zaman tüneli
mehmet özgür
ne oynuyorsa kusursuz o olabilen, üstelikte üzerine rol yapışmayan bir sanatçı.. çok başarılı. alkışı bol hakeden bir oyuncu.. içtenlikle kutluyor, yürekten alkışlıyorum..
devamını gör...
mesajınıza geç cevap verilince napıyorsunuz sorusu
işyerinde telefona bakamadığı için hep derim.
devamını gör...
mesajınıza geç cevap verilince napıyorsunuz sorusu
önce öfkeden deliye dönüyorum. sonrasında hemen hamur yoğurmaya başlıyorum. hamur yeterince yoğrulduktan sonra dışarı çıkıp kendimi dışarı kitliyorum. ilk gördüğüm fırına anadan üryan şekilde girip simit olup olmadığını soruyorum. fırın çalışanlarından merdaneli dayağımı yedikten sonra eve dönüp yoğurduğum hamuru çöpe atıp mercimek çorbası yapıyorum. üzerimde sadece atlet olacak şekilde giyinip mercimek çorbasına bol limon sıkıyorum. sonra mercimek çorbasında limon sevmediğim için yeni bir kase daha doldurup masaya bırakıyorum. bir güvercinin ürkek yüreğini düşünüp ağladıktan sonra telefonu kapatıp yatıyorum.
devamını gör...
mesajınıza geç cevap verilince napıyorsunuz sorusu
aklı başında her insan gibi o an bir işi olduğu için cevap veremediğini düşünüp hayatıma devam ediyorum. kısa bir cevap verilemeyecek bir şey sormuşumdur görmüş ama kapsamlı ve uzun bir cevap veremeyecek durumda olduğu için ertelemiş olabilir. o an yemek yiyor ancak mesaj gelince de tıklama gafletinde bulunmuş olabilir. canı istememiş ve benle konuşmak içinden gelmemiş de olabilir. kısaca olabilir de olabilir. kendi değerimi başkalarının ilgisi üzerinden yaratmadığım için bir kişinin bana hızlı bir dönüş yapmamasından dolayı kişisel bir hasar almam. o nedenle hayatıma devam ederim ve zaten bu durum sürekli yaşanıyorsa bir süre sonra ona mesaj atmayı doğal olarak azaltır ya da bırakırım. bu da hesaplanmış bir şey değil bazıları kafaya çok takıp bana 10 dakikada cevap verdi ben ona 15 dakika sonra cevap vereceğim gibi salakça uğraşlara giriyor ki bunlar gördüğün en yıkıkça davranışlar maalesef.
edit; hele bir de mesaj silenler var ki onları hayatınızdan çıkarın ergenliklerini başka işsiz güçsüz onlarla ilgilenen oğlan çocuklarıyla gidersinler sonra gelsinler.
edit; hele bir de mesaj silenler var ki onları hayatınızdan çıkarın ergenliklerini başka işsiz güçsüz onlarla ilgilenen oğlan çocuklarıyla gidersinler sonra gelsinler.
devamını gör...
burçlara inanmak
bazen tutuyor.
oğlaklar mesela durağan, akıllı ama tek taraflı, duygusal olarak mesafeli, işinde başarılı (ne iş olduğu önemli değil), işkolik vs oluyorlar ve donuk oluyorlar.
başaklar, titiz ve kıl tipler oluyor.
koçlar sinirli ve libidosu yüksek oluyor. (ben)
akrepler, duygusal ama balıklar gibi ağlak değil sessiz, kinci, tehlikeli, zeki oluyor + libido
boğalar obur ve zararsız ( tam ev erkeği ve baba/koca olacak tip)
yaylar, laylaylom, gez, toz, kaygısız tipler o yüzden atılganlar (batarsak batalım abi en fazla ne olabilir)
balıkları saf buluyorum ve zırlak
yengeç, gerçekten merhametli, duygulu, anaç
kova, adı gibi bir şey
terazi, duygularında ve hayatlarında dengeli, orta ayar insanlar, ne akar ne kokarlar
aslan, egoist, bencil, bir numara adamı
ikizler, şımarık
ama ben böyle değilim diyorsan muhtemelen yükselen burcunun etkisindesin, kan tahlillerinde ona da bi baktırıver.
itirazı olan varsa olmasın, teşekkürler.
oğlaklar mesela durağan, akıllı ama tek taraflı, duygusal olarak mesafeli, işinde başarılı (ne iş olduğu önemli değil), işkolik vs oluyorlar ve donuk oluyorlar.
başaklar, titiz ve kıl tipler oluyor.
koçlar sinirli ve libidosu yüksek oluyor. (ben)
akrepler, duygusal ama balıklar gibi ağlak değil sessiz, kinci, tehlikeli, zeki oluyor + libido
boğalar obur ve zararsız ( tam ev erkeği ve baba/koca olacak tip)
yaylar, laylaylom, gez, toz, kaygısız tipler o yüzden atılganlar (batarsak batalım abi en fazla ne olabilir)
balıkları saf buluyorum ve zırlak
yengeç, gerçekten merhametli, duygulu, anaç
kova, adı gibi bir şey
terazi, duygularında ve hayatlarında dengeli, orta ayar insanlar, ne akar ne kokarlar
aslan, egoist, bencil, bir numara adamı
ikizler, şımarık
ama ben böyle değilim diyorsan muhtemelen yükselen burcunun etkisindesin, kan tahlillerinde ona da bi baktırıver.
itirazı olan varsa olmasın, teşekkürler.
devamını gör...
her şey biter mi sorunsalı
fizikbilimlerde belki ama gerçekte: hayır kesinlikle.. bazı şeylerin sadece "artık bitmiş" olduğuna inandırırız kendimizi.. ta ki aynı şeyi yeniden yaşayana kadar..
devamını gör...
beton
thomas bernhard'ın aynı isimli, avusturya'yı ve politikacıları açıkça ve sertçe eleştirdiği, müzikolog ve akciğer hastası rudolf'un en sevdiği besteci mendelssohn bartholdy üzerine on yıldır yaratmak istediği eseri yaratamama sürecini anlattığı kısa, okunması keyifli -ablası hakkında yakınmaları yok mu- roman.
devamını gör...
mesajınıza geç cevap verilince napıyorsunuz sorusu
mesajıma geç cevap verme sebebi önemli burda, başka bir şeyle ilgilendiği içinse yada mesajı görmediyse problem yok, umursamadığı için yapıyorsa bendende aynı muameleyi görür kimseye hak ettiğinden fazla değer verip üzülecek değiliz yav
devamını gör...
