morseverr - madalyalı tanımları (1. sayfa)
1.
argylle
birkaç gün önce kapağında hanry cavill 'i * görünce hemen açtığım, çok güzel ve tatlı bir casusluk filmi . yönetmenliğini matthew vaughn yapmış. kadroda ise çok tanıdık isimler var. tabi ki hanry cavill, dua lipa* bryce dallas howard, sam rockwell, daniel singh , bryan cranston .
konuya gelecek olursak argylle isimli bir casusun ana karakter olduğu roman yazan elly yazdıklarının geçmişte olan veya gelecekte olabilecek bazı gizli olayları barındırması ile bir takım insanların dikkatini çeker. 4 seri kitap yazmıştır ve 5.yi yazmak için bir türlü ilham gelmemektedir. annesinin yazması için ısrarı üzerine bir tren yolculuğu yaparak aile evine gider. olaylar da burada başlar. kendisine saldırmak isteyen bir gruptan kendisini gerçek hayattaki bir casus kurtarır. hayallerindeki argylle ile karşılaştığını düşünen elly zamanla olayların farkına varır. aslında baş karakter argylle kendisidir. geçirdiği bir kaza sonucu hafızasını kaybetmiş ve bu süreçte ona bilinçaltı oyunları yaparak elly olduğuna inandıran ailesi (ki aslında gerçek ailesi degildir) yüzünden kitapları yazmıştır ve bu kitaplar kendi yaşadıklarıdır. olaylar sürükleyici ve aynı zamanda çok eğlenceli gerçekleşiyor. kendisini hatırlama süreci yaşananlar.. hep bir gülümseme ile izletti. tabii hayaller hayatlar da olmadı değil. bir hayali argylle a bak bir de gerçek. ama her şeye rağmen çok tatlı bir filmdi. vakit geçirmek için izlenir.
konuya gelecek olursak argylle isimli bir casusun ana karakter olduğu roman yazan elly yazdıklarının geçmişte olan veya gelecekte olabilecek bazı gizli olayları barındırması ile bir takım insanların dikkatini çeker. 4 seri kitap yazmıştır ve 5.yi yazmak için bir türlü ilham gelmemektedir. annesinin yazması için ısrarı üzerine bir tren yolculuğu yaparak aile evine gider. olaylar da burada başlar. kendisine saldırmak isteyen bir gruptan kendisini gerçek hayattaki bir casus kurtarır. hayallerindeki argylle ile karşılaştığını düşünen elly zamanla olayların farkına varır. aslında baş karakter argylle kendisidir. geçirdiği bir kaza sonucu hafızasını kaybetmiş ve bu süreçte ona bilinçaltı oyunları yaparak elly olduğuna inandıran ailesi (ki aslında gerçek ailesi degildir) yüzünden kitapları yazmıştır ve bu kitaplar kendi yaşadıklarıdır. olaylar sürükleyici ve aynı zamanda çok eğlenceli gerçekleşiyor. kendisini hatırlama süreci yaşananlar.. hep bir gülümseme ile izletti. tabii hayaller hayatlar da olmadı değil. bir hayali argylle a bak bir de gerçek. ama her şeye rağmen çok tatlı bir filmdi. vakit geçirmek için izlenir.
devamını gör...
2.
artificial intelligence
üst edit: #3385373 nolu enty sonrası tarih yanlışlığını fark edip düzelttim.
esas adı artificial ıntelligence (a.ı.) olan dilimize de yapay zeka olarak çevrilmiş 2021 yapımı bilim kurgu/ macera filmi. yönetmen steven spielberg. *. basrollerde haley joel osment, frances o'connor, jude law.
bir takım yapay zeka ile robot üretimi yapan bir şirket toplantılarında bir çocuk robot üretmek üzere konuşurlar. bu çocuk robot çocuğu olmayan aileler için tasarlanır. ama daha önce yaptıkları robotlardan tek farkı sevgiyi öğreniyor olmaları ve verildikleri ailelere sonsuz sevgi ile bağlanıyor olmaları. çocukları yıllardır komada olan bir aileye bu robot deneme ürünü olarak verilir. anne kabul etmese de bu gerçek çocuğa çok benzeyen robotu alır ve talimatları uygulayarak kendine bağlar. bu bağlanma her aileye özgü olduğu için ileride çocuğu vermek isterlerse şirket onları yok edecektir. bu robotu aldıklarından kısa bir süre sonra kendi evlatları komadan uyanır ve eve gelir. klasik çocuk kardeş kıskançlığı başlar. ve robotumuz (kevin) öyle sonsuz bir sevgi ile annesine bağlıdır ki kardesi ona ne yaparsa yapsın değişmez. artık istemeden kardeşine zarar verdiğinde annesi onu yok etmesinler diye bir ormana bırakır. robot çocuk annesini arar durur. o sırada robot karşıtı bir takım insanlar tarafından tutsak edilip eğlenceleri alet olacakken kendisi gibi robot olan sadece sevgili olma göreviyle üretilmiş bir robotla kaçmayı başarırlar. çocuğun tek isteği annesini bulmaktır . amacı aynı annesinin okuduğu pinokyo masasındaki gibi mavi periyi bulmaktır. çünkü o kevin'i insana çevirirse annesi de onu sevecektir.
bu konu etrafında şekillenen filmin sonunda gözyaşlarımı tutamadım. o kadar saf bir sevgi vardı ki bir çocuğun annesine olan muhtaçlığı ve sevgisi.. ve film 2001 yapımı olmasına rağmen kullanılan teknoloji şu anın ve sanırım bazı yakın geleceğin bile üzerindeydi. her detay çok güzel düşünülmüs ve film o yıllara göre çok güzel bir şekilde çekilmiş. hiçbir hata yoktu. ben bu kadar etkileyici ve güzel bir film izleyeceğimi düşünmemiştim. muhakkak şans verilmeli.
esas adı artificial ıntelligence (a.ı.) olan dilimize de yapay zeka olarak çevrilmiş 2021 yapımı bilim kurgu/ macera filmi. yönetmen steven spielberg. *. basrollerde haley joel osment, frances o'connor, jude law.
bir takım yapay zeka ile robot üretimi yapan bir şirket toplantılarında bir çocuk robot üretmek üzere konuşurlar. bu çocuk robot çocuğu olmayan aileler için tasarlanır. ama daha önce yaptıkları robotlardan tek farkı sevgiyi öğreniyor olmaları ve verildikleri ailelere sonsuz sevgi ile bağlanıyor olmaları. çocukları yıllardır komada olan bir aileye bu robot deneme ürünü olarak verilir. anne kabul etmese de bu gerçek çocuğa çok benzeyen robotu alır ve talimatları uygulayarak kendine bağlar. bu bağlanma her aileye özgü olduğu için ileride çocuğu vermek isterlerse şirket onları yok edecektir. bu robotu aldıklarından kısa bir süre sonra kendi evlatları komadan uyanır ve eve gelir. klasik çocuk kardeş kıskançlığı başlar. ve robotumuz (kevin) öyle sonsuz bir sevgi ile annesine bağlıdır ki kardesi ona ne yaparsa yapsın değişmez. artık istemeden kardeşine zarar verdiğinde annesi onu yok etmesinler diye bir ormana bırakır. robot çocuk annesini arar durur. o sırada robot karşıtı bir takım insanlar tarafından tutsak edilip eğlenceleri alet olacakken kendisi gibi robot olan sadece sevgili olma göreviyle üretilmiş bir robotla kaçmayı başarırlar. çocuğun tek isteği annesini bulmaktır . amacı aynı annesinin okuduğu pinokyo masasındaki gibi mavi periyi bulmaktır. çünkü o kevin'i insana çevirirse annesi de onu sevecektir.
bu konu etrafında şekillenen filmin sonunda gözyaşlarımı tutamadım. o kadar saf bir sevgi vardı ki bir çocuğun annesine olan muhtaçlığı ve sevgisi.. ve film 2001 yapımı olmasına rağmen kullanılan teknoloji şu anın ve sanırım bazı yakın geleceğin bile üzerindeydi. her detay çok güzel düşünülmüs ve film o yıllara göre çok güzel bir şekilde çekilmiş. hiçbir hata yoktu. ben bu kadar etkileyici ve güzel bir film izleyeceğimi düşünmemiştim. muhakkak şans verilmeli.

devamını gör...
3.
here
2024 yapımı olan yönetmen robert zemeckis ve basrollerde canım tom hanks'in olduğu çok ama çok güzel bir aile filmi.
film aslında 4-5 aile etrafında dönüyor. ve sürekli hepsini gösteriyor ama bunu çok güzel yapıyor. hep aynı yeri görüyoruz kameradan. kadrajımız hep aynı. ilk önce ilk insanlardan ilk zamanlardan başlıyor. yemyeşil bir yer. sonra zamanla insanlar oraya yerleşiyor, evler yapılıyor ve baktığımız yerde bir evin içindeyiz. esasen bu evin içinde yaşayan aileler konumuz. çok eski zamanlardan beri evin sahibi olmuş, evde yaşamış aileler. her birinin hayatına değiniyor. ama başrolümüzün ailesine ise daha çok. once asker bir baba ve eşini ve oğullarını görüyoruz. zaman geçiyor noel geliyor bir kızları daha olmuş oğlan büyümüş. zaman geçiyor bir oğulları daha olmuş. zaman geçiyor en büyük oğulları ((gbkz: tom hanks)) ergen ve bir kız arkadaşı var onu ailesi ile tanıştırıyor. sonra kiz hamile aileyle yaşıyor ve zaman böyle geçiyor. bir kalabalık aile ve bir ev görüyoruz. nasıl anne ve babalar çocukları için hayallerinden vazgeçiyor görüyoruz. nasıl birlikle yaşlanıyorlar, nasıl sevgileri hiç bitmiyor..
eşimle izlerken bizim de bir gün böyle yan yana yaşlanacak olmamızın güzelliğinden bahsedip durduk . o kadar sıcak ve güzel bir film ki. geçişler hiç yormuyor aksine filme çok özel bir yön katmış. kesinlikle izlenesi sımsıcak aile filmi .
film aslında 4-5 aile etrafında dönüyor. ve sürekli hepsini gösteriyor ama bunu çok güzel yapıyor. hep aynı yeri görüyoruz kameradan. kadrajımız hep aynı. ilk önce ilk insanlardan ilk zamanlardan başlıyor. yemyeşil bir yer. sonra zamanla insanlar oraya yerleşiyor, evler yapılıyor ve baktığımız yerde bir evin içindeyiz. esasen bu evin içinde yaşayan aileler konumuz. çok eski zamanlardan beri evin sahibi olmuş, evde yaşamış aileler. her birinin hayatına değiniyor. ama başrolümüzün ailesine ise daha çok. once asker bir baba ve eşini ve oğullarını görüyoruz. zaman geçiyor noel geliyor bir kızları daha olmuş oğlan büyümüş. zaman geçiyor bir oğulları daha olmuş. zaman geçiyor en büyük oğulları ((gbkz: tom hanks)) ergen ve bir kız arkadaşı var onu ailesi ile tanıştırıyor. sonra kiz hamile aileyle yaşıyor ve zaman böyle geçiyor. bir kalabalık aile ve bir ev görüyoruz. nasıl anne ve babalar çocukları için hayallerinden vazgeçiyor görüyoruz. nasıl birlikle yaşlanıyorlar, nasıl sevgileri hiç bitmiyor..
eşimle izlerken bizim de bir gün böyle yan yana yaşlanacak olmamızın güzelliğinden bahsedip durduk . o kadar sıcak ve güzel bir film ki. geçişler hiç yormuyor aksine filme çok özel bir yön katmış. kesinlikle izlenesi sımsıcak aile filmi .
devamını gör...
