelere değineceğim. tomek postanede çalışmasına rağmen aşık olduğu kadını sadece birkaç saniyeliğine görebilmek için uykusundan ferâgat edip bütün mahalleye her sabah saatlerce süt dağıtmıştı ve sonunda magda’yı anlık da olsa yakından görebilmişti. yine magda’yı sadece tekrar yakından birkaç saniyeliğine görebilmek için kadının posta kutusuna haber kağıdı bırakıp onu bu şekilde postaneye getirtmesi. magda’nın sevgilisiyle sevişmeye başladığını gördüğünde bunu engellemek için gaz kaçağı ihbarında bulunması.. tomek’in bütün bunları büyük aşkı magda için yapması ne kadar etkileyiciydi.

mozartcultures.com’da melin durmaz’ın kaleme aldığı “aşk üzerine kısa bir film” adlı yazısından alıntılar yapacağım şimdi.


“seyircinin film boyunca içinde bulunduğu ahlaki çıkmaz kieślowski’nin yarattığı akıştan kaynaklanır. kişiler iyilik ve kötülük üzerinden kolaylıkla tanımlanabilecek özelliklere sahip değildir. ziyadesiyle hayatın içinden insanları temsil ederler. izleyici tomek’e tacizci olduğu için öfke duyacağı sırada onun karşılıksız ve saf aşkıyla karşılaşarak kafa karışıklığı yaşar. magda’dan ise aşkı cinselliğe ve arzuya indirgediği ve tomek’i hor gördüğü için nefret edeceği anda kadının pişmanlığıyla karşılaşarak onunla empati kurmaya başlar. kieślowski sınırları bir kez daha soyut bir biçimde çizmiştir…

… fakat ilişki ilerledikçe ve tomek’in idealiyle gerçeklik birbirini tutmadıkça söz konusu tutkulu duygular geri dönülemez bir acının dışa vurumu olarak kanla birleşir. filmin doruk noktası sayılabilecek tomek ve magda’nın aynı evde bulunduğu sahne tomek’in intihar etmesiyle çözülmeye başlar. magda’nın aşkı temsil eden kırmızısı tomek’in bileklerinden akan kanla birleşir. başta tutkuyu temsil eden renk, genç adamın acı ve ıstırabına dönüşmüştür. filmin çözülme kısmında tomek, günah ve yasak olan duygularından ötürü kendisini cezalandırır. insanın kalp kırıklığından ağlaması konseptine uzak olan karakter, hüznünü farklı yollardan ifade etmeyi seçmiştir.”



filmde görüyoruz ki tomek’in magda’ya duyduğu aşk fiziksel aşkın çok daha ötesindedir. tomek’e göre magda’nın hayâliyle yaşamak magda’nın kendisiyle yaşamaya yeğdir. bu bakımdan tomek’i sevmek zamanı’ndaki halil’e benzetiyorum. iki karakter de cisme değil aşık olmaya aşıktır.


beyazperde.com sitesinden alıntıdır.


“… kieslowski imzalı bu 1988 yapımı film; aşk üzerine kısa ama aslında bir o kadar da uzun bir deneme olarak, aşkın karşılık beklenilmeden ve art niyet beslenilmeden yürekte belirmesinin ve beslendiği yüreğin kapalı kapılarının bir süre sonra acılarla örülü aşka dair yaralara merhem olup, ardına kadar açılmasının resmi niteliğindedir…

… krzysztof kieslowski, aşk üzerine kısa bir film’de insanı huzursuz eden bir sessizliği hakim kılmış ve bu sessizliğin içini insanı esir eden ama onu savurmayıp içine çeken bir gizemi ve çekimi katarak, aşkı tersten okuma yoluna gitmiş ve ortaya çıkan eser, izleyenin başını döndüren yansımalara büründürülerek karamsar ve kasvetli bir geceye evirilmiştir. insan neden ağlar ? sorusunu seyirciye savuran yönetmen, karşılığını yalnızlık olarak yine kendisi vermiştir…

… yalın bir anlatım tercih edilmiştir filmde, kameranın doğallık katılan kullanımı sanki filmi kurgudan çıkartıp gerçek bir yaşamın yaşandığı yaşam alanına evirmiştir. mekanların kısıtlı ve aydınlığın olanca kapalı olması, karakterlerin kendi sınırları içinde çektikleri mutsuzluğu yansıtmak için yönetmenin bilinçli bir terciği olmuş ve filmin dokusuna hakim olan kaybedişin, iyi bir biçimde betimlenmesi için gri tonlar sadece yüzlere ve bakışlara hakim kılınmamış, aynı zamanda sözcüklere de yedirilme yollu sıradan hayatların, kısılıp kaldıkları duvarlar arasındaki gerçek yüzleri ile resmedilmeleri sağlamıştır…”

filmi izlerken kendimizi ve hayatı sorgulatan pek çok soru vardı. bunlardan biri de, seksten çok daha güçlü ve cinsellikten bağımsız bir aşk duygusu gerçekten mümkün müdür?

avrupasinemasi.com yazarının dediği gibi “melankolinin mavisi, aşkın kırmızısına dönüşür.” bu filmde.


tomek’in duyduğu platonik aşkın, kadını tanımaya başladıktan sonra yavaş yavaş yok olmaya başlaması ve bu durumu kalbinde ve ruhunda kabullenemeyip intihara kalkışması beni derinden etkilemişti. başlarda tomek’e şans/yüz vermeyen magda’nın tomek’in ondan uzaklaşmaya başladığını anladığı anda delikanlıya karşı hisler beslemeye başlamasıysa hüznün son hâliydi.

tomek ile magda arasında geçen o unutulmaz diyalog.

magda: beni neden gözetliyorsun? neden söylesene?

tomek: çünkü seni seviyorum. gerçekten seviyorum.

magda: ne istiyorsun?

tomek: bilmem.

magda beni öpmek istiyor musun?

tomek: hayır.

magda: belki de sevişmek istiyorsun.

tomek: hayır.

magda: beraber geziye mi gidelim? mazurya’ya ya da budapeşte’ye?

tomek: hayır.

magda: ne istiyorsun?

tomek: hiç.

magda: hiç mi?

tomek: hiç.

heyhat! peki ya o finale ne demeli. böyle harikulâde bir son kaç filmde vardır? o finalde yüreğini bırakan kaç kişi vardır yeryüzünde?

her gece akrep ile yelkovanın anlaştığı anda, tomek’in tıpkı ilk günkü heyecanla magda’yı seyre dalmasını, onunla ilgili nahif hayâller kurmasını unutmak mümkün mü?

devamını gör...

babettes gaestebud

danimarka yapımı sinema filmidir..

yönetmen koltuğunda gabriel axeloturuyor.

başrollerde stéphane audran, bodil kjer ve birgitte federspiel oynuyor. diğer önemli rollderde jarl kulle, ghita nørby, jean-philippe lafont, bibi andersson gibi isimleri izliyoruz.

filmin senaryosu yazar isak dinesen’in aynı adlı hikâyesinden yola çıkarak yazılmıştır.

bu muhteşem filmimiz türkçeye “babette’in şöleni” olarak çevrilmiştir.

filmde babette adlı bir kadının püriten iki kız kardeş ve çevresindekilerle yaşadıkları anlatılıyor.

oyunculuklar harikaydı. en küçük roller dahil tüm oyuncuların performansını beğendim. başrolümüz büyük fransız aktris stéphane audran şahane oynamış babette karakterini. kız kardeşler filippa ve martine rolündeki hanımefendiler harikulâdeydi. ikisi de çok şekerdi, ikisinin de oyunculuğa bayıldım. özellikle solveig hanım teyze tatlı çok tatlıydı.

müzikleri de film gibi çok zarifti. farklı yerel ezgiler dinlemek ayrı güzeldi. film müzikleri bestecisi per nørgaard’a katkılarından dolayı buradan teşekkürlerimi gönderiyorum.

içinde savaş olan tüm filmler hüzünlüdür. savaşın olduğu yerde acı, korku, huzursuzluk, endişe ve çok daha fazlası vardır. bu filmde de savaş denen kötülüğün, o insanlık suçunun etkilerini yüreğinizde hissedeceksiniz.

filme dini açıdan veya politik açıdan yaklaşmak seyir zevkini düşürecektir diye düşünüyorum. şahsi görüşüm filmi izlerken dar bir bakış açısıyla ele alınmamalı. aksi hâlde böyle enfes bir sanat eserinden haz alınamayacaktır.

babette’in şöleni nahif bir film. oldukça da ağır ilerliyor. fakat olay örgüsü o kadar güzel hazırlanmış ki sakin geçmesine rağmen hiç sıkmıyor. izlerken ne ara başladı ne ara bitti anlayamamıştım. seyirciyi içine çeken, sarıp sarmalayan bir film. ilerledikçe güzelleşiyor film.

felsefi ve dini açıdan derin aforizmalar bulunuyor filmde. izlerken sorgulamalar yaptıran bir film.

adanmış hayatlar çok güzel anlatılıyor filmde. insanlar inançları gereği dünyevi zevklerden vazgeçebilir mi? sorusuna cevap arıyoruz filmde.

estetik açıdan filmi çok beğendiğimi belirtmeliyim. mekânlar, kostümler, yemekler, mimari yapılar hepsi de çok zarifti.

filmde tutuculuk bile o kadar nahif işleniyor ki bu kişilere kızamıyorsunuz.

film şükretmek, minnettarlık üzerine önemli anekdotlar içeriyor.

ritüelleri olan insanlara öteden beri büyük saygı duyarım. babette’in şöleni de bu tarz insanlara bir kez daha saygı duymamı sağladı.

filmde danimarka mutfağının kısıtlılığını ve fransız mutfağının zenginliğini de göreceksiniz.

sinema filmlerini kesinlikle aldığı ödüllere göre değerlendirmem. babettes gæstebud’ın aldığı bütün ödülleri hak ettiğine, hatta aday olup da alamadığı ödüllerin de çoğunu hak ettiğine inanıyorum.

film hakkında detay paylaşmayacağım çünkü önceden bilinecek en ufak bir detayın filmin büyüsünü bozacağını düşünüyorum.

izlerken bitmesini istemediğim filmlerdendi babette’in şöleni.

babette’in şöleni beni müthiş bir şekilde etkilemeyi başardı. tekrar tekrar izlenebilecek filmlerden.

dönem filmleri sevenlere filmi ayrıca tavsiye ediyorum. 19. yüzyıl kuzey avrupa’sına ve danimarka ülkesine büyüleyici bir yolculuğa çıkacaksınız.

izleyecek olanlara önerim eğer başlarda sıkılırlarsa, “off bu filmi mi övdüler bu kadar!” diyecek olurlarsa bırakmayıp izlemeye devam etsinler. çünkü film ilerleyen zamanlarda vurucu etkiyi yapıyor ve unutulmaz bir son sizleri bekliyor.

babettes gæstebud’ı ülkemizde az kişinin bilmesinden hoşnutum. bu enfes filmin gizli bir hazine olması beni hoşnut ediyor.

babettes gæstebud’ın en iyisinden, en güzelinden, en değerlisinden bir başyapıt olduğuna inanıyorum.

izleyecek olanlara önerim film için en güzel şartları hazırlayarak sadece filme odaklansınlar. yüz üç dakikalık bir şölen izleyeceksiniz.

sinema sanat mıdır? değil midir? sorusuna “sinema sanattır” diyen film..

harikulâde bir sonu var filmin. inanılmaz etkilenmiştim filmin sonunda. hüznü, sevinci, umudu aynı anda yaşamıştım filmin sonunda. izlediğim en mükemmel finali olan üç filmden biridir babettes gæstebud.

anekdotlar

* yönetmen axel, filmin senaryosunun dayandığı kitapta adı geçen orijinal kasabanın çok renkli bir kartpostala benzediği için özellikle değiştirildiğini, babette’in hazırlayacağı muhteşem akşam yemeğinin renkleri ve ihtişamı itibariyla ayrıştırılabilmesi için soluk ve gri tonlarda bir atmosfer aradıklarını ve bunun sonucu olarak filmi danimarka’da, jutland sahillerinde çekmeye karar verdiklerini belirtmiştir.

* babettes gaestebud en iyi yabancı film dalında akademi ödülü, bafta yabancı dilde en iyi film ödülü başta olmak üzere pek çok prestijli ödüle layık görülmüştür.

* danimarka vatandaşı olan yönetmen gabriel axel, ülkesinde kendisine karşı başarılı olmadığına dair yapılan eleştirilere dayanamayıp fransa’ya yerleşir. fransa’da uzun yıllar boyunca sinema ve televizyon caimasında başarılı işlere imza atar. 1987 yılında ülkesi danimarka’ya babettes gæstebud filmi ile dönüş yapar. bu öyle bir dönüş olur ki yönetmen axel sadece ülkesinde değil tüm dünyada ayakta alkışlanacak bir filme imza atmıştır.

* babettes gæstebud filmi en iyi yabancı film dalında oscar ile taçlandırılan ilk danimarka filmi olarak sinema tarihindeki yerini almıştır.

* babette’in şöleni için kullanılan tüm mutfak malzemeleri ve sofra takımları 1800’lü yılların fransa’sına özgü orijinal parçalar olmasına özen gösterilmiştir. filmdeki özel şarapların tümü paris’ten sipariş edilmiş, orijinal yemek isimleri, pişirme tarifleri ve teknikleriyle her şey birebir özgün şekilde hazırlanmıştır. filmde gerçek havyar, trüf mantarı yatağında pişirilen gerçek bıldırcınlar, orijinal kaplumbağa çorbası ve tüm otantik soslar gerçek tariflerine uygun şekilde yapılmıştır.

* baş kararekterimiz babette’in adının kökeni bir ingiliz ismi olan elizabeth’ten gelmektedir. babette ismi elizabeth adının farklı söylenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. babette isminin anlamına baktığımızda ise bu adın egzotik, gizemli, yabancı anlamlara geldiği görülmektedir.

* filmde püriten inancına sahip kız kardeşlerin isimleri tarihteki önemli dini figürlerden esinlenilerek verilmiştir. rahip babalarının kızlarına verdiği isimlere baktığımızda martina ismini alman keşiş, protestanlığın babası olarak bilinen teolog martin luther’in isminden esinlenerek verdiğini görürüz. rahip baba diğer kızı filippa’ya ise yine martin luther’in yol arkadaşı, teolog ve luther’in alman ve avrupa reformu’nda katkıda bulunan “almanya’nın öğretmeni” lakaplı filozof philipp melanchton’ın isminden esinlenerek verdiğini görürüz.

* babette’in şöleni’ni onurlandıran ve yıllar önce martina’ya aşık olan general lorens lowenhielm, paris’teki cafe anglais’in yemeklerinin lezzetini ve enfes şaraplarının tadını çok iyi bilmektedir. mutfakta cafe anglais’in kreatif şef ahçısının olduğunu bilmeden, masada övgü dolu bir konuşma yapmaktadır. generalin filmdeki bu konuşması ile yönetmenin, sanatını reddeden ülkesi danimarka’ya dolaylı bir mesaj verdiği ve aynı zamanda da barış niteliğinde göndermelerde bulunduğu anlaşılmaktadır.

* babette’in üzerindeki fransız kostümünün detaylarına baktığımızda her şeyin en ince ayrıntısına kadar hazırlandığını görmek mümkündür. belden itibaren arkası kabarık iç etekliği ile zarif bir biçimde kabartılmış elbisesi uçuşurken, ince biyeli, büstiyer kuplu, 1800’lerin klasik fransız tarzı kostümünün bir süre sonra sergilenecek olan gerçek fransız şöleni’nin(babette’in şöleni’nin) âdeta bir habercisi olarak izleyicisinin karşısında sahilde salındığı görülmektedir.

yararlanılan kaynaklar
kaynak 1, kaynak 2
devamını gör...

gizli yüz

filmle ilgili başka bir mecrada benzer yorumda bulunmuştum. iki yazı da bana ait. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içerisinde paylaşacağım.



dram/gizem/psikoloji türlerinde yerli sinema filmidir..

filmin yönetmen koltuğunda büyük yönetmen ömer kavur oturuyor..

başrollerde zuhal olcay, fikret kuşkan ve rutkay aziz’i izliyoruz..

filmde rüyalarında gördüğü gizemli yüzü arayan bir kadının hikâyesi anlatılmaktadır..

filmimiz yazar orhan pamuk’un kara kitap adlı eserindeki hikâyeden yola çıkılarak senaryolaştırılıp beyaz perdeye uyarlanmıştır. şahsi görüşüm iyi ki de yapılmıştır. bu muhteşem eseri okumanın yanı sıra sinemada da izlemek ne büyük bir haz..

oyunculuklar enfesti. genç ve soğuk fotoğrafçıyı fikret kuşkan başarıyla canlandırmış. gizemli saatçi rolünde türkiye’nin en karizmatik ve en klas oyuncularından olan rutkay aziz harika bir performans ortaya koymuş. düşlerinde gördüğü fotoğrafı arayan gizemli, soğuk kadını zuhal olcay muhteşem icra etmiş. buradan tüm oyuncuları tebrik ediyorum..

bir edebi eseri sinemaya uyarlamak çok zor ve risklidir. sinemamızın en önemli yönetmenlerinden üstad ömer kavur yine harika bir iş çıkarmış bu filmle..

film başlı başına mükemmel bir yapım. diyaloglar büyüleyiciydi. birbirinden derin aforizmalar da içeriyor filmimiz. bazı sahnelerde derinden etkilenmemek mümkün değil..

film o kadar etkileyici, o kadar büyüleyici ki ne zaman başladı ne zaman bitti farkına varamıyorsunuz izlerken..

muhteşem filmimiz antalya film şenliği’nde en iyi film ve en iyi senaryo ödüllerinin yanı sıra montréal yeni sinema festivali’nde de en iyi film ödülü’nü kazanmıştır. böyle önemli ödüller kazanmasına rağmen ülkemizde izleyeni yok denecek kadar azdır..

saatler ile ilgili çok güzel sahneler bulunuyor. filmi izledikten sonra saatlere bakış açınız değişebilir..

filmin izleyen herkeste izler bırakacağını düşünüyorum. ancak babasıyla anıları eksik kalmış kız çocukları için filmin çok daha anlamlı hisler uyandıracağını düşünüyorum..

filmden ilginç ve zarif tabirler öğrendim. rüyam mavisi tabirini ilk defa bu filmde duydum ve çok hoşuma gitti..

filmi o kadar çok benimsedim ki bazen bencillik yapıp sadece ben izlemeliyim diyorum. bu yüzden harikulâde filmimizin pek bilinmemesinden, fazla kişiye ulaşmamasından hoşnutum..

türk sinemasının gizli başyapıtıdır gizli yüz..

aşağıda film hakkında bazı detaylar paylaşacağım. izlemeden önce filmdeki ayrıntıları öğrenmekten hoşlanmıyorsanız aşağıda yazılanları okumamanızı öneririm..

[[spoiler]]

gizemli kadın ile fotoğrafçı arasında geçen harika diyalogtan.

gizemli kadın: başka fotoğrafı var mı bu adamın?

fotoğrafçı: hepsi burada.

gizemli kadın: başka?

fotoğrafçı: yok, başka çekmedim.

gizemli kadın: niye?

fotoğrafçı: ötekiler gibi bir yüz.

gizemli kadın: değil. yüzü hikâye anlatıyor. anlamlı bir yüzün hep bir hikâye anlattığını söylerdi babam.

fotoğrafçı ile saatçi arasında geçen o unutulmaz o büyüleyici o harikulâde diyalogtan.

fotoğrafçı: hayatta ne olmasını isterdin en çok?

saatçi: insanlara saatleri anlatmak isterdim... mekanizmaların inceliğini, yayların korkunçluğunu, çarkların karanlığını... şimdi kimse saat nedir farkında bile değil. belki bunun için insanlar kederli, belki bunun için kendi hikâyelerini bile anlatamıyorlar. akreple yelkovanın arkasında nasıl bir can var hissetmiyorlar bile. insanlara saatlerin sırrını anlayabilmek isterdim. o zaman uykudan uyanır gibi dünyaya yeniden gözlerini açarlar, kederlerinden kurtulurlar, belki kendi hikâyelerini bile anlatırlar...

son olarak.

— söylesene cancağızım, hayatta insan her istediğini elde edebilir mi hiç?

— edemez.

[[/spoiler]]

devamını gör...

kowloon walled city

kowloon walled city, bir zamanlar hong kong’un kowloon city bölgesinde bulunan uzun bir süre siyasi olarak herhangi bir ülkeye ya da kişiye bağlı olmayan bir yerleşim yeridir.

çin, 1842’de ilk afyon savaşı’nı kaybettikten sonra hong kong’un bir bölümünü ingilizlere bırakır. ancak düşman kolonisini yakından takip etmek için kowloon körfezi boyunca duvarlarla çevrili bir kale inşa ederler. sadece 213 metreye 122 metre ebatlarında olan bu çin kalesine kowloon walled city adı verilir.

1860 yılına gelindiğinde ise çin, ikinci afyon savaşı’nda bir başka önemli kayıp daha yaşar. çin bu savaştan sonra hong kong’un tamamını ingilizlere bırakmak zorunda kalır. ancak kowloon walled city’deki toprak parçasını teslim etmeyi reddeder. çinliler 1898 yılında ingilizlerle bir anlaşma imzalar. bu anlaşmaya göre hong kong 99 yıl boyunca ingilizlerin kontrolünde olacaktır. çinliler sadece bir yerin kontrolünü sürdürmekte ısrar ederler. bu yer de tahmin ettiğiniz gibi kowloon walled city’den başkası değildir. kowloon walled city’nin belirsiz yasal statüsü ise bölgeyi zamanla bir gecekondu cenneti hâline getirir.

şehir, ikinci dünya savaşı sonrası barınma sorunu ortaya çıkarken gecekondu şeklinde inşa edilmeye başlanır. bölge 1950’lerden 1994’e kadar birbiri ile bağlantılı 300 binadan oluşan büyük bir komplekse dönüşmüştür. bölge başlarda küçük evlerden oluşan alçak yapılı bir gecekondu köyüyken, zamanla yüksek binalardan oluşmaya başlar.

1994’e kadar, iç içe geçmiş 300 binadan oluşan büyük bir kompleks olan kowloon walled city’de 10.700 hane ve 50.000’den fazla insan yaşamış ve çalışmıştır. şehir 65.000 metrekarelik bir alanı kapsar. bu da burasını yeryüzündeki en yoğun nüfuslu yer hâline getirir. şöyle ki dünyanın en kalabalık şehirlerinden olan new york’tan 119 kat daha yoğundur kowloon walled city.

bu bölgenin neden bu kadar kalabalık olduğunu anlamak için kısaca tarihine değinelim şimdi.
bu yerin “kaderi” aslında bir dönem hiçbir ülke tarafından istenmemesi nedeniyle şekillenir. bölge ikinci dünya savaşı’nda japonya tarafından işgal edilmiş olmasına rağmen japonya’nın yenilmesinden sonra mecburen hong kong tarafından geri alınmıştır. şehrin sorumluluğunu ne çin ne de ingiltere üstlenmeyince, zaman içinde o bölgede yaşayanlar bağımsız ve kanunsuz biçimde şehirde hükûm sürmeye başlar. bir zamanlar polisin, hükûmetin giremediği bu bölge zamanla kanun kaçaklarının, çetelerin vazgeçilmez alanı hâline gelir.

300 kadar binayı küçük bir alana sığdırmak zorunda kaldıkları için hane başına düşen yaşama alanı 10 ile 20 metrekare arasında değişmekteymiş. binaların kullanım şekli, üst katlar oturulan evler, alt katlar ise işyerleri şeklindeydi. şehir yüksek binalardan dolayı çok az gün ışığı alıyordu.

1950’lerde ve 60’larda yükselen binalarla kowloon walled city’de bir inşaat patlaması yaşanmış. ahşap evler, bir jenga oyunu gibi tuğla ve beton apartmanlar arasına sıkıştırılmış. havalimanına iniş yapan uçakların kanatları çatıdaki tv antenlerine sürtmesini önlemek için binalara maksimum 14 kat sınırı getirilmiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

binalar arasında gizli geçitler bulunuyormuş. bu geçitler genelde 1-2 metre genişliğindeymil. bu duvar kentin en ilginç özelliklerinden biri de, neredeyse hiç yere basmadan şehri kuzeyden güneye baştan başa dolaşabilmekmiş. bunun sebebi ise, zekice kullanılmış bir geçit ve merdiven sisteminin olmasıydı.

çin ordusu tarafından terk edilen kowloon walled city, 20. yüzyılın başlarında mülteciler ve işgalciler için bir mıknatıs hâline gelir. dünya savaşı sırasında işgalci japonlar, yakındaki kai tak havaalanı’nı inşa etmek için malzeme bulmak amacıyla şehrin duvarlarını yıkmış. savaştan sonra ingilizler hong kong’un kontrolünü yeniden ele geçirdiğinde, hükûmet kowloon walled city’deki sayıları birkaç bini bulan direnişçi ve isyan çıkaran gecekondu sakinleriyle uğraşmak zorunda kalmış.

surlarla çevrili şehir, 1950’lerden 1970’lere kadar “triad” adı verilen çin mafyası tarafından kontrol ediliyormuş. bu yıllarda bölge fuhuş, kumar ve uyuşturucu cenneti olarak ün kazanmış. mafya, işgücü olarak da eroin bağımlısı gençleri kullanıyormuş. ancak bunca tehlikeye ve karmaşaya rağmen insanlar sıradan hayatlarına devam etmeye çalışıyorlarmış. bölge sakinlerinin çoğu diğer hong konglular gibiymiş aslında. genelde yaşam mücadelesi, eğitim ve diğer sosyal konular için endişe içinde olan çalışkan insanlarmış.

bölgeyi en iyi bilenlerden biri de postacılarmış. postacılar şehirdeki gizli geçitlerin de çoğunu biliyor ve kullanıyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

yerliler bu bölgenin tehlikeli ve güneş ışığından az faydalanmasından dolayı buraya “karanlığın şehri” anlamına gelen “hak nam” adını vermiş. yaşam koşulları göz önüne alındığında “karanlık” ününü sonuna kadar hak ettiğini söylemek mümkündür.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

binaların yapısı gereği şehrin bazı kısımları güneş almıyormuş. hatta o kadar karanlık oluyormuş ki birçok yerde gündüz vakti ışıklandırmalar çalışıyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

şehirdeki binaların çatıları sokaklardan daha cazip olduğu için çocuklar için de oyun oynama alanı olarak kullanılıyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city, çin yönetimi ile ingiliz yönetimi arasında kaldığı için belli bir kanuna tabi değilmiş. şehirde bulunan esnaflar da işlerini kanunlara göre değil bulundukları şartlara göre yapıyorlarmış. köpek eti kasapları ve erişte dükkânları gibi işlek yerler gözetim altında tutulmuyormuş.

şehirde yönetmelikler ve ruhsatlar uygulanmadığı için bir iş kurmak kolaymış. öncelikle gecekondu haklarına sahip olanlar tarafından kontrol edilen kiralar, şehrin geri kalanına kıyasla düşükmüş. burada iş yeri açmak için hong kong’taki gibi ruhsata ve diğer prosedürlere gerek olmadığından birçok işletme bu avantajdan yararlanmış. ho chi kam adlı bir vatandaş 1991 yılına kadar şehirde eşiyle birlikte bir kuaför salonu işletiyormuş. ho chi şehirden çıkarıldıktan sonra başka bir yerde kirayı karşılayamadığı için eski günlerindeki gibi başkalarının yanında çalışmaya geri dönmek zorunda kalmış.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

şehre çin’den göç eden doktorlar, diş hekimleri ve diğer profesyonellerin bazılarının lisansları hong kong’da geçerli değilmiş. kanunlar uygulanmadığı için birçoğu bu şehirde çalışmak durumunda kalmış. şehir, zamanla hong kong işçi sınıfının doktora veya dişçiye gittiği bir yer olarak da ün yapmış. buradaki diş doktoru wong cheung mi, şehirdeki birçok dişçiden biriymiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

burada randevular daha ucuz oluyormuş ve doktorlar ve diş hekimleri şehrin başka hiçbir yerinde buradaki gibi pratik yapamıyorlarmış.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

sokakların dar olması nedeniyle iki kişinin yan yana yürümesinin çok zor olduğu şehirde binaların içerisinde evden eve ulaşımı sağlayan onlarca gizli geçit bulunuyormuş.

tüm şehirde sadece iki asansör varmış. bazı yüksek binaların girişlerinde duvarlara çakılı ortak ve bireysel posta kutuları bulunuyormuş. ancak çoğu zaman postacı için tek seçenek binanın üst katlarına çıkmakmış. binaların birkaç kat yukarısında bile patikalar, labirentler devam ediyormuş. birbirine bağlanan küçük köprüler ve merdivenler şehrin kalbine açılıyormuş.

bölge, hong kong’daki birçok işletme için önemli bir üretim merkeziymiş. en önemli ürünlerinden biri şehrin dört bir yanındaki restoranlara satılan balık toplarıymış.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city’de birbirine sıkı sıkıya bağlı çalışkan aileler bulunuyormuş.

şehir sayısız kulübe endüstrisine, anaokulu sınıflarına, çatılarda güvercin yarışlarına ve hong kong’un en iyi balık köftesi çorbasına ev sahipliği yapıyormuş.

şehirde üretimi ve tüketimi en çok yapılan besinlerden biri de erişteymiş. kiralar düşük olduğu ve dükkân açmak için hong kong’daki gibi ruhsata ihtiyaç olmadığı için hui tuy choy adlı vatandaş 1965 yılında kowloon walled city’de erişte dükkânını açmış.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

şehir, özellikle geceleri dolaşmak isteyeceğiniz türden bir yer değilmiş. bölge sakinlerinin çoğu işe veya eve giderken başlarına bir şey gelmemesi için daha az tehlikeli olan en iyi bildikleri yolları ve sokakları kullanmak zorunda kalıyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

1970’lerde veya 1980’lerde hong kong’a gelen çoğu ziyaretçi, uçakları havaalanına yaklaşırken, klostrofobik bir ada görünümünde olan bölgeyi sadece yukarıdan görebiliyormuş. son derece tekinsiz ortamından dolayı burası turistik bir bölge değilmiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city’nin yasa dışı statüsü, onu afyon ve eroin gibi uyuşturucuların üretimi, satışı ve kullanımı için mükemmel bir yer hâline getirmiş. afyon ve eroin trafiğinden dolayı şehir hong kong’un narkotik ticaretinin merkez üssü hâline gelmiş.

kowloon walled city’de uyuşturucu o kadar çok kullanılıyormuş ki bir süre sonra şehrin farelerinin çoğu da bağımlı olmuş ve karanlık köşelerde çaresizce işkence içinde kıvranırken görülebiliyormuş.

bölgede sosyalleşme mekânları olarak ise evlerin çatıları kullanılıyormuş. tüm bu düzensizliğin içinde sistemin işleyişi birçok mimarın ilgisini çekmekteymiş. çünkü bu sıra dışı bölgede insanların yaşayabilmek için bulduğu çözümler dahiyaneymiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city’de en çok köpek kasapları, erişte dükkanları ve balık topları satılan yerler işliyormuş. burada fiyatlar diğer şehirlere göre oldukça uygun olduğu için tercih ediliyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city’de yüksek binaların derinlerine inildiğinde uzun koridorlara, dumanla dolu odalara rastlanıyormuş. burada kumar salonları, striptiz kulüpleri ve pornografik sinemalar bulunuyormuş. buralarda fuhuşun her türlüsü yapılıyormuş. henüz çocuk yaştaki kızlar da dahil olmak üzere pek çok kadın genelevde çalıştırılıyormuş.

şehirdeki bakkal gibi bazı mekânlar çoğu zaman bir oturma odası veya iş günü bittikten sonra çocukların ödevlerini yapmaları için bir araya geldiği yer olarak kullanılıyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

çocukluğunun sekiz yılını hong kong’ta geçiren bir sanatçı olan fiona hawthorne, londra’ya yerleştikten yıllar sonra 20’li yaşlarında tekrar hong kong’a gelmiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

fiona hawthorne bu defa bir arkadaşı sayesinde daha önceden duyduğu ancak hiç gitmediği kowloon walled city’ye gelmiş. burada yaklaşık üç ay yaşamış. kowloon walled city’yle ilgili resimler çizmiş, notlar almış, fotoğraflar çekmiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

artık yıkılmış olan şehirle ilgili çizimleri ve anıları “drawing on the inside: kowloon walled city 1985” adlı kitabına ve bir başka eseri olan “the extraordinary amazing incredible unbelievable walled city of kowloon” adlı çocuk kitabına konu olmuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

hawthorne, şehrin içine girer girmez “burayı çizmem, resmetmem gerektiğini anladım.” demiş. buranın çok farklı, çok ilgi çekici olduğunu ve şimdiye kadar gördüğü hiçbir şeye benzemediğini belirtmiş. hawthorne, “burası triad’lar tarafından yönetilen, suç ve tehlike dolu bir ‘girilmez’ bölge olarak görülüyordu.” diyor. kowloon walled city hakkında sonsuz müstehcen hikâyeler olduğunu belirtmiş ve bunu sinir bozucu bulduğunu söylemiş. çünkü hawthorne’un oradaki deneyimi çok farklıymış. “orada geçirdiğim üç ay boyunca bir kez bile tehdit altında hissetmedim, asla düşmanlıkla karşılaşmadım, asla şiddet görmedim. çizim yapmanın yanı sıra, bu eşsiz yerin neden var olduğunu araştırmak için de zaman harcadım.” diyor. hawthorne, kowloon walled city’nin mimari olarak kelimenin tam anlamıyla “karanlık” olduğunu, apartmanların birbirine dayandığını ve daha çok dar, eğri şerit gibi olduğu için sokaklardan gelen ışığı engellediğini kabul ettiğini belirtiyor.

yıllar sonra kowloon walled city’nin olumsuz mirasından dolayı hayâl kırıklığına uğradığı belirtiyor hawthorne. şehrin kötü şöhretli imajından bıkmış durumda olduğunu söylüyor. kowloon walled city’yi kötü olarak değil iyi olarak hatırladığını belirtiyor. hawthorne, şehri fiziksel olarak karanlık bir dünyada yaşamalarına rağmen hamur tatlıları yapan insanların, çiçekçilik, ayakkabıcılık gibi işlerle uğraşan çalışkan insanların evi olarak göstermeye kararlıymış. çizimleriyle ve resimleriyle orada yaşayan aileler ve orada oynayan çocuklar arasında hissettiği neşeyi geri getirmenin bir yolunu aramış. bu, kendisinin kowloon walled city hakkındaki çocuk kitabının doğuşuymuş. fiona hawthorne, kowloon walled city için, “bir gün yok olacak bir yeri kaydettiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu.” diyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

et yemeği bölge kültürünün önemli bir parçasıymış. hong konglular sık ​​sık kowloon walled city’ye köpek eti restoranlarına yemek yemeğe giderlermiş. geleneksel olarak altı aylık chow yavrularından yapılan köpek eti yahnisi, ingilizler tarafından yasaklanana kadar hong kong ve kowloon walled city’de popüler bir yemekmiş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kanadalı fotoğrafçı greg girard 1985 yılında kowloon walled city’ye gelir. burada arkadaşı ıan lambot ile bölge üzerine yıllar süren araştırmalar yapar. şehrin sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını inceleyip, fotoğraflarını çekerler. araştırmaları sonucunda girard, kendisi gibi fotoğrafçı arkadaşı ıan lambot ile birlikte kowloon walled city hakkında “city of darkness revisited” adlı bir kitap hazırlar.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

girard, şehrin binaların içinden kıvrılarak geçen muazzam miktardaki borular, teller, tüpler ve açık oluklar nedeniyle kendi mikro iklimine sahip olduğunu belirtiyor. alt katlardaki yerler genellikle sıcak, nemli ve rutubetliymiş. aşağıdaki pis kokulu, nemli kötü koşullar nedeniyle walled city’deki çatılar öğleden sonraları ve akşamları ortak bir sosyalleşme mekânına dönüşüyormuş. insanlar bu çatılarda takılır, çamaşır yıkar, ev ödevi yapar veya enstrümanlar çalarmış. girard çatılar için, “tuhaf şehir bahçesi gibiydi. tonlarca ev çöpü vardı. biraz göze batıyordu ama aşağıdaki bölgeye kıyasla hava hafif ve ferahtı. alt katlarda yaşayıp çalıştıktan sonra oraya gelmek güzeldi.” diyor. “çatı, ‘karanlık şehir’de hava ve ışık bulmak için tek yerdi.” diyor girard.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

girard, şehrin dar yaşam ve çalışma alanları nedeniyle bir köy kültürüne sahip olduğunu belirtiyor. 90 yaşındaki law yu yi, oğlunun eşiyle üçüncü kattaki sıkışık bir dairede yaşıyormuş. burada kadınların kayınvalidesine bakması sıradan bir durummuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

greg girard’a göre, hong kong hükûmeti genellikle bu şehri görmezden geliyormuş. kolluk kuvvetleri sadece ciddi suçlar olunca müdahale ediyormuş.

greg girard’ın şehri keşfettiğinde, eskiye kıyasla daha güvenli hâle geldiği belirtiliyor. girard, kowloon walled city için, “şehir normalleşmişti, ancak şöhreti sonsuza kadar kaldı.” diyor ve ekliyor. “orası ailenizin size asla gitmemenizi söylediği bir yerdi.”
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

şehirdeki bir kauçuk fabrikası sadece iki adam tarafından işletiliyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city’de bazı karanlık bölgelerde yerde yatan cesetlere denk gelmek mümkünmüş. elektrik istasyonu olarak bilinen kwong ming caddesi’ndeki ahşap tezgahlarda ucuz ilaçlar satılıyormuş. madde bağımlıları tüpler üzerinde ısıtılmış alüminyum folyolarda eroin ve benzeri uyuşturucuları içiyormuş. yine bu bölgelerde divan olarak anılan odalar bulunuyormuş. bu odalar uyuşturucu sersemliğine gömülmüş, yerlerde baygın olarak yatan kadın ve erkeklerle doluymuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city’de çocuklar için anaokulu kreş tarzında yerler açılmış. açılan yerler o kadar kalabalıkmış ki hepsini aynı anda yatıracak kadar yer olmadığından çocukların uyku saati vardiyalı olarak ayarlanıyormuş. çocukların bazıları uyurken bazıları da oyun oynamaktaymış.

şehirdeki binalarda üst katlardan gelen çöplerden korunmak için üzeri ızgaralı düzenekler yapılıyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

jackie pullinger adlı ingiliz misyoner, yıllarını bu şehirdeki küçük, rutubetli, penceresiz ve duvarlarından sular akan odalardan birinde geçirmiş ve hayatını buradaki uyuşturucu bağımlılarını iyileştirmeye* adamış. bölgeyi yöneten mafya ile bir anlaşma yapan jackie pullinger, bağımlılıktan kurtardığı kişilerin mafya tarafından özgür bırakılmasını da sağlıyormuş.

şehirdeki binalarda çökme ve yıkılmalar olabiliyormuş. yüksek binalar genellikle birbirine yaslandığı için bölge sakinleri o evlere “sevgililerin binaları” adını vermiş.

şehirdeki binaların çatıları çocuklar için de oldukça cazipmiş. çocuklar kowloon walled city’deki binaların çatılarındaki oyunlar oynayıp tv antenleri arasında uçurtma uçuruyorlamış.
1979 yılında çatıda uçurtma uçuran bir çocuk.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kowloon walled city batman gibi filmlere ve bilgisayar oyunlarına ilham verdiği de bilinenler arasındadır.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

düşen suç oranına rağmen, ne ingilizler ne de çinliler şehri yaşanılabilir ve katlanılabilir bulmamış. çin ve ingiliz hükûmeti aldıkları ortak kararla şehrin yıkımı için anlaşmış.

takvimler 1987 yılını gösterdiğinde ise artık bir dönemin sonuna gelinmiş. bu yıl hong kong hükûmeti kenti yıkma planlarını açıklamış. yaklaşık altı yıl gibi uzun ve sancılı bir tahliye döneminden sonra 1993 mart’ında başlayan yıkım süreci 1994 nisan’ında sona ermiş.

1987’de alınan yıkım kararı sonrası temizleme ve yıkım planları gizli tutulmuş. tazminat, tahliye sürecinin kilit bir unsuruymuş, bu nedenle devletten tazminat parası almak isteyen pek çok insan varmış. altı ay boyunca, konut departmanı nüfus sayılarına dair kanıt toplamak için şehri gözetim altında tutmuşlar. konut sakinleri ve işletme sahipleri için tazminat paketi 2,76 milyar dolar olarak belirlenmiş. ortalama olarak bölge sakinlerine bireysel daireleri için yaklaşık 380.000 dolar ödenmiş. müzakereler birkaç yıl içinde ilerlemiş ve kasım 1991’de yalnızca 457 hane kalmış tazminatı yetersiz bularak şartları kabul etmeyen. o tarihe kadar 33.000 kişinin çoğu taşınmış. ancak bazıları sonuna kadar direnmiş. bu yüzden 2 temmuz 1992’de çevik kuvvet polisi şehre girmiş ve kalan son sakinleri tahliye etmiş. daha sonra tüm alanı çevrelemek için uzun bir tel çit çekilerek bölge yıkıma hazırlanmış.

kowloon walled city hafızalarımızda çarpık ve plansız bir yapılaşmanın sonuçlarını gözler önüne seren bir örnek olarak hatırlanmaya devam ediyor.

tarihi surlarla kaplı bu suç kentinin yerine 1995 yılında kowloon walled city park açılmış. parkta eski şehirden kalıntılar da görmek mümkünmüş.

bugün bölgeyi ziyarete gidenler yeşillikler içinde bir park, alışveriş mekânları ve eski yaşamı anlatan küçük bir müze ile karşılaşıyormuş.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

bölge günümüzde fotoğrafçıların, kuş gözlemcilerinin ve doğal yaşam alanı olarak gezmek veya dinlenmek isteyen turistlerin ilgisini çekmektedir.

wall street journal, 2014 yılında kowloon walled city’nin yıkılışının 20. yılına özel city of imagination: kowloon walled city adlı bir belgesel film hazırlamış. izlemek isteyenler için belgeseli paylaşıyorum.
belgesele giden yol..

şimdi christian cascio ve marc boulet tarafından 1980 yılında çekilen bir belgeseli paylaşıyorum.
belgesele giden yol..

şimdiyse yine 1980 yapımı bir başka kowloon walled city belgeselini paylaşacağım.
belgesele giden yol..

aşağıya da kowloon walled city ile ilgili yapılan başka değerli bir belgeseli paylaşacağım.
belgesele giden yol..

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5, kaynak 6, kaynak 7
devamını gör...

4 luni 3 saptamani 2 zile

romanya yapımı dram/psikoloji/gerilim/tarihi türde sinema filmidir.

filmin yönetmen koltuğunda cristian mungiu oturuyor. mungiu, aynı zamanda filmin senaristidir.

başrolde anamaria marinca ve laura vasiliu rol almıştır.

filmde çavuşesku romanyası’nda üniversite öğrencisi iki genç kadının başından geçen olaylar anlatılmaktadır.

film türkçeye 4 ay, 3 hafta, 2 gün olarak çevrilmiştir.

film nikolay çavuşesku döneminde yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş.

oyunculuklar müthiş gerçekçiydi. başroldeki iki kadının da oyunculuğu olağanüstüydü. film boyunca tüm duygu durum değişikliğini karakterlerle birlikte izleyici de yaşıyor. performanslar o kadar iyi ki iki başrolün de rol yaptığına inanmak güç. sanki gerçekten olayları yaşıyorlar. olaylar yaşanırken de etrafta sanki gizli bir kamera onlara fark ettirmeden çekim yapıyordu. özellikle otilia karakterini canlandıran anamaria marinca’nın performansı kusursuzdu. elimde olsa o yıl ne kadar bireysel sinema ödülü varsa hepsini vermek isterdim bu oyuncuya.

filmin sinematografisi mükemmel. başından sonuna kadar filmde en ufak bir pürüz yok. senaryo ne kadar güçlüyse oyunculuk, yönetmenlik, çekim planları, kurgu da o kadar başarılıydı. filmde sinematografi için yönetmene oleg mutu’nun yardımcı olduğunu görüyoruz.

filmde, gücü elinde tutanların bu gücü kötüye kullanması, çaresiz durumdaki insanlara yapılan aşağılık eylemler, romanya’daki ahlâkî ve toplumsal çöküşün tasviri müthiş gerçekçi yapılmış.

çavuşesku dönemine dair çok ince ayrıntılar var filmde. seyircinin gözüne sokmadan çavuşesku romanya’sının ne kadar berbat, ne tiksinç, ne kadar kötü olduğunu görüyorsunuz.

kamera kullanım tekniğini çok başarılı ve etkileyici buldum. sabit çekimler ayrı sarsıcı, hareketli çekimler ayrı vurucuydu. izlerken o rahatsızlığı o tedirginliği yaşıyorsunuz.

bu filmde dramı iliklerinize kadar hissedeceksiniz. bu filmde ilk kez hissettiğim bir şey oldu. ilk defa bir filmi izlerken gerçek anlamda ruhsal acının dışında fiziksel acı hissettim. şöyle ki filmi izlerken duyduğum manevi acı kalbimi sıkıştırmaya başladı ve biyolojik olarak acı hissettim. nefesim daraldı, gözlerim doldu bazı sahnelerde. ayrıca ilk defa bir filmi başa sarıp filmdeki olayların seyrini değiştirmek, yaşananların önüne geçmek istedim.

film beni son derece rahatsız etti. ayrıca çok tedirgin oldum izlerken. olması gerektiğini tahmin ettiğimden fazla gerildim filmde.

filmi izlerken zeki demirkubuz filmlerinde hissettiğim ızdırabı hissettim. en son buna benzer hissi masumiyet’i izlerken yaşamıştım. ancak o film bile beni bu kadar sarsmamıştı. izlerden duyduğum acıyı dindirmek için bir büyük rakı açmayı düşündüm. hepsini içebilirsem ancak o zaman bu ızdırabı dindirebilirdim sanki.

filmin bize verdiği sosyo politik mesajların dışında önemli bir husus daha var, o da arkadaşlık duygusu. insan dostu için neler yapabilir, nelere katlanabilir bunu görüyoruz filmde.

4 luni, 3 săptămâni și 2 zile’nin romen yeni dalga sinemasının temel direği olduğunu düşünüyorum.

filmin verdiği en önemli mesajlardan biri de çaresizlik. çaresiz kalan biri hayatta neleri göze alabilir bunu görüyoruz filmde.
gerçeklerin acı olduğu kadar korkunç olabileceğini görüyoruz filmde.

filmde yaşananlardan dolayı kadın izleyicilerin erkek izleyicilere göre filmden çok daha fazla etkileneceğini düşünüyorum.

4 luni, 3 săptămâni și 2 zile’nin senaryosunu bir erkeğin yazdığına hâlen inanamıyorum. o olayları bizzat yaşamadan nasıl bu kadar gerçekçi tasvir edebilmiş yönetmen inanması çok güç.

bittiğinde üzerimden tank geçmiş gibi hissettiğim film. öyle sarsıcıydı.

filmle ilgili ayrıntı vermeyeceğim. izlemeden önce detayları öğrenmekten kaçınmanızı tavsiye ederim. hatta vikipedi ya da imdb’deki küçük ön bilgilere dahi bakmadan izlemenizi öneririm. çünkü film hakkında önceden bileceğiniz en küçük şey filmden alacağınız etkiyi düşürecektir. filmi sadece üniversite öğrencisi iki genç kadının hayatı olarak bilip izlemek bence daha etkili olacaktır.

4 luni, 3 săptămâni și 2 zile’yi dram filmi severlere öneriyorum. hassas biriyseniz ve kalbiniz kötülüklere pek dayanamıyorsa uzak durmanızda yarar olabilir. şahsi görüşüm ise ne kadar etkilese de kesinlikle izlemeye değer.

filmle ilgili anekdotlar

* 4 luni, 3 săptămâni și 2 zile, 60 adaylık içerisinden başta cannes film şenliği’nde altın palmiye ve fipresci olmak üzere 43 prestijli ödül kazanmış. şahsi görüşüm kazandığı ödüllerin tamamını hak etmiştir. hatta o yıl aday olup kazanamadığı diğer ödüllerin de çoğunu hak ettiğine inanıyorum.

* filmde doğal seslerin dışında müzik kullanılmamıştır.

* film, romanya’yı “en iyi yabancı film oscarı”
dalında temsil etmesi için 80. akademi ödülleri seçmelerine gönderilmiştir.

* film, sinema çevreleri tarafından romen yeni dalgası’nın önemli bir örneği ve romen sinemasının rönesansı olarak nitelendiriliyor.

* 4 luni, 3 săptămâni și 2 zile, yönetmen cristian mungiu’nin ikinci uzun metrajlı filmidir.

* film €590.000 gibi düşük bir bütçeyle çekilmiş, toplam 10.174.839 dolar gişe hasılatı ve uluslararası övgüler kazanmıştır.

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4
devamını gör...
devamı...

freaks

amerika birleşik devletleri yapımı sinema filmidir.

filmin yönetmen koltuğunda tod browning oturuyor.

başrollerde harry earles*, olga baclanova* ve daisy earles* oynuyor. diğer önemli rollerde ise leila hyams, prince randian, daisy hilton, violet hilton, schlitze, wallace ford, johnny eck, frances o’connor, josephine joseph, elvira snow, jenny lee snow, rose dione, angelo rossitto, olga roderick, koo koo, martha morris, elizabeth green, tiny doll, roscoe ates, peter robinson, henry victor oynamıştır.

bu “sıra dışı” filmimiz türkçeye “hilkat garibeleri” olarak çevrilmiştir.

film, yazar tod robbins’in 1923’te yayınlanan “spurs” adlı kısa öyküsünden beyaz perdeye uyarlanmıştır.

film, bedensel olarak normal insan tasavvurlarının dışına itilmiş ve “ucube” ya da “canavar” olarak adlandırılan insanların, bedensel farklılıklarını sergilemek suretiyle çalıştı(rıldı)kları bir gösteri merkezinde* geçiyor.

freaks’te oyuncuların çoğu amatör olmasına rağmen mükemmel oynamışlar. amatör oyuncuların bu kadar gerçekçi performanslar ortaya koyması hem onların hem de yönetmenin büyük başarısı diye düşünüyorum. frieda ve hans’ın oyunculuğuna hayran kaldım. ikisi de kusursuz oynamışlar. cleopatra’ya ise nefret duydum.

filmde “öteki”nin dünyası en yalın hâliyle anlatılmaktadır.

freaks bize empati duygusunun ne demek olduğunu öğretmiştir. dünyanın sadece “normal” bireylerden oluşmadığını, evrenimizde çok farklı türlerin olduğu gibi çok farklı insanların da olduğunu bize hatırlatıyor film.

filmin en önemli özelliği karakterlerin gerçekten engelli olmaları. ayrıca karakterlerin çoğu gerçek hayatında sirklerde çalışmış.

freaks her şeyden önce “insani” bir film. hor görmeden, ötekileştirmeden, dışlamadan, aşağılamadan yaklaşıyor “insani”a. yani en yalın, en doğal, en gerçekçi hâliyle insanı ele alıyor bireyi. bu açıdan da çok özel bir film.

freaks, uzun yıllar tüm dünyada yasaklı kalmış, ingiltere’de otuz yıl gösterilmemiş. izlenmesinin sakıncalı olduğu ileri sürülmüş. ben tam aksini düşünüyorum. toplumda gerçekten var olan bir kesime yokmuş gibi davranmak iki yüzlülüktür. bu harika film kesinlikle yasaklanmayı hak etmiyor.

yönetmen tod browning, “ucubeleri” normal, normalleri ise korkutucu ve kötü niyetli “ucubeler” olarak göstermesiyle tanınmaktadır.

film düşünsel anlamın dışında teknik anlamda çağının ötesindedir. sinematografik olarak çok güçlü bir film. kullanılan kamera açıları ve olağanüstü çekim teknikleriyle döneminin zor şartları altında çok güzel iş çıkarmışlar. 1932’de çekilen filmin görüntü kalitesinin bizim yeşilçam döneminde çekilen siyah beyaz filmlerin çoğunun görüntü kalitesinden iyi olması da freaks’in dikkat çekici bir özelliğiydi. filmde görüntü kayması yok denilecek kadar az, ses kayması ise yoktur. filmde emeği geçen herkes kesinlikle saygıyı hak ediyor.

freaks’ın kısmen korkunç sahneler içermesine rağmen kesinlikle bir korku filmi olduğunu düşünmüyorum. çünkü freaks verdiği sosyokültürel ve siyasi mesajlarla bir korku filminden çok daha fazlasıdır.

filmde dikkatimi çeken hususlardan biri karakterlerimizin arasındaki duygusal bağdı. benzer hüzünlere, acılara, eksikliklere sahip insanların birbirlerine olan düşkünlüğü beni derinden etkilemişti.

tod browning, bu filmi çektiği dönemde çok sert eleştirilere maruz kalmış. sebebi ise hilkat garibesi olarak nitelenen kişilerin hayatını işlemiş olması. tod browning yıllarca o kadar tepki almış ki freaks’ten bir süre sonra yönetmenliği bırakmak zorunda kalmış.

freaks, stereotip düşüncenin hâkim olduğu dönemde toplumda dışlanmış bir kesimi ele alması ve tabuları yıkmasıyla kesinlikle saygıyı hak ediyor.

filmde anlıyoruz ki farklı bedenler aynı insani değer ve duygulara sahip olunmasına engel değil. asıl engel kötü niyetli ve bencilce düşünen normal bedenlerde.

filmi izlerken yönetmenin “the hurt of one is the hurt of all, the joy of one is the joy of all.” sözü akıllara geliyor.

film oldukça sürükleyiciydi. süresi de ortalamanın biraz altında olduğu için -bazı sahneler kesilmiş- çabucak bitiveriyor.

beni en çok etkileyen şey ise hilkat garibeleri olarak nitelenen o güzel yürekli insanların birbirlerine düşkünlüğüydü.

filmin verdiği en güzel mesajlardan biri de aslında “kötü insanlar” hilkat garibeleri değil, “normal” olarak nitelenen insanlar olması. çünkü ucube diye ötekileştirilen o insanların bedenleri “kusurlu” olabilir ancak sevgileri kusursuzdur.

freaks’e yapılan en büyük haksızlık sıradan bir korku filmi olarak nitelemektir. freaks kesinlikle korku filmi değil, salt dram türü bir filmdir.

filmin hilkat garibelerinin görüntüsü yüzünden yasaklandığını biliniyor. ancak işin aslında “normal”leri yargıladığı için yasaklanmış olması kuvvetle muhtemel.

freaks’i 1932’nin türkiye’siyle kıyaslıyorum. biz o dönemde her anlamda kalkınma çabası içindeyken amerika birleşik devletleri’nde böyle bir film çekilmesi beni hayrete düşürmüştü.

filme puan verecek olursam on üzerinden dokuz nokta dokuz veriyorum.

freaks’ın dünya sinemasına armağan edilmiş çok özel bir başyapıt olduğuna inanıyorum.

freaks’i sinemayla ilgisi olan veya olmayan herkesin yaşama veda etmeden önce izlemesi gerektiğini düşünüyorum ve herkese izlemesini öneriyorum.

filmle ilgili anekdotlar

* filmi çekimleri 9 kasım 1931’de başlamış. yapımcı, filmin büyük bir gizlilik içinde çekilmesi için her şeyi yapmış. film yayınlanmadan önce neredeyse hiç kimse freaks’ten haberdar değilmiş.

* freaks filminden sonra yönetmen çok büyük tepkilere maruz kalmış ve yönetmenliğe ara vermek zorunda kalmış. daha sonra ise sadece dört film daha çekebilmiş. 1962 yılına kadar yaşamasına rağmen 1939’da yönetmen koltuğundan bir daha oturmamak üzere kalkmış.

* freaks gösterime girdikten kısa bir sonra müstehcenlik, ahlâksızlık, korkunçluk gibi suçlamalarla pek çok ülkede yasaklanmış. bu yasaklama dünya genelinde 1962 yılına kadar sürmüş.

* freaks filminin oyuncuları, gerçek hayatlarında da sirklerde çalışan insanlardan oluşuyormuş ve bu durum hollywood’da bir ilkmiş.

* yönetmen tod browning vaktiyle sirklerde bulunmuş ve oyuncularını buralardan seçmiş.

* freaks filmi 2003’e yayınlanan hbo dizisi carnivàle’e ilham vermiş.

* günümüzde izleyebildiğimiz freaks’in yaklaşık 30 dakikası kesilmiş.

* filmde aşığı oynayan harry earles ve daisy earles ile tiny doll gerçekte kardeşmiş.

* freaks, 1994 yılında “kültürel, tarihsel ve estetik açıdan önemli” olduğu gerekçesiyle national film registry tarafından “sinematik hazineler” arasında seçilmiş.

* freaks’i vaktizamanında sinema salonlarında izleyenlerin bir kısmının korkup salonu terk ettiği ve bir kadının düşük yaptığı bilinmektedir.

* filmde başrol oynayanlardan schlitzie lakaplı bireyin gerçek isminin `simon metz` olduğu tahmin ediliyormuş. schlitzie, film boyunca sadece elbise giymiş. schlitzie’nin elbise giymesinin sebebi ise idrarını sürekli olarak kaçıyor olmasıymış. schlitzie erkek olmasına rağmen elbise giydiği için sözleşmesi kadın olarak imzalanmış.

* filmde birbirine yapışık ikiz kız kardeşler daisy ile violet hilton’ın gerçek hayatları çok zorlu geçmiş ve yaşamlarını çok üzücü şekilde sonlanmış.

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5

aşağıda film hakkında bazı ayrıntılara değineceğim. izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmuyorsanız aşağıdaki yazıyı okumamanızı öneririm.



filmde en sevdiğim karakter frieda’ydı. hans’a olan saf sevgisi ne güzeldir. hans’a karşı duygusal bağlılığı, aidiyeti, onu kıskanması ne hoştu. hans’ın frieda’ya yaptıkları ise üzmüştü. hans da tıpkı pek çok klasik erkek gibi davranıp elindekinin kıymetini bilememiş, mutluluk elinin altındayken onu uzaklarda aramaya kalkmıştır. sonuç ise her zamanki gibi hüsrandır. gönülden seven kocaman kalpli güzel kadın frieda’ya sevgilerimle..

sirk çığırtkanının filmdeki sarsıcı konuşmasından.


“bizde yalan yok dostlarım. elimizde canlı, nefes alıp veren hilkat garibeleri olduğunu söylemiştik. onlara güldünüz, onları görünce ürperdiniz. ama doğumda başınıza bir kaza gelmiş olsa, siz de onlar gibi olabilirdiniz.”


filmde hilkat garibesi olarak nitelenenler kendilerinin birer insan değil yaratık olarak görüldüklerini düşünüyorlardı ve ancak bir araya geldiklerinde biraz da olsa insan muamelesi gördüklerini düşünüyorlardu. bu da bana feci üzücü gelmişti.

cinerituel.com sitesinden alıntıdır.


“… değersizlik hissiyatı yukarıda tanımlanan “normal” çaresizlikten farklıdır. değersizlik duygusu insanı daha fazla şeyler yapmaya ve yaratmaya güdülemediği gibi, bir kısırdöngünün yaşanmasına sebep olur. freaks’in en dikkat çekici yönü toplumun değersizleştirdiği insanların hep aynı sarmal içinde kendini kanıtlama çabalarından yorulmuş, bu sebeple kendi bölgelerine hapsolmuş olduğunu göstermesidir. bu açıdan sirk bir yaşam alanından çok kıstırılmış bir mekâna, hapishaneye çevrilmiş durumdadır. başka yerde yaşam şansı olmayan insanların fiziksel kusurlarını teşhir etmek zorunda bırakılması ise utanç vericidir. filmin asıl vurucu noktası ise bedenlerini teşhir etmekten başka hiçbir yöntemi önermemiş olmasıdır. bu insanların yaşamda varlıklarını sürdürebilmesi, değersizliğin getirdiği kısır döngüye paralel alternatifsiz tek bir yol ile mümkündür. bu yolun onların doğuştan beri hissettikleri değersizlik hissini perçinlediğini ve öğretilmiş bir çaresizlik aşıladığını söylemek mümkün.”


filmde ayakları ve elleri olmayan human torso’nun sigarasını yaktığı ve içtiği sahne beni müthiş etkiledi. torso gibi engelleriyle yaşamayı öğrenmiş ve buna göre çözümler üretmeyi başarmış bireyleri görünce “normal” bireyler olarak elimizdekilerin değerini bilmediğimiz için kendime kızdım. ve pek çoğumuzun davranışlarından dolayı insanlığımızı sorguladım.

aykiriakademi.com sitesinden alıntıdır.


“film; altın oranın uşağı olan gözlere aslında engellilerin sevilebilir ve iyi insanlar olabildiklerinin dersini vermiştir. browning, asıl ucubeliğin göze güzel gelmeyen “freak”lerde olmadığını, gerçek kötülüğün ve iyiliğin insanların iç güzelliğinde yattığını filmin en güzel kadını olan cleo’yu ayrımcı ve çıkarcı bakış açısına sahip bir karakter olarak yaratarak gösterir. bu şekilde “güzellik aşkı” algısının ayrımcılığa ve sömürüye neden oldurduğu gözler önüne serilir. filmin sonunda seyircinin ötekiye bu kadar yabancılaşmış olmasının nedensizliğini sorgulatan yönetmen, finalde cleo’nun elinden bütün güzelliğini alıp onu bir ucubeye çevirip, hans’ı seyirci gözünde “insanlaştırarak” güzellik olgusunun ötesine geçer.

bütün karakterlerin iç güzelliklerini perdeye yansıtmayı başararak görüntünün ötesine geçen “hilkat garibeleri”, kapitalizmin illüzyonunu sinemanın büyüsüne rağmen bozmayı başarmıştır.”


sirk çığırtkanının tavuk kadına dönüşen cleopatra’ya dair sözleri.


“bu hâle nasıl geldiği asla bilinmeyecek. bazıları kıskanç bir âşık yüzünden diyecek, bazıları ucubelerin raconu diyecek. bazıları da fırtınada oldu diyecek. ister inanın, ister inanmayın, işte orada.”


john thomas 1964 yılında film quarterly için yazdığı bir eleştiri yazısında freaks üzerine şunları söyler:

“… freaks korku filmleri tüketicisi olan bir grup akılsız çocuk haricinde kimseyi hayâl kırıklığına uğratmayacaktır. korkunç bir film olduğu kesindir, özellikle ucubelerin kurbanlarının peşine düşüp vücut organlarını kestiği sahne herkesin korkudan yüreğini ağzına getirmek için yeterlidir. ancak önemli olan şudur ki freaks, korkunç sahneler içermesine rağmen, bir korku filmi değildir.”



normalde intikam duygusunu desteklemem. ancak sirkteki cleopatra’nın hans’a yaptıklarını görünce hans’ın yakınlarının cleopatra’dan intikam almak istemesini içten içe ben de destekledim, çünkü cleopatra, hans’ın o nahif temiz duygularıyla oynadı ve onunla gönül eğlendirdi, hans’ın onurunu incitti.

hilkat garibeleri olarak nitelenen güzel yürekli insanların bir araya gelip yemekler yediği şarkılar söylediği sahneleri unutmak mümkün mü?


devamını gör...

annabel lee

değerli şair edgar allan poe’nun harikulâde şiiridir. melih cevdet’in enfes çevirisiyle büyüleyici şiirimiz sizi alır uzaklara götürür, ruhunuzun derinliklerine nüfuz eder. muhteşem çevirisiyle huzurlarınızda annabel lee..

annabel lee

seneler, seneler evveldi;
bir deniz ülkesinde
yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
ismi annabel lee;
hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
sevmekten başka beni.

o çocuk ben çocuk, memleketimiz
o deniz ülkesiydi,
sevdalı değil kara sevdalıydık
ben ve annabel lee;
göklerde uçan melekler bile
kıskanırdı bizi.

bir gün işte bu yüzden göze geldi,
o deniz ülkesinde,
üşüdü rüzgârından bir bulutun
güzelim annabel lee;
götürdüler el üstünde
koyup gittiler beni,
mezarı ordadır şimdi,
o deniz ülkesinde.

biz daha bahtiyardık meleklerden
onlar kıskandı bizi,_
evet!_bu yüzden(şahidimdir herkes
ve o deniz ülkesi)
bir gece bulutun rüzgarından
üşüdü gitti annabel lee.

sevdadan yana, kim olursa olsun,
yaşça başça ileri
geçemezlerdi bizi;
ne yedi kat gökteki melekler,
ne deniz dibi cinleri,
hiçbiri ayıramaz beni senden
güzelim annabel lee.

ay gelip ışır hayâlin erişir
güzelim annabel lee;
bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
güzelim annabel lee;
orda gecelerim, uzanır beklerim
sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
o azgın sahildeki,
yattığın yerde seni.

yazan: edgar allan poe / çeviren: melih cevdet anday
devamını gör...

akie nakata

sanatçıyla ilgili başka bir mecrada benzer yorumda bulunmuştum. iki yazı da bana ait. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içerisinde paylaşacağım.



japon taş sanatçısıdır.

sanatçı japonya’nın saitama eyaletinin sayama şehrinde yaşamaktadır.

akie nakata nehir kenarlarında bulduğu taşlara çeşitli hayvan resimleri çizmekte, sanatını bunun üzerine geliştirmektedir.

sanatçı eserlerini akrilik guaj boya ve minyatür fırçalar kullanan yapmaktadır.

sanatçının çalışmaları kuşlar, kaplumbağalar, balıklar, koalalar, köpekler, baykuşlar, kediler, kuzular, filler, keseli fareler, aslanlar, ayılar gibi çeşitli hayvanları içeriyor. sanatçı taşlarda en az ahtapot imgesiyle rastlaştığını belirtiyor. şimdiye kadar sadece beş taşta ahtapot imgesiyle karşılaştığını söylüyor.

akie nakata’nın taş boyama fikri üniversite günlerinde bir nehir kıyısında yürürken oluşmuş. orada yürürken tavşana benzeyen bir taşla karşılaşmış. o taşın şeklini çok sevmiş ve alıp eve götürmüş. daha sonra ise taş kendisini yönlendirmiş, o da taşı boyayarak bir tavşana dönüştürmüş.

akie nakata’nın taşlara resim çizme yolculuğu 2010’da başlamış.

akie nakata, “çizmeyi, doğal taşları ve hayvanları, tüm canlıları her zaman sevmişimdir.” diyor.

sanatçının çalışmaları gerçekçi hayvanların ayrıntılı görüntülerini içeren avuç içi büyüklüğünde nehir taşlarından oluşmaktadır.

nakata, taşlarını saitama’daki birkaç favori nehir kıyısında topluyormuş. buraya gittiğinde taşlarla iyi karşılaşmalar umuyormuş. bu karşılaşmalar sayesinde hayvan imgeleri aklına geliyormuş.

sanatçı, taşlar için, “taşlar benim için tuval değil; nehir kıyılarında karşılaştığım işbirlikçi ortaklar” diyor. eve dönerken çoğu zaman, iyi karşılaşmalarla kutsandığına inanıyormuş ve bu karşılaşmalar sonrası eve birkaç güzel taş götürüyormuş. ancak her zaman o kadar şanslı olmuyormuş.

akie nakata’nın sanatsal süreci belirli bir hayvanı boyama niyetiyle başlamıyormuş. gördüğü taşlar kendisine rehberlik ediyormuş. bu süreci, “taşın içinde olduğunu hissettiğim hayvanı, taş üzerinde görünen omurga ve vücut yapısını takip ederek çiziyorum” diye açıklıyor. ayrıca, “neyin boyanacağına benim değil, taşın karar verdiğine inanıyorum. taşların içinde hissettiğim hayvanları yüzeyde tezahür etmelerini sağlamak için renklendiriyorum.” diye açıklıyor.

çizim ve boyama sürecine dair şöyle söylüyor akie nakata,
“çizmek istediğim şey, taşlarla diyaloglarım aracılığıyla elimde yeni doğan bir şey. taşta hissettiğim hayvanların “hayatını” resmetmek istiyorum” diyor. ayrıca çizdiği hayvanların gözlerini en son boyadığını söylüyor. “sadece gözlerin canlı olduğunu ve doğrudan bana baktığını gördüğümde eserlerimin tamamlandığını düşünüyorum. bana göre, bir işi tamamlamak sadece detay çizimde değil, taştaki hayatı hissedip hissetmediğim ile ilgili. bir taş bulduğumda, o taşın beni de bulduğunu hissediyorum. taşların kendi niyetleri var ve onlarla olan karşılaşmamın bana bir ipucu verdiğini düşünüyorum” diyor.

nakata, çalışma prensibini şöyle açıklıyor,
“bir çalışma tarzı olarak taşın şeklini hiçbir zaman değiştirmemek(cilalama/zımparalama) veya herhangi bir astar malzemesi uygulaması yapmamak benim için önemlidir.”

sanatçı, üniversite eğitimi sanat üzerine almamış. ortaokul öğretmeni olmak için eğitim bölümünde okumuş. resim sürecinde doğuştan gelen yeteneğiyle kendi kendini yetiştirmiş.

akie nakata, kendini tam zamanlı olarak zanaatına adamış. 2021 yılındaki hedefi yüzden fazla eser yaratmakmış. ancak iş yükünün veya üretkenliğinin galeri sergileri olup olmamasına bağlı olarak değiştiğini söylüyor.

akie nakata çizimlerini üç boyutlu olarak ve göz yanıltıcı biçimde resmediyor.

akie nakata için deyim yerindeyse taşlara hayat veren kadın diyebiliriz.

sanatçı taşları âdeta bir tuval gibi kullanıyor ve inanılmaz eserler ortaya koyuyor.

akie nakata, taşlarla öyle mükemmel sanat eserleri yapıyor ki gerçek olmadığı sadece dokunarak anlaşılabiliyormuş.

nakata, çalışmalarını tokyo’daki seizan galerisi ve ginza mitsukoshi mağazası aracılığıyla satıyormuş. bunun dışında sosyal medyadan da eserlerinin satışını gerçekleştiriyormuş. akie nakata bu keyifli alışveriş eylemini “evlat edinmek” olarak tanımlıyor.

akie nakata’nın el emeği göz nuru taşlarını facebook’ta satması bazen on dakika civarında, bazen ise iki dakika kadar sürüyormuş. hatta bir çalışmasının fotoğrafını paylaştıktan sadece birkaç saniye sonra bir hayranı onu satın almak için hemen adım atmış.

sanatçının eserleri 300 ila 1.500 amerikan doları arasında satılmaktaymış.

sanatçının çalışmalarından bazıları
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

aşağıdakiler de öncesi ve sonrası

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

sanatçının sosyal medyadaki hayranları da her geçen gün artıyormuş. an itibarıyla facebook’ta 90 bin, twitter’da 22.8 bin, instagram’da 113 bin takipçisi bulunuyor. takip etmek isteyenler için aşağıya sosyal medya hesaplarını bırakacağım.

feysbuk hesabına giden yol..
tıvitır hesabına giden yol..
instagram hesabına giden yol..

yararlanılan kaynaklar

kaynak 1, kaynak 2,
kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5

devamını gör...

basquiat

filmle ilgili başka bir mecrada benzer yorumda bulunmuştum. diğer yazı da bana ait. sözlük kuralları gereği aşağıdaki yazımı alıntı içerisinde paylaşacağım.



amerika birleşik devletleri yapımı biyografi/dram/macera türünde sinema filmidir..

filmin yönetmen koltuğunda julian schnabel oturmaktadır..

başrolde jeffrey wright oynuyor. diğer önemli rollerde claire forlani, david bowie, benicio del toro, dennis hopper, gary oldman, parker posey, michael wincott oynamaktadır..

filmde sıra dışı ressam jean-michel basquiat’ın ünlü olmadan önceki hayatına ve ünlü olduktan sonraki yaşamına tanıklık ediyoruz..

oyunculuklar harikaydı. jean-michel basquiat rolündeki jeffrey wright son derece başarılıydı. kesinlikle rolünün hakkını vermiş. oyunculuğunu zaten boardwalk empire’deki dr. valentin narcisse karakterini izlediğimden beri sever, takdir ederim. müthiş yetenekli bir oyuncu. basquiat’ın sevgilisi rolündeki gina karakteri de muhteşemdi. claire forlani, gina karakterini oynarken çok doğaldı. mimiklerine, tepkilerine bayıldığımı söylemek istiyorum. claire forlani’ye masum, hüzünlü, durgun rolleri çok yakıştıyorum. basquiat ile karşılıklı tüm sahnelerini beğendiğimi söyleyebilirim. basquiat’ın arkadaşı benny rolünde benicio del toro oldukça doğal ve başarılıydı. basquiat’ın hayatında çok önemli bir yere sahip olan andy warhol karakterinde ise david bowie harikaydı. bowie, andy rolünü oynamıyor âdeta yaşıyordu. david bowie için andy warhol’ı andy warhol’dan daha iyi oynamış desem sanıyorum yalan söylemiş olmam. tıpkı ressam jean-michel basquiat karakteri için jeffrey wright’ın seçilmesi ne kadar mükemmel bir tercihse ressam andy warhol rolü için de david bowie’nin seçilmesinin kesinlikle nokta atış bir tercih olduğunu düşünüyorum..

müzikler çok güzeldi. âdeta nostalji rüzgârları estiriyordu şarkılar. izleyenleri seksenlere götürüyor müzikleri..

filmde bohem hayatı yaşayan bir resim sanatçısını izliyoruz. keyfine düşkün, hayatı pek ciddiye almayan, sigara ve içkiyi seven ayrıca uyuşturucu batağına düşmüş bir sanatçıyı görüyoruz. bu uyuşturucu batağı kendisinin henüz yirmi yedi yaşında yaşamına son vermesine neden oluyor ne yazık ki..

jean-michel basquiat, uluslararası tanınırlığa sahip ilk afroamerikan ressam olmuştur. bu bakımdan oldukça önemli bir sanatçıdır..

filmin açılış sahnesi oldukça etkileyiciydi. sıra dışı bir sanatçının filmi izleyenleri de sıra dışı bir açılış sahnesiyle karşılıyor. keza kapanış sahnesi de çok etkileyiciydi..

siyahi olduğu için toplumda hor görülmeyi sindiremiyordu bir türlü basquiat. hem de artık ünlü bir ressam olmasına rağmen. insan olmak için ten renginin değil düşüncelerin ve hislerin önemine inanıyordu..

basquiat, düşüncelerini, hislerini resmetmeyi seven bir sanatçıdır. ayrıca düşüncelerini, tepkilerini duvar yazılarıyla herkese gösterir. duvar yazılarındaki toplumsal mesajları ve politik göndermeleri manidardı..

jean-michel basquiat’ın bir şahsı değil bir ırkı temsil ettiğini görüyoruz filmde. yıllarca ezilen, aşağılanan, köleleştirilen, ötekileştirilen yok sayılan siyahi ırkın temsilcisini..

basquiat, özel yaşamıyla da sanatı gibi gündem olmuştur. aralarında ünlü şarkıcı madonna da dahil olmak üzere adı pek çok aşk dedikodularına karışıyor..

basquiat filminin hak ettiği ödülleri almadığına inanıyorum. böyle kaliteli bir filmin sadece birkaç küçük ödülle geçiştirilmesi beni hoşnut etmedi açıkçası. bence çok daha fazlasını hak eden bir film..

izlediğim en samimi, en sıcak biyografi filmlerinden biriydi. aynı zamanda en gerçekçilerinden..

basquiat’in parayı bulunca değişmemesi bence çok önemliydi. çoğu sanatçı veya ünlü olmuş kişi parayı görünce değişmekte ve şımarmaktadır. bu bakımdan jean-michel basquiat’ın ayrıca saygıyı hak ettiğini düşünüyorum..

sanat dünyasında bir türlü aradığını bulamayan basquiat’ın, “ben bir yıldız olmak istiyordum, galeri maskotu değil.” sözleri oldukça manidardır..

filmi beni duygusal anlamda beklediğimden çok daha fazla etkiledi. jean-michel basquiat’ın başından geçenler, yaşadığı zorluklar bende derin bir etki bıraktı..

basquiat filmini bir bütün olarak çok başarılı ve etkileyici buldum. izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum..

aşağıda film hakkında bazı detaylara değineceğim. izlemeden önce ayrıntıları öğrenmekten haz etmiyorsanız aşağıda yazılanları okumanızı önermem..

[[spoiler]]

jean-michel basquiat’ın ilk büyük resim sergisindeki iç sesinden.

sanata bu denli önem vermemize sebep olan şey nedir? sanat yoksullardan saygı görür, çünkü yaptıkları şey birilerinin aydınlattığı yoldan yürüyerek o varoşlardan kurtulmanın dürüst bir şeklidir. kazanılan para, dayanıklılık, o bireyin, sanatçının saflık ve basitlik derecesi. bir anne cezaevindeki oğlunun yaptığı resmi güzelliğin en kötü şartlarda dahi var olabildiğini kanıtlamak için duvarına asar. bu sanatın hile ve yağma olduğu fikrinden çok daha farklı bir eğilimdir. ancak tanrının bu hediyesini özgürlüğünüz için kullandığınızı, bunu köleleştirmek için kullanan birisine anlatamazsınız.

gina’nın basquiat ile tanıştığı sahne ne kadar da etkileyiciydi. aralarında çekim çok hoştu.

jean-michel basquiat ile gazeteci arasında geçen diyalog.

— 23 kişisel sergi açtın. zürih’ten tokyo’ya kadar 43 toplu sergide yer aldın. hakkında yazılmış 50’nin üzerinde makale var. birçok kez galeri değiştirdin. en popüler kulüplerde dj’lik yaptın. whitney bienali’nde yer alan en genç sanatçılardan birisi sensin. bir rap albümü yaptın. kadınlarla aranın gayet iyi olduğu söyleniyor. madonna’yla birkaç ay beraber oldunuz değil mi? bütün bunları 24 yaşında yaptın. jean-michel basquiat’ın yapmadığı bir şey kaldı mı? seni sabahları yataktan çıkmaya iten şey tam olarak nedir?

bu sorulardan çok sıkılan hatta nefret eden basquiat bu soruları geçmesini ister gazeteciden ve röportaj devam eder.

— bize bunların anlamını açıklar mısın?

— açıklamak mı?

— birkaç kelime o kadar. bunlar kimin sözleri? demek istediğim nereden buluyorsun onları?

— bilmem. bunu bir müzisyene sorsana. miles’a sorar mıydın mesela o notaları nereden buldun diye? demek istediğim sen bu kelimeleri nereden buldun? anlatabildim mi? her yerden.

ardından gazeteci bir resmi gösterir.

— pekalâ. şu nedir, şu üç daire olan?

— buradaki mi?

— evet.

— bu bir pire.

— tavuğa benziyor.

— inan bana o bir pire.

— ya şu, siyah kutu içindeki?

— onlar parazitler.

— pire, parazit, 46 ve 47 sayıları?

— bak. sülük yazıyor. onlar bu dünya üzerindeki binlerce sülük arasından 46 ve 47 numaralı olanlar.

— aralarındaki fark ne?

— pire parazit ve sülük arasında mı?

— neredeyse yok.

— insanları neden çok kabaca çiziyorsun?

— çoğu insan kaba olmak için elinden geleni yapıyor. gerçekten de tanıdığım kibar insan sayısı fazla değil.

— kendini bir çeşit ilkel dışa vurumcu olarak görüyor musun?

— primat mı demek istiyorsun? maymun falan gibi.

— kendini bir ressam olarak mı yoksa siyahi bir ressam olarak mı görüyorsun?

— ben onlarca renk kullanıyorum. sadece siyahı değil.

basquiat ile andy arasında geçen hoş diyalogtan.

— geçen gün bir paket sigara almak için iki dolar karşılığında resim çizdim. bir hafta sonra da bu galeri beni çağırdı ve aynı resim için birileri beş bin dolar istiyor, alalım mı diye sordu. ben de tabii alın benim için hava hoş dedim.

— tabii ki alsınlar, iyi alışveriş.

basquiat, andy’nin atölyesine gelir. o sırada andy’nin yardımcısı yerdeki bir resmin üzerine işemektedir. o sahnede basquiat ile andy’nin arasında geçen ilginç diyalog.

— ben geldim.

— selam jean.

— bu peruklar da neyin nesi?

— noel için insanlara vereceğim.

— sence bu iyi bir hediye mi? kim kullanılmış peruk ister ki?

— evet, tabii.

— ahh çiş resmi!

— çiş resmi değil, jean. oksidasyon sanatı.

— aslında fırçaları temizlemekten ben de nefret ediyorum.

— ben bunlardan biraz daha yapacağım. frank bu biradan içiyor ve bu muhteşem yeşil tonu yakalıyor.

— kendin neden işemiyorsun?

— bira sevmiyorum.

filmde ara ara görünen siyah beyaz film sahneleri oldukça güzel bir detaydı.

basquiat ile rene arasında geçen diyalog.

— rene, madem o kadar akıllısın bu bodrumda benimle ne işin var söylesene?

— sen habersin. ben de diğerlerini atlatmak istiyorum. bak, ben bir şey söylersem kimse bana inanmaz. ne zaman ki yazarım, o zaman doğru olduğunu anlarlar. sanat tarihi boyunca cidden önemli addedilen hiç zenci ressam olmadı. bunu biliyor muydun?

— sen yazar mısın? yoksa beyaz bir yazar mısın?

— beyaz olabilirim, ama ben bir zenciyim. kime istersen sor.

basquiat ile andy’nin arasında geçen unutulmaz diyalog.

— en başında kimse bunu yapabileceğimi beklemiyordu. başardığımda ise dediler ki, tamam ama arkasını getiremez. şimdi de kendimi öldürdüğümü falan söyleyip duruyorlar. ama sonra kendimi düzelttiğimde de sanatı öldü diyecekler. her neyse umurumda değil. şu an temizim ve gayet iyiyim.

jean-michel basquiat’ın arkadaşı ve bir nevi hocası andy’nin yaşama veda haberini aldığı sahne çok hüzünlüydü. bu durumu daha da hüzünlü yapan şey ise andy’nin yaşama veda haberini aldığında basquiat’ın elinde andy’nin küçükken çok sevdiği oyuncak ördeklerden olmasıydı. basquiat, kara haberi alınca elindeki oyuncak ördeği caddenin ortasında düşürmüştü. bu detay bence filmin en anlamlı ve en hüzünlü sahnelerindendi. basquiat bu haber üzerine evinde andy ile birlikte çektikleri videoları izlerken gözyaşlarına hâkim olamaması son derece dokunaklıydı. daha birkaç gün önce andy’e onunla hawai’ye gelmesini istemişti ve oradaki güzel planlarını anlatmıştı. şimdi ise artık andy hayatta değildi. ve bundan sonra ihtiyaç duyduğunda hiçbir zaman yanında olamayacaktı. o andan sonra basquiat için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

[[/spoiler]]

devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim