okuma bilmeyen yazar yazar profili

okuma bilmeyen yazar kapak fotoğrafı
okuma bilmeyen yazar profil fotoğrafı
rozet
karma: 1943 tanım: 79 başlık: 2 takipçi: 64

son tanımları


normal sözlük 2025 yılbaşı çekilişi

çekilişe katıldım! numaram:103
devamını gör...

akraba

birleşmiş milletlerin, birbirleri arasındaki ilişkiye gıptayla bakıp; "neden biz böyle sahte ilişkileri iyi kuramıyoruz?" diye hayıflandığı hem kişi hem de kurum.

bugünkü okuma süren okur, yaklaşık 5 dakika.
belki okurken dinlemek istersin: frank sinatra - if i didn't care

herhangi bir insan dünyaya geldiğinde, aslında her şeyi bildiğini iddia eder bir felsefeci. şimdi buradan ismini verip cevap hakkı doğurmak istemiyorum. sonra, "felsefe yapma" deniliyor. eğer bu iddia doğruysa; ben kişisinin asla bulunduğu yerden çıkartmayı beceremeyeceği bilgidir bu akrabalık ilişkisi. ilişkiler o kadar birbirine girmiş ve o kadar gerçek üstü ki; kimin kimle hangi çıkar ilişkisine dayalı iletişimi var ve kim kime neleri anlatıyor da kimler bildikleri halde bilmiyormuş gibi yapıyor çözmek imkansız. benim için.

en sevdiğim halamın eşinin; giysi dolabının kapağının içine 4 köşesinden para bantlarıyla tutturulmuş posterdeki orhan gencebay olduğunu sandığım dönemlerde, inanılmaz keyifli akrabalık ilişkilerimiz vardı. dışarıdan gören komşular, birbirimize sıkıca kenetlenmiş ve oldukça kalabalık insan nüfusuna sahip olduğumuz için yakın durulması gereken ailelerden olduğumuzu düşünürdü. babamın da taksi durağı olduğu için tanımadığı mahalleli yoktu. herkesin konuştuğu bir şekilde kulağına gelir, asla hiçbir duyuma da itibar etmezdi. konuştuğunu duyduğu kişi/ler karşısına gelip de o konuştuğu asılsız konuları hiç söylememiş, düşündüğünü belli etmemiş gibi ricacı olur, babam da hiç bilmiyormuş gibi ne istiyorlarsa olumlu karşılık verirdi. hiçbir hayat deneyimim olmamasına rağmen babamın bu yaptığını yanlış kabul eder, içten içe sinirlenir ama yüreğim yetmediği için düşündüğümü söyleyemezdim. gerçi şimdiye kadar hiçbir yürek gerektiren eleştiriyi yapmadığım için karşılaşacağım tepkinin ne olduğunu da deneyimlememiştim ama gelişkin çocuk zekamla öngörüde bulunabiliyordum.

+ elif'ciğim bence biraz üstten girdin. okuyucu çok sıkıldı.
- ben insanlar okusun diye yazıyorum, okuduklarında sıkılıyorlarsa; bence 2 nedeni olabilir. ya okuyarak öğrenmeyi tercih etmiyor / sevmiyorlardır ya da benim anlatım dilim onların anlama becerileriyle uyuşmuyordur.
+ ben oyumu senin anlatım dilinin ağır olduğu seçeneğe kullanıyorum.
- ben de kıllanıyorum ama seni dinlemeye devam ediyorum.
+ benden mi kıllanıyorsun?
- evet, evet! senden kıllanıyorum.
+ üstüme iyilik sağlık! ne yapmışım sana?!
- komşu mübeccel teyze gibi tepki veriyorsun.
+ kırıcı oluyorsun.
- mübeccel teyze olmak mı kırıcı? ne güzel etli butlu kadın. mahalledeki her olan biteni de bilir, herkes de öyle veya böyle sever. kimse seni gerçekten sevmediği için mi kabullenmek istemiyorsun?
+ hayır, avammışım gibi yargılarcasına konuşuyorsun.
- ben yargılayarak konuşmam.
+ peki, peki. uzatıp da seninle gerilmek istemiyorum.
- belki uzun olunca daha güzel oluyordur?
+ sen çok kavgacısın.
- hiç sevmem kavgayı. stres yaratan ortamlardan da uzak durmuşumdur şimdiye kadar.
+ ben mi kavga çıkarıyorum?.. kahve içiyorsan sana da basayım.
- bana mı basacaksın?
+ evet, içmiyor musun?
- kahvenin basılabilir bir şey olduğunu düşünmüyorum ama sen bilirsin.
+ bak işte yine yapıyorsun. sanki bilmiyorsun kahveyi makineyle yaptığımızı, düğmeye basarak makineyi çalıştırdığımızı.
- ben, dilin gereklerine uyarak iletişim kurulması gerektiğini biliyorum.
+ benim senin kadar enerjim yok, kahve almaya gidiyorum.
- bak işte kullanmayı biliyormuşsun aslında.

gerçekten de biliyordum. bir gün bu ilişkilerinin bozularak düşman olacaklarını biliyordum ama nasıl olacak, ne zaman olacak ve sonrasında neler olacak kestiremiyordum. deneyimsizdim. bugün karşıma gelseler; sinopsisini şakkadanak yazarım. bizim toplumun geliştirmesi gereken noktalardan biri de; çocukların düşüncelerinin ciddiye alınması. dünya genelinde çok az toplumda gördüm çocukların `uzaduyum` yeteneklerinin şaşırtıcı biçimde önemsendiğini.

+ uzaduyum nedir allasen?
- bunu da mı bilmiyorsun kuzum? sen gerçekten metin yazarıyım diye title tutuyor musun (gkbz: linkedin)'de hala?
+ evet, benim işim bu.
- seo uyumlu metin yazarı.
+ hayır canım, ben toplumsal dinamiklere hakim, sanatsal yönü gelişkin bir metin yazarıyım. o dediklerin başka.
- ama uzaduyum kelimesini daha önce hiç duymadın.
+ ayıp mı?

bence ayıptı. sonuçta ben küçük bir çocuk olarak onların her sözünü (abartmıyorum, her sözünü birer emir gibi dinleyip, kendimce de geliştirmeye çalışıyordum) dinlerken; büyüklerimin beni dinlememesi ayıptı. en azından bana öğretilenlere göre ayıptı. çünkü biri konuşurken susulur, konuşan kişi dinlenilir. ne demek istediği anlaşılmaya çalışılır ve cevap / karşılık vermemizi isterse; o zaman görüşümüz dile getirilirdi.

+ ay sen bu yüzden tiyatroyu çok seviyorsun!
- evet şekerim. gerçek hayatta da keşke tiyatro sahnesindeymiş gibi herkes teker teker konuşsa.
+ nerde o nezaket anacım?

nezaket teyze tam da böyle biriydi. kesinlikle objektifim bu konuda, kendisine olan sempatim nedeniyle kayırmıyorum. nezaket teyze, bizim apartmanda oturur, inanmazsınız; (gbk: istanbul hanımefendisi) türkçesiyle hergün 11:00 ve 17:00 kahvesini içerdi. öyle kibar, öyle güzel konuşurdu ki; hiç susmasın isterdim. komşuların toplandığı kısır günlerinde herkes bağırarak konuşurken o gayet doğru tonta ve tane tane konuşurdu. kelimeleri özenli seçtiği anlaşılır, yıllardır birlikte yaşadığı her komşusuna "siz" / "hanım" diye hitap ederdi. kelimeleri doğru anlamlarıyla doğru yerlerde kullanmak da bence ondan öykündüğüm bir alışkanlık. her hafta cuma akşamı babama uygunluk sorup, 2 el tavla oynarlar, yılların oyuncusu olan babamı köşeye sıkıştırıp koltuğunun altına verdiği olurdu tavlayı. satranç oynamayı da o öğretmişti bana. ben dama oynuyor edasıyla kolaya kaçıp hamle hesabı yapamazken, inatla bana yenilir, hamlelerin nasıl hesaplanması gerektiğini zorla ama hiç zorluyormuş gibi hissettirmeden öğretti. çünkü biraz salaktım, anlamıyordum. şu örneğini hep anımsarım:

"satranç gerçek hayatta yaşamak gibidir. nasıl birisi konuşurken dinlemek gerekiyorsa; satranç oynarken de rakibinin hamlesini beklemeli, kompozisyon yazar gibi iyi bir oyun kurmalısın"

+ şimdi anlaşıldı senin stratejik ilişki koçluğunun nereden geldiği.
- küçük olabilirim ama karamürsel sepeti de değilim. ayrıca koç da sayılamam. arkadaşlık gereği diyelim.
+ öyle, öyle! beni çok dertten kurtardın zamanında.

bu öyle böyle bir dert değildi aslında. her sülalede de olduğundan eminim ama ispatlayamam. sülalenin en zengini ile en haybecisi sıkı ilişkiler içindedir genellikle. ilişkinin yapılandırıcısı haybeci olduğu için yakın çemberde daha yakın başka bir ilişkiye asla izin vermezler. sülalemin 90%'ının ülkenin dışında olmasının avantajını da dezavantajlarını da kendi lehine çevirmeyi çok iyi becererirdi bu haybeci akraba. her yaz ülkeye tatil için geldiklerinde mutlaka onlar da bulundukları şehirden uçarak gelirdi. diğer aylar bizim için sessizliğe gömülür, kış uykusu alamancıların kapıkule sınır kapısı'ndan içeri girmesiyle düzlüklere yayılmaya başlarlardı. avlarına büyük bir sessizlik içinde yaklaşır, onları öldürmeden önce olabildiğince yükseğe çıkarırdı. oksijensizlikle başları dönmeye başlayan kurbanlar, neşeyle gurbetin tozlu yollarına düşer, izmir marşıyla kapıkule sınır kapısı'ndan çıkar giderlerdi. yıllarca bu sömürü sistemi sürdü bizim sülalede. ya bir ticarete ortaklık, ya bir bina inşaatı, ya bir tarla / arsa alımı... mutlaka gurbetçilerin dolar / mark / pound'larını hiç etmenin bir yolunu kış boyunca planlamış olarak gelirlerdi yanlarına. eğer her şey yolunda giderse; haybecilerin kendilerini istanbul'a kadar yormasına gerek kalmaz, doğrudan bulundukları yere çekerek orada sömürürlerdi. garibim alamancı akrabalar da iyi tatil yaptıklarını düşünürdü.

