1.
puslu kıtalar atlası
ilk baskısı 1995’te iletişim yayınları’nda yapılan bir ihsan oktay anar romanı.
ben kitabın 2013’te çıkan 48. baskısını okudum. 238 sayfa.
bu cümleyi daha kaç yazar için kuracağım bilmiyorum ama kitap, ihsan oktay’la tanışma kitabım oldu. neden bu kadar geç oldu, kendime kızıyorum. yazarın bütün kitaplarını mutlaka okuyacağım.
kitap normal sözlük kitap edebiyat kulübünün eylül ayı toplantısı için seçilmişti. önerenden de oylayandan da allah razı olsun. toplantıyı az sayıda katılımcıyla yaptık ama bu durum doyuruculuğundan bir şey eksiltmedi. kitabın bize doğrudan söylediklerini konuştuktan sonra dolaylı olarak söylediğini düşündüğümüz şeyleri de uzun uzadıya konuştuk.
anar; “sokrates öncesi felsefede varlık sorunu” başlığıyla yüksek lisans, “antik yunan felsefesinde zaman kavramı: başlangıçtan platon'a kadar” başlığıyla da doktora tezi hazırlamış bir felsefeci. bunu neden söylüyorum çünkü bence kitap, anar’ın içselleştirdiği felsefi sorunların bir çıktısı. romanın merkezinde rasyonalizmin kurucusu descartes’ın o ünlü sözü var: “cogito ergo sum” yani “düşünüyorum, o hâlde varım”. descartes’ın -kitapta rendekâr- bu çıkarımı sanıyorum anar’ın fazlasıyla kafa yorduğu bir mesele. nitekim yüksek lisans tezinde de varlık sorunuyla ilgilenmiş bir akademisyen.
içeriğin felsefeci boyutu bununla da kalmıyor tabii ki. felsefe bölümünün ana bilim dalları arasında gidip geliyor anar. bilim tarihinin cezbedici konuları da kitapta kendine yer buluyor. kitabın girişindeki denizcilik ve savaşla ilgili detaylı bölüm bu bilgilerin dökümü niteliğinde. yine boşluk, zaman ve fizik gibi okurun hayli ilgisini çekecek konuları edebiyatın büyüsüyle aktarıyor yazar.
romanın edebî yönüne gelince anar’ın kurgu dehasından bahsetmemek olmaz. kitabın belki de en büyük başarısı kurgusu. yazar kitapta belirlediği ana akımı; her bölümün başında yeni ve küçük hikâyelerle besliyor. kitaba dâhil olan her kişinin ana hikâyedeki yerini bilmekle birlikte hepsinin ayrı ayrı kendi hikâyesini de biliyoruz. bu durum sadece kişilere derinlik kazandırmakla kalmıyor, kitabın ritmini kaybetmemesini de sağlıyor, akışı tek düzelikten kurtarıyor. ben bu anlamda kitapta hikâyesini bildiğimiz tam 19 kişi sayabildim, maymun ve ayı dâhil çünkü onların bile hikâyesini anlatıyor, anar. bu anlamda kitabı büyük bir akarsuya benzetebiliriz. küçük dere ve ırmaklarla beslenen, her katılımda daha da coşan bir akarsu.
kitabı okuyacaklara tavsiyem ilk bölüme sabretmeleri. kullanılan eski kelime/ terimler bazen bunaltıcı olabiliyor ama bir sözlük yardımıyla o bölümün de olabildiğince okunup anlaşılması gerektiği kanaatindeyim. yazarın bu anlamdaki çalışkanlığının ve emeğinin bu kadarını hak ettiğini düşünüyorum.
uzun ihsan efendi düşünde dayısının kendisine bir şeyler söylediğini işitti. ona cevap vermek, kör olduğu için düşten başka bir şey göremediğini anlatmak istedi. ama bir güç, konuşmasına engel oluyor, dili ağzında dönmüyordu. fakat zihninden geçenler belliydi.
not: "arap ihsanın yatağanı" bir sözlük nicki tavsiyesidir.
ben kitabın 2013’te çıkan 48. baskısını okudum. 238 sayfa.
bu cümleyi daha kaç yazar için kuracağım bilmiyorum ama kitap, ihsan oktay’la tanışma kitabım oldu. neden bu kadar geç oldu, kendime kızıyorum. yazarın bütün kitaplarını mutlaka okuyacağım.
kitap normal sözlük kitap edebiyat kulübünün eylül ayı toplantısı için seçilmişti. önerenden de oylayandan da allah razı olsun. toplantıyı az sayıda katılımcıyla yaptık ama bu durum doyuruculuğundan bir şey eksiltmedi. kitabın bize doğrudan söylediklerini konuştuktan sonra dolaylı olarak söylediğini düşündüğümüz şeyleri de uzun uzadıya konuştuk.
anar; “sokrates öncesi felsefede varlık sorunu” başlığıyla yüksek lisans, “antik yunan felsefesinde zaman kavramı: başlangıçtan platon'a kadar” başlığıyla da doktora tezi hazırlamış bir felsefeci. bunu neden söylüyorum çünkü bence kitap, anar’ın içselleştirdiği felsefi sorunların bir çıktısı. romanın merkezinde rasyonalizmin kurucusu descartes’ın o ünlü sözü var: “cogito ergo sum” yani “düşünüyorum, o hâlde varım”. descartes’ın -kitapta rendekâr- bu çıkarımı sanıyorum anar’ın fazlasıyla kafa yorduğu bir mesele. nitekim yüksek lisans tezinde de varlık sorunuyla ilgilenmiş bir akademisyen.
içeriğin felsefeci boyutu bununla da kalmıyor tabii ki. felsefe bölümünün ana bilim dalları arasında gidip geliyor anar. bilim tarihinin cezbedici konuları da kitapta kendine yer buluyor. kitabın girişindeki denizcilik ve savaşla ilgili detaylı bölüm bu bilgilerin dökümü niteliğinde. yine boşluk, zaman ve fizik gibi okurun hayli ilgisini çekecek konuları edebiyatın büyüsüyle aktarıyor yazar.
romanın edebî yönüne gelince anar’ın kurgu dehasından bahsetmemek olmaz. kitabın belki de en büyük başarısı kurgusu. yazar kitapta belirlediği ana akımı; her bölümün başında yeni ve küçük hikâyelerle besliyor. kitaba dâhil olan her kişinin ana hikâyedeki yerini bilmekle birlikte hepsinin ayrı ayrı kendi hikâyesini de biliyoruz. bu durum sadece kişilere derinlik kazandırmakla kalmıyor, kitabın ritmini kaybetmemesini de sağlıyor, akışı tek düzelikten kurtarıyor. ben bu anlamda kitapta hikâyesini bildiğimiz tam 19 kişi sayabildim, maymun ve ayı dâhil çünkü onların bile hikâyesini anlatıyor, anar. bu anlamda kitabı büyük bir akarsuya benzetebiliriz. küçük dere ve ırmaklarla beslenen, her katılımda daha da coşan bir akarsu.
kitabı okuyacaklara tavsiyem ilk bölüme sabretmeleri. kullanılan eski kelime/ terimler bazen bunaltıcı olabiliyor ama bir sözlük yardımıyla o bölümün de olabildiğince okunup anlaşılması gerektiği kanaatindeyim. yazarın bu anlamdaki çalışkanlığının ve emeğinin bu kadarını hak ettiğini düşünüyorum.
uzun ihsan efendi düşünde dayısının kendisine bir şeyler söylediğini işitti. ona cevap vermek, kör olduğu için düşten başka bir şey göremediğini anlatmak istedi. ama bir güç, konuşmasına engel oluyor, dili ağzında dönmüyordu. fakat zihninden geçenler belliydi.
devamını gör...