abşalom abşalom
akıllara zarar faulkner romanı.
quentin (ses ve öfke’den bildiğimiz quentin) ile rosa’nın diyaloglarıyla başlıyor kitap. ilk cümlesi hoş, akılda kalıcı: saat ikiyi biraz geçeden, uzun durgun sıcak bıkkın ölgün eylül ikindisi günbatımına kadar… rosa quentin’i evine çağırmış, geçmişi, sutpen’i, dışarıdan atı ve silahlarıyla gelip oradan –güney- bir toprak alan, çiftliğini inşa eden o adamı anlatıyor. sutpen diyor, güney’in yabancısı, ev kuruyor, mobilya diziyor, eş alıyor, ama güney’in yabancısı, tüm bunlar ona onun sandığı gibi saygınlık ve kabul getirmiyor, diyor, çünkü güney’in yabancısı, toprak ve çürük sebze atılıyor düğünlerinde ona ve eşi ellen’a… faulkner, güney tarafından kabul edilmeyen bir yabancının hayatını, güney’in ikiyüzlülüğünü göstererek anlatıyor bize.
kutsal kitap’taki hikayeye göre kral davut’un oğlu abşalom kendisine isyan edip bir savaş başlatıyor ve davut’un generalleri tarafından öldürülüyor, saçları ağaca takılmış ve mızraklanmış şekilde tasfir ediliyor abşalom. şöyle diyor kral davut: oğlum, abşalom! ah, abşalom, oğlum, oğlum! keşke senin yerine ben ölseydim! sutpen ise tuhaf bir adam, tuhaf tasarıları olan, tuhaf bir baba ve abşalom abşalom sutpen’ın hayatlarını mahvettiği oğulları hakkında bir ağıt aynı zamanda, ismi de işte bu yüzden abşalom abşalom. her iki hikayede de isyan eden, kaybolan, ölen erkek çocukları söz konusu...
kitap kolay bir kitap değil, okunmak için bilgi ve birikim istiyor. faulkner’da bir şey vardır, onu tanıdıktan sonra tüm kitaplarını okumuş olmayı isteriz. yine de bu kitap kesinlikle ilk ya da ikinci okunması gereken kitap değil. abşalom abşalom’da bilinç akışı had safhada, sayfalarca süren parantez içine sayfalarca yeni yeni parantezler açılıp kapanıyor ve okumuş olduğum yapı kredi yayınları (7.baskı) yüz kırk dördüncü sayfada başlayan şu cümle orijinal halinde bin iki yüz seksen sekiz kelimeden oluşuyor ve kendi zamanında guiness kitabına kaydedilmeyi başarmış: “just exactly like father if father had known as much about it the night before ı went out there as he did the day after ı came back thinking mad impotent old man who realized at last that there must be some limit even to the capabilities of a demon for doing harm, who must have seen his situation as that of the show girl, the pony, who realizes that the principal tune she prances to comes not from horn and fiddle and drum but from a clock and calendar, must have seen himself as the old wornout cannon which realizes that it can deliver just one more fierce shot and crumble to dust in its own furious blast and recoil, who looked about upon the scene which was still within his scope and compass and saw son gone, vanished, more insuperable to him now than if the son were dead since now (if the son still lived) his name would be different and those to call him by it strangers and whatever dragon’s outcropping of sutpen blood the son might sow on the body of whatever strange woman would therefore carry on the tradition, accomplish the hereditary evil and harm under another name and upon and among people who will never have heard the right one; daughter doomed to spinsterhood who had chosen spinsterhood already before there was anyone named charles bon since the aunt who came to succor her in bereavement and sorrow found neither but instead that calm absolutely impenetrable face between a homespun dress and sunbonnet seen before a closed door and again in a cloudy swirl of chickens while jones was building the coffin and which she wore during the next year while the aunt lived there and the three women wove their own garments and raised their own food and cut the wood they cooked it with (excusing what help they had from jones who lived with his granddaughter in the abandoned fishing camp with its collapsing roof and rotting porch against which the rusty scythe which sutpen was to lend him, make him borrow to cut away the weeds from the door-and at last forced him to use though not to cut weeds, at least not vegetable weeds -would lean for two years) and wore still after the aunt’s indignation had swept her back to town to live on stolen garden truck and out o f anonymous baskets left on her front steps at night, the three of them, the two daughters negro and white and the aunt twelve miles away watching from her distance as the two daughters watched from theirs the old demon, the ancient varicose and despairing faustus fling his final main now with the creditor’s hand already on his shoulder, running his little country store now for his bread and meat, haggling tediously over nickels and dimes with rapacious and poverty-stricken whites and negroes, who at one time could have galloped for ten miles in any direction without crossing his own boundary, using out of his meagre stock the cheap ribbons and beads and the stale violently-colored candy with which even an old man can seduce a fifteen-year-old country girl, to ruin the granddaughter o f his partner, this jones-this gangling malaria-ridden white man whom he had given permission fourteen years ago to squat in the abandoned fishing camp with the year-old grandchild-jones, partner porter and clerk who at the demon’s command removed with his own hand (and maybe delivered too) from the showcase the candy beads and ribbons, measured the very cloth from which judith (who had not been bereaved and did not mourn) helped the granddaughter to fashion a dress to walk past the lounging men in, the side-looking and the tongues, until her increasing belly taught her embarrassment-or perhaps fear;-jones who before ’61 had not even been allowed to approach the front of the house and who during the next four years got no nearer than the kitchen door and that only when he brought the game and fish and vegetables on which the seducer-to-be’s wife and daughter (and clytie too, the one remaining servant, negro, the one who would forbid him to pass the kitchen door with what he brought) depended on to keep life in them, but who now entered the house itself on the (quite frequent now) afternoons when the demon would suddenly curse the store empty of customers and lock the door and repair to the rear and in the same tone in which he used to address his orderly or even his house servants when he had them (and in which he doubtless ordered jones to fetch from the showcase the ribbons and beads and candy) direct jones to fetch the jug, the two of them (and jones even sitting now who in the old days, the old dead sunday afternoons of monotonous peace which they spent beneath the scuppernong arbor in the back yard, the demon lying in the hammock while jones squatted against a post, rising from time to time to pour for the demon from the demijohn and the bucket of spring water which he had fetched from the spring more than a mile away then squatting again, chortling and chuckling and saying `sho, mister tawm’ each time the demon paused)-the two of them drinking turn and turn about from the jug and the demon not lying down now nor even sitting but reaching after the third or second drink that old man’s state of impotent and furious undefeat in which he would rise, swaying and plunging and shouting for his horse and pistols to ride single-handed into washington and shoot lincoln (a year or so too late here) and sherman both, shouting, ‘kill them! shoot them down like the dogs they are!’ and jones: ‘sho, kernel; sho now’ and catching him as he fell and commandeering the first passing wagon to take him to the house and carry him up the front steps and through the paintless formal door beneath its fanlight imported pane by pane from europe which judith held open for him to enter with no change, no alteration in that calm frozen face which she had worn for four years now, and on up the stairs and into the bedroom and put him to bed like a baby and then lie down himself on the floor beside the bed though not to sleep since before dawn the man on the bed would stir and groan and jones would say, ‘flyer ı am, kernel. hit’s all right. they aint whupped us yit, air they?’ this jones who after the demon rode away with the regiment when the granddaughter was only eight years old would tell people that he ‘was lookin after major’s place and niggers’ even before they had time to ask him why he was not with the troops and perhaps in time came to believe the lie himself, who was among the first to greet the demon when he returned, to meet him at the gate and say, ‘well, kernel, they kilt us but they aint whupped us yit, air they?’ who even worked, labored, sweat at the demon’s behest during that first furious period while the demon believed he could restore by sheer indomitable willing the sutpen’s hundred which he remembered and had lost, labored with no hope of pay or reward who must have seen long before the demon did (or would admit it) that the task was hopeless-blind jones who apparently saw still in that furious lecherous wreck the old fine figure of the man who once galloped on the black thoroughbred about that domain two boundaries of which the eye could not see from any point.”