4.
sabahtan akşama
2023 nobel edebiyat ödülünü kazanan sevgili yazar jon fosse. bu ödülü "söylenemeyenlere ses verdiği yenilikçi tiyatro oyunları ve metinleri " için almış. kitabı okuyunca bunu daha iyi anladım.
bir ömür ne kadar sürer? sabahtan akşama bir vakitte kaç ömür yaşanır? bir sabah doğup bir akşam ölür müyüz sahi?
ilk cocuklari magda'dan sonra uzun süre çocukları olmayan olei ve marta'nın şimdi bir çocukları daha olacaktır. dogum sancıları çeken marta hayata yeni birini getirmeye çalışırken olei ise sabırsızdır. bir oğlu olacaktır adı ise dedi gibi johannes olmalıdır. 'a' ve 'o' sesleri içinde johannesin doğumuna tanıklık ediyoruz. babası ve onun da babası gibi balıkçı olacaktır. sonra birden yaşlı johannes ile karşılaşıyoruz. 7 çocuğu olmuş karısı erna ile güzel bir hayat sürmüş ama sevdiği dostlarını ve karısını da kaybetmiş johannes. her sabah kahve ve sigara içen, sonrasında her sabah kusan johannes. bu sabah canı sigara istemiyor ve kusmadı da. tekneyle açılmak istiyor. daha önce ölmüş arkadasi peter ile karşılaşıyor. nasıl olabilir ki. ama yaşıyor sanki. bir tekne yolculuğuna çıkıyorlar. gençken söz vermişler hep birbirlerinin saçlarını uzadıkça kesiyorlarmis. ama peter'in saçı çok uzamış kesmek lazım... akşam üzeri evine donuyor johannes. en küçük ve en sevdigi kızı onu görmeden koşuyor sokakta neden?... sonra anlıyor johannes öldüğünü. ve ölüme alışması için en yakın dostunun geldiğini..
hani hep derler ya olecegi zaman insanın karşısına azrail en sevdiği kişi olarak çıkarmış. bu inanış sanırım ne din ne coğrafya fark etmeksizin herkesin bir şekilde vakıf olduğu bir sey. o yüzden de johannes ölüme alışsın diye en yakın arkadaşı geliyor. çok garip duygular içinde okudum kitabı. 104 sayfa kadar kısa ama bir ömür kadar uzun bir kitap.
ve en değişik olanı ile yazarın yazım tarzıydı. nokta kullanmamıştı hiç. diğer tüm noktalama işaretleri vardı ama nokta yoktu. ne demek isteyip neyi anlatıyordu? bir cümleyi bitirmeden baslatarak hayatın da hep devam eden bitemeyişlerden oluştuğunu mu? bir de hep diyaloglar vardı. çok güzel hava, evet, güzel çok güzel dedi gibisinden ilerleyen tekrar içeren diyaloglar. yer yer okumayı zorlaştırıyor gibi gelse de alışınca keyif verdi. jon fosse gerçekten duygulara ses veren bir yazarmış. doğu'daki o sesli anlarla önümdeki o sessizlikle birlikte her duyguyu o kadar güzel geçirdi ki. kendisiyle tanışmak benim içim gerçekten büyük bir zevk oldu. çok çok sevdim.
"insanlar gider, geriye esyalar kalırdı..."
"kişinin yaşamının en büyük acılarından biri buydu belki, annesinin korunaklı rahminden çıkıp bu kötü dünyada kendi yaşamına başlamak."
"hep böyle yalnız kalmak zorunda olmak, korkunç, çok korkunç.."
bir ömür ne kadar sürer? sabahtan akşama bir vakitte kaç ömür yaşanır? bir sabah doğup bir akşam ölür müyüz sahi?
ilk cocuklari magda'dan sonra uzun süre çocukları olmayan olei ve marta'nın şimdi bir çocukları daha olacaktır. dogum sancıları çeken marta hayata yeni birini getirmeye çalışırken olei ise sabırsızdır. bir oğlu olacaktır adı ise dedi gibi johannes olmalıdır. 'a' ve 'o' sesleri içinde johannesin doğumuna tanıklık ediyoruz. babası ve onun da babası gibi balıkçı olacaktır. sonra birden yaşlı johannes ile karşılaşıyoruz. 7 çocuğu olmuş karısı erna ile güzel bir hayat sürmüş ama sevdiği dostlarını ve karısını da kaybetmiş johannes. her sabah kahve ve sigara içen, sonrasında her sabah kusan johannes. bu sabah canı sigara istemiyor ve kusmadı da. tekneyle açılmak istiyor. daha önce ölmüş arkadasi peter ile karşılaşıyor. nasıl olabilir ki. ama yaşıyor sanki. bir tekne yolculuğuna çıkıyorlar. gençken söz vermişler hep birbirlerinin saçlarını uzadıkça kesiyorlarmis. ama peter'in saçı çok uzamış kesmek lazım... akşam üzeri evine donuyor johannes. en küçük ve en sevdigi kızı onu görmeden koşuyor sokakta neden?... sonra anlıyor johannes öldüğünü. ve ölüme alışması için en yakın dostunun geldiğini..
hani hep derler ya olecegi zaman insanın karşısına azrail en sevdiği kişi olarak çıkarmış. bu inanış sanırım ne din ne coğrafya fark etmeksizin herkesin bir şekilde vakıf olduğu bir sey. o yüzden de johannes ölüme alışsın diye en yakın arkadaşı geliyor. çok garip duygular içinde okudum kitabı. 104 sayfa kadar kısa ama bir ömür kadar uzun bir kitap.
ve en değişik olanı ile yazarın yazım tarzıydı. nokta kullanmamıştı hiç. diğer tüm noktalama işaretleri vardı ama nokta yoktu. ne demek isteyip neyi anlatıyordu? bir cümleyi bitirmeden baslatarak hayatın da hep devam eden bitemeyişlerden oluştuğunu mu? bir de hep diyaloglar vardı. çok güzel hava, evet, güzel çok güzel dedi gibisinden ilerleyen tekrar içeren diyaloglar. yer yer okumayı zorlaştırıyor gibi gelse de alışınca keyif verdi. jon fosse gerçekten duygulara ses veren bir yazarmış. doğu'daki o sesli anlarla önümdeki o sessizlikle birlikte her duyguyu o kadar güzel geçirdi ki. kendisiyle tanışmak benim içim gerçekten büyük bir zevk oldu. çok çok sevdim.
"insanlar gider, geriye esyalar kalırdı..."
"kişinin yaşamının en büyük acılarından biri buydu belki, annesinin korunaklı rahminden çıkıp bu kötü dünyada kendi yaşamına başlamak."
"hep böyle yalnız kalmak zorunda olmak, korkunç, çok korkunç.."
devamını gör...
5.
koleksiyoncu
bunca zamandır neden okumamışım dediğim psikolojik olarak insanı düşüncelerden düşüncelere atan muhteşem bir john fowles kitabı.
bas karakterimiz olan fred cleg babası ölünce annesinin de kendisini terk etmesi sonucu halası eniştesi ve engelli kuzeni ile yaşamaya başlıyor. her zaman silik bir karakter olan fred kelebek koleksiyonu yapmayı seviyor. bir gün belediye binası yanında bir kızı görüyor. çok hoşuna gidiyor önce ona x adını veriyor ve takip ediyor gizlice. neler yapıyor, nelerden hoşlanıyor. zamanla adını öğreniyor, ne yaptığını öğreniyor kızı bir başkası ile görünce canı sıkılıyor yani tamamen kıza bir saplantı besliyor. bir gün frede piyango çıkıyor ve parası olduğu için her şeyi yapabileceğine inanan fred kızı kaçırıp kendisini zamanla sevmesini umuyor ve amacı yolunda ilerliyor. önce ucra bir yerden mahzeni olan bir ev satın alıyor. sonra mahzeni temizleyip düzenleyerek kıza (miranda) göre ayarlıyor. sanat öğrencisi olan ve başarılı olan miranda bir akşam kendi başına sinemaya gittiğinde çıkışta fren tarafından kaçırılıp mahzene kapatılıyor. ve işte bu olaydan sonra olaylar başlıyor. biz frenini ağzından okumaya başlıyoruz. kendisini miranda'ya ferdinard olarak tanıtıyor. kiz ne isterse yapıyor, yemek veriyor, isteklerini alıyor ve asla kıza kötü yönde yaklaşmıyor. bu bize ferdinardın kötü biri olmadığını, masum duygularla ve sırf silik bir tip olduğundan konuşup da kendisini sevdiremeyecegi için kaçırıp da zorunda bıraktığını hissettiriyor. önce iyi duygular besliyor mirandaya kızıyoruz. ama sonra mirandanin günlüklerini okuyoruz. o zaman da mirandaya hak veriyoruz.
öyle bir kitap ki bu okuduğumuz bize olayı hem mantıklı hem de mantıksız gösteriyor. hem hak verdiriyor hem de haksızlığı gösteriyor. saplantılı düşüncelerin kötülüğünü bildiğimiz halde güzel bile gösterebilecek seviyede bir kitap.
sonunu anlatamayacağım spoiler olacak ama sonu beklemediğim şekilde bitti diyebilirim. hem şaşırdım hem de şaşırmadım. öyle bir kitapti. muhakkak okuyun çok çok güzeldi.
psikolojik romanları sevenlere ise ayrıca tavsiyemdir.
düşüncelerim burada çokça eksik kaldı lakin okuyunca eminim ki benzer düşüncelere sahip olacağız.
bas karakterimiz olan fred cleg babası ölünce annesinin de kendisini terk etmesi sonucu halası eniştesi ve engelli kuzeni ile yaşamaya başlıyor. her zaman silik bir karakter olan fred kelebek koleksiyonu yapmayı seviyor. bir gün belediye binası yanında bir kızı görüyor. çok hoşuna gidiyor önce ona x adını veriyor ve takip ediyor gizlice. neler yapıyor, nelerden hoşlanıyor. zamanla adını öğreniyor, ne yaptığını öğreniyor kızı bir başkası ile görünce canı sıkılıyor yani tamamen kıza bir saplantı besliyor. bir gün frede piyango çıkıyor ve parası olduğu için her şeyi yapabileceğine inanan fred kızı kaçırıp kendisini zamanla sevmesini umuyor ve amacı yolunda ilerliyor. önce ucra bir yerden mahzeni olan bir ev satın alıyor. sonra mahzeni temizleyip düzenleyerek kıza (miranda) göre ayarlıyor. sanat öğrencisi olan ve başarılı olan miranda bir akşam kendi başına sinemaya gittiğinde çıkışta fren tarafından kaçırılıp mahzene kapatılıyor. ve işte bu olaydan sonra olaylar başlıyor. biz frenini ağzından okumaya başlıyoruz. kendisini miranda'ya ferdinard olarak tanıtıyor. kiz ne isterse yapıyor, yemek veriyor, isteklerini alıyor ve asla kıza kötü yönde yaklaşmıyor. bu bize ferdinardın kötü biri olmadığını, masum duygularla ve sırf silik bir tip olduğundan konuşup da kendisini sevdiremeyecegi için kaçırıp da zorunda bıraktığını hissettiriyor. önce iyi duygular besliyor mirandaya kızıyoruz. ama sonra mirandanin günlüklerini okuyoruz. o zaman da mirandaya hak veriyoruz.
öyle bir kitap ki bu okuduğumuz bize olayı hem mantıklı hem de mantıksız gösteriyor. hem hak verdiriyor hem de haksızlığı gösteriyor. saplantılı düşüncelerin kötülüğünü bildiğimiz halde güzel bile gösterebilecek seviyede bir kitap.
sonunu anlatamayacağım spoiler olacak ama sonu beklemediğim şekilde bitti diyebilirim. hem şaşırdım hem de şaşırmadım. öyle bir kitapti. muhakkak okuyun çok çok güzeldi.
psikolojik romanları sevenlere ise ayrıca tavsiyemdir.
düşüncelerim burada çokça eksik kaldı lakin okuyunca eminim ki benzer düşüncelere sahip olacağız.
devamını gör...
6.
nakano eskici dükkanı
bay nakano'nun işlettiği eskici dükkanı ve orada çalışan hitomi'nin ağzından okuduğumuz kitap. çok fazla karakter yok ve hepsinin hayatına bir şekilde değiniyor. hitominin gözünden hepsini görüyoruz. kitabın dili çok sade ve bu yüzden akıcı ilerliyor. ama bu kitapta beni çok da içine çekemeyen bir şeyler vardı.
bazı kitapları yazarlar için bazılarını türleri bazılarını ise sırf ismini beğendiğim için okurum. bu benim için ismini beğenip de okumaya başladığım bir kitap oldu. kötü diyemem ama sevdim de diyemiyorum tam olarak. bana biraz matt hainsin gece yarısı kütüphanesini andırdı. herkes çok sevmişti onu da ama ben eh işte demiştim. aynı şeyleri hissettim diyebilirim .
evet karakter kendini ve diğer karakterleri çok güzel anlatıyor ama sanki bir şeyler havada gibi. olay örgüsü yok da sanki hitominin günlüğünü okuyoruz. sonra hitomi aynı yerde çalıştığı takeo ya aşık oluyor. tabii takeo kadar ruhsuz ve düz birinden nasıl karşılık alırsa. yani take öyle görünüyor da çok bizden biri gibi. onun o donuk hallerini sevdim. karakterlerin her birinin hayata bakışı güzeldi ve tabii ki eskici dükkanı. çünkü ne kadar görsek de dikkatimizi çekse de oradaki eşyalara verilen anlamları bilemiyoruz. ayrıca orada çalışıyor da malzeme alıyor satıyor gibi hissetmek de güzeldi.
sadece çok havada bir 225 sayfaydı benim için. kafa dağıtmak, öylesine bir şeyler okumak için okunur.
ayrıca sanırım hiç japon edebiyatı okumadığımdan kaynaklı isimlere ilk başta adapte olmakta zorlandım resmen. belki de bu edebiyata daha çok şans vermeliyim.
bazı kitapları yazarlar için bazılarını türleri bazılarını ise sırf ismini beğendiğim için okurum. bu benim için ismini beğenip de okumaya başladığım bir kitap oldu. kötü diyemem ama sevdim de diyemiyorum tam olarak. bana biraz matt hainsin gece yarısı kütüphanesini andırdı. herkes çok sevmişti onu da ama ben eh işte demiştim. aynı şeyleri hissettim diyebilirim .
evet karakter kendini ve diğer karakterleri çok güzel anlatıyor ama sanki bir şeyler havada gibi. olay örgüsü yok da sanki hitominin günlüğünü okuyoruz. sonra hitomi aynı yerde çalıştığı takeo ya aşık oluyor. tabii takeo kadar ruhsuz ve düz birinden nasıl karşılık alırsa. yani take öyle görünüyor da çok bizden biri gibi. onun o donuk hallerini sevdim. karakterlerin her birinin hayata bakışı güzeldi ve tabii ki eskici dükkanı. çünkü ne kadar görsek de dikkatimizi çekse de oradaki eşyalara verilen anlamları bilemiyoruz. ayrıca orada çalışıyor da malzeme alıyor satıyor gibi hissetmek de güzeldi.
sadece çok havada bir 225 sayfaydı benim için. kafa dağıtmak, öylesine bir şeyler okumak için okunur.
ayrıca sanırım hiç japon edebiyatı okumadığımdan kaynaklı isimlere ilk başta adapte olmakta zorlandım resmen. belki de bu edebiyata daha çok şans vermeliyim.
devamını gör...
7.
sinek ısırıklarının müellifi
yine kalemine hayran kaldığım bir barış bıçakçı romanı. 2011'de yayınlanmış. ben iletişimin eski kapak olanından okudum. 166 sayfalık kısa ama dopdolu bir roman.
ankara'da toplu konutlarda yaşayan cemil. inşaat mühendisi. eşi nazlı. doktor. bir gün cemil'in mesleğini bırakıp her zaman çok sevdiği edebiyata yönlenerek yazdığı romani bir yayınevine göndermesi ve cevap beklerken geçen sürede olanları okuduğumuz bir roman. sade , basit bir dille yazılıp içinde ince detaylar barındırarak kahramanların var olduğu roman. cemil'in bu süreçte editörden gelecek cevabı beklemesi, yaşadığı toplu konutun gelişmesi ve kendisinin de bu gelişen ve betonlaşan hayata ayak uydurmaya çabalaması. eşi nazlıya olan aşkı (hatta daimi sevgisi) birbirleri ile olan ilişkileri, iletisimleri..
sanki romanın içindeyim ve arkadaşlarımın hayatlarına şahit oluyor gibi okudum. ama her bir cümlesinde de eridim. çünkü öyle bir kalem ki barış bıçakçı seni kanatmadan yaralamayı ve o yaraları sen anlamadan sarmayı da başarıyor. okuduğum her bir kitabında bir kez daha kendisine hayran oluyorum. bir kez daha iyi ki diyorum. ve sürekli okumayı ertelediğime de kızıyorum. çünkü belki de kendisinin en güzel kitabı bu. duygularımı anlatmak az kalacak o yüzden birkaç alıntı bırakmak istiyorum.
çoğu zaman her şey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir. bütün gün bir köşede kımıldamadan uyur. uyansın isteriz, ama yazık değil mi, uyusun isteriz. (syf5)
kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir.
oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur.
siz dalgaların arasında boğuşurken edebiyatçılar kıyıda güneşlenip matelerini yudumlarlar. (syf10)
kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz.(syf65)
bunca acıya rağmen hâlâ hayatta olduğumuza göre ya üçkâğıtçıyız ya da umudumuz var. ben kendimi üçkâğıtçı gibi hissediyorum. (syf76)
insan yalnızca bir beden olmayı kaldıramıyor. bu çok belli, diye düşündü cemil. halbuki yalnızca bedeniz ve bununla baş edemediğimiz için ruh diye bir şey icat etmişiz. doğrusu parlak bir fikir.
modern toplumda aşırı duygular yaşamak, hoş karşılanmayan, istenilmeyen bir sey. bunun için hekimlerimiz ve ilaçlarımız var. ne olursa olsun hayatın devam edebileceğini bize bildiren dostlarımız var.(syf128)
okuyup okutulmalı..
ankara'da toplu konutlarda yaşayan cemil. inşaat mühendisi. eşi nazlı. doktor. bir gün cemil'in mesleğini bırakıp her zaman çok sevdiği edebiyata yönlenerek yazdığı romani bir yayınevine göndermesi ve cevap beklerken geçen sürede olanları okuduğumuz bir roman. sade , basit bir dille yazılıp içinde ince detaylar barındırarak kahramanların var olduğu roman. cemil'in bu süreçte editörden gelecek cevabı beklemesi, yaşadığı toplu konutun gelişmesi ve kendisinin de bu gelişen ve betonlaşan hayata ayak uydurmaya çabalaması. eşi nazlıya olan aşkı (hatta daimi sevgisi) birbirleri ile olan ilişkileri, iletisimleri..
sanki romanın içindeyim ve arkadaşlarımın hayatlarına şahit oluyor gibi okudum. ama her bir cümlesinde de eridim. çünkü öyle bir kalem ki barış bıçakçı seni kanatmadan yaralamayı ve o yaraları sen anlamadan sarmayı da başarıyor. okuduğum her bir kitabında bir kez daha kendisine hayran oluyorum. bir kez daha iyi ki diyorum. ve sürekli okumayı ertelediğime de kızıyorum. çünkü belki de kendisinin en güzel kitabı bu. duygularımı anlatmak az kalacak o yüzden birkaç alıntı bırakmak istiyorum.
çoğu zaman her şey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir. bütün gün bir köşede kımıldamadan uyur. uyansın isteriz, ama yazık değil mi, uyusun isteriz. (syf5)
kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir.
oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur.
siz dalgaların arasında boğuşurken edebiyatçılar kıyıda güneşlenip matelerini yudumlarlar. (syf10)
kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz.(syf65)
bunca acıya rağmen hâlâ hayatta olduğumuza göre ya üçkâğıtçıyız ya da umudumuz var. ben kendimi üçkâğıtçı gibi hissediyorum. (syf76)
insan yalnızca bir beden olmayı kaldıramıyor. bu çok belli, diye düşündü cemil. halbuki yalnızca bedeniz ve bununla baş edemediğimiz için ruh diye bir şey icat etmişiz. doğrusu parlak bir fikir.
modern toplumda aşırı duygular yaşamak, hoş karşılanmayan, istenilmeyen bir sey. bunun için hekimlerimiz ve ilaçlarımız var. ne olursa olsun hayatın devam edebileceğini bize bildiren dostlarımız var.(syf128)
okuyup okutulmalı..
devamını gör...
8.
hakkari'de bir mevsim
okumakta neden bu kadar geç kaldım dediğim, beni derinden etkileyen muhteşem bir ferit edgü romanı. roman dediğime bakmayın yazım tarzı itibariyle bir tık romandan da farklı. bir çok dile çevrilmiş, dünyaca çok sevilmiş bir roman bu. bir öğretmenin hakkâri’de geçirdiği bir mevsimi anlatan roman. o kadar kitaplar hakkında yazarım ilk kez duygularım yüzünden nerden başlayıp nasıl yazacağımı bilemez bir haldeyim. bana bir çok duyguyu aynı anda yaşattı. eminim okuyan herkes aynı fikirdedir. çok uzatmadan anlatmaya çalışayım.
hakkâri’nin pirkanis köyüne sürülen* bir kazazede denizci. hem de öğretmen olarak gidiyor. ilk gidişinde bu dağ başında ne yapacağını düşünüyor. bir anahtar veriyorlar eline okulun anahtarı. sonra öğrencileri gösteriyorlar. ayaklarında ayakkabı bile olmayan o kar üstünde mosmor ayaklarla gezen öğrenciler. hiçbir şey yok. ne kağıt ne kalem ne defter.. böyle olmaz diyerek bu öğrencilerin hakkı olanı istemeye resmi kurumlara gidiyor merkeze. beklediği gibi elbette olmuyor. ilçe milli eğitimde uykulu memurlar ne dinliyor ne ilgileniyor. valiye gidiyor eh vali de daha üstlere bir şey gitmesin diye isteklerini hazırlayıp sıkı sıkı tembihliyor. resmi kurumları şikayet etme. sonra bir kitapci görüyor denizci. hiçbir şekilde dilini bilmediği bu yerde eski bir kitapci. adam süryani olduğunu söylüyor. denizciye birkaç kitap veriyor ve bir harita. denizci işlerini halledip dönüyor köye. önce bayrağı çekiyor göndere. sonra istiklal marşı okutuyor ve derse başlıyor. dilini bilmediği öğrencilerle anlaşmaya çalışıyor. kelimlerle, bazen resimle. köyde herkes biliyor onu hem de bir kazazede olarak. muhtar, oğlu, halit.. niceleri.
köyde en bilgili o. hastalıklara doktor gelmeyen köye o çare bulsun istiyorlar, ölüme çare bulsun.. nereden bulacak o dağ başında daha kendini bile bulamamışken. çocuklar bir bir ölürken, kızlar satılıp evlendirilirken.. nereden bulacak çareyi sadece bir kazazede iken. ve bir kış mevsimi orada geçiriyor. çabalayarak, öğrenmeye ve öğretmeye cabalayarak..
sonra sürgünü bitiyor. müfettişler gelip git istediğin yere diyorlar. daha kendini bulamamış, gidecek yeri var mı bilmeyen denizciye. çok şey öğretmişsin diyorlar. öğretmiş de. bulaşıcı hastalıkları, uzayı, dünyanın döndüğünü, yıldızları, yolları, dağları ovaları, başka şehirleri ve bir çok şeyi. dilini öğretiyor ve öğreniyor o bilmediği dili.
ve sobada pişen çayın yanında yediği otlu peyniri hiç unutamadığını da söylüyor.
ruhumun derinliklerine işledi bu kitap. çünkü bir öğretmen. hem öğrenmek hem öğretmek zorunda olan bir öğretmen. bir dağ başında, hiçbir imkanın olmadığı bir köyde öğretmen olmaya çalışan öğretmen...
ben belki de bir öğretmen olarak etkilendim. doğunun o zorlu koşullarında öğretmenlik yapmasam da bu mesleğin güzelliği ve zorluğu, sorumluluğu altında hisseden bir öğretmen olarak etkilendim. herkesin ayak altı ettiği, her maaş zammında öne sürdüğü, tatilini eleştirdiği, hiçbir şey olamazsam öğretmen olurum dediği ve öğretmen olamayanlarla dolu okulların olduğu meslek öğretmenlik. dışarıdan kolay görünüp içeriden insanı halden hale sokan mesleğim .
her şeyin eğitimle olduğu şu dünyada bir bireye bile dokunup hayatını değiştirmenin nasıl önemli olduğunu idrak ettiren mesleğim.
ferit edgü o kadar güzel anlatmış ki. bir insan olan, yabancılık çeken, kendini bulmaya çalışırken mesleği yapmaya çalışan bir öğretmeni. öyle içten hissettim ki. beni ağlatan tek kitap oldu kendisi. bir gün böyle bir köyde öğretmenlik yapsam ne yapardım dedirtti.
lütfen bu kitabı okuyun. okuyun ve okutturun.
yüreğimin derinlerine koydum. etkisi geçer mi , geçerse ne zamana geçer bilmediğim bir yerde hem de.
mükemmeldi..
kısa öz ve derinden...
hakkâri’nin pirkanis köyüne sürülen* bir kazazede denizci. hem de öğretmen olarak gidiyor. ilk gidişinde bu dağ başında ne yapacağını düşünüyor. bir anahtar veriyorlar eline okulun anahtarı. sonra öğrencileri gösteriyorlar. ayaklarında ayakkabı bile olmayan o kar üstünde mosmor ayaklarla gezen öğrenciler. hiçbir şey yok. ne kağıt ne kalem ne defter.. böyle olmaz diyerek bu öğrencilerin hakkı olanı istemeye resmi kurumlara gidiyor merkeze. beklediği gibi elbette olmuyor. ilçe milli eğitimde uykulu memurlar ne dinliyor ne ilgileniyor. valiye gidiyor eh vali de daha üstlere bir şey gitmesin diye isteklerini hazırlayıp sıkı sıkı tembihliyor. resmi kurumları şikayet etme. sonra bir kitapci görüyor denizci. hiçbir şekilde dilini bilmediği bu yerde eski bir kitapci. adam süryani olduğunu söylüyor. denizciye birkaç kitap veriyor ve bir harita. denizci işlerini halledip dönüyor köye. önce bayrağı çekiyor göndere. sonra istiklal marşı okutuyor ve derse başlıyor. dilini bilmediği öğrencilerle anlaşmaya çalışıyor. kelimlerle, bazen resimle. köyde herkes biliyor onu hem de bir kazazede olarak. muhtar, oğlu, halit.. niceleri.
köyde en bilgili o. hastalıklara doktor gelmeyen köye o çare bulsun istiyorlar, ölüme çare bulsun.. nereden bulacak o dağ başında daha kendini bile bulamamışken. çocuklar bir bir ölürken, kızlar satılıp evlendirilirken.. nereden bulacak çareyi sadece bir kazazede iken. ve bir kış mevsimi orada geçiriyor. çabalayarak, öğrenmeye ve öğretmeye cabalayarak..
sonra sürgünü bitiyor. müfettişler gelip git istediğin yere diyorlar. daha kendini bulamamış, gidecek yeri var mı bilmeyen denizciye. çok şey öğretmişsin diyorlar. öğretmiş de. bulaşıcı hastalıkları, uzayı, dünyanın döndüğünü, yıldızları, yolları, dağları ovaları, başka şehirleri ve bir çok şeyi. dilini öğretiyor ve öğreniyor o bilmediği dili.
ve sobada pişen çayın yanında yediği otlu peyniri hiç unutamadığını da söylüyor.
ruhumun derinliklerine işledi bu kitap. çünkü bir öğretmen. hem öğrenmek hem öğretmek zorunda olan bir öğretmen. bir dağ başında, hiçbir imkanın olmadığı bir köyde öğretmen olmaya çalışan öğretmen...
ben belki de bir öğretmen olarak etkilendim. doğunun o zorlu koşullarında öğretmenlik yapmasam da bu mesleğin güzelliği ve zorluğu, sorumluluğu altında hisseden bir öğretmen olarak etkilendim. herkesin ayak altı ettiği, her maaş zammında öne sürdüğü, tatilini eleştirdiği, hiçbir şey olamazsam öğretmen olurum dediği ve öğretmen olamayanlarla dolu okulların olduğu meslek öğretmenlik. dışarıdan kolay görünüp içeriden insanı halden hale sokan mesleğim .
her şeyin eğitimle olduğu şu dünyada bir bireye bile dokunup hayatını değiştirmenin nasıl önemli olduğunu idrak ettiren mesleğim.
ferit edgü o kadar güzel anlatmış ki. bir insan olan, yabancılık çeken, kendini bulmaya çalışırken mesleği yapmaya çalışan bir öğretmeni. öyle içten hissettim ki. beni ağlatan tek kitap oldu kendisi. bir gün böyle bir köyde öğretmenlik yapsam ne yapardım dedirtti.
lütfen bu kitabı okuyun. okuyun ve okutturun.
yüreğimin derinlerine koydum. etkisi geçer mi , geçerse ne zamana geçer bilmediğim bir yerde hem de.
mükemmeldi..
kısa öz ve derinden...
devamını gör...
9.
intihar dükkanı
tamam bitirmişken yazmasam olmaz. fransız
yazar jean teulé'un kaleme aldığı kitap 2011'de ilk baskısını almış. sel yayınlarından çıkan kitabın çevirmeni ise ismail yerguz
kitap intihar etmek insanlar için çeşitli intihar malzemeleri satan dükkanı anlatıyor aslında. asırlardır aynı mesleği yapan tuvache ailesinin son sahipleri mishima ve lucrèce 'insan üç çocuğu var. isimlerini ise intihar eden ünlülerden seçmişler. vincent (van gogh) marilyn (monroe) ve alan(turing). ama son çocukları olan alan ailenin diğer üyelerinden biraz farklı. hep hayata olumlu bakan, gülümseyen, iyi niyetli bir çocuk. aile ise böyle bir oğulları olduğu için pişman. diğer çocukları yeni intihar malzemeleri ve yöntemleri bulmaya çalışırken, kasvet dolularken alan hep renkli ve neşeli. işte bu ailenin bu dükkanı ayakta tutma çabası, içlerindeki sevgiyi ve aslında iyiliği keşfetme yolculuğunu okuyoruz.
o kadar farklı ki konu esasen. günlük hayatta tam tersi şekilde hayatımızı kolaylaştıracak ürün fikirleri ararken burda ölmeyi kolaylaştıracak fikirlerin olması okurken hem garip hissettiriyor hem de bu fikirlere hayran kalıyor. kitabın bu değişik konusu öyle çok çekiyor ki sizi içine benim gibi birkaç saatte okuyorsunuz. zaten 141 sayfadan oluşan ince de bir kitap. sonu beklemediğim bir şekilde bitti ve bende "yaaa" gibi böyle nazlı bir şaşırma edasi oluşturdu.
okuma rutininden çıkmış, uzun zamandır söyle içine çeken bir kitap olsa da okuyup tekrardan rutinime dönsem diyorsanız işte bu o kitaplardan biri. muhakkak şans verin çok tatlı bir kitap.
yazar jean teulé'un kaleme aldığı kitap 2011'de ilk baskısını almış. sel yayınlarından çıkan kitabın çevirmeni ise ismail yerguz
kitap intihar etmek insanlar için çeşitli intihar malzemeleri satan dükkanı anlatıyor aslında. asırlardır aynı mesleği yapan tuvache ailesinin son sahipleri mishima ve lucrèce 'insan üç çocuğu var. isimlerini ise intihar eden ünlülerden seçmişler. vincent (van gogh) marilyn (monroe) ve alan(turing). ama son çocukları olan alan ailenin diğer üyelerinden biraz farklı. hep hayata olumlu bakan, gülümseyen, iyi niyetli bir çocuk. aile ise böyle bir oğulları olduğu için pişman. diğer çocukları yeni intihar malzemeleri ve yöntemleri bulmaya çalışırken, kasvet dolularken alan hep renkli ve neşeli. işte bu ailenin bu dükkanı ayakta tutma çabası, içlerindeki sevgiyi ve aslında iyiliği keşfetme yolculuğunu okuyoruz.
o kadar farklı ki konu esasen. günlük hayatta tam tersi şekilde hayatımızı kolaylaştıracak ürün fikirleri ararken burda ölmeyi kolaylaştıracak fikirlerin olması okurken hem garip hissettiriyor hem de bu fikirlere hayran kalıyor. kitabın bu değişik konusu öyle çok çekiyor ki sizi içine benim gibi birkaç saatte okuyorsunuz. zaten 141 sayfadan oluşan ince de bir kitap. sonu beklemediğim bir şekilde bitti ve bende "yaaa" gibi böyle nazlı bir şaşırma edasi oluşturdu.
okuma rutininden çıkmış, uzun zamandır söyle içine çeken bir kitap olsa da okuyup tekrardan rutinime dönsem diyorsanız işte bu o kitaplardan biri. muhakkak şans verin çok tatlı bir kitap.
devamını gör...
10.
the judge from hell
2024 güney kore yapımı karanlık fantezi dizi.
başrollerinde pek sevdiğim park shin hye ve maşallahı olan jae young kim var.
konuya gelecek olursak cehennemde yargıç olan justita bir gün yanlış bir kararla iyi bir insani damgalayarak cehenneme gönderiyor. yaptığı bu hata yüzünden cezası ise bir yıl içinde cinayet işlemiş, hiç pişman olmayan, af dilememis ve kurbanların da asla affetmeyeceği 10 suçluyu öldürüp cehenneme göndermesi için dünyaya gitmesi. ve bunu da cehenneme yanlışlıkla gönderdiği dünyada yargıç olan kadının bedenine geçerek yapacak. işte olaylar böyle başlıyor. öldürmek için seçtiği kişiler gerçekten cani denen türden. ve onlara kurbanlarına yaşattıklarını yaşatarak ceza veriyor. en son üzerinde cehenna yazan bir damga ile damgalayip ruhlarını cehenneme gonderiyor. bir kişide yanılıyor bunun üzerine cezası 1 yılda 20 kişiye çıkıyor. bu süreçte bir yargıç olarak verdiği kararlar da cabası. suçluları kendisi öldürebilmek için serbest bırakıyor, mağdurun ailelerinden ve toplumdan aldığı yorumlar hoş olmasa da zamanla aşık olup da insanlasan bu iblis korenin en iyi yargıçlarından biri oluyor.
son bölümlerde gözlerimi doldurdu. çok güzel bir diziydi bence. son dönemlerde ne izlesem derken karşıma çıkan beni içine çeken bir dizi.
k-drama severlere duyurulur ^^
başrollerinde pek sevdiğim park shin hye ve maşallahı olan jae young kim var.
konuya gelecek olursak cehennemde yargıç olan justita bir gün yanlış bir kararla iyi bir insani damgalayarak cehenneme gönderiyor. yaptığı bu hata yüzünden cezası ise bir yıl içinde cinayet işlemiş, hiç pişman olmayan, af dilememis ve kurbanların da asla affetmeyeceği 10 suçluyu öldürüp cehenneme göndermesi için dünyaya gitmesi. ve bunu da cehenneme yanlışlıkla gönderdiği dünyada yargıç olan kadının bedenine geçerek yapacak. işte olaylar böyle başlıyor. öldürmek için seçtiği kişiler gerçekten cani denen türden. ve onlara kurbanlarına yaşattıklarını yaşatarak ceza veriyor. en son üzerinde cehenna yazan bir damga ile damgalayip ruhlarını cehenneme gonderiyor. bir kişide yanılıyor bunun üzerine cezası 1 yılda 20 kişiye çıkıyor. bu süreçte bir yargıç olarak verdiği kararlar da cabası. suçluları kendisi öldürebilmek için serbest bırakıyor, mağdurun ailelerinden ve toplumdan aldığı yorumlar hoş olmasa da zamanla aşık olup da insanlasan bu iblis korenin en iyi yargıçlarından biri oluyor.
son bölümlerde gözlerimi doldurdu. çok güzel bir diziydi bence. son dönemlerde ne izlesem derken karşıma çıkan beni içine çeken bir dizi.
k-drama severlere duyurulur ^^
devamını gör...
11.
babalar ve oğullar
taze bitirmişken birkaç şey yazmadan edemeyeceğim. öncelikle her okudugum klasikte sanki geç kalmışım hissini aşamıyorum ama bu akıcılıkta önde gelen klasikleşen 2-3 günde hatta günübirlik bile bitirilebilir. yine her zamanki gibi ne zaman yazılmış kim yazmış ne nedir demeden pata küte okumaya daldım. ve çok da sevdim. şimdi gelelim genel bilgilere ve düşüncelere.
kitap 1862 yılında basılmış. bundan bir yıl önce 1861'de rusya'da çok meşhur olan o toprak köleliğine ise son vermeye karar verilmiş. haliyle tam döneminde yazılan bu kitap çokça eleştiri de almış. ve bunlara dayanamayan yazar ivan turgenyev rusya'dan giderek hayatının geri kalanını avrupa'da geçirmiş. eh almış bu kadar eleştiri de neden. ismine bakınca kuşak çatışması hissiyatı veriyor demeyin. ben de dedim siz demeyin çünkü tam olarak o öyle değil.
her ne kadar babalar ve oğullar üzerinden ilerlese de karakterlerin temsil ettikleri şeyler var. kitabın bas karakteri gibi görünüp geride kalan arkadiy üniversite eğitimini bitirip kasabaya babasının evine dönerken yanına tip fakültesi öğrencisi bazarov'u da alıyor. hikayemiz böyle başlıyor. bazarov bir nihilist. hiçbir şeyin varlığına tam olarak inanmıyor. bilimi savunuyor ama orda bile hep sorgulayan tarafı var. daha modern daha yenilikçi kişiliği ile toplumdaki modernizeyi temsil ediyor. evde en çok arkadiy'in amcası pevel petroviç ile tartışıyor. çünkü pevel petroviç tam olarak gelenekselci. dinde de, toplumsal durumlarda da, yaşama karşı da. sürekli tartışıyor ama aslında fikirlerini savunuyorlar. arkadiy ise ikisine de yaranamayan ne denilirse inanan tam olarak toplumu temsil eden bir karakter. babası ise amcası gibi gelenekselci ama modernite de kafasını karıştıran orta bir karakter. bu sohbetler böyle devam ediyor. küstah, üstten bakan, kimseyi beğenmeyen bazarova ise sinir olmamak elde değil. bir gün şehre gidiyorlar orda birkaç partiye katılıp bir prensesin evine davet ediliyorlar. işte o zaman bazarov'u görüyoruz. çünkü aşık oluyor. aşka bile inanmayan bazarov tüm savunduklarını yutarcasına aşkının iddiasına düşüyor. karşılık alamadığı ama kendinde çoğu şeyi yıktığı aşkı.
demek ki aşk her şeyin üstünde bir duyguymuş.
çok akıcı ve güzel bir kitap babalar ve oğullar. anlattıkları ile yüz yıl geçse bile üstünden hala geçerliliğini koruyan düşüncelerle günümüzde okunuyor ve seviliyor. yazardan ilk kitabımdı. dilinin sadeliğini çok beğendim. anlattıklarını çok beğendim. klasikler içinde düşündürten ve kolay okunanlardan.
okuyacak olanlara şimdiden keyifli okumalar..
kitap 1862 yılında basılmış. bundan bir yıl önce 1861'de rusya'da çok meşhur olan o toprak köleliğine ise son vermeye karar verilmiş. haliyle tam döneminde yazılan bu kitap çokça eleştiri de almış. ve bunlara dayanamayan yazar ivan turgenyev rusya'dan giderek hayatının geri kalanını avrupa'da geçirmiş. eh almış bu kadar eleştiri de neden. ismine bakınca kuşak çatışması hissiyatı veriyor demeyin. ben de dedim siz demeyin çünkü tam olarak o öyle değil.
her ne kadar babalar ve oğullar üzerinden ilerlese de karakterlerin temsil ettikleri şeyler var. kitabın bas karakteri gibi görünüp geride kalan arkadiy üniversite eğitimini bitirip kasabaya babasının evine dönerken yanına tip fakültesi öğrencisi bazarov'u da alıyor. hikayemiz böyle başlıyor. bazarov bir nihilist. hiçbir şeyin varlığına tam olarak inanmıyor. bilimi savunuyor ama orda bile hep sorgulayan tarafı var. daha modern daha yenilikçi kişiliği ile toplumdaki modernizeyi temsil ediyor. evde en çok arkadiy'in amcası pevel petroviç ile tartışıyor. çünkü pevel petroviç tam olarak gelenekselci. dinde de, toplumsal durumlarda da, yaşama karşı da. sürekli tartışıyor ama aslında fikirlerini savunuyorlar. arkadiy ise ikisine de yaranamayan ne denilirse inanan tam olarak toplumu temsil eden bir karakter. babası ise amcası gibi gelenekselci ama modernite de kafasını karıştıran orta bir karakter. bu sohbetler böyle devam ediyor. küstah, üstten bakan, kimseyi beğenmeyen bazarova ise sinir olmamak elde değil. bir gün şehre gidiyorlar orda birkaç partiye katılıp bir prensesin evine davet ediliyorlar. işte o zaman bazarov'u görüyoruz. çünkü aşık oluyor. aşka bile inanmayan bazarov tüm savunduklarını yutarcasına aşkının iddiasına düşüyor. karşılık alamadığı ama kendinde çoğu şeyi yıktığı aşkı.
demek ki aşk her şeyin üstünde bir duyguymuş.
çok akıcı ve güzel bir kitap babalar ve oğullar. anlattıkları ile yüz yıl geçse bile üstünden hala geçerliliğini koruyan düşüncelerle günümüzde okunuyor ve seviliyor. yazardan ilk kitabımdı. dilinin sadeliğini çok beğendim. anlattıklarını çok beğendim. klasikler içinde düşündürten ve kolay okunanlardan.
okuyacak olanlara şimdiden keyifli okumalar..
devamını gör...
12.
the crowded room
türkçe adıyla kalabalık oda. (bkz: daniel kayes)'in 1981 tarihli the minds of billy milligan isimli kurgu olmayan romanından uyarlanan tv+ yapımı, yönetmenliğini akiva goldsman'ın yaptığı ve baş rollerde tom holland ve amanda seyfried'in olduğu 10 bölümlük mini dizi.
asla konusunu bilmeden sırf tom holland oynuyor diye izlemeye başladığım ama bitirdiğimde ise kendimi sanki bir boşluğa bırakmışım ama asla düşüşüm bilmiyormuş gibi hissettiğim beni bir süre etkisinde bırakan o dizi. nereden nasıl anlatsam bilemediğim türden. ve tabii ki gerçek hikaye olması da cabası.
baş karakterimiz danny sullivan henüz 16-17 yaşlarında olan annesi ve üvey babası ile yaşayan resim yapmayı çok seven bir çocuk. ıki yakın arkadaşa sahip. üvey babası ile de hiç anlaşamıyor. böyle başlayan dizide birden danny'i hapishanede görüyoruz. psikolog olan rya amanda seyfried kendisi ile görüşmeye başlıyor. bir üniversitede prof olmak isteyen rya ödemeler yapılmadığı için ilginç bir hastalık bulmaya çalışırken rastliyor danny'e. ılk başta çok normal görünen ve ne hastalığı olabilir ki dediğimiz danny'nin çoklu kişilik bozukluğuna sahip olduğunu anlıyoruz. hapishaneye ise silahlı saldırı yüzünden girmiş. o gün yaşanan olaylardan başlayıp tüm hayatını anlattıkça düğümler de tek tek çözülüyor. davaya hazırlanan danny önce yaşadıkları sonra hastalığı ile yüzleşiyor. gerçek hayat hikayesi olduğundan dediklerim sanırım çok da spoiler olmayacaktır. danny dava sonucunda jüri tarafından suçsuz bulunup akıl hastanesine yatırılıyor. o dönemde çoklu kişilik bozukluğu hastalığına inanılmıyor, rya'nın uydurduğu düşünülüyor. ama dava sürecine kafan danny'nin yaşadıkları ve tom holland 'ın o mükemmel oyunculuğu, amanda seyfried 'in karakterinin dönüşümü... beni benden aldı diyebilirim. en acı kısmı da çoklu kişilik bozukluğuna çocukken yaşanan ağır bir tramvanın sebep olduğu ve bunun da genelde cansel istismar yüzünden olduğunu öğreniyoruz. ve o zaman işte anlıyoruz neden danny o kişilikleri yarattı. kalbi ve ruhu gibi aklı da zihni de parçalandı. neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmeyen danny'nin annesi ise çocukluğundan beri bunu bilse de ses etmedi. bir kurtarıcı ve ese ihtiyacı vardı çünkü.. suçlu mu suçsuz mu tartışılır desem de aslında suçlu görüyorum anneyi. kendi halinde sessiz sakin olan danny yarattığı karakterler yüzünden ileride hem uyuşturucu batağına giriyor, hem tecavüze uğruyor, hem silah kaçırıyor, adam yaralıyor daha bir sürü suça bulaşıyor. insanın içini yıpratan bir dizi.
genelde terapi yaptıkları odada diyaloglar üzerinden ilerleyen bir dizi eğer ki biraz olsun durağının seviyorsanız seveceksiniz. ve kesinlikle tom holland 'in oyunculuğu izlemeye değer.
gereksiz bir edit: gecen gün fallout oyununda karakterlerden birinin adının danny sullivan olduğunu görünce yaşadığım şok ise sanırım hayatımda bir daha yaşayamayacağım turdendi. neden vardı çözemedim ama olsun.
asla konusunu bilmeden sırf tom holland oynuyor diye izlemeye başladığım ama bitirdiğimde ise kendimi sanki bir boşluğa bırakmışım ama asla düşüşüm bilmiyormuş gibi hissettiğim beni bir süre etkisinde bırakan o dizi. nereden nasıl anlatsam bilemediğim türden. ve tabii ki gerçek hikaye olması da cabası.
baş karakterimiz danny sullivan henüz 16-17 yaşlarında olan annesi ve üvey babası ile yaşayan resim yapmayı çok seven bir çocuk. ıki yakın arkadaşa sahip. üvey babası ile de hiç anlaşamıyor. böyle başlayan dizide birden danny'i hapishanede görüyoruz. psikolog olan rya amanda seyfried kendisi ile görüşmeye başlıyor. bir üniversitede prof olmak isteyen rya ödemeler yapılmadığı için ilginç bir hastalık bulmaya çalışırken rastliyor danny'e. ılk başta çok normal görünen ve ne hastalığı olabilir ki dediğimiz danny'nin çoklu kişilik bozukluğuna sahip olduğunu anlıyoruz. hapishaneye ise silahlı saldırı yüzünden girmiş. o gün yaşanan olaylardan başlayıp tüm hayatını anlattıkça düğümler de tek tek çözülüyor. davaya hazırlanan danny önce yaşadıkları sonra hastalığı ile yüzleşiyor. gerçek hayat hikayesi olduğundan dediklerim sanırım çok da spoiler olmayacaktır. danny dava sonucunda jüri tarafından suçsuz bulunup akıl hastanesine yatırılıyor. o dönemde çoklu kişilik bozukluğu hastalığına inanılmıyor, rya'nın uydurduğu düşünülüyor. ama dava sürecine kafan danny'nin yaşadıkları ve tom holland 'ın o mükemmel oyunculuğu, amanda seyfried 'in karakterinin dönüşümü... beni benden aldı diyebilirim. en acı kısmı da çoklu kişilik bozukluğuna çocukken yaşanan ağır bir tramvanın sebep olduğu ve bunun da genelde cansel istismar yüzünden olduğunu öğreniyoruz. ve o zaman işte anlıyoruz neden danny o kişilikleri yarattı. kalbi ve ruhu gibi aklı da zihni de parçalandı. neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmeyen danny'nin annesi ise çocukluğundan beri bunu bilse de ses etmedi. bir kurtarıcı ve ese ihtiyacı vardı çünkü.. suçlu mu suçsuz mu tartışılır desem de aslında suçlu görüyorum anneyi. kendi halinde sessiz sakin olan danny yarattığı karakterler yüzünden ileride hem uyuşturucu batağına giriyor, hem tecavüze uğruyor, hem silah kaçırıyor, adam yaralıyor daha bir sürü suça bulaşıyor. insanın içini yıpratan bir dizi.
genelde terapi yaptıkları odada diyaloglar üzerinden ilerleyen bir dizi eğer ki biraz olsun durağının seviyorsanız seveceksiniz. ve kesinlikle tom holland 'in oyunculuğu izlemeye değer.
gereksiz bir edit: gecen gün fallout oyununda karakterlerden birinin adının danny sullivan olduğunu görünce yaşadığım şok ise sanırım hayatımda bir daha yaşayamayacağım turdendi. neden vardı çözemedim ama olsun.
devamını gör...
13.
eşekli kütüphaneci
fakir baykurt'un berlin'deki hastane yatağında ölmeden önce üzerinde çalıştığı kitap. nevşehir'in ürgüp ilçesinde yaşayan mustafa güzelgöz'ün yaşanmış hikayesini anlatıyor.
ürgüp kaymakamının futbol takımındaki gençleri çalıştırması için ürgüpte kalmasını istediği mustafa güzelgöz'e kütüphane memurluğu vermesi ile başlayan hikaye. herkes gibi insanların kütüphanelere gelmesini beklemeyen , insanlara kitap götürmek isteyen bir kütüphaneci. nasıl yapacağını düşünürken kaymakamlar, belediye başkanları, ankara istanbul gezerek çözüm arayan, önüne hep taş da koysalar o taşları kaldırıp yolunda yürüyen , halk okursa gelişir, halk okursa her şey yapılır diyen mustafa güzelgöz'ün en son bulduğu eşeklerle kitap taşıma fikrini bunun neler yaptığını anlatan kitap. durun daha güzel özetleyeyim. mübadele sırasında yaşadıkları ürgüp'ten yunanistan'a dönmek zorunda olan yaşlılarımızdan birinin torunu dimitros. anneannesi o kadar çok anlatıyor ki ürgüp'ü gidip görmek, toprağından ve suyundan yunanistan'a götürmek , hep duyduğu mantıdan, yoğurttan ve pekmezden yemek için yola düşüyor. sorup soruştururken onu aziz babaya götürüyorlar. baba dediysem aldanmayın henüz 30larında anca bir adam. antika dükkanı var. alıp dimitros'u evlerine götürüyor ve işte hikaye burda başlıyor. meşhur esekli kütüphanecinin hikayesi. aziz'in babası mustafa güzelgöz. hikayesini dimitros'a anlatmaya başlıyor, dimitros da tek tek not alıyor. hem hayalinde bu kütüphaneyi canlandırıyor hem heyecanla dinliyor. bizim vefakar mustafa guzelgöz insanlar okusun diye elinden geleni yapıyor. kadınlar okusun diye çabalıyor. kapatılan halkodalarını kütüphane yapmak için uğraşıyor kitap bulmak için uğraşıyor. çünkü halk okursa gelişir. halk okursa cahillik biter. halk okursa şehir kalkınır. sevdiriyor da okutmayı ama bir şikayet ve müfettişle emekli oluyor. halk sorgulamayı hala öğrenememiş, karşı çıkmayı bilmiyor. artık kütüphane ve kitap gelmeyecek neden demiyor, tekrardan istemiyor kabul ediyor. ve sonraki memur 'gelen gelir ben zorla getiremem' diyip masasında oturuyor. amerika'da bile adını duyurmuş eşekli kütüphaneci ise verdiği emekle halka olan hizmeti ile hep akıllarda kalıyor.
türkiye gerçeklerini çok güzel anlatmış bir kitap. kitaba olan uzaklığı, insanın bıkkınlık ve vurdumduymazlığını, elini taşın altına koyanın elinin nasıl ezildiğini...
seni iyi ki tanıdım mustafa güzelgöz. senin gibi insanların bir tane bile olsa var olduğunu bilmek ne mutlu bir şey. okumaya, kitaba verdiğin önemi okumak.. keşke herkes bu kadar önem verse.
belki size bir şey katmaz ama bazı gözümüzü kapattığımız gerçekleri gösterir.
ürgüp kaymakamının futbol takımındaki gençleri çalıştırması için ürgüpte kalmasını istediği mustafa güzelgöz'e kütüphane memurluğu vermesi ile başlayan hikaye. herkes gibi insanların kütüphanelere gelmesini beklemeyen , insanlara kitap götürmek isteyen bir kütüphaneci. nasıl yapacağını düşünürken kaymakamlar, belediye başkanları, ankara istanbul gezerek çözüm arayan, önüne hep taş da koysalar o taşları kaldırıp yolunda yürüyen , halk okursa gelişir, halk okursa her şey yapılır diyen mustafa güzelgöz'ün en son bulduğu eşeklerle kitap taşıma fikrini bunun neler yaptığını anlatan kitap. durun daha güzel özetleyeyim. mübadele sırasında yaşadıkları ürgüp'ten yunanistan'a dönmek zorunda olan yaşlılarımızdan birinin torunu dimitros. anneannesi o kadar çok anlatıyor ki ürgüp'ü gidip görmek, toprağından ve suyundan yunanistan'a götürmek , hep duyduğu mantıdan, yoğurttan ve pekmezden yemek için yola düşüyor. sorup soruştururken onu aziz babaya götürüyorlar. baba dediysem aldanmayın henüz 30larında anca bir adam. antika dükkanı var. alıp dimitros'u evlerine götürüyor ve işte hikaye burda başlıyor. meşhur esekli kütüphanecinin hikayesi. aziz'in babası mustafa güzelgöz. hikayesini dimitros'a anlatmaya başlıyor, dimitros da tek tek not alıyor. hem hayalinde bu kütüphaneyi canlandırıyor hem heyecanla dinliyor. bizim vefakar mustafa guzelgöz insanlar okusun diye elinden geleni yapıyor. kadınlar okusun diye çabalıyor. kapatılan halkodalarını kütüphane yapmak için uğraşıyor kitap bulmak için uğraşıyor. çünkü halk okursa gelişir. halk okursa cahillik biter. halk okursa şehir kalkınır. sevdiriyor da okutmayı ama bir şikayet ve müfettişle emekli oluyor. halk sorgulamayı hala öğrenememiş, karşı çıkmayı bilmiyor. artık kütüphane ve kitap gelmeyecek neden demiyor, tekrardan istemiyor kabul ediyor. ve sonraki memur 'gelen gelir ben zorla getiremem' diyip masasında oturuyor. amerika'da bile adını duyurmuş eşekli kütüphaneci ise verdiği emekle halka olan hizmeti ile hep akıllarda kalıyor.
türkiye gerçeklerini çok güzel anlatmış bir kitap. kitaba olan uzaklığı, insanın bıkkınlık ve vurdumduymazlığını, elini taşın altına koyanın elinin nasıl ezildiğini...
seni iyi ki tanıdım mustafa güzelgöz. senin gibi insanların bir tane bile olsa var olduğunu bilmek ne mutlu bir şey. okumaya, kitaba verdiğin önemi okumak.. keşke herkes bu kadar önem verse.
belki size bir şey katmaz ama bazı gözümüzü kapattığımız gerçekleri gösterir.
devamını gör...
14.
the brand new testament
az önce 2015 yapımı olan film versiyonunu izledim. bu da nasıl bir tanım oldu bilmiyorum baktım kategorize edilmemiş napayım*
komedi aile kategorisinde önümüze ilk gelen filmi açtık. komik sayılırdı ama bir komedi değildi kesinlikle . durağan bir akışı vardı ama işlenilen konu bakımından izletti. neyse karmaşık bir tanım yazmadan önce filmden bahsedeyim.
tanrı, kızı ea ve karısı ile birlikte belçikada 3+1 bir apartman dairesinde yaşar. kendisini evreni ve evrendeki her şeyi yarattığı bilgisayarının olduğu odaya kapatmıştır. sanılanın aksine aksi, kaba, kırıcı bir babadır. karısını konuşturmaz kızına ise hep kızar. dünya ve insanlar onun oyuncaklarıdır. kaos yaratmaktan keyif alır. bir gün kızı odasına girip de insanlara ölecekleri tarihi bildiren bir mesaj atıp aynı abisi isa'nın kaçtığı gibi çamaşır makinesinden kaçar. amacı abisinin 12 tane havarisine 6 tane daha ekleyip annesinin en sevdiği sayı olan 18i tamamlamaktir. rastgele seçtiği bu 6 insanı bulup yeni bir ahit yazar. bu sırada tanrı da kızının peşinden dünyaya gitmiş ama dönüş yolu kapalı olduğundan ve insanların onu evsiz bir dilenci sandığından ülkeden sürgün edilir. olum günlerini bilen insanlar ise artık buna göre yaşamakta herkes denizde ölmek istemektedir. eh sonunda evde kimsenin olmayışını fırsat bilen tanrıça o meşhur bilgisayarın başına geçer ve her şeyi sıfırlar. işte tam bir kadının elini değdirir dünyaya. cicek açar her yer.
aslında bakılırsa ilk izlemeye başladığımda bana yıllar önce okuduğum tanrının ağzından evrenin hikayesi kitabını hatırlattı. orda da tanrının evreni nasıl oluşturduğu ve dinsel tüm olaylar bir insan gibi olan tanrının ağzından anlatılıyordu. bu film kitaptan mi esinlendi bilmem ama pek tabii kitap gibi de değildi. daha absürt sayılabiliyor olsa da içinde ince nüanslar olduğu da kesindi.
eh çok sevdim diyemem. ama zaman geçirmek için izlenir derim.
komedi aile kategorisinde önümüze ilk gelen filmi açtık. komik sayılırdı ama bir komedi değildi kesinlikle . durağan bir akışı vardı ama işlenilen konu bakımından izletti. neyse karmaşık bir tanım yazmadan önce filmden bahsedeyim.
tanrı, kızı ea ve karısı ile birlikte belçikada 3+1 bir apartman dairesinde yaşar. kendisini evreni ve evrendeki her şeyi yarattığı bilgisayarının olduğu odaya kapatmıştır. sanılanın aksine aksi, kaba, kırıcı bir babadır. karısını konuşturmaz kızına ise hep kızar. dünya ve insanlar onun oyuncaklarıdır. kaos yaratmaktan keyif alır. bir gün kızı odasına girip de insanlara ölecekleri tarihi bildiren bir mesaj atıp aynı abisi isa'nın kaçtığı gibi çamaşır makinesinden kaçar. amacı abisinin 12 tane havarisine 6 tane daha ekleyip annesinin en sevdiği sayı olan 18i tamamlamaktir. rastgele seçtiği bu 6 insanı bulup yeni bir ahit yazar. bu sırada tanrı da kızının peşinden dünyaya gitmiş ama dönüş yolu kapalı olduğundan ve insanların onu evsiz bir dilenci sandığından ülkeden sürgün edilir. olum günlerini bilen insanlar ise artık buna göre yaşamakta herkes denizde ölmek istemektedir. eh sonunda evde kimsenin olmayışını fırsat bilen tanrıça o meşhur bilgisayarın başına geçer ve her şeyi sıfırlar. işte tam bir kadının elini değdirir dünyaya. cicek açar her yer.
aslında bakılırsa ilk izlemeye başladığımda bana yıllar önce okuduğum tanrının ağzından evrenin hikayesi kitabını hatırlattı. orda da tanrının evreni nasıl oluşturduğu ve dinsel tüm olaylar bir insan gibi olan tanrının ağzından anlatılıyordu. bu film kitaptan mi esinlendi bilmem ama pek tabii kitap gibi de değildi. daha absürt sayılabiliyor olsa da içinde ince nüanslar olduğu da kesindi.
eh çok sevdim diyemem. ama zaman geçirmek için izlenir derim.
devamını gör...
15.
lanetli tavşan
k-dramaları çok seven biri olarak hiç kore edebiyatı okumuş muydum bilemiyorum. o sebeple bu kitabı kendim için ilk sayıyorum.
lanetli tavşan bora chung'un kaleme aldığı bir öykü kitabı. kitap 10 öyküden oluşuyor ve adını da ilk öyküden alıyor. kitap aynı zamanda 2022 uluslararası booker ödül adayı da olmuş.
bu zamana kadar bir çok öykü kitabı okumuş biri olarak hiç bu kadar beni içine çeken, bu kadar farklı bir tarzda öykü okumamıştım. öykülerin kurgular o kadar farklı ki her defasında bana nasıl aklına gelmiş dedirtti. her birini soluksuz okudum diyebilirim. diğer öyküler de aslında kitabın hakkını vermiş. bir lanetli eşyanın sadece sahibini lanetlemesi gerekirken herkesi lanetlemesi ile başlayan öyküler tuvaletteki kişisel her türlü atığı ile oluşan kafa ve hayvan gibi büyütülmüş bir çocuğun savaşçı olması, kesince vücudundan altın akan çocukla devam ediyor. konular birbirinden farklı olsa da her biri birer laneti taşıyor gibi.
okurken çok keyif aldım. bu korelilerin her türlü işte kafalarının absürt çalıştığını da tekrardan görmüş oldum. gel de sevme şimdi *
eh popüler kitaplar arasında diye almamazlik etmeyiniz. kesinlikle okuyup şans veriniz. öykü sevenlere duyurulur. keyifli okumalar şimdiden herkese
lanetli tavşan bora chung'un kaleme aldığı bir öykü kitabı. kitap 10 öyküden oluşuyor ve adını da ilk öyküden alıyor. kitap aynı zamanda 2022 uluslararası booker ödül adayı da olmuş.
bu zamana kadar bir çok öykü kitabı okumuş biri olarak hiç bu kadar beni içine çeken, bu kadar farklı bir tarzda öykü okumamıştım. öykülerin kurgular o kadar farklı ki her defasında bana nasıl aklına gelmiş dedirtti. her birini soluksuz okudum diyebilirim. diğer öyküler de aslında kitabın hakkını vermiş. bir lanetli eşyanın sadece sahibini lanetlemesi gerekirken herkesi lanetlemesi ile başlayan öyküler tuvaletteki kişisel her türlü atığı ile oluşan kafa ve hayvan gibi büyütülmüş bir çocuğun savaşçı olması, kesince vücudundan altın akan çocukla devam ediyor. konular birbirinden farklı olsa da her biri birer laneti taşıyor gibi.
okurken çok keyif aldım. bu korelilerin her türlü işte kafalarının absürt çalıştığını da tekrardan görmüş oldum. gel de sevme şimdi *
eh popüler kitaplar arasında diye almamazlik etmeyiniz. kesinlikle okuyup şans veriniz. öykü sevenlere duyurulur. keyifli okumalar şimdiden herkese
devamını gör...
16.
only murders in the building
4. sezonun geldiğini görünce heyecanla açtığım ama sadece 2 bölüm yayınlandığını görünce nasıl bekleyeceğim diye hayıflandığım çok keyif aldığım dizi.
o zaman azıcık bahsedelim.
bir binada komşu olan eski bir polisiye dizi oyuncusu (bkz: steve martin), bir tiyatro yönetmeni (bkz: martin short) ve teyzesinin dairesinde geçici olarak kalan işsiz bir sanatçı kızımız* (bkz: selena gomez). bir akşam binada elektrik kesintisi sebebiyle binanın boşaltılması ile lobide otururken aynı podcasti dinlediklerini fark edip birlikle dinlemeye başlarlar. bu bir cinayet çözme podcastidir. ve öğrenirler ki binadaki bir komşuları ölmüştür. bunu araştırmaya olan merakları kendi podcastlerini yapmaya ve birlikte cinayet çözmeye onları iter. ve işte sadece binadaki katiller podcasti de böylelikle başlar. her sezonda bir cinayet çözüyorlar ve her sezon sonunda da bununla bağlantılı başka bir cinayet çıkıyor aslında.
hem çok eğlenceli hem de cinayet çözerken izledikleri yollar vs kesinlikle diziye bağlanmayı sağlıyor. ve bence selena'yı izlemek de keyifli ve diğer ikiliyi de.
kesinlikle şans verilesi, vakit geçirmelik güzel dizi.
en iyi yanı da bölümlerin 35-38 dk arası oluşu.
o zaman azıcık bahsedelim.
bir binada komşu olan eski bir polisiye dizi oyuncusu (bkz: steve martin), bir tiyatro yönetmeni (bkz: martin short) ve teyzesinin dairesinde geçici olarak kalan işsiz bir sanatçı kızımız* (bkz: selena gomez). bir akşam binada elektrik kesintisi sebebiyle binanın boşaltılması ile lobide otururken aynı podcasti dinlediklerini fark edip birlikle dinlemeye başlarlar. bu bir cinayet çözme podcastidir. ve öğrenirler ki binadaki bir komşuları ölmüştür. bunu araştırmaya olan merakları kendi podcastlerini yapmaya ve birlikte cinayet çözmeye onları iter. ve işte sadece binadaki katiller podcasti de böylelikle başlar. her sezonda bir cinayet çözüyorlar ve her sezon sonunda da bununla bağlantılı başka bir cinayet çıkıyor aslında.
hem çok eğlenceli hem de cinayet çözerken izledikleri yollar vs kesinlikle diziye bağlanmayı sağlıyor. ve bence selena'yı izlemek de keyifli ve diğer ikiliyi de.
kesinlikle şans verilesi, vakit geçirmelik güzel dizi.
en iyi yanı da bölümlerin 35-38 dk arası oluşu.
devamını gör...
17.
evil
4. sezonunu da izledikten sonra sanırım artık hakkında konuşabilirim.
rahip olmak isteyen bir siyahi ve günahkar, bilimle uğraşmayı seven inançsız bir müslüman ve hiç inanmayan bir psikolog. bir kilise için değerlendiricilik yapıyorlar. yani bir insanın gösterdiği davranışsal bozukluklar şeytani bir durum kaynaklı mi yoksa psikolojik mi diye bakıyorlar.
inancı kuvvetli rahip adayımız bu süreçte rahip olmaya çalışıyor ve çoğu olaya ilk olarak dini açıdan bakıyor. tamamen inançsız ve din olaylarına karşı olan psikologumuz ise net yargılarını zamanla kırıyor. her şeye fiziksel açıdan bakıp bilimsel bir alt metin arayan beyimiz ise bazen bazı şeylerin bilimle açıklanamayacagını da kabul ediyor.
dizinin olayları durağan akması, diyaloglar ,sorgulamalar, fikir alışverişleri vs olması sıkıcılıktan çok akıcılık sağlıyor bence.
tabii şeytana kendini satmış bir diğer psikolog ama ezik beyimizi de unutmamak lazım. sırf amacı dünyanın sonunu getirmek olup bunu da bizim psikolog kadın ve çocukları ile sağlamaya çalışması ise çabası. haa çocuk demişken 4 tane geveze kiz çoğu zaman diyalogları ile başımızı ağrıtsa da ergenleri ve ergenlerin düşünme tarzını, teknolojiyi kullanımını vs iyi anlatıyor.
diziyi izlerken tek delirdiğim yan ise kızların annelerinin isini bilip, başlarındaki çoğu tehlikeden haberleri olmasına rağmen saçma sapan işler yapıp yapıp annelerinden gizlemeleri. dişlerimi çoğu yerde sıktım doğrudur.
velhasıl kelam daha durağan ama bu durağanlıkta akıcı olan az da içinde doğaüstü şeyler olsun istenilen muhteşör bir dizi.
rahip olmak isteyen bir siyahi ve günahkar, bilimle uğraşmayı seven inançsız bir müslüman ve hiç inanmayan bir psikolog. bir kilise için değerlendiricilik yapıyorlar. yani bir insanın gösterdiği davranışsal bozukluklar şeytani bir durum kaynaklı mi yoksa psikolojik mi diye bakıyorlar.
inancı kuvvetli rahip adayımız bu süreçte rahip olmaya çalışıyor ve çoğu olaya ilk olarak dini açıdan bakıyor. tamamen inançsız ve din olaylarına karşı olan psikologumuz ise net yargılarını zamanla kırıyor. her şeye fiziksel açıdan bakıp bilimsel bir alt metin arayan beyimiz ise bazen bazı şeylerin bilimle açıklanamayacagını da kabul ediyor.
dizinin olayları durağan akması, diyaloglar ,sorgulamalar, fikir alışverişleri vs olması sıkıcılıktan çok akıcılık sağlıyor bence.
tabii şeytana kendini satmış bir diğer psikolog ama ezik beyimizi de unutmamak lazım. sırf amacı dünyanın sonunu getirmek olup bunu da bizim psikolog kadın ve çocukları ile sağlamaya çalışması ise çabası. haa çocuk demişken 4 tane geveze kiz çoğu zaman diyalogları ile başımızı ağrıtsa da ergenleri ve ergenlerin düşünme tarzını, teknolojiyi kullanımını vs iyi anlatıyor.
diziyi izlerken tek delirdiğim yan ise kızların annelerinin isini bilip, başlarındaki çoğu tehlikeden haberleri olmasına rağmen saçma sapan işler yapıp yapıp annelerinden gizlemeleri. dişlerimi çoğu yerde sıktım doğrudur.
velhasıl kelam daha durağan ama bu durağanlıkta akıcı olan az da içinde doğaüstü şeyler olsun istenilen muhteşör bir dizi.
devamını gör...
18.
düğüm
dün gece artık yapacak bir şey ve izleyecek akıcı bir dizi de bulamayınca amazon prime video'da gezinirken denk geldim. geçenlerde de ibrahim selim ile bu gece'yi izlerken başrolümüz bergüzar korel vardı bu diziyi bayağı anlamışlardı falan bakayım dedim. neyse bu kısımları çok uzatmadan diziye gelmek istiyorum.
dizi 8 bölümden oluşan bir dram/gerilim dizisi. başrolümüz bergüzar hanım dizide gözü kara bir program sunucusunu canlandırıyor. biraz müge anlı biraz esra erol vibe veren bir karakter. mafya babalarına bile kafa tutuyor, kimseden korkmuyor ve sadece gerçeği araştırıyor. ama işbu ki hayat bir gün onu da zorlu bir sınava sokuyor. senelerce sorguladıgı, katilleri bulduğu programında bir gün kendi canı da yanıyor. gencecik bir kızın ölümü kendi ailesini dağıtıyor. hem gerçekleri ortaya çıkarmaya hem de saklamaya çalışıyor.
kendisinin oyunculuğunu genel anlamda çok sevmesem de bu diziye cuk olmuş diyebilirim. bir de her bölümde şüpheleri bir başkasının üzerine çekmeyi bir nebze başardılar. ne kadar bazı şeyler tahmin edilir seviyede olsa da konusu da gidişatı da güzel bir diziydi. şans verilesi bir türk dizisi.
dizi 8 bölümden oluşan bir dram/gerilim dizisi. başrolümüz bergüzar hanım dizide gözü kara bir program sunucusunu canlandırıyor. biraz müge anlı biraz esra erol vibe veren bir karakter. mafya babalarına bile kafa tutuyor, kimseden korkmuyor ve sadece gerçeği araştırıyor. ama işbu ki hayat bir gün onu da zorlu bir sınava sokuyor. senelerce sorguladıgı, katilleri bulduğu programında bir gün kendi canı da yanıyor. gencecik bir kızın ölümü kendi ailesini dağıtıyor. hem gerçekleri ortaya çıkarmaya hem de saklamaya çalışıyor.
kendisinin oyunculuğunu genel anlamda çok sevmesem de bu diziye cuk olmuş diyebilirim. bir de her bölümde şüpheleri bir başkasının üzerine çekmeyi bir nebze başardılar. ne kadar bazı şeyler tahmin edilir seviyede olsa da konusu da gidişatı da güzel bir diziydi. şans verilesi bir türk dizisi.
devamını gör...
19.
sergüzeşt
samipaşazade sezai'nin 1892'de yayımladığı roman. edebiyatımızda ilk realist romanolarak yer alır ve aslında romantizmden realizme de geçişin bir simgesi gibidir. kelime anlamı "macera" olan sergüzeşt daha 9 yaşındayken esir düşmüş bir kızın (adını bir başkasının verdiği dilber'in) öyküsünü anlatır aslında. esir verildiği evlerde gördüğü muameleler, daha küçücük yaşında anne babasından ayrı yabancı bir yerde yaşama tutunmaya çalışır dilber. hor görülür, aşağılanır ama en önce de gözden o çıkarılır. tabii sonraları gittiği bir evde aşık olur, aşkı tadar. esir olduğu için de layık görülmez. ülke değiştirir elden ele esir olmaya devam eder. insanın içini acıtan da bir eser aslında sergüzeşt. okurken çoğu yerde empati yapabilip de yüreğimin ağrıması da sanırım realist bir eser olduğu gerçeğindendi.
doğruluğundan emin olmamakla birlikte samipaşazade sezai'nin annesinin de bir esir olmasından kaynaklı bu kadar realistik bir şekilde yazdığı, eleştirdiği de söylenir.
lise döneminde okuduktan sonra şehrimizdeki kitap kulübü arkadaşlarımızla da birlikte tahlil edince daha çok yer etti bende. okuyunuz efenim edebiyatımızın güzel eserlerinden..
doğruluğundan emin olmamakla birlikte samipaşazade sezai'nin annesinin de bir esir olmasından kaynaklı bu kadar realistik bir şekilde yazdığı, eleştirdiği de söylenir.
lise döneminde okuduktan sonra şehrimizdeki kitap kulübü arkadaşlarımızla da birlikte tahlil edince daha çok yer etti bende. okuyunuz efenim edebiyatımızın güzel eserlerinden..
devamını gör...
20.
hamlet
(bkz: shakespeare)'ın okuduğum ilk eseri (bkz: hamlet). ilk olarak bunu mu okumalıydım bilmiyordum, kitaplığımda yalnızca hamlet vardı. bu gereksiz detaydan sonra birazcık konuya ve düşüncelere geçebilirim diye düşünüyorum.
(bkz: hamlet) shakespeare denince akla gelen ilk eserlerdendir belki de. bu tiyatro metni danimarka'da geçiyor. hamlet'in babasının ölümü ve hemen ardından annesi ile amcasının evlenmesi üzerine bir gece mezarlıkta babasının hayallerini görmesi ve gerçekleri öğrenmesi ile amcasından aldığı intikamı konu alıyor.
ben (bkz: hasan ali yücel klasikleri)serisinden okudum. çeviri çok güzeldi evet ama o kadar şiirsel bir dile sahip ki. çoğu yeri çok beğensem de çoğu yeri anlamakta hatta anlamlandırmakta zorlandım. bu edebi dili de sanıyorum shakespeare'dan başkası böyle güzel kullanamazdı. konu trajik ve çarpıcı, aşk, entrika, sadakat ve güven problemi, delilik.. hepsi bir aradaydı. okuduktan sonra shakespeare okumak için yeterli olmadığımı fark ettim ama bir yandan da kendimi onu okumaktan alıkoyamayacağımı. oyununu izlemeyi de okuduktan sonra çok istedim. umarım bir gün bu şansı yakalarım.
zor akıyor gibi gelse de sevmemek elde değil ki bu metinleri.
(bkz: hamlet) shakespeare denince akla gelen ilk eserlerdendir belki de. bu tiyatro metni danimarka'da geçiyor. hamlet'in babasının ölümü ve hemen ardından annesi ile amcasının evlenmesi üzerine bir gece mezarlıkta babasının hayallerini görmesi ve gerçekleri öğrenmesi ile amcasından aldığı intikamı konu alıyor.
ben (bkz: hasan ali yücel klasikleri)serisinden okudum. çeviri çok güzeldi evet ama o kadar şiirsel bir dile sahip ki. çoğu yeri çok beğensem de çoğu yeri anlamakta hatta anlamlandırmakta zorlandım. bu edebi dili de sanıyorum shakespeare'dan başkası böyle güzel kullanamazdı. konu trajik ve çarpıcı, aşk, entrika, sadakat ve güven problemi, delilik.. hepsi bir aradaydı. okuduktan sonra shakespeare okumak için yeterli olmadığımı fark ettim ama bir yandan da kendimi onu okumaktan alıkoyamayacağımı. oyununu izlemeyi de okuduktan sonra çok istedim. umarım bir gün bu şansı yakalarım.
zor akıyor gibi gelse de sevmemek elde değil ki bu metinleri.
devamını gör...