+ baban bu olanlara neden hiç sesini çıkartmadı?
- ne bileyim! her şeyi bilip hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak da ayrı bir sorumsuzluk bence.
+ vardır bir bildiği canım.
- gerçi birkaç sefer kardeşleriyle: "vermeyin diyorum size şunlara para" konulu kavgalarına şahit oldum.
+ eee? bir uyaran varken neden hala her para batması olayına rağmen paralarını onlara vermeye devam etmişler?
- bir öncekini kurtarmak için. çünkü yalan hep aynı. "bu sefer bu işi yaparsak önceki borcumuzu da ödeyebiliriz" diyorlarmış.
+ ben olsam batan batmıştır, daha fazlasına gerek yok derdim.
- onlar; akrabalık ilişkileri bozulmasın diyerek bu günlere gelmişler.
+ bugünlere kadar gelebilmeleri şaşırtıcı.

ben de buna şaşıyorum. kendi ifadelerine göre "250.000 doları kaybettik. daha da beşkuruş vermem" , "50.000 markımı bunlar yedi. geri ver diyorum, 50.000'lik bir yatırım fırsatı var diyor hala" , "120.000 pound battı diyorlar ama ben inanmıyorum, bence onlar yedi" demelerine rağmen; bir sonraki yıl yepyeni bir ticaret girişimiyle ellerine nakit paraları ateşlemeye devam ediyorlardı. yıllar geçti. artık onların da ellerindeki paraların suyu çekildi, yaşlandıkları için hizmet ve ürün üretimine katkılarının kapasitesi daraldı. ne olduğunu biliyorsunuz değil mi? haybeci akrabalarla araları bozuldu. çocukluğumdaki o geniş akraba popülasyonu daraldı, kendilerinden sonra gelen yeni nesildeki çocuklar büyüyüp bu haybecilere para akışının önünü tıkadı. çünkü çocuklar akıllı ve sadece akrabaları olduğu için sorgusuz güvenmenin yanlış olduğunu bildi. sadece düğünlerde, cenazelerde bir araya gelinir oldu. düğünlerde "aman o o'nunla konuşmuyor, onu başka masaya oturtalım" derdi baş gösterdi. cenazelerde ağız ucuyla "başın sağ olsun"lar dile gelir oldu. kendilerinden sonraki neslin iletişimi ortadan kalktı. türkiye'ye ya gelmez oldular ya da geldiklerinde bodrum, alaçatı, belek , marmaris, fethiye otellerine gider oldular.

günün sonunda kazanan haybeciler oldu. yorulmadan milyonlarca dövizle sefa içinde yaşadılar. kaybedenler ise; binbir zahmetle kazandıkları paranın hayrını göremeyen "akrabam o benim, ondan zarar gelmez"ciler oldu.
en güzeli de tüm bunlar olurken koza içinde ailesini koruyan babamın bugün kendisi olmasa da ailesi bütün sülale ile sorunsuz iletişimine devam ediyor.
devamını gör...

starbucks'ın bir ayda ikinci fiyat güncellemesi

kaynak gösterdiği bağlantının dahi kaldırıldığı ama başlığın ve entry lerin durduğu başlık.

gerçeği yansıtmamaktadır. henüz yeni fiyat geçişi yapmamışlar. şuan online ım. fotoğraf da atayım mı?
devamını gör...

beddua etmek

kozmopolitanizme gönlünü kaptırmış ve kültür çatışması içinde kalmış halk arasında "yatak duası" anlamında da kullanıldığı görülmüştür.
kendi anadili içinde kullanabildiği sınırlı kelime bilgisi nedeniyle ingiliz diline ait kelimeleri cümlelerinin içinde kullanmayı tercih eden popülist kişilerin tercih ettiği bir yöntem.
kendi evreninde kelime şakası yaptığını düşünüyor olması; gerçekte de komik olduğu anlamına gelmeyen durumlardan biri.

bugünkü okuma süren sevgili okur: 5,5 dakika.
dinlemek için athena – skalonga nasıl?

çocukları çok sevdiğini biliyorum, seni çocuklardan neyin soğuttuğunu da. senin bilmediğin; bildiğinin farkında olman gerektiğidir. kendinden iki adım geri çekilip başkası olarak kendini değerlendirmen belki faydalı olur. evet, seviyorum ama tahammül sınırlarımı zorluyor bu. dedi derin bir iç çektikten sonra kelimeler sanki akciğerlerinden taşıyor gibi konuşan tarık. cümlesini bitirdiğinde akciğerleri tamamen sönmüş ama soğumamıştı. neden fikrini değiştiriyor ki bu? onların çocuklarının böyle olması senin çocuğunun da böyle olacağını göstermez. sorun; onların çocuklarını referans almam değil, çocukların yetiştikleri toplum. benim vereceğim eğitim her zaman bir noktada sınırlı kalacak. topluma karışmaya başladıkları andan itibaren benim kontrolümden çıkacak olmaları, hiçbir zaman doğru insan olmaları için anlattıklarım ve örnek olduklarımın kendi içinde büyüyeceği popülarizmin önüne geçemeyeceği. doğru olabilir ama bence yanlış düşünüyorsun. neden? diye sordu tarık, anlattıklarının mantıklı olduğuna derinden inanarak küçümser bakışla. öyle işte dedi anlamlı bir cevap bulamayan elif. yıllardır bir çocukları olması gerektiği ile konfor alanının bozulmaması gerektiği arasında kaldığı için tarık’ın savlarının altının gerçekte ne kadar boş olduğunu ispatlayamıyor elif. aslında evlenmeden önceki hayalleri arasında en az 2 çocukları olacağı belli bir yer kaplıyordu. bu hayallerin üzerinden 7 yıl geçtikten sonra hala 1 tane dahi çocuklarının olmamasına bugünlerde ikisi de takılmıyor. istedikleri saatte yatıp kalkabildikleri için, canları istemediğinde akşam yemeği yapmadıkları için, akıllarına estiğinde bir hafta sonunda deniz havası alabilecekleri ve her seferinde belirli koşulları taşıması gerekmeyen farklı bir bölgede herhangi bir otelde konaklayarak dinlenceyi yaşayabildikleri için çoğu zaman, ailelerine 1 kişinin daha eklenmesi fikri akıllarına gelmiyor.

2 yıl önce bu eve taşındığımızda her şeyin şimdikinden daha keyifli ve konforlu geçeceğini planlamıştım dedi tarık, elindeki bardağı masaya usulca bırakırken. benimle olmaktan mutlu değil misin? dedi elif. saçmalama dedi tarık. elif’in en çok bozulduğu hitap şekliydi bu. çünkü tarık hiçbir zaman düşündüklerinin anlamsız olduğunu düşünmemiş ve böyle küçümseyen bir tavırla yanıt vermemişti elif’e. güçlü bir yer sarsıntısıyla birlikte yerin yarılarak ayırdığı iki farklı tepedeki insan gibi uzaklaştılar birbirlerinden bir anda. elif içine kapandı. kendi yaptığından pişman olan tarık, oluşan kanyona haykırdı “asıl saçmalayan sensin”. nasıl özür dileyeceğini bilemiyor ama özür dilemesi gerektiğini bilerek boğazını temizledi. daha önce hiç özür dilemek zorunda kalmadılar birbirlerine karşı. bu basit olaydan nasıl oldu da bu kadar gerilebilmişti tarık? elif önce davrandı, tarık’ın özür dilemek zorunda kalması bir anda zoruna gitti. o’nu köşeye sıkıştırmış olabileceğini düşünerek, henüz düşüncesinde olan özrü tarık’ın aklına tıktı.

bence burdan taşınmamız gerek. böyle bir seçeneği düşünmemiş olan tarık fikri garipsedi. elif’in yanağını sağ avcunun içine alarak gözlerine baktı, anlam aradı. bu hareketi özür anlamı taşıyordu, elif başını sola doğru eğerek tarık’ın avcunu daha fazla hissetmek istedi. böylelikle aralarındaki serin rüzgarın yerini meltem aldı. bence taşınmamız onlara karşı savaşı kaybettiğimiz anlamına gelir. neden savaşalım ki dedi elif. sırf onlar toplum içinde yaşamayı öğrenememiş ve öğrenmeyi reddediyor diye onlardan kaçarak bu cepheyi düşürmek bize yakışmaz. sen yıllardır öğrencilerine mücadele etmeyi öğretmiyor musun? evet, ama bunun için benim gücüm yok dedi elif. umursamaz bir şekilde ocağın üstündeki kaynamakta olan tencereyi metal kepçeyle karıştırırken. sen eskiden tahta kaşık kullanırdın, ne oldu da kepçeyle karıştırıyorsun? bilmem, elime bu geldi bunu aldım. tarık, biraz önce yaptığının elif’te ne kadar hasar yarattığını anladı. ona yaptığı anlamsız çıkışı yüzünden elif’in bütün dikkati dağılmıştı ve şimdi ne düşündüğünü dahi anlayamıyordu. pişmanlığı büyümeye başladı ve bu davranışının telafisi için daha derin düşünmeye başladı. peki, taşınmayıp ne yapacağız? dedi elif. mutfak tezgahının üzerindeki kaşıklıkta olan bir dizi tahta kaşıktan birini alırken. ne yapacağımızı bilmiyorum ama taşınmayacağımızı biliyorum. belki biz onlardan daha fazla gürültü yaparak onları bastırabiliriz! dedi tarık, sanki bulduğu en parlak fikir buymuş gibi. elif dudakları kapalıyken omuzlarını silkerek puflamayla karışık bir gülüş attı. yine uyandı herhalde canavar, derinlerden bir yerden ağlama çığlıkları geliyor dedi tarık bıkkınlıkla.

ertesi gün cumartesi olduğu için dışarıda arkadaşlarıyla buluşacak ve haftanın yorgunluğundan uzaklaşacaklardı. yola düşmek üzere kapıdan çıktıklarında apartmanın merdivenlerinde düşman kuvvetleriyle karşılaştılar. her bir basamağa vücut ağırlıklarının olabildiğince fazlasını vererek inen adımların sesi, yuvarlanarak düşerken nizami bir şekilde de indiklerini düşündürdü. “ah bir düş de güleyim” diye geçirdi içinden. ayakkabılarını bağlamakta olan tarık, başını yeteri kadar kaldırarak, gözlerini olabildiğince kaşlarına yaklaştırmış bir ters bakış attı düşmana. düşman, 66cm uzunluğunda, 45kg ağırlığında, tüm isteklerini çığlık atarak yerine getirten, lisanı tanımsız biri. örneğin biz, çocukken tuvalet ihtiyacımızı giderdikten sonra annemize: “anneeee, bittiii!” diye seslenirdik. ya yeni nesil farklı bir anadil geliştiriyor ya da iletişim yöntemlerine köklü değişikliğe gidiyor. düşmanla gözgöze geldikten sonra düşman, destek kuvvetlere çağrı yaptı. “babaaa burda biri var!” biri dediği de kendi cinsinden bir canlı. hayatında ilk kez görmüş gibi attığı çığlık, destek kuvvette ne düşündürdüğünden asla emin olamayacağımız karşı saldırı geldi. “sen geç istediğin gibi, kimse bir şey yapamaz”. tarık bu söylemin gerçekte ne anlama geldiğini biliyor, tepkisiz kalarak beladan uzak durmaya çalışıyor olsa da yeteri kadar başarılı olamadı. bağcığını bağlamayı bitirmek üzere olduğu halde yarım bırakıp “geç bakalım ufaklık” dedi. düşman, yeniden destek kuvvete başvurdu. “babaaaaa! bana ufaklık dedi!” muhtemelen yeni geliştirdikleri anadilde “ufaklık” kelimesinin karşılığında kötü bir anlam var olsa gerek, destek kuvvet koşar adımlarla kata geldiğinde, son üç basamakta ayağı kayarak gerçekten düştü. tarık o bildik tepkiyi verdi, allah’ım başka bir şey isteseymişim olacakmış! gülmemek için dudaklarını sıkan tarık, düşen komşusuna yardım etmek için elini uzattığında beklemediği bir tepkiyle karşılaştı ve sağ elinin üzerinde bir yanma hissetti. komşusu tarık’ın eline vurarak kendisine uzanan eli uzaklaştırmıştı. refleksle yerdeki adamın elini uzaklaştırabilirdi, adamın elini kasarak kendi elinin üzerine doğru gelişini izledi. ne yapıyorsun? demekle yetindi. bunu yapmayı elif’le hayatlarını birleştirdikten sonra öğrenebilmişti. yalnızken aynı olayla karşılaşmış olsaydı, büyük ihtimalle elinin üzerinde yanmayı hissetmeden önce elini geri çekebilir veya ofansif bir hamle yapabilirdi. adam yerden kalkmaya çalışırken yere düşmüş pandanın çabasını görünce tarık gülmeye başladı. adam sinirlendi. iki ayağının üzerinde durmayı başardığında tarık’a doğru hamle yaptı. tarık bulunduğu basamaktan bir basamak daha aşağı indi. matrix’deki neo’nun mermilerden korunmak için eğildiği gibi yeni gelen tokat hamlesini de böyle savurdu tarık. tarık gelişime açık ama aynı zamanda da geleneklerine minimum bağlılıkla içinde yaşadığı toplumun değer ve agresyonunu iyi gözleyip takip edebilen biri olduğu için; yaşadığı evin olduğu binada oluşabilecek olumsuz bir durumda işlerin istemediği kadar çirkinleşebileceğini biliyordu. evine, eşine karşı oluşabilecek saldırı ve tacizlerden korunabilmek için bugüne kadar görünmezliği tercih etmiş, kimsenin olayına karışmamıştı. ancak şimdiki durum giderek kötüleşiyordu. bu taarruzun geldiği kişi, topluma karşı teolojik ve geleneksel değerlere katı bir şekilde bağlı olduğunu gösteren ve toplumsal cinsiyet eşitliğine inanmadığını her davranışında açıkça göstermekten çekinmeyen / çekinmesi gerektiğinin farkında olmayan biriydi. nezaket ve iletişim yolunun kullanılarak sorunların çözülmesi, onda bir karşılık bulmayacağını da tarık biliyordu. artık savunma anladığı dilden olması gerekiyordu.

olan biteni dairenin kapısından izleyen elif, kendi içinde ne yapması gerektiğini sorguluyordu. olaya fiziksel olarak müdahil olması gerekliliğine inanmıyordu. müdahale etse bile olay bittikten sonra tarık’la yeni bir olay yaşama ihtimali yüksekti. aralarında her ne kadar seviyeli bir ilişki olsa da, tarık psikolojik üstünlüğünü kullanarak elif’in pek çok tutum ve davranışını yönetiyor, elif de buna izin veriyordu. tarık fiziksel konum dezavantajını avantaja çevirebilmek için merdivende bir basamak yukarı çıkmak istedi ama adam buna izin vermiyordu. düşüncesinde kurguladığı atak henüz gerçekleşmeden hemen önce şu konuşma geçiyordu: seni bir ezeyim de akıllan. bu cümle tarık için tanımlı şifrelerden biriydi ve açık tehdide karşı daha fazla sabredemedi, adamı göğsünden sıkıca yakalayıp aşağı doğru çekti. adam merdiven basamaklarından aşağı doğru yuvarlanırken elif’in “hii” sesini duydu tarık. kötü bir şey yapmış olduğunu anladı. hemen adamın peşinden duracağı noktaya kadar hızlı adımlarla indi. adamın dudakları arasından çıkan ilk söz: “sen benim çocuğuma nasıl ufaklık dersin” oldu. tarık, karşısında bir yetişkinin değil, ergenlik döneminde kızışmış bir genç, belki ilk eğitim döneminde takılı kalmış çocuğu görünce yaptığından pişman oldu. yetişkin – çocuk iletişiminde bu kelimenin küçük çocuklara karşı sevgi içeren hitap olduğunu adamın bilmiyor olmasının başka bir açıklaması olamazdı. bu sefer tarık’ın uzattığı el karşılık buldu. adam kötü düşmüştü ve kalkabilmek için yardıma ihtiyacı vardı. ayağa kalkıp olay mahallinden uzaklaşırken tehditler savurmaya devam etti. artık sıcak bir savaş başladı. tarık’ın korkuları hayat bulabilir, gerçekten elif’in önerisini ciddi bir şekilde düşünmeye başlayabilirdi. morali bozuldu tarık’ın da elif’in de. arkadaşlarıyla buluşmaya gitmekten vazgeçip eve geri döndüler. bir süre yüksek sesle konuştular. bu sırada ağızlarından çıt çıkmıyordu.

akşam olduğunda adam tarık’ı telefonla arayarak apartman kapısının önüne çağırdı. sesinde kavga edileceğinin alt metni okunuyordu. tarık hazırlıklı inmeliydi aşağı ama günün karakolda bitmesi işine gelmiyordu. hayatı boyunca kavga ve tartışmanın olduğu ortamlardan uzak durmuş insanlar da bir gün bu tecrübeyi edinmek zorunda kalabiliyorlar. ancak deneyim sayıları diğerlerine göre düşük olduğu için genellikle dayak yiyen, yaralanan da bu insanlar oluyor. gelişmiş dünyada da ilkel kurallar işlemeye devam ediyorken bela ve kötü insandan uzak durmak pek de işe yarayan bir çözüm gibi durmuyor. belki de siyaseti ikili ilişkilerde de iyi organize ettiğimizde daha korunaklı bir alanda kalabiliyoruzdur ama tarık bunu bilmiyordu. elif’in aşağı inmemesi gerektiğini ısrarla söyledi, tarık da aşağı inmemesi gerektiğini biliyor ve inmek de istemiyordu ama inmemesinin sonuçları; bu evde geçirmeye devam edecekleri gün sayısınca huzursuz ve tedirgin günler anlamına geliyordu. çoğu zaman netlik, belirsizlikten daha düşük stres seviyelerini yaşamaya yardımcı oluyor. tarık kapının önüne indiğinde adamın yanında iki farklı adam daha olduğunu gören tarık, birazdan olabilecekleri hayal etmeye başlayınca konuşabileceklerini unuttu. ellerinin titrediğini hissetti, nefes alma sıklığı kısaldı, bunun sesinin titremesine neden olacağını düşünerek daha derin ve geniş aralıklarla nefes almaya çalıştı. söze ilk giren, tanımadığı adamlardan biri oldu. sen bizim biraderi merdivenden aşağı itmişsin. evet dedi ve sustu tarık. adamın gözlerinin içine bakmaya devam ederken, periferden diğerlerinin hareketlerini kestirmeye çalıştı. herkes ilk pozisyonunu koruyordu. tarık adamlardan yeteri kadar uzakta durdu, onlar da yaklaşmadı. tarık hala sorunu konuşarak çözebileceğini düşünüyordu ama adamların niyetinin de dayak atmak olduğunu biliyordu. sorunu hala konuşarak çözmeye çalışan tarık çeşitli yolları kullanarak adamları gevşetmeye çalışırken içlerinden birinin diğer ikisinin arkasına doğru geçtiğini farketti. konuşmanın gerginlik seviyesi tırmanmaya devam ederken sorunun çocuğa “ufaklık” demesinden çıktığını söylemesi üzerine tanımadığı adamlardan biri şaşkınlıkla üst komşu adama baktığını gören tarık, komşusunun adamları buraya getirmek için kullandığı farklı bir konu olduğunu anladı. bunun üzerine diğer iki adamın arkasına doğru saklanan adamın diğer ikisinin yanına doğru açık bir pozisyona geçtiğini gördü. adam, tarık’ın omzuna elini attı. bilader kusura bakma biz buraya başka bir amaçla gelmiştik ama gerçeğin de başka olduğunu anladım. kusura bakma, sen bize müsaade et, biz konuşalım biraz. dediğinde tarık’ın göğsünden barsaklarına doğru bir gücün indiğini hissetti. herhalde bir anda düşen stres seviyesi sfinkterlerinden birinin gevşemesine neden oldu ama olması gerekenden daha fazla sıkarak, pantolonun ıslanmasını önledi. sonuçta bir erkekti ve gümüş tepside kendisine sunulan bu galibiyeti taçlandırması gerekiyordu. eyvallah bilader, ancak şunu söyleyeyim, ben kul ve komşu hakkına inan biriyim. kesinlikle hakkımı helal etmiyorum. bana bu yaşattıkları yüzünden herzaman da beddua etmeye devam edeceğim. dediğinde, hala sfinkterini sıkmaya devam ediyordu…

elbette bu hikayenin böyle bitmesini istemezdin okur. zaten böyle de bitmedi. bu, kitabın sadece küçük bir bölümünden alıntıydı. senin için buraya uyarladım. beğendiysen beğen butonuna basmayı ve abone olmayı unutma.
devamını gör...