"tıpkı babam gibi, babam da ben ertesi gün gidip döndükten sonra öğrendiklerini bir gece önce bilseydi böyle konuşurdu diye düşündü deli güçsüz bir ihtiyar, en sonunda bir iblisin bile zarar verme becerisinin bir sınırı olduğunu anlayan bir ihtiyar, adımlarını uydurduğu müziğin borazanla kemandan değil, saatle takvimden geldiğini fark eden bir dansçı kızın ya da midillinin durumuna ben-zetmiş olmalı kendi durumunu, kendini ancak son bir canhıraş atış yapabilecek, sonra kendi feci infilakının ve geri tepmesinin etkisiyle un ufak olacak eski yıpranmış bir topa benzetmiş olmalı, hala görüş alanı içinde olan sahneye bakmış ve oğlunun kayıplara karıştığını, ölmüş olsa bu kadar ulaşılmaz olmayacağını düşünmüş olmalı, zira (oğlu hayatia idiyse) adını değiştirmiş olmalıydı ve bu yeni ismiyle onu cağıranlar yabancılardı, bu yüzden de oğlunun yabancı bir kadının bedenine ekebileceği sutpen kanının o canavar tohumu gerçek ismini asla duymayacak, insanlar arasında başka bir isimle geleneği devam ettirecek, miras aldığı kötülüğü ve zararı o isimle gerçekleştirecekti; kızı kız kuruluğuna mahkümdu, charles bon adında birinin varlığından haberdar değilken bile kız kuruluğunu seçmişti, zira acısında ve mateminde ona destek olmaya gelen teyzesi bu iki duygu yerine o sakin, kesinlikle nufuz edilemez yüzü bulmuştu, önce kapalı bir kapının önünde, elde dokunmuş kumaştan yapılma bir elbiseyle bonenin arasında, sonra jones tabutu yaparken tavukların bulutsu anaforunda görülmüş o yüzü, teyzenin onlarla birlikte yaşadığı bir yıl boyunca, ic kadın kendi giysilerini dokuyup kendi sebzelerini yetiştirir ve o sebzeleri pişirecek ateşi yakmak için kendi odunlarını keserlerken hiç değişmeyen o yüzü (jones'un yardımı pek azdı, torunuyla birlikte terk edilmiş, damı akan balıkçı kulübesinde yaşıyordu, sutpen'in onu kapının önündeki otları kessin diye ödünç verdiği sonunda otları, en azımdan yeşil, canlı otları kesmekten başka bir iş için kullanmaya zor ladığı-paslı tırpanın durduğu kulübede) teyze infialle tekrar kasabaya savrulup çalıntı sebzelerle ve geceleyin kapısına kimin bıraktığı belli olmayan sepetlerle yaşamını sürdürmeye başladığında da değişmeyen o yüzü bulmuştu, artık üçü, biri zenci biri beyaz iki kız ve onların yakından seyrettiği iblisi kendi mesafesinden seyreden on beş kilometre ötedeki teyze, o varisli ve çaresiz faust'un alacaklının çoktan omzuna yapışmış eliyle son demlerini sürüşünü, etini ekmeğini temin etmek için küçük köy dükkanını işletişini, zamanında onun arazisinin sınırlarından çıkmadan her yöne on kilometre yol alabilen açgözlü yoksul beyazlar ve zencilerle bir kuruş için bıkkın bıkkın çekişmesini, az sayıdaki malı arasından yaşlı bir adamın bile on beş yaşında bir kızı baştan çıkarmasına yeten ucuz kurdeleleri, kolyeleri ve bayat delice-renkli şekerleri kullanışını, ortağının torununu mahvedişini seyrediyorlardı, jones-on dört yıl önce bir yaşındaki torunuyla birlikte terk edilmiş balıkçı kulübesinde oturmasına izin verdiği bu uzun bacaklı, sıtmalı adam-ortak, hamal, tezgahtar jones, iblisin emriyle raflardan şekerleri, kolyeleri, kurdeleleri kendi elleriyle indiren (hatta belki torununa götüren) kızın büyüyen karnı ona utancı-daha doğrusu belki korkuyu-öğretene kadar aylak erkeklerin, yan bakışların ve uzun dillerin yanından geçebilmesi için (mateme girmeyen, acı çekmeyen) judith'in kıza diktiği elbisenin kumaşını kesen jones;-61 senesinden önce eve on taraftan yanaşmasına bile izin verilmeyen, onu takip eden dört yıl boyunca da mutfak kapısından öte geçemeyen, oraya da ancak müstakbel-baştançıkarıcının karısıyla kızının (ve tabii clytie'nin, onun getirdikleriyle kapıdan içeri girmesine izin vermeyen geri kalan tek hizmetkärın, tek zencinin) hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu av etini, balığı ya da sebzeyi getirdiğinde gelebilen jones ama artik bazı öğleden sonraları evin içine kadar girebiliyordu, iblisin aniden küfürler savurarak müşterileri dükkândan kovaladığı (ki pek sıklaşmıştı) kapıyı kilitlediği, dükkânın arka tarafına çekildiği ve emir erine, hatta sahip olduğu zamanlarda hizmetcilerine hitap ettiği şekilde (kuşkusuz jones'tan kurdeleleri, kolyeleri, şekerleri raftan indirmesini istediği tavırla) icki şişesini getirmesini buyurduğu öğleden sonraları, ikisi (eski günlerde, tekdüze bir huzuru olan o eski durgun pazar ikindilerinde, iblis arka bahcedeki asma çardağı altında hamakta yatarken bir direğin dibine comelen, arada bir kalkıp iblisin bardağına damacanadan içki ve iki kilometre öteden taşıdığı kovadan pınar suyu koyan, sonra tekrar çömelip, ara sıra kıkırdayan ve iblis her sustuğunda "he ya bay tawm' diyen jones artık oturmaya bile başlamıştı) - ikisi şişeden sırayla bardaklarını dolduruyorlardı ve iblis artık yatmıyor, hatta oturmuyor, üçüncü ya da ikinci bardağı almak için ayağa kalkıyordu, ihtiyar bir adamın o iktidarsız ve öfkeli yenilmezliğiyle sallanıyor, sendeliyor, bağırıyordu, tek başına washington'a gidip lincoln'u (bir yıl kadar gecikmişti) ve sherman'i vurmak ıçın silahıyla atını istiyordu, haykırıyordu, geberteceğim! ikisini de köpek gibi vuracağım!' ve jones: 'he ya albay, vurursun diyor, düşecek gibi olduğunda onu yakalıyordu, sonra ilk gelen arabaya alıp eve taşıyor, öndeki merdivenden çıkarıyor ve üzerindeki her bir renkli camı avrupa'dan ithal edilmiş boyasız cümle kapısından içeriye sokuyordu, senelerdir değişmeyen sakin, donuk yüzünde hiçbir kıpırtı olmaksızın kapıyı açıyordu judith, sonra jones yükünü üst kata çıkarıyor, bir bebek gibi yatağına yatırıyor ve kendisi de yatağın yanına yere yatiyordu, ama uyumaya değil, çünkü şafak sökene kadar yatahtaki adam sürekli kıpırdanıp inliyor, jones da ona 'burdayım albay. yok bi şi. daha canımıza okuyamadılar, di mi?' diyordu - iblis alaya katılıp gittiğinde, torunu daha sekiz yaşındayken bu jones kimsenin ona neden askere gitmediğini sormasına fırsat bırakmadan 'binbaşının eviyle zencilerine göz kulak olduğunu söylerdi, belki zamanla bu yalana kendi de inanmıştı, geri döndüğünde iblisi ilk karşılayanlar arasındaydı, onu kapıda karşılayıp 'eee albay, bizi öldürdüler, ama canımıza okuyamadılar di mi?" demişti, iblisin hatırladığı ve kaybettiği sutpen'in yüzkilometrekaresi'ni salt yılmaz bir arzuyla eski haline getirebileceğine inandığı o ilh hummalı dönemde onun emrinde ter dökmüş, bir para ya da ödül umudu olmaksızın emek vermişti, zira iblisin anladığından ( en azından kabul ettiğinden) çok önce bu işten bir şey çıkmayacağını anlamıştı- bir sınırından öbür sınırının gözle görülmediği o arazide siyah safkanıyla dörtnala giden eski yakışıklı adamı görüyordu belki kör jones, o deli, zampara harabenin yerine."
yine de, -ne kadar zor da olsa- her faulkner romanı gibi, bittikten sonra müthiş bir tat bırakıyor ardında.
quentin (ses ve öfke’den bildiğimiz quentin) ile rosa’nın diyaloglarıyla başlıyor kitap. ilk cümlesi hoş, akılda kalıcı: saat ikiyi biraz geçeden, uzun durgun sıcak bıkkın ölgün eylül ikindisi günbatımına kadar… rosa quentin’i evine çağırmış, geçmişi, sutpen’i, dışarıdan atı ve silahlarıyla gelip oradan –güney- bir toprak alan, çiftliğini inşa eden o adamı anlatıyor. sutpen diyor, güney’in yabancısı, ev kuruyor, mobilya diziyor, eş alıyor, ama güney’in yabancısı, tüm bunlar ona onun sandığı gibi saygınlık ve kabul getirmiyor, diyor, çünkü güney’in yabancısı, toprak ve çürük sebze atılıyor düğünlerinde ona ve eşi ellen’a… faulkner, güney tarafından kabul edilmeyen bir yabancının hayatını, güney’in ikiyüzlülüğünü göstererek anlatıyor bize.
kutsal kitap’taki hikayeye göre kral davut’un oğlu abşalom kendisine isyan edip bir savaş başlatıyor ve davut’un generalleri tarafından öldürülüyor, saçları ağaca takılmış ve mızraklanmış şekilde tasfir ediliyor abşalom. şöyle diyor kral davut: oğlum, abşalom! ah, abşalom, oğlum, oğlum! keşke senin yerine ben ölseydim! sutpen ise tuhaf bir adam, tuhaf tasarıları olan, tuhaf bir baba ve abşalom abşalom sutpen’ın hayatlarını mahvettiği oğulları hakkında bir ağıt aynı zamanda, ismi de işte bu yüzden abşalom abşalom. her iki hikayede de isyan eden, kaybolan, ölen erkek çocukları söz konusu...
kitap kolay bir kitap değil, okunmak için bilgi ve birikim istiyor. faulkner’da bir şey vardır, onu tanıdıktan sonra tüm kitaplarını okumuş olmayı isteriz. yine de bu kitap kesinlikle ilk ya da ikinci okunması gereken kitap değil. abşalom abşalom’da bilinç akışı had safhada, sayfalarca süren parantez içine sayfalarca yeni yeni parantezler açılıp kapanıyor ve okumuş olduğum yapı kredi yayınları (7.baskı) yüz kırk dördüncü sayfada başlayan şu cümle orijinal halinde bin iki yüz seksen sekiz kelimeden oluşuyor ve kendi zamanında guiness kitabına kaydedilmeyi başarmış: “just exactly like father if father had known as much about it the night before ı went out there as he did the day after ı came back thinking mad impotent old man who realized at last that there must be some limit even to the capabilities of a demon for doing harm, who must have seen his situation as that of the show girl, the pony, who realizes that the principal tune she prances to comes not from horn and fiddle and drum but from a clock and calendar, must have seen himself as the old wornout cannon which realizes that it can deliver just one more fierce shot and crumble to dust in its own furious blast and recoil, who looked about upon the scene which was still within his scope and compass and saw son gone, vanished, more insuperable to him now than if the son were dead since now (if the son still lived) his name would be different and those to call him by it strangers and whatever dragon’s outcropping of sutpen blood the son might sow on the body of whatever strange woman would therefore carry on the tradition, accomplish the hereditary evil and harm under another name and upon and among people who will never have heard the right one; daughter doomed to spinsterhood who had chosen spinsterhood already before there was anyone named charles bon since the aunt who came to succor her in bereavement and sorrow found neither but instead that calm absolutely impenetrable face between a homespun dress and sunbonnet seen before a closed door and again in a cloudy swirl of chickens while jones was building the coffin and which she wore during the next year while the aunt lived there and the three women wove their own garments and raised their own food and cut the wood they cooked it with (excusing what help they had from jones who lived with his granddaughter in the abandoned fishing camp with its collapsing roof and rotting porch against which the rusty scythe which sutpen was to lend him, make him borrow to cut away the weeds from the door-and at last forced him to use though not to cut weeds, at least not vegetable weeds -would lean for two years) and wore still after the aunt’s indignation had swept her back to town to live on stolen garden truck and out o f anonymous baskets left on her front steps at night, the three of them, the two daughters negro and white and the aunt twelve miles away watching from her distance as the two daughters watched from theirs the old demon, the ancient varicose and despairing faustus fling his final main now with the creditor’s hand already on his shoulder, running his little country store now for his bread and meat, haggling tediously over nickels and dimes with rapacious and poverty-stricken whites and negroes, who at one time could have galloped for ten miles in any direction without crossing his own boundary, using out of his meagre stock the cheap ribbons and beads and the stale violently-colored candy with which even an old man can seduce a fifteen-year-old country girl, to ruin the granddaughter o f his partner, this jones-this gangling malaria-ridden white man whom he had given permission fourteen years ago to squat in the abandoned fishing camp with the year-old grandchild-jones, partner porter and clerk who at the demon’s command removed with his own hand (and maybe delivered too) from the showcase the candy beads and ribbons, measured the very cloth from which judith (who had not been bereaved and did not mourn) helped the granddaughter to fashion a dress to walk past the lounging men in, the side-looking and the tongues, until her increasing belly taught her embarrassment-or perhaps fear;-jones who before ’61 had not even been allowed to approach the front of the house and who during the next four years got no nearer than the kitchen door and that only when he brought the game and fish and vegetables on which the seducer-to-be’s wife and daughter (and clytie too, the one remaining servant, negro, the one who would forbid him to pass the kitchen door with what he brought) depended on to keep life in them, but who now entered the house itself on the (quite frequent now) afternoons when the demon would suddenly curse the store empty of customers and lock the door and repair to the rear and in the same tone in which he used to address his orderly or even his house servants when he had them (and in which he doubtless ordered jones to fetch from the showcase the ribbons and beads and candy) direct jones to fetch the jug, the two of them (and jones even sitting now who in the old days, the old dead sunday afternoons of monotonous peace which they spent beneath the scuppernong arbor in the back yard, the demon lying in the hammock while jones squatted against a post, rising from time to time to pour for the demon from the demijohn and the bucket of spring water which he had fetched from the spring more than a mile away then squatting again, chortling and chuckling and saying `sho, mister tawm’ each time the demon paused)-the two of them drinking turn and turn about from the jug and the demon not lying down now nor even sitting but reaching after the third or second drink that old man’s state of impotent and furious undefeat in which he would rise, swaying and plunging and shouting for his horse and pistols to ride single-handed into washington and shoot lincoln (a year or so too late here) and sherman both, shouting, ‘kill them! shoot them down like the dogs they are!’ and jones: ‘sho, kernel; sho now’ and catching him as he fell and commandeering the first passing wagon to take him to the house and carry him up the front steps and through the paintless formal door beneath its fanlight imported pane by pane from europe which judith held open for him to enter with no change, no alteration in that calm frozen face which she had worn for four years now, and on up the stairs and into the bedroom and put him to bed like a baby and then lie down himself on the floor beside the bed though not to sleep since before dawn the man on the bed would stir and groan and jones would say, ‘flyer ı am, kernel. hit’s all right. they aint whupped us yit, air they?’ this jones who after the demon rode away with the regiment when the granddaughter was only eight years old would tell people that he ‘was lookin after major’s place and niggers’ even before they had time to ask him why he was not with the troops and perhaps in time came to believe the lie himself, who was among the first to greet the demon when he returned, to meet him at the gate and say, ‘well, kernel, they kilt us but they aint whupped us yit, air they?’ who even worked, labored, sweat at the demon’s behest during that first furious period while the demon believed he could restore by sheer indomitable willing the sutpen’s hundred which he remembered and had lost, labored with no hope of pay or reward who must have seen long before the demon did (or would admit it) that the task was hopeless-blind jones who apparently saw still in that furious lecherous wreck the old fine figure of the man who once galloped on the black thoroughbred about that domain two boundaries of which the eye could not see from any point.”
"tıpkı babam gibi, babam da ben ertesi gün gidip döndükten sonra öğrendiklerini bir gece önce bilseydi böyle konuşurdu diye düşündü deli güçsüz bir ihtiyar, en sonunda bir iblisin bile zarar verme becerisinin bir sınırı olduğunu anlayan bir ihtiyar, adımlarını uydurduğu müziğin borazanla kemandan değil, saatle takvimden geldiğini fark eden bir dansçı kızın ya da midillinin durumuna ben-zetmiş olmalı kendi durumunu, kendini ancak son bir canhıraş atış yapabilecek, sonra kendi feci infilakının ve geri tepmesinin etkisiyle un ufak olacak eski yıpranmış bir topa benzetmiş olmalı, hala görüş alanı içinde olan sahneye bakmış ve oğlunun kayıplara karıştığını, ölmüş olsa bu kadar ulaşılmaz olmayacağını düşünmüş olmalı, zira (oğlu hayatia idiyse) adını değiştirmiş olmalıydı ve bu yeni ismiyle onu cağıranlar yabancılardı, bu yüzden de oğlunun yabancı bir kadının bedenine ekebileceği sutpen kanının o canavar tohumu gerçek ismini asla duymayacak, insanlar arasında başka bir isimle geleneği devam ettirecek, miras aldığı kötülüğü ve zararı o isimle gerçekleştirecekti; kızı kız kuruluğuna mahkümdu, charles bon adında birinin varlığından haberdar değilken bile kız kuruluğunu seçmişti, zira acısında ve mateminde ona destek olmaya gelen teyzesi bu iki duygu yerine o sakin, kesinlikle nufuz edilemez yüzü bulmuştu, önce kapalı bir kapının önünde, elde dokunmuş kumaştan yapılma bir elbiseyle bonenin arasında, sonra jones tabutu yaparken tavukların bulutsu anaforunda görülmüş o yüzü, teyzenin onlarla birlikte yaşadığı bir yıl boyunca, ic kadın kendi giysilerini dokuyup kendi sebzelerini yetiştirir ve o sebzeleri pişirecek ateşi yakmak için kendi odunlarını keserlerken hiç değişmeyen o yüzü (jones'un yardımı pek azdı, torunuyla birlikte terk edilmiş, damı akan balıkçı kulübesinde yaşıyordu, sutpen'in onu kapının önündeki otları kessin diye ödünç verdiği sonunda otları, en azımdan yeşil, canlı otları kesmekten başka bir iş için kullanmaya zor ladığı-paslı tırpanın durduğu kulübede) teyze infialle tekrar kasabaya savrulup çalıntı sebzelerle ve geceleyin kapısına kimin bıraktığı belli olmayan sepetlerle yaşamını sürdürmeye başladığında da değişmeyen o yüzü bulmuştu, artık üçü, biri zenci biri beyaz iki kız ve onların yakından seyrettiği iblisi kendi mesafesinden seyreden on beş kilometre ötedeki teyze, o varisli ve çaresiz faust'un alacaklının çoktan omzuna yapışmış eliyle son demlerini sürüşünü, etini ekmeğini temin etmek için küçük köy dükkanını işletişini, zamanında onun arazisinin sınırlarından çıkmadan her yöne on kilometre yol alabilen açgözlü yoksul beyazlar ve zencilerle bir kuruş için bıkkın bıkkın çekişmesini, az sayıdaki malı arasından yaşlı bir adamın bile on beş yaşında bir kızı baştan çıkarmasına yeten ucuz kurdeleleri, kolyeleri ve bayat delice-renkli şekerleri kullanışını, ortağının torununu mahvedişini seyrediyorlardı, jones-on dört yıl önce bir yaşındaki torunuyla birlikte terk edilmiş balıkçı kulübesinde oturmasına izin verdiği bu uzun bacaklı, sıtmalı adam-ortak, hamal, tezgahtar jones, iblisin emriyle raflardan şekerleri, kolyeleri, kurdeleleri kendi elleriyle indiren (hatta belki torununa götüren) kızın büyüyen karnı ona utancı-daha doğrusu belki korkuyu-öğretene kadar aylak erkeklerin, yan bakışların ve uzun dillerin yanından geçebilmesi için (mateme girmeyen, acı çekmeyen) judith'in kıza diktiği elbisenin kumaşını kesen jones;-61 senesinden önce eve on taraftan yanaşmasına bile izin verilmeyen, onu takip eden dört yıl boyunca da mutfak kapısından öte geçemeyen, oraya da ancak müstakbel-baştançıkarıcının karısıyla kızının (ve tabii clytie'nin, onun getirdikleriyle kapıdan içeri girmesine izin vermeyen geri kalan tek hizmetkärın, tek zencinin) hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu av etini, balığı ya da sebzeyi getirdiğinde gelebilen jones ama artik bazı öğleden sonraları evin içine kadar girebiliyordu, iblisin aniden küfürler savurarak müşterileri dükkândan kovaladığı (ki pek sıklaşmıştı) kapıyı kilitlediği, dükkânın arka tarafına çekildiği ve emir erine, hatta sahip olduğu zamanlarda hizmetcilerine hitap ettiği şekilde (kuşkusuz jones'tan kurdeleleri, kolyeleri, şekerleri raftan indirmesini istediği tavırla) icki şişesini getirmesini buyurduğu öğleden sonraları, ikisi (eski günlerde, tekdüze bir huzuru olan o eski durgun pazar ikindilerinde, iblis arka bahcedeki asma çardağı altında hamakta yatarken bir direğin dibine comelen, arada bir kalkıp iblisin bardağına damacanadan içki ve iki kilometre öteden taşıdığı kovadan pınar suyu koyan, sonra tekrar çömelip, ara sıra kıkırdayan ve iblis her sustuğunda "he ya bay tawm' diyen jones artık oturmaya bile başlamıştı) - ikisi şişeden sırayla bardaklarını dolduruyorlardı ve iblis artık yatmıyor, hatta oturmuyor, üçüncü ya da ikinci bardağı almak için ayağa kalkıyordu, ihtiyar bir adamın o iktidarsız ve öfkeli yenilmezliğiyle sallanıyor, sendeliyor, bağırıyordu, tek başına washington'a gidip lincoln'u (bir yıl kadar gecikmişti) ve sherman'i vurmak ıçın silahıyla atını istiyordu, haykırıyordu, geberteceğim! ikisini de köpek gibi vuracağım!' ve jones: 'he ya albay, vurursun diyor, düşecek gibi olduğunda onu yakalıyordu, sonra ilk gelen arabaya alıp eve taşıyor, öndeki merdivenden çıkarıyor ve üzerindeki her bir renkli camı avrupa'dan ithal edilmiş boyasız cümle kapısından içeriye sokuyordu, senelerdir değişmeyen sakin, donuk yüzünde hiçbir kıpırtı olmaksızın kapıyı açıyordu judith, sonra jones yükünü üst kata çıkarıyor, bir bebek gibi yatağına yatırıyor ve kendisi de yatağın yanına yere yatiyordu, ama uyumaya değil, çünkü şafak sökene kadar yatahtaki adam sürekli kıpırdanıp inliyor, jones da ona 'burdayım albay. yok bi şi. daha canımıza okuyamadılar, di mi?' diyordu - iblis alaya katılıp gittiğinde, torunu daha sekiz yaşındayken bu jones kimsenin ona neden askere gitmediğini sormasına fırsat bırakmadan 'binbaşının eviyle zencilerine göz kulak olduğunu söylerdi, belki zamanla bu yalana kendi de inanmıştı, geri döndüğünde iblisi ilk karşılayanlar arasındaydı, onu kapıda karşılayıp 'eee albay, bizi öldürdüler, ama canımıza okuyamadılar di mi?" demişti, iblisin hatırladığı ve kaybettiği sutpen'in yüzkilometrekaresi'ni salt yılmaz bir arzuyla eski haline getirebileceğine inandığı o ilh hummalı dönemde onun emrinde ter dökmüş, bir para ya da ödül umudu olmaksızın emek vermişti, zira iblisin anladığından ( en azından kabul ettiğinden) çok önce bu işten bir şey çıkmayacağını anlamıştı- bir sınırından öbür sınırının gözle görülmediği o arazide siyah safkanıyla dörtnala giden eski yakışıklı adamı görüyordu belki kör jones, o deli, zampara harabenin yerine."
yine de, -ne kadar zor da olsa- her faulkner romanı gibi, bittikten sonra müthiş bir tat bırakıyor ardında.
devamını gör...
sanatçının bir genç adam olarak portresi
kitapla ilgili her şeyi unuturum da ineklere moocow denmesini unutamam sanırım. hoşuma gitmişti.
devamını gör...
uyudun mu sorusu
bunu artık atmıyorlar çünkü tutmuyor ve klişeleşti yani taktikler değişti.
devamını gör...
orlando
asırlar boyunca mutluluğu aradım ve bulamadım; şöhreti aradım ve ulaşamadım; sevgiyi aradım, yaşamadım; hayatı aradım ve ne göreyim, ölmek daha iyi. pek çok kadın ve erkek tanıdım, diye sürdürdü, hiçbirini anlamadım, cümlelerine sahip virginia woolf romanı.
şu cümleyle bile hakkında birçok şey öğreniriz: orlando'nun kağıt dilendiği gibi elma, mürekkep dilendiği gibi şekerleme dilenen çocuk yoktur.
orlando genç ve güçlü bir karakter, kraliçe ise ona tutkun; onu sarayına alacak, ona araziler verecek kadar. orlando ise aynı zamanda çapkın. virginia woolf'un masal anlatır gibi anlattığı bir roman daha, dedim okurken. büyük don sırasında karşıdan karşıya geçerken donup toz olan bir kadın ancak woolf tarafından böyle ustaca betimlenebilirdi, dedim. orlando saraydan soylu bir hanımefendi ile evlenecekken gönlü rus prensesine tutulur ve onunla rusya'ya kaçmak için plan yaparlar ve rus prenses belki de onu bir denizci ile aldatmaktadır ya da kandırmaktadır; orlando mahvolur, bir hafta inzivaya çekilir, bir hafta uyur. bir başka özelliği edebiyata tutkun olmasıdır orlando'nun, kırk yedi tane eseri vardır. bir şairle tanışır, şair kalbini kırar; bir soylu ile tanışır, ondan kaçma isteği vuku bulur içinde; istanbul'a elçi olarak yollanmayı ister ve bunu başarır. istanbul'da bir çingene ile evlenir belki orlando daha sonra ve ondan -çingene- dört yüz tane odası olmasının bir önemi olmadığını öğrenir, hayata bakış açısı değişir. bir hafta uyur orlando sonra belki ve bir hafta inzivaya çekilir ve kadın olur, orlando. modernist edebiyatta sıkla karşılaşabileceğimiz gibi, okumak zorlaşır bu raddeden sonra. orlando şiir yazar, sosyeteye katılır, evlenir, doğurur...
orlando imkanlı ile imkansızın birleşip sayfalara akın etmişliğidir, bir olay kitabı değil.
"onun davranışlarına sık sık beklenmedik bir nitelik kazandıran şey kah biri kah öteki üste çıkan içindeki kadın -erkek karışımıydı. kendi cinsinden meraklı kadınlar şu savları ileri sürebilirlerdi: orlando kadınsa, nasıl oluyordu da giyinmesi hiçbir zaman on dakikadan fazla sürmüyordu? üstelik giysileri de özensizce seçilmiş ve zaman zaman pek pejmürde değil miydiler? bir de derlerdi ki, onda bir erkeğin resmiyetinden ve güç merakından da eser yok. çok yumuşak kalpli; bir eşeğin dövüldüğünü, bir kedi yavrusunun boğulduğunu görmeye dayanamaz. yine de, diye işaret ederlerdi, ev işlerinden nefret eder, sabah şafakla kalkar ve güneş yükselmeden kendini kırlara atar. hiçbir çiftçi tahıldan onun kadar iyi anlayamaz. içkide rakipsizdir ve kumara bayılır. iyi at biner ve londra köprüsü'nde altı atı birden dörtnala sürebilir. ama, diye eklerlerdi, bir erkek gibi gözü pek ve hareketli olsa da tehlike içinde birini görünce en kadınca yürek çarpıntılarına tutulur. coğrafyadan hiç anlamaz, matematiğe katlanamaz ve güneye gidildiğinde yokuş aşağı inilir gibisinden erkeklerden çok kadınlar arasında yaygın birtakım saçma inançları vardır. bunlara göre, orlando'nun daha çok kadın mı erkek mi olduğunu söylemek zordur... "
şu cümleyle bile hakkında birçok şey öğreniriz: orlando'nun kağıt dilendiği gibi elma, mürekkep dilendiği gibi şekerleme dilenen çocuk yoktur.
orlando genç ve güçlü bir karakter, kraliçe ise ona tutkun; onu sarayına alacak, ona araziler verecek kadar. orlando ise aynı zamanda çapkın. virginia woolf'un masal anlatır gibi anlattığı bir roman daha, dedim okurken. büyük don sırasında karşıdan karşıya geçerken donup toz olan bir kadın ancak woolf tarafından böyle ustaca betimlenebilirdi, dedim. orlando saraydan soylu bir hanımefendi ile evlenecekken gönlü rus prensesine tutulur ve onunla rusya'ya kaçmak için plan yaparlar ve rus prenses belki de onu bir denizci ile aldatmaktadır ya da kandırmaktadır; orlando mahvolur, bir hafta inzivaya çekilir, bir hafta uyur. bir başka özelliği edebiyata tutkun olmasıdır orlando'nun, kırk yedi tane eseri vardır. bir şairle tanışır, şair kalbini kırar; bir soylu ile tanışır, ondan kaçma isteği vuku bulur içinde; istanbul'a elçi olarak yollanmayı ister ve bunu başarır. istanbul'da bir çingene ile evlenir belki orlando daha sonra ve ondan -çingene- dört yüz tane odası olmasının bir önemi olmadığını öğrenir, hayata bakış açısı değişir. bir hafta uyur orlando sonra belki ve bir hafta inzivaya çekilir ve kadın olur, orlando. modernist edebiyatta sıkla karşılaşabileceğimiz gibi, okumak zorlaşır bu raddeden sonra. orlando şiir yazar, sosyeteye katılır, evlenir, doğurur...
orlando imkanlı ile imkansızın birleşip sayfalara akın etmişliğidir, bir olay kitabı değil.
"onun davranışlarına sık sık beklenmedik bir nitelik kazandıran şey kah biri kah öteki üste çıkan içindeki kadın -erkek karışımıydı. kendi cinsinden meraklı kadınlar şu savları ileri sürebilirlerdi: orlando kadınsa, nasıl oluyordu da giyinmesi hiçbir zaman on dakikadan fazla sürmüyordu? üstelik giysileri de özensizce seçilmiş ve zaman zaman pek pejmürde değil miydiler? bir de derlerdi ki, onda bir erkeğin resmiyetinden ve güç merakından da eser yok. çok yumuşak kalpli; bir eşeğin dövüldüğünü, bir kedi yavrusunun boğulduğunu görmeye dayanamaz. yine de, diye işaret ederlerdi, ev işlerinden nefret eder, sabah şafakla kalkar ve güneş yükselmeden kendini kırlara atar. hiçbir çiftçi tahıldan onun kadar iyi anlayamaz. içkide rakipsizdir ve kumara bayılır. iyi at biner ve londra köprüsü'nde altı atı birden dörtnala sürebilir. ama, diye eklerlerdi, bir erkek gibi gözü pek ve hareketli olsa da tehlike içinde birini görünce en kadınca yürek çarpıntılarına tutulur. coğrafyadan hiç anlamaz, matematiğe katlanamaz ve güneye gidildiğinde yokuş aşağı inilir gibisinden erkeklerden çok kadınlar arasında yaygın birtakım saçma inançları vardır. bunlara göre, orlando'nun daha çok kadın mı erkek mi olduğunu söylemek zordur... "
devamını gör...
en sevilen rammstein parçası
depeche mode’a ait olup rammstein tarafından coverlanan stripped, sevdiğim parçaların en başında yer alır. şarkının eleştirel teması, onu zamansız kılan en önemli unsurlardan biridir. rammstein kendine has tarzı ile bunu çok iyi yansıtmıştır.
devamını gör...
uyudun mu sorusu
bu gece babama beni olduğum yerden gelip kurtarması için attığım mesaj, pijamalarıyla sokağa döktüm adamı ama geldi şükür
devamını gör...
kendinizle sevgili olsaydınız ayrılık sebebiniz ne olurdu sorusu
ibnelik olmuyor mu o?
hemcinsinle münasebet işte.
netfilix bozdu bu anket başlıkçıları da. her yerde eşcinsellik vıcık vıcık.ıyy
hemcinsinle münasebet işte.
netfilix bozdu bu anket başlıkçıları da. her yerde eşcinsellik vıcık vıcık.ıyy
devamını gör...
sanatçının bir genç adam olarak portresi
joyce'un yüksek modernizme dokunmak mı istiyorsun, gel de kolay olmadığını -sıkıl, sabret- gör dediği kitabı.
pekii, 1941 yılında ölen bir yazarın yazdığı bir eser nasıl olur da yüksek modernist -özellikle 1950lerin sonunda yaygınken- sayılır derseniz, çünkü onun tipik özelliklerini -modernizm- o icat etmese de, onu daha önce kimsenin gittiği yerlere taşımıştır, derim. önceden. babadır james, derim. edebiyatın einsteini demişler, derim -ben demedim. yapmıştır bu işi, woolf gibi, faulkner gibi...
ilk cümlesi çok hoş, masal cümleleri gibi. sonra biraz zorlamaya başlıyor, kasıtlı olarak. joyce'un istediği de tam olarak bu, araştırdım, düşündüm. hayat da böyle, dedim. okudum, zihnimiz de böyle, dedim. sıradan okuyucu için değil bu ve bunun gibi kitaplar. bilgi istiyorlar, birikim istiyorlar, emek ve sabır istiyorlar. olay romanı değil, bilinç romanı. stephen'ın bilinci: çocuk bilinci, yetişkin bilinci.
cennet ve cehennem, adem ve havva üzerine epey uzunca güzel cümleler vardı kitapta, akılda kalıcı.
şöyle bir şey de var:
"dieu tanrı'nın fransızcasıydı ve o da tanrı'nın adıydı ve ne zaman birisi tanrı'ya yalvarsa ve dieu dese tanrı bir fransızın yalvardığını hemen anlardı."
pekii, 1941 yılında ölen bir yazarın yazdığı bir eser nasıl olur da yüksek modernist -özellikle 1950lerin sonunda yaygınken- sayılır derseniz, çünkü onun tipik özelliklerini -modernizm- o icat etmese de, onu daha önce kimsenin gittiği yerlere taşımıştır, derim. önceden. babadır james, derim. edebiyatın einsteini demişler, derim -ben demedim. yapmıştır bu işi, woolf gibi, faulkner gibi...
ilk cümlesi çok hoş, masal cümleleri gibi. sonra biraz zorlamaya başlıyor, kasıtlı olarak. joyce'un istediği de tam olarak bu, araştırdım, düşündüm. hayat da böyle, dedim. okudum, zihnimiz de böyle, dedim. sıradan okuyucu için değil bu ve bunun gibi kitaplar. bilgi istiyorlar, birikim istiyorlar, emek ve sabır istiyorlar. olay romanı değil, bilinç romanı. stephen'ın bilinci: çocuk bilinci, yetişkin bilinci.
cennet ve cehennem, adem ve havva üzerine epey uzunca güzel cümleler vardı kitapta, akılda kalıcı.
şöyle bir şey de var:
"dieu tanrı'nın fransızcasıydı ve o da tanrı'nın adıydı ve ne zaman birisi tanrı'ya yalvarsa ve dieu dese tanrı bir fransızın yalvardığını hemen anlardı."
devamını gör...
uyudun mu sorusu
(bkz: uyudun mu sorusu)
devamını gör...
27 aralık 2025 plastik poşete zam gelmesi
poşet mühim bu milletin yarısı zamanında o poşeti kullansaydı ülke bu halde olmazdı. üçüne beşine bakılmamalıdır poşetin. hatta poşet zorunlu hale getirilmeli
devamını gör...