civan canova

adının cihan değil, civan canova olduğunu iddia ettiğim sanatçıdır.
devamını gör...

sessizlik

duyu organı kulak ile algılanabilen frekans aralığında sesin olmaması durumu.
zihinsel eylemsizlikle hissedilebilen düşünce ve eylemin olmaması durumu.

bugünkü okuma süren sevgili okur: 3,5 dakika

yazıyı okurken dinleme önerisi: bang bang - nancy sinatra
ben bu şarkıyı ilk seslendirenden dinlemek istiyorum diyorsanız; cher'den de dinleyebilirsiniz.

alternatif dinleme önerisi: gel - mabel matiz

son olarak, 2000'lerin başında genç olmuşlar ve kardeşler kuruyemiş çalışanlarından leyla, öztürkler halı yıkama fabrikasında çalışan hülya için dinleme önerisi: rehab - amy whinehouse



dedem, dedesinden kalan gavurların dilinde "granpaclock" olarak bilinen ama bizim kültürümüzde "kurmalı duvar saati" olarak bilinen -görselini buraya ekleyerek görüntü kirliliği oluşturmayacağım, merak edenler için kurmalı duvar saati yerine halamın almanya'dan getirdiği 1,5 voltluk kalem pille çalışan duvar saatinin yerini almasını hiç istemedi. onun için hem müsriflikti pil almak hem çok gürültülü çalışıyordu hem de dedesinden kalan yadigarın yerine gavur icadını koymayı ataerkil onuruna yediremiyordu. her akşam yatmadan önce rutin haline gelmiş ince belli çay bardağına doldurulmuş, beklemekten ice tea'ye dönmüş çayını içtikten sonra oturduğu koltuğun ahşap koluna tutunarak ağır ağır kalkar, adım atarken güçlük çektiği her halinden belli halde 8 adım ilerleyerek bu saatin olduğu duvara kavuşurdu. bu vuslat onun hayatta artık en önemli görevlerinden biri olduğu için çok değerliydi. çünkü o olmazsa o saati kuracak ne kimse olurdu ne de kimsenin aklına o saati kurmak gelirdi. bence hiç de gürültülü çalışmıyordu. aksine eski kurmalı saat daha gürültülü çalışıyordu. ayağa kalkabildiği son güne kadar istikrarla o saati kurdu, saat o'nun sonuna doğru hızla ilerledi. zamanı gelip de aramızdan ayrıldığında, halamın almanya'dan getirdiği o saat de duvardaki yerini keyifle aldı.

kalabalık bir ailede dünyaya geldim, daha kalabalık bir ailede büyüdüm. babaannemin kardeş sayısı 6, babamın kardeşlerinin sayısı 6. giderek genişleyen bu organizmada hengame de olağan bir durumdu. içine doğduğum bu düzeni normal sanıyordum, ta ki orta okulda ilk kez bir arkadaşımı evinde ziyaret edene kadar. daha önce sessizliğin ne olduğuyla tanışmamıştım. daha doğrusu sesin ne olduğunu bilmiyordum. insanın, deneyimlediği halde ne olduğunu bilmediği onlarca şey olabiliyor. kendisine ait bir yatağı, üstelik kendisine ait bir odası vardı ve bu evde kimse bağırarak konuşmuyor, ortalıkta koşuşan çocuklar yoktu. ev o kadar sessizdi ki, evin içinde birilerinin yaşadığını anlamak için karşılaşmanız şarttı.

bizim evimiz babaannemden ayrı bir yerdeydi. sık sık babaannemin evinde gerçekleştirilen babaannemlerin kardeş toplantılarına katılırdı annem. bu sırada tüm kardeşlerin çocukları, onların çocukları, aileden gibi olmuş komşular, çocukları ve onların çocukları... babadan kalan 3 katlı evin bir odasına sıkıştırılmış 8 kişilik aile olarak hayata tutunmaya çalışan babaannem; o zamanlar sadece zenginlerin oturabildiği apartmanların merdivenlerini silerek, evlere temizliğe giderek, kullanılmış gazetelerden manavlara kese kağıdı üreterek para biriktirmiş. kardeşleriyle bir rutini olan hamama gidiş yolunda karşılaşmış hayatının sonlanacağı evle. o zamanlar kaba inşaatı sürüyormuş. girip bakmışlar hemen kata. kardeşleri "nasıl temizleyeceksin bu evi, kocaman!" diyerek engel olmaya çalışmışlar, oysa babaannem daha merdivenlerden yukarı çıkarken aklına koymuş o evi almayı. kabaca daireyi gezdikten sonra hemen müteahhiti aramış, bulmuş. evin ücretinde ve taksitlendirme yönteminde de anlaşmış. babaannem, hiçbir eğitim almasına izin verilmemiş şanssız kızlardan. dünyaya geldiği toplumun değerleri, kızların okumasının çeşitli yasaklarla önlendiği bir toplummuş. buna rağmen türkçeyi sonradan öğrenmiş, geç yaşında yazmayı ali okulu dedikleri yerde kendi isteğiyle giderek öğrenmiş. resmi kurumlardaki yazışmaları yapacak kadar kendini geliştirmiş. günlük matematik gerektiren işlerini ise sadece aklından hesaplayarak yapan, tüm kardeşlerinin vergi, fatura vb işlerini yöneten biriydi. ben bugünkü aklımla içinde bulunduğum toplum ve ekonomide onun kadar cesur olamadığım için hayıflanıyorum. müteahhite de daireyi nasıl istediğine dair bazı yaptırımları olmuş. o zamanlar yaygın olan tahta zemin uygulamasını reddetmiş, tezgahı ve dolabı olmayan bir mutfak ve banyo istememiş. 1965 yılında.

halamların birer birer evlenip evden ayrılması babaannemin yalnızlığının başladığının habercisiydi. kardeş toplantıları seyreldi. yavaş yavaş kardeşleri ayrıldı yanından, dedemin o'nu yalnız bıraktığı gibi. kimse farketmedi babaannemin yalnızlaştığını. kapısını çalanların sayısı azaldıkça, halamın almanya'dan getirdiği duvardaki saatin gürültülü çalışmasından şikayet etmeye başladı. bir süre sonra kardeş toplantıları tamamen bitti. dünyada kalan tek kardeş olan babaanneme daha sık gitmeye, daha çok geceyi onun evinde geçirmeye başladım. babam, babaannem yalnız kalmasın diye beni gönderiyordu. bana kalsa hiç gitmezdim. babaannemin bütün kardeşlerinin hayatta olduğu ve onların çocuklarının, onların da çocuklarının, halamların ve onların çocuklarının katıldığı toplantıların olduğu günlerde izin verilmezdi. "zaten kalabalık, bir de sen mi kalabalık edeceksin?" derdi annem. o kaotik ortama inat şimdi ıssızlaşan evde camın önündeki çekyata çocuk gibi kıvrılıp ağladığını gördüğüme çocuk halimle üzülürdüm.

bu saatin tik takları, gece olup da uyku için yattığımda kulaklarıma daha çok gürültü geliyordu. belki alışmadığım için belki de dedemin yerini aldığı için ona öfkeli olduğumdandı. babaannemin evindeki sessizliğin sesi o kadar keskin ve yaralayıcı geliyordu ki; babaannemin hiçbir zaman anlayamayacağım, hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim duygularında boğuluyorum.
devamını gör...

okuma bilmeyen yazar

"insanları mutlu etmek yerine, kendini en mutlu ettiğin şekilde yaşamaya devam et." düsturundan vazgeçip, sırf nick altına yazan ilk insan olduğu için onore (belki onuredir) etmek üzere değiştirdiği mahlasının da beğenilmediğini gören kişi.
herkesi mutlu edemezsiniz, bu nedenle sadece 1 kişiyi ve en doğru şekilde mutlu etmeye çalışın.
devamını gör...

özgeçmiş

herhangi bir kurum / kuruluşa katılma isteği olan bireylerin; birebir görüşme öncesinde veya görüşmeye alınabilmesinin önünü açması amacıyla, kendilerini kuruma / kurum ilgilisine en iyi anlatma yolu olarak kullandığı ön değerlendirme aracı.

bugünkü okuma süreniz -ortalama 1 insanın 1 cümleyi okuma süresine göre hesaplanmamıştır.türkiye ortalamasına göre- : 7 dakika
dinleme önerisi: i know what you want - busta rhymes
dinleme önerisi: banana song - harry belafonte

takvimler 2017 yılının yeni iş arayışı günlerini gösteriyordu. geniş vizyonlu olduğumu sağda solda yüksek sesle haykırıp, bir işletmede işçi olarak çalışmanın yüksek motivasyonuyla yepyeni bir kölelik arayışı içindeydim. işçi dediğim için kafanızda bir etiket oluşmasını istemem sevgili okur. bir tekstil atelyesinde -türk dil kurumu sözlüğüne "atelye" sorgusu yaptığınızda fransızca köken ve atöyleye bakınız vermesi bana biraz tutarsız gelse de siz referans olarak orayı kabul edin lütfen- çalışanla ciro ve öz kaynaklar açısından çok daha büyük bir işletmede herhangi bir pozisyonda çalışan birinin arasında temelde hiçbir fark yoktur. her ikisi de emeğini satarak geçimini sağlar. işveren ile işçi arasında -en azından bizim ülkemizde- derin uçurum olmasına rağmen, işveren vekili veya işveren tarafından çeşitli departmanlarda yetkilendirilmiş yöneticilerle işçi arasında garip bir ilişki var. siz özgeçmişinizi sunduğunuzda aday statüsü ile işveren vekili / insan kaynakları / birim yöneticilerine "işveren" statüsü kazandırıyorsunuz. insanın doğurduğu da belki hiçbir zaman işveren olamayacak olduğunun farkında olduğundan, eline geçmiş bu fırsatı kullanmaktan hiç geri durmuyor. değerli büyüğümüz sigmund freud'u anmamız gerekiyor burada. fakat öğretici egomuza yenilerek ahkam kesecek değiliz.*

şimdi adını vermek istemediğim bir iş ve işçi bulma internet sitesinden yaptığım bir iş başvurusu için aradılar. telefonun diğer ucundaki cılız kadın sesi o kadar çekingendi ki, konuşmanın ortalarında; "acaba beni rahatsız ettiğini mi düşünüyor?" diye düşündüm. uygun bir gün ve saat için randevu oluşturduk birlikte. gerçek hayatımda yaşadığım, deneyimlediğim her ne varsa; biraz da köpürterek özgeçmişime dahil ettiğim birkaç sayfadan oluşan a4 boyutundaki kağıt parçalarını, kırtasiyede satılan dışı kalın plastikten, içiyse elimdeki kağıtların sığabileceği boyutta plastik torbalardan oluşan, adına sunum klasörü dedikleri şeye yerleştirdim. istanbul'un sokak aralarında araba ile yol almak oldukça zor oluyor yoğun kar yağışı olduğu günlerde. güvenlik nedeniyle metro + otobüs ile ulaşmayı tercih ettim. kıta değiştireceğim için görüşme saatinden oldukça erken çıktım yola. karlara batmak sorun değil de, içindeki su oranı yüksek olan kar birikintisi var ya hani halk arasında "cıvık" denilen, hiç hoşuma gitmiyor. görüşmeyi yapacağımız şirketin ofisinin olduğu yere gittiğimde botlarımın içi de artık ıslanmıştı. binaya girdiğimdeki sessizlikte "vıck vıck" sesi duyunca farkettim. şirketin girişinde beni karşılayan çalışandan öğrendim ki; beni randevu belirlemek için arayan insan kaynaklarında görevli kızcağız işe yeni başlamış, aday aramaları görevini ona vermişler. yöneticileri çekingenliğinden memnun kalmamış, işten çıkarmışlar. düşündüğümde hiç haksız değilmişim. şirketin bende ilk çizdiği imaj, oldukça kötüydü. çalışan performans değerlendirmeleri olmalı, liyakate dayalı görevlendirmeler; organizasyonun devamlılığı için önemli. elbette benim bilmediğim birçok detay daha var ama sıradan bir çalışan olarak bu detayı görmemem gerek. yöneticileri kötülemeliyim burada.

gelişmiş teknolojiyi kullanarak ürettikleri ürünlerin kalitesiyle övünen, teknolojiyi kullanarak iş ilanı çıkan bir işletmenin kültüründe önceden hazırlanmış özgeçmiş formunun el yazısıyla doldurulmasının bekleniyor olması ikinci olumsuz gösterge oldu. kendinin farkında olan ve analiz kabiliyeti gelişmiş insanlar için bu iki deneyim; derhal oradan ayrılmaları için yeterli nedenlerdi. ben gelişmiş analiz kabiliyetim, kaçmayı korkaklık olarak gören ve meraklı biri olarak; "daha ne kadar kötü olabilir ki?" sorusunun cevabını ısrarla aramaya devam ettiğim için birim müdürünün geleceği söylenen zamana kadar bir yandan ayaklarım botumun içinde yumuşamaya devam ederken diğer yandan el yazımla verdikleri özgeçmiş formunu doldurdum. zengin gönüllerinden dökülecek bir bardak su / çay / kahve ikramı, gittikçe soğuyan ayaklarımı unutabilmem için iyi olabilirdi.

nihayet özgeçmiş formunu doldurmayı bitirdiğimde müdür hazretlerinin teşrifi hala vuku bulmamıştı. içeri giren erkek cinsinden biri, adını, görevini söyleme gereği duymadı. selamlaşıp tokalştıktan sonra oturduk. oldukça hızlı bir giriş yaparak kendimi tanıtmamı talep etti. aylardır işsizim de biriken kira / fatura / kredi kartı borçlarımı kapatmak istercesine kendimi beğendirmeye çalıştığım, görevini bilmediğim şahıs "hıhı" dan başka bir şey söylemedi. iletişim geri bildirimi almadan, radyo programı yaparcasına duvara konuştum. sanırım 35 dakika kadar geçmişti ki görüşme yaptığımız odanın kapısı gürültüyle açıldı. takım elbiseli, top sakallı, standar türkiye insanına göre uzun boylu biri girdi içeri. hiç beklemediğim bir nezaketle geç kaldığı için özür dilediğini bildirdi. o anda anladım ki müstakbel müdürümdü kendisi. şirket kültürü olduğunu düşündüğüm kemikleşmeye başlayan aynı davranışı o da göstererek adını ve görevini söyleme gereği duymadı, el yazımla doldurduğum özgeçmiş formunu aldı. benim tarafımdan bakıldığında inceliyormuş gibi görünüyordu. üzüldüğüm konu, üzerinde çalışarak oluşturduğum ve kırtasiyeye para vererek sunum klasörüne koyduğum özgeçmişimin kapağını bile açmadılar. benim kendimi anlatmam bittiğinde, anlatımım boyunca hiçbir geri bildirimde bulunmayan bu insanlardan müstakbel müdürüm olan kişi yüzeysel olarak talip olduğum görevden bahsetti. en çok 3 dakika sürmüş olmalı. hemen ardından geri bildirime girişti. görüşmeye t-shirt ve blue jeans ile gelmişim gibi; "iş görüşmesine takım elbiseyle gelmen daha iyi olabilirdi" demesi şaşırmama neden oldu. oysa takım elbise takıntısı eskide kalmış bir alışkanlıktı. ancak daha yeni başlıyorduk. yapacağım bildirim ve raporları pilot kalemle doldurmamı isteyecek olmalı ki; özgeçmişi doldurduğum el yazımın yeterince okunaklı olmadığını söylediğinde benim için görüşme bitti. cümlelerinin arasında da bu geri bildirimlerini arkadaş / abi tavsiyesi olarak algılamam gerektiğini söylüyordu. elbette algılıyordum ama düşmanca. çünkü benim kültürümde alınan geri bildirimler gelişmeye motive eder, yeni tanıştığımız birine şartlar ne olursa olsun ahkam kesilmez, sormadan fikir beyan edilmezdi.

oldukça tempolu giden bir r&b müziğin finaline girişte tüm ritimlerin durup vokalin sesinin duyulduğu gibi bir sahneye dönüşmüştü görüşme odası. halihazırda çalışmaya devam ettiğim şirketteki yöneticilerin kaprisleri, görevlerimin yükü ve birlikte çalıştığım ekibin zorlukları bir anda hafifledi. bir yaşar usta tiradı atmam gerekiyordu artık. karşımdaki hala arkadaş tavsiyesi verirken ben, nasıl bir kapak yapmam daha iyi olur diye hesaplar yapıyordum. dışardan nasıl göründüğümü bilmeden, aldığım tavsiyeler için çok memnunmuş gibi sırıtıyordum. yapamadım. akşam eve geldiğimde geldi aklıma. bana hep olur. kavganın en ateşli anında söylenmesi gerekenler, akşam eve gittiğimde aklıma gelir.
devamını gör...

uzak durulması gereken insanlar

aşağıda yazılan girdiyi okurken dinlemeniz önerilen, melodisi olan sözlerin söylendiği (bazı insanlar şarkı, bazıları müzik diyor buna) öneri: the rolling stones'dan geliyor. i can't get no diyorlar (bazı insanlar buna satisfaction da diyor).

düzenli okuma alışkanlığı olan insanlar için yaklaşık okuma süresi: 6 dakika olarak belirlenmiştir. (evet; entry'ler okuma süresi dikkate alınarak yazılmaktadır kurumumuzda.)

tanım tadına farklı bir soluk getirerek; aşağıda anlatacağım insandır diyor, sözü bana bırakıyorum.

kurumumuz dediğim yerde de 15 (yazıyla: onbeş) kişi çalışıyor. 25 yaşın altındaki girişimcilere özel devlet teşviklerinden yararlanılmak üzere bir tanıdığın üzerine yapılan şirketimizin ödenmiş sermayesi bulunmamaktadır. çünkü şirketimizin geliri bulunmamaktadır. sürekli vergi iadesi yapmak suretiyle gider gösterip gelir kaydetmemekteyiz. işletmemizin bereketi ise kayıt dışı çalıştırdığımız ülke vatandaşlarından elde ettiğimiz kazançla değil, xxxx xxxxxxxxx hoca efendimizin arap alfabesini kullanarak bizzat kendi eliyle yazdığı, bizim de ucuz bir çerçeveye yerleştirip, dışarıdan gelen herkesin kolaylıkla görebileceği duvara astığımız bereket duasından gelmektedir.

---
sosyal ilişkilerim çok güçlüdür. herkese eyvallah der, herkese mavi boncuk dağıtırım.
her gündüz mesaimden sonra, hep farklı kişi ve kişilerden oluşan buluşmalarımda arkadaşlarımı dinler, onlara hiç deneyimlemediğim halde dertlerine derman olmak amacıyla biliyormuş gibi yorum yaparım. fikrimi sormasalar bile.
sorununu çözemediğimiz bir arkadaşım var, uzun zamandır iş yerinde yaşadığı sorunları anlatıyor, dinliyorum. o kadar haklı ki, iş yerindeki müdürüne karşı inanılmaz stres yüklendim. arkadaşımın asıl sorunu şu:
kendi yetkinliğine bakmadan, arkadaşımın hedeflediği bir üst pozisyona göz diken bir rakip. bir de olayları öyle bir anlatıyor ki; sanki her buluşmamız netflix'de yeni başladığım ve keyif aldığım bir dizi gibi merak uyandırıyor. merakımı yenemediğim için de usül haline gelmiş "farklı kişi/ler"le olan buluşma ritüelimi bozdum. hergün aynı kişiyle buluşup düğümün çözülmesini umuyorum. kafamda da bir diğer yandan "acaba bu hikayeyi alıp uyarlayabileceğim bir hale getirebilir miyim? diye de gülseren budayıcıoğlu'luk yapıyorum.

bir buluşmamızda; "benim boşanıp istanbul'a yerleşmem lazım. bu işi yapmama engel oluyor." dediğinde şaşkınlığımı yüzümde gizleyememiş olacağım ki; şimdiye kadarki dinlemelerimde benimle ilgili hiçbir konuda konuşmamamıza rağmen benim bu tepkimi sordu. hiç hatrımı da sormadı, bir derdim var mı? diye de merak etmedi.

son buluşmamızdan sonra yeni bir buluşma talebi oluşturmayınca, kendi kurallarım gereği arayıp; "bu akşam buluşuyor muyuz?" diye sormadım. nitekim bu modellerde "işi düşerse" opsiyonu standart donanım olarak sunuluyor.

haftalar sonra bir mesajla irkildim. çünkü o sırada uyuyordum, mesajın benim uyku saatim içinde gelmiş olması, tüm insanların uyuyacağı ve mesaj atılamayacağı anlamına gelmiyor sonuçta. saat: 02:06.
ertesi gün saat 16:15'e kadar cevap yazmadım. günlük işlerimin tahminimce bitebileceğini öngörmüş olmama rağmen beklettim. nasılsa o benim bu davranışımın nedenini anlamayacaktı.*
herzamanki yerde ve bildirdiğim saatte buluştuk. ağzından salyalar aka aka başarısını tırnaklarıyla kazıyarak kazandığını anlatırken; gözündeki ışıltıyı görmek hoşuma gitti.

2 ay sonra, rutin arkadaş buluşmamda o grubun içinde bu arkadaşımın da olduğunu gördüğümde şaşırdım. ortak arkadaşımız olduğunu keşfettiğim arkadaş grubuma yeni dahil olmuş. hepbirlikte bol gülmeceli bir arkadaş buluşmasını, aynı hafta sonunda daha kalabalık bir insan grubuyla birlikte önce kahvaltı ve ardından akşam da nane yapraklı limonatalarımızı içerek taçlandırmak istedik. taçlandırdık da.

bu seferki ortam daha kalabalık olunca ortak konularda herkesin katılımının olduğu bir ortam oluşmadı maalesef. kısa süre sonra daha küçük grupların kendi içine dönerek lafladığı bir gece oldu genel olarak. bana düşen 3 arkadaş da bir dedikoducu çıktı, bir dedikoducu çıktı!.. aman dertli diyecektim. içlerini dökmeye yer arıyorlarmış. onlar anlatıyor, ben ağlama duvarı gibi dimdik karşılarında duruyorum. onlar naneli limonatalarını içtikçe çeneleri çözüldü. onların çalıştığı şirkette çalışmamama rağmen öncelikle şirket içi kişiler arası iletişimi keşfettim. sonra ticari eylemleri hakkında gazetede köşe yazısı yazacak kadar bilgi edindim. neyse ki bir gazetede yazmıyorum.

herkes hakkında dedikodu yaparlarken... pardon klavyem sürçtü. dertlerini anlatırlarken; benim arkadaşımı da ipe çıkardılar. arkadaşımın kendi penceresinden anlattıklarını, başkalarının penceresinden görmek de benim için farklı bir deneyimdi.

bu deneyimde öğrendiklerimi size de yazıyorum ki uzak durulması gerekenler listenizde yer alabilsin. eminim sizlerin hayatında benim arkadaşımdan daha güzelleri de vardır da bu kendine güzel.

arkadaşımın arkadaşlarının anlattığına göre; arkadaşımın hedeflediği görev için hiçbir deneyimimin olmamasına rağmen yükselerek göreve getirilmesinin birçok nedeni vardı. ben iç ilişkileri ve arkadaşımın talip olduğu görevi ve pozisyonun gerekleri hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım için aile babası münir özkul'un aile içindeki her şeyden haberi olmaması gibi hissettim kendimi. çok kısa bir süre sonra, papağan gibi hayretle "eee?" dediğimi farkettim. hemen frenledim kendimi, çünkü arkadaşımın arkadaşları nane yapraklı limonatanın etkisiyle zaten beni hiç duymadan bir futbol maçı / survivor program sonrası kritiği yapar gibi konuşuyorlardı kendi aralarında.

detaylarını uzun uzun anlatıp sıkıcı olmak istemiyorum. arkadaşım tüm kulis çalışmalarını dantel gibi işlemiş, bölümün müdürüyle sıkı bir iletişim içine girmiş, pozisyona aday olan / olabileceklerle ilgili tüm dezenformasyonu çalışıp uygulamış, nasıl yapılacağına dair bilgisi olmamasına rağmen göreve geldikten sonra da eş pozisyondaki arkadaşını sömürerek, ondan öğrendiklerini kendi düşüncesi / yorumuymuş gibi toplantılarda ve mail zincirlerinde vitrinize etmiş.

bunları duyduğum için üzülmüştüm, çok sevdiğim biri olmamasına rağmen. benim öğrenmemin kendisine hiçbir faydası olmayacağını bildiği halde haksızlığa uğruyormuş gibi bunları bana anlatması, sadece vicdanını rahatlatma yöntemiydi sanırım.
arkadaşımın haftalarca dert yanıp, uğruna evliliğini bitirip, il değiştirirerek geldiği coğrafyada; "başarıyı tırnaklarımla kazıyarak elde ettim" diyebilmek için ödemesi gereken bedelin ne kadar ağır olduğunu anlamam bu gece oldu.
devamını gör...

oryantasyon

yeni bir iş ve/veya sürece başlayan kişilerin iş ve süreçlere alıştırılması için belirli bir plan içerisinde aktarılan bilgi ve deneyimler bütünü.

bugünkü okuma süreniz: 2 dakika.
ülkemizde sıklıkla karşılaştığımız hatalı yönetimin hatalı oryantasyon süreçlerini hızlıca değerlendireceğiz. burada dikkat edilmesi gereken odaklar; ortadoğuda bir işletme, ahbap çavuş ilişkisi ve açığını biliyorum, yakarım.

yeni işe başlayan çalışanların oryantasyon sürecinde kendilerine atanacak lider/ler/in özenle seçilmesi; yeni başlayan çalışanın işe motivasyonu, üretkenliği ve işletmeye aidiyet duygusunun gelişmesinde büyük önem taşıyor.

• uzun yıllardır işletmede bulunduğu / en eski çalışan olduğu için,
lobi faaliyetinde başarılı olduğu için,
patron / üst yönetici yakını olduğu için,
• tek seçenek olduğu için (görevini herhangi bir sebeple yeni çalışana devreden kişi)

yeni çalışanın yanına verilerek işe adaptasyonunu sağladığınızda karşılaşılabilecek önemli birkaç hasar şöyle:

• işin uygulanışını bildiğini düşünen lider; yanlış uygulamaların tetikleyicisi olabiliyor.
liyakat yerine farklı atama araçlarının kullanıldığı terfi yöntemiyle pozisyona getirilen lider; yeni çalışanı tehdit olarak algılayarak işletmeye aidiyeti ve yaratıcılığı baltalayabiliyor.
vizyoner olmayan bir lider; yeni çalışanın yeni görevinde işletmeye neler katabileceği konusunda ışık tutamıyor.

insan kaynakları departmanının hazırladığı oryantasyon programları tek başına yeterli değil. programın düzenli aralıklarla güncellenerek birim yöneticilerinin sürece aktif bir şekilde katılması ve katkı sağlaması yönünde motive edilmeliler.
devamını gör...

herkes kendi mağazını kursun

sözlük mağaz / mağazı’nın ne olduğunu anlayabilmek için beni tdk ve cambridge’e bakmaya yönlendirerek araştırıp öğrenme duygumu tetikleyen ama karşılığında bir şey öğrenemediğim başlık.

dik not: öğrenci yeterli kaynak araştırması yapmadığı için dersi tekrar alması önerilir.
devamını gör...

yazarların favori dizi soundtrackleri

hangi yazarların? hangi konularda uzmanlaşmış yazarıların? hangi ruh hallerini baskın yaşayan yazarların? soundtrack’ın müzikalitesiyle mi yoksa soundtrack’in ait olduğu film / dizi / yapımın hissettirdikleriyle mi yapılan seçimleri kapsadığı belli olmayan başlık.


gelelim forumatif entry’mize.

ilk duyduğumda herhangi bir müzik gibi duyarken sadece görüntülerine odaklandığım bir film serisi olan geleceğe dönüş - back to the future - theme music’idir.

örnek için lütfen kulak verin:

alan silvestri - back to the future theme
devamını gör...

ikna

bireyde davranış değişikliği ve/veya yeni bir davranış kazandırma, düşünce biçimi geliştirme amacıyla yapılan eylem, eğitim veya manipülasyon.

ikna yönteminde yaygınlaşan bir yaklaşım var ki; bugün ondan bahsedeceğiz.
hazırsak; kulaklığı takıp müziği istediğiniz yüksekliğe getirebilirsiniz. okuma süresi maksimum 3 dakika. okuma ve anlama hızınızın uyumsuz olmasından müessesemiz sorumlu değildir. *

geçmişe dönük kısa ve basit bir araştırma yaptığımızda, dönemlere ayırarak inceleyebileceğimiz yüzlerce ikna yöntemi, binlerce yaklaşım tarzı bulabiliriz. ancak hepsinin ortak noktasının “toplumsal dinamiklere uyumlu” olduğunu görebiliriz.

2021 dünyasında, uzun bir süredir doğallık vurgusu büyük oranda kullanılmaktadır. bunun nedeninin de pozitif bilimi temel alarak bir dayanak noktası oluşturması karşısında karşı tez üretilemeyecek kadar güçlü olduğu kabulü olduğu bilinmektedir.
nitekim de bu yöntem dünya toplumlarında etkin olarak çalışmaktadır. bizim gibi hem oryantalist hem de kültürel değerlerin baskın olduğu toplumlarda ise pozitif bilime bir tutam geleneksel (buna teolojik birikim de diyebiliriz) referans eklediğimizde ortaya çıkan formülle; kitleleri yer değiştirebilme gücüne sahip oluruz. bu önemli formülü buraya yazarak amme hizmetimi de yerine getirmiş olduğum için kendimi teolojik açıdan tatmin ettiğimi hissediyorum.

sıklıkla çoğu vatandaşımızın yaşadığını düşünüyorum (kendimi siyasi parti sözcüsü gibi hissettim, bu cümleyi değiştirsem mi bilemedim. neyse, şakası bile hoş gelmedi).
kadınların bu örneği daha verimli algılayacağını düşünüyorum, çünkü uygulayıcılar genellikle bunun gerçekte böyle olduğunu bile düşündüklerini sanmıyorum.

çoğu evlilikte ve evlilik dışı ilişkide (böyle yazınca da yasak ilişkiden bahsediyormuşum gibi oldu ama ben sıradan sevgililik ilişkisinden bahsediyorum.) erkek cinsiyetinin dominant olduğu bir ilişki çatısı görülüyor. bunun da temelinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yatıyor olduğu yadsınamaz gerçeklik. bireye indirgediğimizde erkek; fiziksel güç ve kütle avantajına sahip olarak “sahip olan” kimliğine inanması, genellikle kadının seksüel penetre edilmesinde üst pozisyonda olmanın verdiği üstünlük hissi, kapalı olsun - olmasın toplumlarda erkeğin eğitiminde sınırların bulunmaması vb. nedenlerle kadın cinsiyetine sahip bireylerin yöneticisi / sahibi olduğuna inanmaktadır.

bu inancın pekiştirilmesi ve kadın üzerindeki hakimiyetinde haklı olduğuna kadının ikna edilmesi için “doğal” süreç olduğunu söyler. aksi durumda doğanın düzenini bozanın kadın olacağı konusunda baskı oluşturarak kadının ampirik birikimini tetikler ve/veya kadının metafizik dengeyi bozduğunu düşünmesini, toplumda önü alınamaz köklü ve yıkıcı değişimlerin olacağı düşüncesinin oluşmasını sağlar. kendi konforunun bozulmaması için sınır çizdiğine kendini inandırır, kadını kontrol altında tutar.

siz de duydunuz mu şu cümleleri?
- kadın çok zayıf, korunmaya muhtaçtır. doğal olarak erkek üstündür.
- erkeğin dışarıda çalışarak ekmek parası kazanması, kadının da yuvanın çekip çevirilmesi görevi paylaştırılarak kadınla erkek arasındaki denge kurulmuştur.
- kadının erkeğine hizmet etmesi insanlık var olduğundan beri olan bir şey, bu çok doğal.

bir yerlerden tanıdık geliyor değil mi?
devamını gör...

doların 15 tl olması

10 ağustos 1970 tarihli milliyet gazetesinin manşeti.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

dilenci

maddi gelir elde etmek amacıyla; insanların duygularıyla paranın yer değiştirebileceğine inanan ve bunda da 80% başarılı olan birey.


benim bahsettiğim dilenci; biz sıradan vatandaşların kalabalık meydanlarda, metrobüse erişilen üst geçitlerde, kalabalık caddelerde sıklıkla karşılaştığı sıradan dilenciler. diğer tipleri için daha verimli entry'ler takip edilmelidir.

(bkz: siyaset)
(bkz: vakıf)
(bkz: dernek)

benim --sıradan vatandaş olarak-- anlayamadığım / anlamlandıramadığım çok önemli bir soru var. hazır vakit bulmuşken buraya yazayım da rahatlayayım. nasılsa ne ülkemde, ne dünyada ne de gelecek nesillere katkısı olacak bir entry olmayacak. hatta internetin uçsuz bucaksız çöplüğünde saklanacak tanımsız süreyle.

orta üst / orta / orta alt ve alt gelir grubuna ait insanların çoğunluğunu oluşturduğu sokaklar, meydanlar neden dilencilerle dolu?
ben dilenci olsam (aslında iyi fikir); elde ettiği geliri paylaşamayacak kişilerin arasında dolaşmam. zaman kaybı olarak değerlendiririm. ancak onlar; ortadoğu ülkesi ve ılıman kuşak insanı olmamızın sosyolojik sonuçlarından birini çok iyi biliyorlar; merhametli ve paylaşmayı seven insanlarız.*

cebinde kalan demir paraları dilenciye verdiğinde başının gözünün sadakası, allah rızası, akmasa da damlar, bir açığını yamar düşüncesinin sürekli beslendiği bir yetiştirme tarzı olan ebeveynlerin eylemlerinin sonucu. elbette onları da bunu beslemek için yüreklendiren siyasi ve dini düşünce savunucusu insanların hakim olduğu toplumda olmanın da etkisini unutmuyoruz, o cepte. git bakalım kuzey ülkelerine, hadi git bak! gidemezsin ki, türkiye cumhuriyeti merkez bankası verilerine göre 1 euro şuan itibariyle 15,70 türk lirası. gitmenin maliyeti çok olunca kültürel beslenme de internette başka birilerinin çektiği videolar ve / veya televizyonda --pandemi sürecinden sonra eğer hala kaldıysa-- yurtdışına gidip oralarda gördüklerini belli sponsorluklar altında anlatanların içeriklerine bağlı oluyor. neyle beslenirsen onu... özümsersin.

o dilenciye para vermediğinde karşılaştıkların da ibretlik. dilenci tarafından sövülmesi ve / veya buna şahit olan yakın çevrendekiler tarafından merhametsiz / versen n'olurdu / dilenciye vereceğin parayla mı zengin olacaksın? benzeri tepkilerle karşılaşırsın. karşılaşmamak için kendini savunmaya almayı öğrenmeli, dilenci gördün mü görmemezlikten gelme zırhına bürünmelisin.

ben miyim gelir dağılımındaki adaletsizliği yöneten?
ben miyim dilenenin elde edebileceği imkan varken nasibine el koyan?
neden lüks mekanlarda 1 suya 10 lira ödeyenlerden para istemiyorsunuz?
devamını gör...

egoizm

bilimsel açıklamaları olsa da; internet evreninde kolaylıkla ulaşılabilecek tanımlama yapmanın "kendi adıma" anlamsız olduğu başlıklardan biri.

egoizmi farklı bir yaklaşımla ele alacağız bu yazımızda.

çok mu akademik bir giriş oldu şevki?
- yoo ama sanki bir gazetenin cumartesi ekinde yazıya giriyormuşsun gibi oldu gibime geldi ama sen bilirsin.

geneli kapsamayacağı için başlık açma gereği duymadım.
- bu da biraz hedef gösterir gibi oldu sanki, amacı olsun olmasın rastgele başlık açanlara karşı.
böyle demezsem de bir çizgi sahibi, doğru konulara başlık açan, entry girenleri onlarla bir tutmuş olurdum.
- sen de haklısın.

bu anlatacaklarımın bir başlığa sığdırılması pek kolay bir iş değil. gerçekten tüm detaylarıyla anlatmaya kalksam; sırf kitap yazdım / çıkardım (çıkartmak nasıl bir eylem bilmiyorum ama beni irrite etse de sanki havalı bir iş yapmışım hissini uyandırıyor.) diyebilmek için a6 boyutunda 80 sayfa kitap yazanlar gibi olmak istemem.
- bence de. hatırlıyor musun?
neyi?
- işte onu söylüyorum ben de.
o zaman neden "hatırlıyor musun?" deyip suratıma bakıyorsun yerli dizilerdeki bakışma sahneleri gibi?
- haklısın pardon, takılmışım. yeşim vardı hani, sağdan soldan okuduğu, internetten araştırıp kopyala yapıştır yaparak, yayın evlerinin kapısını aşındırmıştı 2 yıl. sonra o sürece de "bir kitabı yazabilmek için 2 yıl sancılı geçen bir dönemin sonunda nihayet okurlarımla buluştum" diye bütün sosyal medya hesaplarında story paylaşmıştı. *
aa hatırlamaz olur muyum? o yayınevinde arkadaşım çalışıyordu. ondan satış rakamlarını sorduğum zaman daha çok gülmüştük.*
onunla çok kısa süre aynı işletmede işçi olarak çalışmıştık.
- işçi mi? sen ciddi misin?
evet. şevket bilmiyordum deme lütfen?
- yok öyle değil, biliyordum da sen kendine hiç "işçi" demezdin de ona şaşırdım.
tabi, arada bir halkın arasına inmekte fayda var.*

bu dahi arkadaşım, benden 8 ay önce işe girmiş. pozisyonlarımız birbirine eşit. üstelik işe başlamadan önceki iş teklifini ceo yapmıştı bana. çünkü arada satış direktörü / satış müdürü gibi bir kadro olmadığı için her şeyle kendisi ilgilenip kendisi çözmeye çalışmasına rağmen mail imzasına ve kartvizitine ceo yazmıştı.*
iş teklifinde benim söylediğim aylık ücret ve primleri kabul etmeyip, daha düşüğünü verebileceklerini, halihazırda çalışmakta olan pozisyondaş arkadaşla aynı şartları vereceklerini söylediğinde; çalışanlar arasında adaleti ve yakınlığı gözettiğine ikna olarak iş tekliflerini kabul ettim.
fakat işe başlamadan önce çizilen pembe toz bulutlarının önündeki tiyatro sahnesi ile arkasında kalan çölün farkına işe başladığımın 2. gününde görülebildi. bak şevki, şaka söylemiyorum. sahada satış noktalarının ziyaretini yapıyoruz. sektör olarak farklı bir sektör, ürün özellikleri, rakiplerin kimler olduğu, bizim fiyat ve satış politikamız, rakiplerin satış politikaları, müşterilerin satın alma eğilimleri, karlılık beklentileri vs. hakkında kendi başıma, iş görüşmesinden ve işe başladıktan sonra kendi araştırmalarım kadar kısıtlı bilgim var ama diğer süreçler bakımından hiç fark yok. bana 7. mağaza ziyaretinden sonra şöyle bir soru sordu:
- herhalde ortalama olarak bir şeyler anlamışsındır.
böyle bir soruyla karşılaşınca şaşırdım tabi. çalışmanın 1,5. günü ve bu saha ziyaretleri sürecinde beklentilerimi açık dille türk dilini kullanarak söylemiş olmama rağmen bilgi paylaşmadı bu yazar arkadaşım.
- vay canına, peki sen nasıl yaklaştın?
eski ben olsam; "çılgın mısın dostum, neyden bahsediyorsun sen?" dedim ama demedim. bu arada 2. günün içinde olmamıza rağmen hala bir tanışma / tanıştırılma seramonisi bekliyorum. bir yerde çay / kahve içerken nerden gelip nereye gittiğimizi, kişilik ve karakterlerimizle ilgili betimlemeler yapacağımızı bekliyorum. fakat o gelmeme konusunda kararlı görünmeye başlamıştı, ikinci günün öğle saatlerine doğru. şöyle bir cevabı daha doğru buldum:
bu sorunun cevabı yok. çünkü bu kadar az ziyaret ve kısıtlı bilgiyle ortalama seviyede kendi kendime bilgi edinmem imkansız. bu cevabımın üzerine de şöyle küçümseyici bir karşılık verdiğini hatırlıyorum:
- nasıl anlamazsın? çok basit, şimdiye kadarki müşterilerde gördüklerinden bir çıkarım yapmalıydın.
yüzüne baktım, "sen gerizekalı mısın?" dediğimi hatırlıyorum ama içimden.*
yine sükunetli davrandım ama ellerimin titrediğini hatırlıyorum. kendimi kontrol etmeyi deneyimliyordum bu egoistle. kaldırımda yürüyorken aniden durdum ve dedim ki:
biz yetişkin iletişimi yapıyoruz. birbirini tanımayan yetişkin insanlar, kendilerine sorulan sorulara doğrudan ve net cevap verirler. "acaba şöyle mi demek istedi?" , "böyle mi cevap versem" diye kurgu yapmazlar. birisi bana yaşımı sorduğunda; acaba hissettiğim yaşımı mı soruyor? yoksa beden yaşımı mı soruyor? diye düşünmeden; annemden doğduğumdan itibaren geçen süreyi soruyor olduğunu anlar, cevabı net söylerim. bu yetişkin insanlar için primitif bir iletişim yöntemidir.
- tabi sen bunu böyle söyleyince onu ezmeye çalıştığını anlamıştır.
anladı tabi, eksik olduğu tarafların bazılarının farkında olduğunu böylelikle anladım zaten.*
- bence biraz sert olmuş sanki. ikinci gün için fazla eleştirel.
evet bak bu noktada haklısın şevki, sert çıkmak zorundaydım. pazartesi sabah ilk toplantımızdan itibaren, çalışma yaşamına dair hiçbir bilgisi olmayan, daha önce marsta yaşıyorken bu göreve atmosfer üzerinden gelmişim gibi davranması, gerilmeme neden oluyordu.
- burada da sen haklısın. ben olsam ben de gerilirdim.
eski bana göre çok da yumuşak davrandım he! bağırmadım, tartışmadım. gayet olması gereken şekilde davrandım.
- sevindim, demek kendini o zamanlardan törpülemeye başlamışsın.
ne yani? öncesinde köşelerim mi vardı?
- öyle demek istemedim canım. (yandık, şimdi azarı işiteceğiz.)
dedim ya, orası benim kendimi duygusal anlamda geliştirmem için iyi bir atölye çalışması oldu. tabi bu konuşma farklı konulara doğru evrilince ben uzatmanın anlamı olmadığını, ofise gidip istifa edeceğimi söyleyince korktu. çünkü yeni gelen biri kendisi yüzünden ikinci günde işi bırakmış olmasıyla yüzleşemezdi. nitekim ben de o şirkette gerçekten bir şeyleri başarıp, yeni oluşturulmuş bir markayı büyütebileceğimize inanıyordum. sonuçta şirketteki iş üreten toplam 3 kişiydik. ne kadar sorun olabilirdi ki?
- ama öyle olmadı tabi. sizin bu konuşmayı hemen gitmiş patrona şikayet etmiş, hatta sonraki hafta da başka bir konudan patronun babasına şikayet etmişti.* ben de o hafta işe başlamıştım. o gün ofisteydim, tesadüfen de büyük patronun yanındaydım telefonda konuşurlarken. ağlayarak mazlumu oynadığı ses tonundan anlaşılıyordu ama seni de onu da tanımadığım için anlayamamıştım.
çok yaşa, ben onu unutmuşum. bu olayın üzerine "burası kreş mi ticari işletme mi?" diye sorduğumda; büyük patron; "ben düzgün çalışıp iş üreten insanla çalışırım" diyerek aslında sabretmem için bir ipucu verdiğini düşünmüştüm. o haftadan sonraki pazartesi bir araya gelip bu sorunu kökten çözeceğimizi hem büyük patron hem de küçük patron telefonda söylemişti ama öyle olmadı tabi.

bu arkadaşta öyle bir ego var ki; yeni oluşturulan markada 8 ayda toplam 54 müşteri elde ederek markayı kendi var ettiğini düşünüyordu. kendisinin vazgeçilmez ve o olmazsa şirketin de var olamayacağına inandığı davranışları vardı. bunları ben kendi deneyimlerimle okuyabildiğimi sanıyorum ama bence patronlar da deneyimsiz insanlar değillerdi. o pazartesi gün yapılan toplantıda gerçekten çirkin kelimeler kullanmasına rağmen küçük patron eylemsiz kalmıştı. o gün de beni kaybetmişlerdi aslında.

buraya kadar gerçekten okuduysan ve yorumunla birlikte mesaj gönderirsen;
o günden sonra neler oldu?
neden bu yazı klavyeye alındı?
gerçekten burada ne anlatmaya çalışıldı? okuyucuya gerçekten ulaşılabildi mi?
sorularının cevaplarını alabilir, iphone34xxl max çekilişimize katılabilirsin.*
devamını gör...

pazar günü erken kalkmak için bir sebep

yıllarca bu başlıkların anlamsız olduğunu düşündüren, ta ki kendi başıma gelinceye ve yazma isteği uyandırıncaya kadar görmezden geldiğim forum başlığı.

cumartesi gecesi veya pazar sabahı, -- "sabah" kavramının toplumlar arası kavram karmaşalarından biri olduğunu kabul etmezsem; akademik saygısızlık yapmış olurum. ancak bu yazımızda kullanılan "sabah" kavramı; halk arasında kullanılan kavram olacaktır.-- yıllardır 1 pazar sabahı; herzaman uyandığım biyolojik saatin dışına çıkıp bir tık fazla uyumak, kendimi şımartmak istediğimi, kendime telkin etmiştim. her şey de yolunda gidiyordu, herzaman uyanılan o saati henüz yeni geçmiştim ki masai marada sabah oluyor olduğunu hiç farkedemeden yırtıcı kedilerin alan mücadelesinin ortasında kaldım. ısrarla gözlerimi açmadım, çünkü bu alan kavgasının belki de sonuna denk gelmiş olabileceğim ve yeniden uyumaya devam edebileceğim ümidiyle doluydu içim. inanmazsın, hayata bu kadar coşkuyla bağlı olsam; dünya barışı bugün bu noktada olmazdı.

tüm ısrarlarım ve çabama rağmen artık doğal hayatın içinde olduğumu, bedenimle ve doğayla mücadele etmenin anlamsız olduğunu kabul edip yattığım yerden kalktım. sıradan alkalin piller gibi yüzümü yıkayıp, telefonumu almaya geri geldiğimde bütün çatışmanın bittiğini ve huzurun ovaya yayıldığını gördüğümde; içimdeki coşkun ümit söndü. bu pazar da kapitalist dünyaya hizmet etme isteğim yeşerdi.

tabi hizmet etmedim, gurbetçi miyim ki sığındığım yerde sırf tutunabileyim diye karşılığı olmayan emeğimi ziyan edeyim. gönüllülük esasına dayalı modern bir sistem olarak sözlüğe yazmayı tercih ettim.
devamını gör...

elektrik

ertesi güne teslim edilmesi gereken proje, ödev, sunum ve özellikle bürokratik süreçlerde sıklıkla kesilen, sık zam gören enerji türü.

diğeri için; (bkz: doğalgaz)
devamını gör...

baba

varlığında sıkça zıtlıklar silsilesiyle bir çatışmanın tarafı olan, yokluğuyla derin bir boşluğa düşüldüğünde varlığının anlamlı olduğunun farkedildiği insan.

yaşadığımız sürece belki onlarca insan ölüyor yakın çevremizde ve hatta bazılarının ölümüne gözlerimizle şahit oluyoruz ama hiçbiri, evimizin içinden olan kayıp kadar etkilemiyor bizi.

hemen kendini “ayrıcalıklı insan” statüsüne ekliyorsun. toplum senden hızlı davranıp yetim etiketini yapıştırıveriyor. anne veya babanın kaybıyla karşılaştığında yaşın ne kadar büyükse o kadar şanslısın, acıyan gözlerin kapsama alanından uzak kaldığın veya maruz kalmadığın için.

artık eksikliğin ne olduğunu bildiğin bir döneme girmiş bulunuyorsun.
(elbette bu dönemi sadece babanın kaybı açmaz, anne ve kardeş de bu döneme kapı açan kayıp olabilir, konu baba olduğu için onun üzerinden ilerliyorum.)
bu dönemin hemen ortalarına geldiğinde ise “kıyas” yapmaya başlıyorsun. bunu aslında kaybı ilk yaşadığında da yapmıştın ama isteyerek olmadığı için farkında olamadın. hatırla; “neden ben, neden benim babam?” sorusunu sormuştun.
senden sonra babasının kaybını yaşayan herkesle bir düello yaşıyorsun. tabi bu düellolarda herzaman kazanmanın imkansız olduğunu sen de biliyorsun ama yine de yapmaktan alıkoyamıyorsun kendini.

- benim babam öldüğünde ben 20 yaşımdaydım. o en azından babasıyla 50 yaşına kadar yaşadı, şanslıymış.


- benim babam öldüğünde ben 20 yaşımdaydım. o babasıyla 7 yaşına kadar yaşayabildi, ben daha şanslıymışım.

çok geçmeden bu yaptığının saçmalık olduğunu düşünmeye başlıyorsun. çünkü artık kabullenme dönemine giriyorsun. yaşamanın sonu olan bir eylem olduğunu, kaybettiklerine yanmak, isyan etmek yerine; yaşamaya devam etmeyi, geçmişle yaşamak yerine geçmişe rağmen yaşamayı öğreniyorsun.

bu serüvenin ne kadar süreceği sana bağlı, ne kadar hızlı öğrenirsen; hayat o kadar yaşanır hale geliyor.
devamını gör...

ölüm

burnumuzun dibinde gerçekleşmedikçe ne olduğunu anlayamadığımız durum / olay.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim