mortaks: yazının dört mevsimi
başlık "prenses_aurora" tarafından 25.05.2021 23:59 tarihinde açılmıştır.
1.
aşkın üç rengi
bölüm 1
bir varmış bir yokmuş. zamanın birinde gökten üç elmanın düşmediği, muradına eremeyen sahte aşklarla dolu bir dünyada gerçek aşkı arayan, hikayemizin kahramanı olan, bir prens varmış. hadi, gelin bakalım neler gelmiş prensimizin başına.
bu dünya öyle bir dünyaymış ki, herkes güvensiz ve mutsuzmuş. maskeli yüzlerin istekleri bencil ve bireysel, sevinçleri ise sahteymiş. ama nefret, en keskin en yoğun haliyle var olmaya devam ediyormuş. prensimiz de sahte sevgi sözcükleri ile dolu bu dünyada gerçek aşkı yaşamak istiyormuş ve bu isteğinin verdiği şevkle arayışlarını sürdürüyormuş.
günlerden bir gün karşısına ona hissettiklerini yansıtabilecek ayna yürekli bir prenses çıkmış. birbirlerine baktıkları zaman sanki aynaya bakıyormuş gibi hissetmişler. öyle ki ikisi de cemal süreya'nın da dediği gibi: "elden düşme sevdalar değil benim istediğim. ya yüreğinin sahibi olmalıyım ya da hiçbir şeyin." diye düşünümüşler. ama birbirlerinin bu hislerinden ve düşüncelerinden habersizlermiş. yürekleri ne kadar uyumlu görünse de ağızdan, yürek kapısını çalan o sözler çıkmadıkça, o ilk adım atılmadıkça bu aşk dolu serüven başlayamıyormuş. nasıl tanıştıklarının bir önemi yokmuş. çünkü onlar için önemli olan yollarının kesişmiş olması, birbirlerini bulmuş olmalarıymış.
kısa sürede arkadaş olmuşlar. iyi anlaşıyorlarmış, şakalaşıyorlarmış, aralarında bir şeyler varmış ama onlar dostluk zannediyorlarmış. zaman geçtikçe daha da yakınlaşmışlar. birbirlerini koruyup kollamaya başlamışlar. içlerinde bir his varmış ama ikisi de susuyorlarmış. günden güne arkadaşlıkları farklı bir şekile bürünmeye başlamış. karşılıklı olarak hissettikleri duygular, diğer arkadaşlarına hissettiklerine benzemiyormuş. öyle ki bu duygular ağızlarını adeta mühürlüyormuş ve birbirlerine açılmalarına mani oluyormuş.
zaman iplikleri kader makarasına dolanmaya devam ediyorken ömürleri azalıyormuş fakat hissettikleri duygular çoğalıyormuş. buna rağmen kendilerinden bile saklıyorlarmış yüreklerinde yatan gizli gerçeği. onlar kirlenmiş dünyanın beyaz kalpli çocuklarıydı ve elbette onlara zarar vermek isteyenler çıkacaktı. bu iyi ve saf duyguları anlayamayan kıskanç ve yüzlerinde gülen maskeleri olan kötü insanlar, bu iki güzel yüreğe sahip sevdalıları ayırmaya çalışmışlar fakat onların kötülük akan kalplerinden gelen kıskançlık ile sarf ettikleri bu çabalar hep boşa çıkmış ve tüm bu olanlar birbirlerine açılamayan sevdalıların daha da kenetlenmesine neden olmuş.
kader makarasına sarılacak olan ipler azalırken, daha önce bu kadar yoğun bir duygu yaşamamış olduklarından olsa gerek bu hislerinin aşk olduğunu anlamaya başlamışlardı. sürekli arayışı içinde oldukları o duyguyu artık bulmuşlardı. buna rağmen korkuyorlardı, söyleyemiyorlardı.uzun süren bu sessizliğin ardından gecenin karanlık perdelerini yırtarak doğan güneş ile beraber prensimiz artık bu bilinmezliğe dayanamamış ve prensese gidip duygularını açmaya karar vermiş. güneş ışığını kendine yoldaş alarak prensesin kapısına gitmiş. kaybetme riskini göze alarak prenses için atan kalbi elinde, ya şimdi ya da hiçbir zaman diyerek, her şeyi anlatmış. prenses onun bu cesaretinden etkilenmiş olsa gerek o da duygularını açmış. bu konuşmadan ikisi de mutlu ayrılmışlar.
bu dostluğun aslında çoktan aşka evrilmiş olduğunu fark etmeleri uzun sürmemiş.
zaten onları her gören de çok yakıştıklarını söylemiyor muydu? hakları da vardı, çok yakışıyorlardı. fakat onlar birbirlerini bu kadar severken yazgılarına melekler bile üzülüyordu, kaderi değiştirmek istercesine tanrıya yalvarıyorlardı.
edit: merhaba artık bu başlık altında hikayeler yazmaya başlıyorum. bölümlere ayrılmış bu kısa hikayeleri her hafta paylaşmayı düşünüyorum. şimdilik ilk hikayenin ilk bölümü sizlerle umarım beğenmişsinizdir. bu arada bu hikaye @rurouni kenshin ile birlikte yazılmıştır. ikinci bölümde görüşmek üzere*.
bölüm 1
bir varmış bir yokmuş. zamanın birinde gökten üç elmanın düşmediği, muradına eremeyen sahte aşklarla dolu bir dünyada gerçek aşkı arayan, hikayemizin kahramanı olan, bir prens varmış. hadi, gelin bakalım neler gelmiş prensimizin başına.
bu dünya öyle bir dünyaymış ki, herkes güvensiz ve mutsuzmuş. maskeli yüzlerin istekleri bencil ve bireysel, sevinçleri ise sahteymiş. ama nefret, en keskin en yoğun haliyle var olmaya devam ediyormuş. prensimiz de sahte sevgi sözcükleri ile dolu bu dünyada gerçek aşkı yaşamak istiyormuş ve bu isteğinin verdiği şevkle arayışlarını sürdürüyormuş.
günlerden bir gün karşısına ona hissettiklerini yansıtabilecek ayna yürekli bir prenses çıkmış. birbirlerine baktıkları zaman sanki aynaya bakıyormuş gibi hissetmişler. öyle ki ikisi de cemal süreya'nın da dediği gibi: "elden düşme sevdalar değil benim istediğim. ya yüreğinin sahibi olmalıyım ya da hiçbir şeyin." diye düşünümüşler. ama birbirlerinin bu hislerinden ve düşüncelerinden habersizlermiş. yürekleri ne kadar uyumlu görünse de ağızdan, yürek kapısını çalan o sözler çıkmadıkça, o ilk adım atılmadıkça bu aşk dolu serüven başlayamıyormuş. nasıl tanıştıklarının bir önemi yokmuş. çünkü onlar için önemli olan yollarının kesişmiş olması, birbirlerini bulmuş olmalarıymış.
kısa sürede arkadaş olmuşlar. iyi anlaşıyorlarmış, şakalaşıyorlarmış, aralarında bir şeyler varmış ama onlar dostluk zannediyorlarmış. zaman geçtikçe daha da yakınlaşmışlar. birbirlerini koruyup kollamaya başlamışlar. içlerinde bir his varmış ama ikisi de susuyorlarmış. günden güne arkadaşlıkları farklı bir şekile bürünmeye başlamış. karşılıklı olarak hissettikleri duygular, diğer arkadaşlarına hissettiklerine benzemiyormuş. öyle ki bu duygular ağızlarını adeta mühürlüyormuş ve birbirlerine açılmalarına mani oluyormuş.
zaman iplikleri kader makarasına dolanmaya devam ediyorken ömürleri azalıyormuş fakat hissettikleri duygular çoğalıyormuş. buna rağmen kendilerinden bile saklıyorlarmış yüreklerinde yatan gizli gerçeği. onlar kirlenmiş dünyanın beyaz kalpli çocuklarıydı ve elbette onlara zarar vermek isteyenler çıkacaktı. bu iyi ve saf duyguları anlayamayan kıskanç ve yüzlerinde gülen maskeleri olan kötü insanlar, bu iki güzel yüreğe sahip sevdalıları ayırmaya çalışmışlar fakat onların kötülük akan kalplerinden gelen kıskançlık ile sarf ettikleri bu çabalar hep boşa çıkmış ve tüm bu olanlar birbirlerine açılamayan sevdalıların daha da kenetlenmesine neden olmuş.
kader makarasına sarılacak olan ipler azalırken, daha önce bu kadar yoğun bir duygu yaşamamış olduklarından olsa gerek bu hislerinin aşk olduğunu anlamaya başlamışlardı. sürekli arayışı içinde oldukları o duyguyu artık bulmuşlardı. buna rağmen korkuyorlardı, söyleyemiyorlardı.uzun süren bu sessizliğin ardından gecenin karanlık perdelerini yırtarak doğan güneş ile beraber prensimiz artık bu bilinmezliğe dayanamamış ve prensese gidip duygularını açmaya karar vermiş. güneş ışığını kendine yoldaş alarak prensesin kapısına gitmiş. kaybetme riskini göze alarak prenses için atan kalbi elinde, ya şimdi ya da hiçbir zaman diyerek, her şeyi anlatmış. prenses onun bu cesaretinden etkilenmiş olsa gerek o da duygularını açmış. bu konuşmadan ikisi de mutlu ayrılmışlar.
bu dostluğun aslında çoktan aşka evrilmiş olduğunu fark etmeleri uzun sürmemiş.
zaten onları her gören de çok yakıştıklarını söylemiyor muydu? hakları da vardı, çok yakışıyorlardı. fakat onlar birbirlerini bu kadar severken yazgılarına melekler bile üzülüyordu, kaderi değiştirmek istercesine tanrıya yalvarıyorlardı.
edit: merhaba artık bu başlık altında hikayeler yazmaya başlıyorum. bölümlere ayrılmış bu kısa hikayeleri her hafta paylaşmayı düşünüyorum. şimdilik ilk hikayenin ilk bölümü sizlerle umarım beğenmişsinizdir. bu arada bu hikaye @rurouni kenshin ile birlikte yazılmıştır. ikinci bölümde görüşmek üzere*.
devamını gör...
2.
aşkın üç rengi
bölüm 2
prens ve prenses; maskeli yüzlerin, katrana bulanmış kalplerin, kem gözlerin, haset dolu sözlerin yarattığı karanlığı bile aydınlatacak ışığa ve umuda sahip aşklarını yaşıyorlardı. aşklarının yoğunluğu zamanın akışını yavaşlatıyordu. kalpleri bir araya geldiğinde bir zaman tutulması yaşanıyordu sanki. ayrılığı hatırlatacak hiçbir kelime akıllarının ucundan geçmiyordu. ilgilendikleri tek şey gözlerinden yansıyan, yüreklerindeki yangının görüntüsüydü. bu yangın sadece ve sadece kendilerini yakıyordu. el ele tutuştukları vakit bu yangın sönmek yerine daha da alev alıyordu. ayrıca yaşadıkları mutluluk hissi ve neşe her yere bulaşıyordu. canı yürekten gülüşüyor olmalarından mütevellit, duyan herkese hayat enerjisi aşılanıyordu. ülkeye küsen doğa bile bu iki aşık için uykusundan uyanıyordu. kuşlar onlar için şarkı söylüyor, çiçekler onlara selam vermek için boynunu eğiyordu. doğanın tüm sakinleri onlarla birlikte bir müzikaldelermiş gibi dans ediyordu. aşkın en parlak halini bulmuş olan bu iki sevenin aklından ahmed arif'in o güzel dizeleri geçiyordu. "körsem, senden gayrısına yoksam, bozuksam, can benim, düş benim, ellere nesi."
birbirlerine yüce bir aşkla bağlı olduklarından dolayı kimsenin ne dediğini umursamıyorlardı. önemsedikleri tek bir şey vardı: çipil çipil aşk dolu bakan gözlerinin, yüreklerinde bıraktığı o his. birbirine çok uzak iki krallığın varisleri olmaları nedeniyle her gün görüşemiyor olmalarına rağmen aşkları güneşin doğuşu ve batışıyla daha da büyüyordu. aslında bu uzaklıklar onları daha da yakınlaştırıyordu. sonuçta "mesafe uzaklıkta değil, mesafe fedakarlıkta"*
gökte dolunayın dünyayı sahte bir güneş gibi aydınlattığı yalancı bir gün kıyafeti giyen gecede, prenses balkondan dışarıyı seyrediyordu. aklında sevdiceğinin aşk dolu bakan gözleri, kalbinde mevsim sayısını üçe düşürecek bir yangın... onu çok özlüyordu, ömür borcunu yavaş yavaş tahsil ediyor olmasına rağmen prens gelemiyordu.
prens de aynı duyguları yaşıyordu. hasreti, tüm ülkenin görüşünü kısıtlayan ulu dağlar kadar büyüyorken artık yüreğine söz geçiremiyordu. zamanın ne kadar geç olduğuna aldırmadan, dolunayın aydınlattığı yollara kendini vuruyordu...
prenses yüreğinden: "şu an yanımda olmanı çok isterdim. ama değilsin. sen oradasın; ve orası ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor."* diye geçiriyorken, yüreğinde hep zuhur eden o dileğinin aslında çoktan kabul olduğunu, kafasını gökten yere çevirdiği vakit prensi görünce anlıyordu. kendini o kadar mutlu hissediyordu ki, yüzünde yüzlerce çocuğun neşesine eş değer bir gülüş oluşuyordu. bu oluşan müstesna gülüş ile kanadı kırık kuşların bile uçabileceği söyleniyordu.
dolunayın sahte ışıklarını bile gölgede bırakabilecek bir ışıltıya sahip gözlerin sahibi prensesi gören prens başlıyor serenadına:
"ne alemdesin yaşama sevincim benim".*
prenses de başlıyor prensin yüreğini kelepçeleyecek güzel sözlerine: "her şey seni bekliyor, her şey gelmeni. içeri girmeni, senin elinin değmesini, gözünün dokunmasını, ve her şey tekrarlıyor; seni nice sevdiğimi..."*
prens gülümsüyor ve devam ediyor:
"dün de görüşemedik... iki yüzyıl görüşememişiz gibi geldi ve üç yüzyıllık göresim geldi seni."*
prenses: "benim aklım fikrim sende, senin gelişinde, seni ne zaman göreceğimde, seni nasıl göreceğimde, beni görür görmez ne diyeceğinde."*
prens duraksıyor çünkü kalbi krallıkta uyuyan herkesi uyandırmaya yetecek bir ses çıkarmak istercesine delicesine çarpmaya başlıyor, bu heyacanın etkisiyle söyleyeceklerini unutuyor. derin bir nefes alıyor ve yapmış olduğu serenadı şu sözlerle sonlandırıyor: "adresim oldun benim, biliyorsun değil mi, alınyazım oldun. korka korka çaldım kapını. ne yapayım sevdim seni. sensin artık ne varsa."*
prenses sevincinden yerinde duramıyordu. koşa koşa kendisine serenad yapmak için bunca yolu tepmiş olan aşığının yanına iniyordu ve birbirlerine öyle bir hasret ve tutku ile sarılıyorlardı ki, onlara uzaktan bakan biri yüzyıllar boyunca birbirlerini görememiş, geçen bu yılların etkisiyle dayanılmaz hale gelen özlemlerini azaltmak isteyen iki sevdalı görüyordu. büyük tutkularının kırmızısıyla sarf ettikleri sözler de "öyle bir aşığım, öyle bir aşığım ki ancak fuzuli şairin yüreği böyle aşkla çarpabilmiştir."* oluyordu.
tabii gece onlar için daha yeni başlıyordu. elleri sımsıkı kenetlenmiş bir şekilde bahçede yürüyüşe çıkıyorlardı. bu güzel seranad sonrası konuşmaktan, güzel güzel sözler söylemekten yorulduklarını sanmayın sakın. aksine bizim aşıkların en sevdiği şey birbirlerine güzel sözler söylemekti... kalplerinin atışı gecenin sessizliğini inletiyordu, boş olan bahçe bu iki aşığın yüreklerinin çarpma sesiyle doluyordu.
prens: "yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? ne güzel yaşlanırsın sen."*
prenses gülüyordu. gülümserken şu cevabı veriyor:
"ölmezsem, ki buna hiç niyetim yok, seninle çok güzel günler göreceğiz."*
prensin aklına bir gün önceki konuşmalarında yaşadıkları tartışma geliyordu. istemeden de olsa onu kırdığını düşünüyordu ve şu soruyu soruyordu: "son tartışmamızda seni kırmak istemememe rağmen sana karşı sesimi yükselttiğim için özür dilerim, bana çok kızdın mı?"
prenses:
-"ben sana kızsam, kendime küserim."* ama üzüldüm de açıkçası. söylediklerinden dolayı değil, özlemimden dolayı. sonra "çocuk gibi ağladım. o kadar hiç, o kadar boş, manasız. öyle haksız yere uzağım ki senden..."* oturdum, ağladım bende çok özlediğimden.
bu cevap sonrası prens daha da sıkı sarılıyor sevdiğine. tatlı bir yelin esmesiyle prenses ufak bir titreme yaşıyordu. bunu fark eden prens:
"üşüdüysen söyle sevgilim, seni bir kat daha seveyim."* dedi.
prensesin ona tatlı tatlı baktığını görünce de cümlelerin arkası kesilmiyor ve yenilerini eklemeye devam ediyor:
"sevmek az gelirse korkma, sana ölürüm."*
prenses ne diyeceğini bilemiyordu. evet, biraz üşüyordu fakat prens öyle güzel sözler söylüyordu ki prensesin yüreğindeki yangını adeta körüklüyordu bu sözler ve bu sıcaklık onun tüm vücuduna yayılıyor olmasından dolayı artık hiç üşüme hissetmiyordu. sadece alev alev yanan yüreğini hissediyordu. onun da bu sıcaklığı hissetmesini istercesine daha da sıkı sarılıyordu prensine.
bu sıcaklığın etkisiyle prensesimiz başlıyordu konuşmaya:
"sana ne demeliyim bilmiyorum. güneşim desem güneş batıyor. hayatım desem, hayat kısa. gülüm desem, o da soluyor. sana 'canım' demeliyim. çünkü bu can seninle yanıyor."*
bizim prensimiz de çok romantik olduğu için aklında hep güzel sözler oluyordu. yıllarca bu aşk için biriktirdiği tüm güzel sözleri prensesinin gönül yollarına seriyordu.
prens: "sen oradan bir canım dersin. benim kalbim kaburgamın altına sığmaz burada."*
prenses yüreğinin rengini yansıtan yanaklarını gizlemek istercesine yüzünü çeviriyordu çünkü bu güzel sözler karşısında çok utanıyordu.
yürümeye devam ederlerken prenses saate bakıyor ve zamanın çok çabuk geçtiğini fark ediyordu. artık geri dönme vakti geldiği için içinde bir hüzün oluşmaya başlıyordu.
prense dönüp: "zaman sen olmayınca geçmiyor, sen olunca da yetmiyor."* dedi.
prens : üzülme sevgilim hem "seni görmek bir insan gözünün yapacağı en güzel iş"*. seni gördüğüm bu birkaç saat de bana yeter. ayrıca "şu kâinat denen nesnenin içinde en çok sevdiğim yürek, üstüne en çok titrediğim insan kalbi senin göğsündekidir."* diye cevap veriyordu.
prenses bu sözlerle mest oluyordu olmasına fakat bu sözler dönüş yolunda sessizliğe bürünmesine mani olamıyordu. o yol hiç bitmesin istiyordu. prensesin dalgın ve düşünceli olduğu gören prens ona bir sorun olup olmadığını sorduğu zaman prenses her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek şöyle bir cevap veriyordu:
"ne var ki elimizde, yaşamaktan ve çocukça sevmekten başka"*. yaşam sevmeyince anlamsız aslında. ben "seviyorum seni. denizi uçakla ilk defa geçer gibi. istanbul'da yumuşacık kararırken ortalık, içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni, 'yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.* sensiz olmak gibi bir düşüncem yok artık. ama bazen korkmuyor da değilim. ya bu bir rüyaysa ve her şey bir anda kayıp giderse elimizden.
olumlu ve güzel sözler söylemesine rağmen prensesin üzgün bir ifadeye sahip olduğunu gören prens yüreğine bir hançer saplanmış gibi hisseder ve dilinde tuttuğu sözlere özgürlüklerini verircesine:
"lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. canım, birtanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuş. bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden."* korkma artık sende. hem keyfini çıkar bu güzel zamanların "yan yanayız ve şehir böyle mucize görmedi."* ayrıca "yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim. yaşamak: seni sevmek gibi ciddi bir iştir."* der.
kulaktan kalbe hızlıca ulaşan bu sözler prensesin asılan yüzünün tekrardan gülümsemeye başlamasına sebep olmuştu. prens sonuna kadar haklıydı, sevince insan sevdiğine kaybetmekten korkmamalıydı. ne kadar çok korkarsa kaybetmekten sevdiğini, o kadar hızlı yaklaşırdı kaçınılmaz sona. sevmek ciddi bir duygudur ve o duygunun olduğu yerde ne korku olur ne gurur...
gecenin ortasında parlayan yıldızların yanına mutluluklar asan bu iki aşık onları uzaktan uzaktan gözleyen o kötü gözlerden habersiz özlemlerini gideriyordu. aşıklarımız bu durumu fark etmese bile bu, kötü niyetli gözlerin gizliden gizliye onları gölgeleri gibi izlediği gerçeğini değiştirmiyordu.
prensesine şatosuna kadar eşlik eden prensimizin artık geri dönme vakti geliyordu gelmesine fakat prenses onu hiç bırakmak istemiyordu. yeryüzünde sel oluşturacak bulutların içerisinde bekleyen yağmurlar gibi bekliyordu prensesin gözyaşları. hüzünlü bakışlarının arasından şu kelimeler bir bir döküldü ağzından:
"gitme. çünkü kaybolmuş gibi hissediyorum sen gidince. bilemiyorum ellerimi nereye koyacağımı. boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum. çünkü bir ağrı saplanıyor ciğerlerime, dayanamıyorum.
gitme. seninle güzelleşiyorum ben. kaybettiğim kimliğimi buluyorum kokunda... baharlar buluyorum, sebepler buluyorum, yarınlar buluyorum."*
prensin de gözleri doldu. sımsıkı sarıldı bir kez daha, öptü prensesi hiç bırakmak istemezcesine.
dudakları ayrılıyordu fakat bu sefer elleri bir türlü bırakamıyordu birbirini. sanki bir daha görüşemeyeceklermiş gibi hiç ayrılmak istemiyorlardı. ellerinden sonra gözleri daha da zor ayrıldı. sonuçta "ilk bakışta değil, son bakıştadır aşk. yani ayrılırken sana nasıl bakıyorsa, o kadar sevmiştir seni."* onlar da birbirlerini o kadar çok seviyorlardı. o kadar aşıklardı birbirlerine.
hem bu sadece saf değil aynı zamanda çocuksu bir aşktı çünkü ilk ve son aşklarıydı. bazen çocuklaşıyorlardı, bazen kıskanıyorlardı, bazen de küsüyorlardı ama bunların hepsi sevgilerinin içindeki küçük tatlı oyunlar gibi oluyordu. onlara ayrı bir tatlılık katıyordu. hem onlar sadece sevgili değildi. aynı zamanda da en yakın arkadaşlardı. bu yüzden belki de bu kadar bağlılardı. bakmayın onların çok iyi anlaştıklarına aslında ayrıldıkları çok konular vardı fakat onlar bunları dert etmiyordu. her farklı fikri aşk bahçelerine ektikleri yeni bir çiçek gibi görüyorlardı ve bu yüzden o bahçe bu kadar güzel bu kadar renkli ve bu kadar vazgeçilmezdi...
prenses şatoya gözleri yaşlı gidiyorken, prens evine doğru yol almaya başlıyordu. prens gözden kaybolana kadar arkasından tatlı bir tebessümle gizlice onu izliyordu prenses. içlerinden "ben bugün yine doludizgin, tasnifsiz ve çerçevesiz ağışım. ne mutlu bana."* diye düşünüyor, bir sonraki buluşmalarını heyecanla bekliyordu ikisi de.
her şey güllük gülistanlık peri masalı gibiyken o kaçınılmaz hazin olayların başladığı ana yaklaşıyorlardı...
edit: eveett merhabalar tekrardan. yazımızın ikinci bölümünün ilk kısmıyla karşınızdayız. bu aslında özel bir bölüm. dün sevgili şairlerimizden ahmed arif'in bugün de nazım hikmet'in ölüm yıldönümü. biz de hem onlara hem de şiirleri, sözleri yüreğimizi okşayan o çok sevdiğimiz şairlerimize özel bu bölümü yazdık. yeni bölümün bugün gelmesinin sebebi de buydu. onların o güzel sözlerini kullanarak bir bölüm hazırlayalım istedik ve umarım beğenmişsinizdir*.
şairlerimizi sevgi ve rahmetle anıyoruz. onlar olmasaydı edebiyat hep bir eksik kalırdı...
haftaya görüşmek üzeree.
bölüm 2
prens ve prenses; maskeli yüzlerin, katrana bulanmış kalplerin, kem gözlerin, haset dolu sözlerin yarattığı karanlığı bile aydınlatacak ışığa ve umuda sahip aşklarını yaşıyorlardı. aşklarının yoğunluğu zamanın akışını yavaşlatıyordu. kalpleri bir araya geldiğinde bir zaman tutulması yaşanıyordu sanki. ayrılığı hatırlatacak hiçbir kelime akıllarının ucundan geçmiyordu. ilgilendikleri tek şey gözlerinden yansıyan, yüreklerindeki yangının görüntüsüydü. bu yangın sadece ve sadece kendilerini yakıyordu. el ele tutuştukları vakit bu yangın sönmek yerine daha da alev alıyordu. ayrıca yaşadıkları mutluluk hissi ve neşe her yere bulaşıyordu. canı yürekten gülüşüyor olmalarından mütevellit, duyan herkese hayat enerjisi aşılanıyordu. ülkeye küsen doğa bile bu iki aşık için uykusundan uyanıyordu. kuşlar onlar için şarkı söylüyor, çiçekler onlara selam vermek için boynunu eğiyordu. doğanın tüm sakinleri onlarla birlikte bir müzikaldelermiş gibi dans ediyordu. aşkın en parlak halini bulmuş olan bu iki sevenin aklından ahmed arif'in o güzel dizeleri geçiyordu. "körsem, senden gayrısına yoksam, bozuksam, can benim, düş benim, ellere nesi."
birbirlerine yüce bir aşkla bağlı olduklarından dolayı kimsenin ne dediğini umursamıyorlardı. önemsedikleri tek bir şey vardı: çipil çipil aşk dolu bakan gözlerinin, yüreklerinde bıraktığı o his. birbirine çok uzak iki krallığın varisleri olmaları nedeniyle her gün görüşemiyor olmalarına rağmen aşkları güneşin doğuşu ve batışıyla daha da büyüyordu. aslında bu uzaklıklar onları daha da yakınlaştırıyordu. sonuçta "mesafe uzaklıkta değil, mesafe fedakarlıkta"*
gökte dolunayın dünyayı sahte bir güneş gibi aydınlattığı yalancı bir gün kıyafeti giyen gecede, prenses balkondan dışarıyı seyrediyordu. aklında sevdiceğinin aşk dolu bakan gözleri, kalbinde mevsim sayısını üçe düşürecek bir yangın... onu çok özlüyordu, ömür borcunu yavaş yavaş tahsil ediyor olmasına rağmen prens gelemiyordu.
prens de aynı duyguları yaşıyordu. hasreti, tüm ülkenin görüşünü kısıtlayan ulu dağlar kadar büyüyorken artık yüreğine söz geçiremiyordu. zamanın ne kadar geç olduğuna aldırmadan, dolunayın aydınlattığı yollara kendini vuruyordu...
prenses yüreğinden: "şu an yanımda olmanı çok isterdim. ama değilsin. sen oradasın; ve orası ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor."* diye geçiriyorken, yüreğinde hep zuhur eden o dileğinin aslında çoktan kabul olduğunu, kafasını gökten yere çevirdiği vakit prensi görünce anlıyordu. kendini o kadar mutlu hissediyordu ki, yüzünde yüzlerce çocuğun neşesine eş değer bir gülüş oluşuyordu. bu oluşan müstesna gülüş ile kanadı kırık kuşların bile uçabileceği söyleniyordu.
dolunayın sahte ışıklarını bile gölgede bırakabilecek bir ışıltıya sahip gözlerin sahibi prensesi gören prens başlıyor serenadına:
"ne alemdesin yaşama sevincim benim".*
prenses de başlıyor prensin yüreğini kelepçeleyecek güzel sözlerine: "her şey seni bekliyor, her şey gelmeni. içeri girmeni, senin elinin değmesini, gözünün dokunmasını, ve her şey tekrarlıyor; seni nice sevdiğimi..."*
prens gülümsüyor ve devam ediyor:
"dün de görüşemedik... iki yüzyıl görüşememişiz gibi geldi ve üç yüzyıllık göresim geldi seni."*
prenses: "benim aklım fikrim sende, senin gelişinde, seni ne zaman göreceğimde, seni nasıl göreceğimde, beni görür görmez ne diyeceğinde."*
prens duraksıyor çünkü kalbi krallıkta uyuyan herkesi uyandırmaya yetecek bir ses çıkarmak istercesine delicesine çarpmaya başlıyor, bu heyacanın etkisiyle söyleyeceklerini unutuyor. derin bir nefes alıyor ve yapmış olduğu serenadı şu sözlerle sonlandırıyor: "adresim oldun benim, biliyorsun değil mi, alınyazım oldun. korka korka çaldım kapını. ne yapayım sevdim seni. sensin artık ne varsa."*
prenses sevincinden yerinde duramıyordu. koşa koşa kendisine serenad yapmak için bunca yolu tepmiş olan aşığının yanına iniyordu ve birbirlerine öyle bir hasret ve tutku ile sarılıyorlardı ki, onlara uzaktan bakan biri yüzyıllar boyunca birbirlerini görememiş, geçen bu yılların etkisiyle dayanılmaz hale gelen özlemlerini azaltmak isteyen iki sevdalı görüyordu. büyük tutkularının kırmızısıyla sarf ettikleri sözler de "öyle bir aşığım, öyle bir aşığım ki ancak fuzuli şairin yüreği böyle aşkla çarpabilmiştir."* oluyordu.
tabii gece onlar için daha yeni başlıyordu. elleri sımsıkı kenetlenmiş bir şekilde bahçede yürüyüşe çıkıyorlardı. bu güzel seranad sonrası konuşmaktan, güzel güzel sözler söylemekten yorulduklarını sanmayın sakın. aksine bizim aşıkların en sevdiği şey birbirlerine güzel sözler söylemekti... kalplerinin atışı gecenin sessizliğini inletiyordu, boş olan bahçe bu iki aşığın yüreklerinin çarpma sesiyle doluyordu.
prens: "yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? ne güzel yaşlanırsın sen."*
prenses gülüyordu. gülümserken şu cevabı veriyor:
"ölmezsem, ki buna hiç niyetim yok, seninle çok güzel günler göreceğiz."*
prensin aklına bir gün önceki konuşmalarında yaşadıkları tartışma geliyordu. istemeden de olsa onu kırdığını düşünüyordu ve şu soruyu soruyordu: "son tartışmamızda seni kırmak istemememe rağmen sana karşı sesimi yükselttiğim için özür dilerim, bana çok kızdın mı?"
prenses:
-"ben sana kızsam, kendime küserim."* ama üzüldüm de açıkçası. söylediklerinden dolayı değil, özlemimden dolayı. sonra "çocuk gibi ağladım. o kadar hiç, o kadar boş, manasız. öyle haksız yere uzağım ki senden..."* oturdum, ağladım bende çok özlediğimden.
bu cevap sonrası prens daha da sıkı sarılıyor sevdiğine. tatlı bir yelin esmesiyle prenses ufak bir titreme yaşıyordu. bunu fark eden prens:
"üşüdüysen söyle sevgilim, seni bir kat daha seveyim."* dedi.
prensesin ona tatlı tatlı baktığını görünce de cümlelerin arkası kesilmiyor ve yenilerini eklemeye devam ediyor:
"sevmek az gelirse korkma, sana ölürüm."*
prenses ne diyeceğini bilemiyordu. evet, biraz üşüyordu fakat prens öyle güzel sözler söylüyordu ki prensesin yüreğindeki yangını adeta körüklüyordu bu sözler ve bu sıcaklık onun tüm vücuduna yayılıyor olmasından dolayı artık hiç üşüme hissetmiyordu. sadece alev alev yanan yüreğini hissediyordu. onun da bu sıcaklığı hissetmesini istercesine daha da sıkı sarılıyordu prensine.
bu sıcaklığın etkisiyle prensesimiz başlıyordu konuşmaya:
"sana ne demeliyim bilmiyorum. güneşim desem güneş batıyor. hayatım desem, hayat kısa. gülüm desem, o da soluyor. sana 'canım' demeliyim. çünkü bu can seninle yanıyor."*
bizim prensimiz de çok romantik olduğu için aklında hep güzel sözler oluyordu. yıllarca bu aşk için biriktirdiği tüm güzel sözleri prensesinin gönül yollarına seriyordu.
prens: "sen oradan bir canım dersin. benim kalbim kaburgamın altına sığmaz burada."*
prenses yüreğinin rengini yansıtan yanaklarını gizlemek istercesine yüzünü çeviriyordu çünkü bu güzel sözler karşısında çok utanıyordu.
yürümeye devam ederlerken prenses saate bakıyor ve zamanın çok çabuk geçtiğini fark ediyordu. artık geri dönme vakti geldiği için içinde bir hüzün oluşmaya başlıyordu.
prense dönüp: "zaman sen olmayınca geçmiyor, sen olunca da yetmiyor."* dedi.
prens : üzülme sevgilim hem "seni görmek bir insan gözünün yapacağı en güzel iş"*. seni gördüğüm bu birkaç saat de bana yeter. ayrıca "şu kâinat denen nesnenin içinde en çok sevdiğim yürek, üstüne en çok titrediğim insan kalbi senin göğsündekidir."* diye cevap veriyordu.
prenses bu sözlerle mest oluyordu olmasına fakat bu sözler dönüş yolunda sessizliğe bürünmesine mani olamıyordu. o yol hiç bitmesin istiyordu. prensesin dalgın ve düşünceli olduğu gören prens ona bir sorun olup olmadığını sorduğu zaman prenses her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek şöyle bir cevap veriyordu:
"ne var ki elimizde, yaşamaktan ve çocukça sevmekten başka"*. yaşam sevmeyince anlamsız aslında. ben "seviyorum seni. denizi uçakla ilk defa geçer gibi. istanbul'da yumuşacık kararırken ortalık, içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni, 'yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.* sensiz olmak gibi bir düşüncem yok artık. ama bazen korkmuyor da değilim. ya bu bir rüyaysa ve her şey bir anda kayıp giderse elimizden.
olumlu ve güzel sözler söylemesine rağmen prensesin üzgün bir ifadeye sahip olduğunu gören prens yüreğine bir hançer saplanmış gibi hisseder ve dilinde tuttuğu sözlere özgürlüklerini verircesine:
"lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. canım, birtanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuş. bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden."* korkma artık sende. hem keyfini çıkar bu güzel zamanların "yan yanayız ve şehir böyle mucize görmedi."* ayrıca "yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim. yaşamak: seni sevmek gibi ciddi bir iştir."* der.
kulaktan kalbe hızlıca ulaşan bu sözler prensesin asılan yüzünün tekrardan gülümsemeye başlamasına sebep olmuştu. prens sonuna kadar haklıydı, sevince insan sevdiğine kaybetmekten korkmamalıydı. ne kadar çok korkarsa kaybetmekten sevdiğini, o kadar hızlı yaklaşırdı kaçınılmaz sona. sevmek ciddi bir duygudur ve o duygunun olduğu yerde ne korku olur ne gurur...
gecenin ortasında parlayan yıldızların yanına mutluluklar asan bu iki aşık onları uzaktan uzaktan gözleyen o kötü gözlerden habersiz özlemlerini gideriyordu. aşıklarımız bu durumu fark etmese bile bu, kötü niyetli gözlerin gizliden gizliye onları gölgeleri gibi izlediği gerçeğini değiştirmiyordu.
prensesine şatosuna kadar eşlik eden prensimizin artık geri dönme vakti geliyordu gelmesine fakat prenses onu hiç bırakmak istemiyordu. yeryüzünde sel oluşturacak bulutların içerisinde bekleyen yağmurlar gibi bekliyordu prensesin gözyaşları. hüzünlü bakışlarının arasından şu kelimeler bir bir döküldü ağzından:
"gitme. çünkü kaybolmuş gibi hissediyorum sen gidince. bilemiyorum ellerimi nereye koyacağımı. boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum. çünkü bir ağrı saplanıyor ciğerlerime, dayanamıyorum.
gitme. seninle güzelleşiyorum ben. kaybettiğim kimliğimi buluyorum kokunda... baharlar buluyorum, sebepler buluyorum, yarınlar buluyorum."*
prensin de gözleri doldu. sımsıkı sarıldı bir kez daha, öptü prensesi hiç bırakmak istemezcesine.
dudakları ayrılıyordu fakat bu sefer elleri bir türlü bırakamıyordu birbirini. sanki bir daha görüşemeyeceklermiş gibi hiç ayrılmak istemiyorlardı. ellerinden sonra gözleri daha da zor ayrıldı. sonuçta "ilk bakışta değil, son bakıştadır aşk. yani ayrılırken sana nasıl bakıyorsa, o kadar sevmiştir seni."* onlar da birbirlerini o kadar çok seviyorlardı. o kadar aşıklardı birbirlerine.
hem bu sadece saf değil aynı zamanda çocuksu bir aşktı çünkü ilk ve son aşklarıydı. bazen çocuklaşıyorlardı, bazen kıskanıyorlardı, bazen de küsüyorlardı ama bunların hepsi sevgilerinin içindeki küçük tatlı oyunlar gibi oluyordu. onlara ayrı bir tatlılık katıyordu. hem onlar sadece sevgili değildi. aynı zamanda da en yakın arkadaşlardı. bu yüzden belki de bu kadar bağlılardı. bakmayın onların çok iyi anlaştıklarına aslında ayrıldıkları çok konular vardı fakat onlar bunları dert etmiyordu. her farklı fikri aşk bahçelerine ektikleri yeni bir çiçek gibi görüyorlardı ve bu yüzden o bahçe bu kadar güzel bu kadar renkli ve bu kadar vazgeçilmezdi...
prenses şatoya gözleri yaşlı gidiyorken, prens evine doğru yol almaya başlıyordu. prens gözden kaybolana kadar arkasından tatlı bir tebessümle gizlice onu izliyordu prenses. içlerinden "ben bugün yine doludizgin, tasnifsiz ve çerçevesiz ağışım. ne mutlu bana."* diye düşünüyor, bir sonraki buluşmalarını heyecanla bekliyordu ikisi de.
her şey güllük gülistanlık peri masalı gibiyken o kaçınılmaz hazin olayların başladığı ana yaklaşıyorlardı...
edit: eveett merhabalar tekrardan. yazımızın ikinci bölümünün ilk kısmıyla karşınızdayız. bu aslında özel bir bölüm. dün sevgili şairlerimizden ahmed arif'in bugün de nazım hikmet'in ölüm yıldönümü. biz de hem onlara hem de şiirleri, sözleri yüreğimizi okşayan o çok sevdiğimiz şairlerimize özel bu bölümü yazdık. yeni bölümün bugün gelmesinin sebebi de buydu. onların o güzel sözlerini kullanarak bir bölüm hazırlayalım istedik ve umarım beğenmişsinizdir*.
şairlerimizi sevgi ve rahmetle anıyoruz. onlar olmasaydı edebiyat hep bir eksik kalırdı...
haftaya görüşmek üzeree.
devamını gör...
3.
aşkın üç rengi
bölüm 2
kısım 2
prens olacaklardan habersiz krallığına dönmek için dolunayın aydınlattığı yollarda ilerlerken, yolculuğu esnasında duraklayabileceği tek yerleşim yeri olan bir kasabada biraz dinlenmeye karar vermişti. alacakaranlığa tutsak düşmüş gibi görünen bu kasabada tek bir mekanın gaz lambaları henüz sönmemişti. prens bu ışıklara doğru ilerlemeye başladıktan sonra mekanın çok köhne olduğunu farketmişti. fakat seçme şansı olmadığı için çaresizce ilerlemeye devam etti. çünkü kendisinin ve can dostu atı blackey'in karnı acıkmıştı ve çok yorgunlardı. prensese olan hasretinin vermiş olduğu yürek enerjisi ile dinlenmeden üç günlük mesafeyi bir akşamda kat etmişti. taverna benzeri bu mekan çok kalabalık olmamasına karşın kendisini saklamak istercesine sessizce köşedeki masaya oturdu. hancının kızından kendisine ekmek, kaşar peyniri ve şarap; blackey için ise arpa getirmesini istemişti. istediklerinin biraz geç gelmesine rağmen buna hiç aldırış etmedi çünkü çok acıkmıştı. bir oturuşta koca bir yak öküzünü yiyebilirdi. susuzluğunu gidermek için tek yudumda tahtadan yapılmış kadehteki bütün şarabı bitirmişti. şarabın tadı inanılmaz kötü gelmişti. ağzında sanki üzüm değil bir hayvan leşinin pıhtılaşmış kanı varmış gibi hissetmişti. daha önce bu kadar kötüsünü içmemişti. ağzında şarabın kötü tadı, aklında söylenmeleri sürerken mekanın kapısından içeriye ailesinin onunla evlendirmek istediği, uzaktan kuzeni olan prenses melina girmişti. prens'in kalbi, ona baktığı anda kendisinde bir şeylerin yanlış olduğunun farkına varamadan adeta sevdiği prensesi görmüşçesine küt küt atmaya başlamıştı ve prenses ile ilgili anılar, hisleri bir anda yok olmuştu. sanki hiç tanışmamış gibiydi hayatının aşkıyla. tüm bunlar oluverirken prens sadece melina'ya odaklanmıştı. gözü başkasını göremez olmuştu. yüreği kuş olup melina'nın kollarına uçmak istiyormuşçasına çırpınıyordu. melina bu bakışları farketmişti fakat anlam veremiyordu. çünkü prens onu sevmiyordu hatta melina da prensi sevmiyordu. sadece iki kuzenlerdi. aileler ne kadar ısrarcı olsa da ikisinin gönül şömineleri başkaları için yanıp tutuşmaktaydı.
yıllardır ayağına bağlanmış olan prangalarından kurtulan kader mahkumlarının özgürlüklerine koştukları gibi koştu prensimiz melina'ya doğru.
prens: melina'm, güllerin bile kıskançlıkları yüzünden solduğu güzel yüzlü melina'm. seni çok özledim nerelerdeydin? seni görünce hafifleyen, yüreğimde hissettiğim bu ağırlık nedir? dedi.
prensin bu söyledikleri karşısında melina şaşkınlıktan buz kesmiş, hareket bile edememişti. bu köhne yere neden geldiğini kendisi de bilemiyordu. nişanlısının verdiği davet sonrası dönüş yolundayken kasabanın yakınında at arabası bozulmuş ve tamir süresince açık olan tek mekanda beklemesi için uşakları tarafından bu mekana getirilmişti. şaşkınlıktan donakalmıştı. prense dönüp: "sevgili kuzenim, canım kuzenim neler diyorsun böyle. bilirsin ki biz kardeş gibi büyüdük hatta şu an ikimiz de başkalarına sevdalıyız. ailemizin istediği bu mesnetsiz evlilik kararına karşı çıkmaktayız. seninle bunu defalarca konuşmuştuk. prensese deliler gibi aşıktın. ne oldu sana böyle, gecenin bir saati böyle bir yerde ne aramaktasın?" diye sormuştu melina.
prens bir an duraksadı, düşünmeye çalıştı. orada ne arıyordu, kendisine ne olmuştu bunları düşünmeye çalışmıştı fakat anılarının çevresine aşılamayacak duvarlar örülmüş gibiydi. tekrardan melina'ya bakınca her şeyi unutmuştu.
prens: hayır hayır söylediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum. melina ben sadece sana aşığım. bahsettiğin, görmek istediğim tek yüze, duymak istediğim tek sese sahip prenses senden başkası olamaz. kader seni bu saatte karşıma çıkardı. anlasana işte yüreğim bir ay gibi hep çevrende dönmek istiyor, bu tarifsiz duygularım sadece sana. ben senin için böyle yangınlar içerisindeyken, yoksa sevmiyor musun beni sen?
prensin bu garip davranışları melina'yı şüphelendirmişti. tüm bu olanları aklı bir türlü almıyordu. gözü uzaklara dalmıştı. mekanda sarhoşlardan biri masadan yere düşmüş ve çıkan gürültü melina'yı derin düşünce kuyularından o an bulunduğu mekana çekmişti. o sırada burnuna keskin bir koku gelmişti. masayı gözleri ile kontrol ederken tahta kadeh gözüne çarptı. prens de içmekten sarhoş olmuştu fakat bu sarhoşluk bile kendisine aşk şiirleri okumasına mani olamıyordu. melina, prensin bu durumunu fırsat bilip tahta kadehi fark ettirmeden alıp incelemeye başladı. bu şarap kokusu değildi. melina'nın o an kafasında bir şimşek çakması olmuştu. böyle bir karşılaşma tesadüf olamazdı. kesinlikle bu işte ailelerinin parmağı olmalıydı.
aileleri krallık içi huzursuzluk oluşmaması için bu iki gencin izdivaçlarına sıcak bakıyorlardı lakin iki gencimizinde yürecikleri farklı iki insan için yanıp tutuşuyordu. ailelerin ne kadar inatçı olduğunu çok iyi bilen prenses melina hancının kızını tehdit ederek ortada neler döndüğünü öğrenmeye çalıştı. onlara yüklü bir miktar para vereceğini de söylemesinden sonra olan biteni öğrenmişti melina.
ısolde'nin tristan'a duyduğu aşkının kaynağı olan iksire benzer bir aşk iksiri içirilmişti prense. asıl plan melina'nın da içmesi ve karşılıklı aşık olmalarıymış fakat prensin fütursuzca tavırları bu planın suya düşmesine neden olmuştu.
bu öyle bir iksirmiş ki içen kişi gördüğü ilk karşı cinsten insana aşık olurmuş. bu sebeple prens o gece gördüğü ilk kadın olan melina'ya aşık olmuştur. iksir içinizde başkasına hissettiğiniz aşkı yok etmemektedir sadece o aşkın ait olduğu kişi hakkında yanılsamalar görmenize sebep olmakta ve aynı aşktan beslenerek bir başkasına hissedilmiş gibi bir sahte rüyaya neden oluyormuş. kısacası aşkı farklı birine yönlendirmekteymiş. işte bizim prens de bu kötü oyuna gelmiş.
melina hemen umutsuzluğa kapılmamış çünkü bu iksirin çözümünü bilmekteymiş. ama bizim prensesin yanına gidip durumu anlatması gerekiyormuş. çünkü bu iksirin geçmesi için prensesimize büyük bir iş düşmekteymiş. tamir olan at arabasını hazırlatıp prensesin yanına gitmek için hemen yola koyulmak isteyen melina'nın, öncelikle peşinden gelmeyi bırakmayan ve ona aşk dolu sözler söyleyen prensten kurtulması gerekiyormuş. çünkü prens adeta sarhoş gibiymiş. yalanlarla dolu kadehin sonucunda aşktan sarhoş olmuş. melina prense krallığa gitmesini tembihlemiş aksi durumda bu diyarlardan kaçacağını söylemiştir. bu şekilde prensi ikna etmiş olan melina, prensesin krallığının yolunu tutmuştur. prensesin krallığına giderken panzehirin nasıl elde edileceğinden emin olmak istemiş ve birkaç bilgeye sormak için yolunu değiştirmek zorunda kalmış. iksirin panzehiri melina'nın bildiği gibiymiş. danıştığı bilgelerin hepsi aynı şeyi söylemiş: kim ki bu iksirin etkisi geçsin ister, aşığı için kaffa dağına gider. şifacı rozalin'le anlaşma yapıp panzehiri alan kişi sadece ama sadece o kişinin gerçekten sevdiği olmalıdır. eğer iksirin etkisi geçsin istiyorsa aşuk onun ellerinden içmelidir panzehiri maşuk. işte o zaman maşuk da aşuk olur, aşuk da maşuk olur ve kavuşulur...
melina her şeyi detaylıca öğrenmesinin akabininde zaman kaybetmeksizin uçarcasına prensesimizin krallığına gitmiş. karşısında melina'yı gören prensesin yüreği korkudan duracakmış. çünkü melina prensesin krallığına ilk kez geliyormuş ve o gelmişse mutlaka önemli bir durum vukuu bulmuştur. acaba kalbinin efendisi, canı olan prensinin başına bir şey mi gelmişti?
ailelerin niyetlerine rağmen prensesimiz melina'yı çok sevmiştir. sözünün eri, yürekli ayrıca üstün zekalı olması nedeniyle melina'ya hayran kalmıştır. bazen prensin melina'yı değil de kendisini nasıl sevdiğini bile sorguladığı olmuştur. prensesin aşırı endişeli hali melina'nın dikkatinden kaçmamıştır.
prenses: hoş geldiniz sevgili melinacığım. sizi buraya hangi rüzgar atmıştır? umarım güzel haberler ile gelmişsinizdir. benim biricik prensimde sizden bir süre önce buradan ayrılmıştı.tanrıdan dileğimdir umarım ona bir şey olmamıştır. lütfen oturmadan önce söyleyin prensime bir şey mi oldu? lütfen yalvarıyorum size hemen söyleyin zira her geçen saniye yüreğime saplanan bir başka hançer olduğundan dakikalarca bu işkenceye dayanabileceğimi zannetmiyorum.
melina: sizi hoş gördüm sevgili prensesim. kuzenimin yaşama amacı sevgili prensesim, siz nasılsınız? dileğinizi bekletmeden yerine getirmektir arzum lakin iyi haberlerim yoktur size iletebileceğim. prensimizin başına öyle bir şey gelmiştir ki ailelerimizden nefret etmemize sebep olacak derecede kötü bir şeydir bu fakat lütfen yüreğinizi ferah tutun çünkü sadece sorunla değil çözüm ile de geldim, demiş ve prensese olan biten her şeyi anlatmış.
dinledikleri karşısında prenses, kalbinin oluk oluk kanadığını hissediyormuş. tüm ciğerleri kan dolmak üzereymiş ve artık nefes alamaz olmuş. gözleri dünyayı tufan ile yıkmak istercesine yaşla dolmuş. "nasıl olabilir böyle bir şey. bana olan aşkı bitti mi? artık bir ağaçtan bir kuştan farksız mıyım onun için? " demiş.
bu üzüntü sebebiyle dünya'da son gününü geçirmekte olan vebalı bir insana benzemişti prenses. dikkatli gözlerle bakmayan biri aradaki farkı anlayamazmış, öyle perişan haldeymiş. bu durumu gören melina daha fazla beklemek istememiş. zira prenses olduğu yere oturmuş kalmış, dizlerinin bağı çözülen hasta bir insan gibi.
melina: hayır prenses bu iksir prensin sana olan aşkını yok etmedi aksine ondan besleniyor. sadece prens sana olan aşkını bana zannediyor. bu yüzden hemen karalar bağlamayın kuzenimin biricik aşkı prensesim. tanrı her şeyin çözümünü yarattığı gibi bu iksirinde çözümünü bahşetmiştir biz insanlara fakat bunu bir tek sen bulabilirsin demiş.
prenses bir anda ayağa kalkmış. az önceki halinden eser kalmamış. onu görenler az önce dizlerinin bağı çözülen kadının, prensesle aynı kişi olduğuna inanamazmış. ellerinin tersiyle gözyaşlarını silmiş ve melina'nın bu umut dolu sözlerine devam etmesini rica etmiş. prenses bir anda tekrardan yaşama dönmüş.
melina: kaffa dağında rozalin adında bir şifacı varmış. yeryüzünde bu iksirin panzehrini bilse bilse sadece o bilirmiş. tek sorun bu panzehirleri yaptığı anlaşmalar ile veriyormuş. nasıl bir anlaşma olduğunu kimse bilmiyor çünkü çok gizli bir anlaşmaymış. panzehiri senden başkası gidip alamaz. gittiğin vakit bunun nedenini kendin sorabilirsin, demiş.
bunları duyan prensesimizin gözlerindeki yaşlar artık akmaz olmuş çünkü vakit gözyaşı akıtma vakti değilmiş, vakit yola koyulma prensini kurtarma vaktiymiş. bakışlarındaki kararlılığı gören hiç kimse onun karşısında durmaya cesaret edemezmiş.
prenses: "tamam gideceğim. sevgilim, canım prensim için her şeyi yapmaya hazırım. fakat kaffa dağının yolunu bilmiyorum ki?"
melina keselerce altın sözü karşılığında bilgelerden rozalin'in yerini gösteren bir harita satın almıştı. bunu prensese uzatarak:
"bak burada yolu gösteren bir harita var." demiş ve prensese kuzu derisinden yapılma parşömeni vermiş.
prenses çok teşekkür etmiş melina'ya. hemen hazırlıklarına başlamış. bir yandan aklında sevdiği prensi diğer yandan büyücü rozalin ile yapacağı anlaşma... ne olursa olsun rozalin'i anlaşma yapmaya ikna etmeli panzehiri alıp prensini kurtarmalıydı. bedeli ne olursa olsun her şeyi kabul etmeye hazırdı. sevdiğinin olmadığı bir dünya'yı kafasında tasvir edemiyordu. prens için canını bile vermeye razıydı.
hazırlıklarını tamamlayan prensesimiz düşmüş yollara. bu uzun ve zorlu bir yolculukmuş fakat tek başına değilmiş. yüreğinde taşıdığı prensinin aşkı hep onunlaymış bu sebeple her zorluğu kolayca aşabileceğine inanırmış...
edit: herkeseee tekrardan merhabaaa yeni bölüm ile karşınızdayız. umarım beğenmişsinizdir. ama burada aşuk ile maşuk'un hikayesini ve bizim o cümleleri almamızdaki sebebi daha iyi anlatabilmek için buradaki alıntıyı aldığım siteyi bırakıyorum. okuduğumda çok etkilenmiştim. buradan
haftaya 2. bölümün son kısmı ile beraberiz. o zamana kadar görüşmek üzereee*.
bölüm 2
kısım 2
prens olacaklardan habersiz krallığına dönmek için dolunayın aydınlattığı yollarda ilerlerken, yolculuğu esnasında duraklayabileceği tek yerleşim yeri olan bir kasabada biraz dinlenmeye karar vermişti. alacakaranlığa tutsak düşmüş gibi görünen bu kasabada tek bir mekanın gaz lambaları henüz sönmemişti. prens bu ışıklara doğru ilerlemeye başladıktan sonra mekanın çok köhne olduğunu farketmişti. fakat seçme şansı olmadığı için çaresizce ilerlemeye devam etti. çünkü kendisinin ve can dostu atı blackey'in karnı acıkmıştı ve çok yorgunlardı. prensese olan hasretinin vermiş olduğu yürek enerjisi ile dinlenmeden üç günlük mesafeyi bir akşamda kat etmişti. taverna benzeri bu mekan çok kalabalık olmamasına karşın kendisini saklamak istercesine sessizce köşedeki masaya oturdu. hancının kızından kendisine ekmek, kaşar peyniri ve şarap; blackey için ise arpa getirmesini istemişti. istediklerinin biraz geç gelmesine rağmen buna hiç aldırış etmedi çünkü çok acıkmıştı. bir oturuşta koca bir yak öküzünü yiyebilirdi. susuzluğunu gidermek için tek yudumda tahtadan yapılmış kadehteki bütün şarabı bitirmişti. şarabın tadı inanılmaz kötü gelmişti. ağzında sanki üzüm değil bir hayvan leşinin pıhtılaşmış kanı varmış gibi hissetmişti. daha önce bu kadar kötüsünü içmemişti. ağzında şarabın kötü tadı, aklında söylenmeleri sürerken mekanın kapısından içeriye ailesinin onunla evlendirmek istediği, uzaktan kuzeni olan prenses melina girmişti. prens'in kalbi, ona baktığı anda kendisinde bir şeylerin yanlış olduğunun farkına varamadan adeta sevdiği prensesi görmüşçesine küt küt atmaya başlamıştı ve prenses ile ilgili anılar, hisleri bir anda yok olmuştu. sanki hiç tanışmamış gibiydi hayatının aşkıyla. tüm bunlar oluverirken prens sadece melina'ya odaklanmıştı. gözü başkasını göremez olmuştu. yüreği kuş olup melina'nın kollarına uçmak istiyormuşçasına çırpınıyordu. melina bu bakışları farketmişti fakat anlam veremiyordu. çünkü prens onu sevmiyordu hatta melina da prensi sevmiyordu. sadece iki kuzenlerdi. aileler ne kadar ısrarcı olsa da ikisinin gönül şömineleri başkaları için yanıp tutuşmaktaydı.
yıllardır ayağına bağlanmış olan prangalarından kurtulan kader mahkumlarının özgürlüklerine koştukları gibi koştu prensimiz melina'ya doğru.
prens: melina'm, güllerin bile kıskançlıkları yüzünden solduğu güzel yüzlü melina'm. seni çok özledim nerelerdeydin? seni görünce hafifleyen, yüreğimde hissettiğim bu ağırlık nedir? dedi.
prensin bu söyledikleri karşısında melina şaşkınlıktan buz kesmiş, hareket bile edememişti. bu köhne yere neden geldiğini kendisi de bilemiyordu. nişanlısının verdiği davet sonrası dönüş yolundayken kasabanın yakınında at arabası bozulmuş ve tamir süresince açık olan tek mekanda beklemesi için uşakları tarafından bu mekana getirilmişti. şaşkınlıktan donakalmıştı. prense dönüp: "sevgili kuzenim, canım kuzenim neler diyorsun böyle. bilirsin ki biz kardeş gibi büyüdük hatta şu an ikimiz de başkalarına sevdalıyız. ailemizin istediği bu mesnetsiz evlilik kararına karşı çıkmaktayız. seninle bunu defalarca konuşmuştuk. prensese deliler gibi aşıktın. ne oldu sana böyle, gecenin bir saati böyle bir yerde ne aramaktasın?" diye sormuştu melina.
prens bir an duraksadı, düşünmeye çalıştı. orada ne arıyordu, kendisine ne olmuştu bunları düşünmeye çalışmıştı fakat anılarının çevresine aşılamayacak duvarlar örülmüş gibiydi. tekrardan melina'ya bakınca her şeyi unutmuştu.
prens: hayır hayır söylediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum. melina ben sadece sana aşığım. bahsettiğin, görmek istediğim tek yüze, duymak istediğim tek sese sahip prenses senden başkası olamaz. kader seni bu saatte karşıma çıkardı. anlasana işte yüreğim bir ay gibi hep çevrende dönmek istiyor, bu tarifsiz duygularım sadece sana. ben senin için böyle yangınlar içerisindeyken, yoksa sevmiyor musun beni sen?
prensin bu garip davranışları melina'yı şüphelendirmişti. tüm bu olanları aklı bir türlü almıyordu. gözü uzaklara dalmıştı. mekanda sarhoşlardan biri masadan yere düşmüş ve çıkan gürültü melina'yı derin düşünce kuyularından o an bulunduğu mekana çekmişti. o sırada burnuna keskin bir koku gelmişti. masayı gözleri ile kontrol ederken tahta kadeh gözüne çarptı. prens de içmekten sarhoş olmuştu fakat bu sarhoşluk bile kendisine aşk şiirleri okumasına mani olamıyordu. melina, prensin bu durumunu fırsat bilip tahta kadehi fark ettirmeden alıp incelemeye başladı. bu şarap kokusu değildi. melina'nın o an kafasında bir şimşek çakması olmuştu. böyle bir karşılaşma tesadüf olamazdı. kesinlikle bu işte ailelerinin parmağı olmalıydı.
aileleri krallık içi huzursuzluk oluşmaması için bu iki gencin izdivaçlarına sıcak bakıyorlardı lakin iki gencimizinde yürecikleri farklı iki insan için yanıp tutuşuyordu. ailelerin ne kadar inatçı olduğunu çok iyi bilen prenses melina hancının kızını tehdit ederek ortada neler döndüğünü öğrenmeye çalıştı. onlara yüklü bir miktar para vereceğini de söylemesinden sonra olan biteni öğrenmişti melina.
ısolde'nin tristan'a duyduğu aşkının kaynağı olan iksire benzer bir aşk iksiri içirilmişti prense. asıl plan melina'nın da içmesi ve karşılıklı aşık olmalarıymış fakat prensin fütursuzca tavırları bu planın suya düşmesine neden olmuştu.
bu öyle bir iksirmiş ki içen kişi gördüğü ilk karşı cinsten insana aşık olurmuş. bu sebeple prens o gece gördüğü ilk kadın olan melina'ya aşık olmuştur. iksir içinizde başkasına hissettiğiniz aşkı yok etmemektedir sadece o aşkın ait olduğu kişi hakkında yanılsamalar görmenize sebep olmakta ve aynı aşktan beslenerek bir başkasına hissedilmiş gibi bir sahte rüyaya neden oluyormuş. kısacası aşkı farklı birine yönlendirmekteymiş. işte bizim prens de bu kötü oyuna gelmiş.
melina hemen umutsuzluğa kapılmamış çünkü bu iksirin çözümünü bilmekteymiş. ama bizim prensesin yanına gidip durumu anlatması gerekiyormuş. çünkü bu iksirin geçmesi için prensesimize büyük bir iş düşmekteymiş. tamir olan at arabasını hazırlatıp prensesin yanına gitmek için hemen yola koyulmak isteyen melina'nın, öncelikle peşinden gelmeyi bırakmayan ve ona aşk dolu sözler söyleyen prensten kurtulması gerekiyormuş. çünkü prens adeta sarhoş gibiymiş. yalanlarla dolu kadehin sonucunda aşktan sarhoş olmuş. melina prense krallığa gitmesini tembihlemiş aksi durumda bu diyarlardan kaçacağını söylemiştir. bu şekilde prensi ikna etmiş olan melina, prensesin krallığının yolunu tutmuştur. prensesin krallığına giderken panzehirin nasıl elde edileceğinden emin olmak istemiş ve birkaç bilgeye sormak için yolunu değiştirmek zorunda kalmış. iksirin panzehiri melina'nın bildiği gibiymiş. danıştığı bilgelerin hepsi aynı şeyi söylemiş: kim ki bu iksirin etkisi geçsin ister, aşığı için kaffa dağına gider. şifacı rozalin'le anlaşma yapıp panzehiri alan kişi sadece ama sadece o kişinin gerçekten sevdiği olmalıdır. eğer iksirin etkisi geçsin istiyorsa aşuk onun ellerinden içmelidir panzehiri maşuk. işte o zaman maşuk da aşuk olur, aşuk da maşuk olur ve kavuşulur...
melina her şeyi detaylıca öğrenmesinin akabininde zaman kaybetmeksizin uçarcasına prensesimizin krallığına gitmiş. karşısında melina'yı gören prensesin yüreği korkudan duracakmış. çünkü melina prensesin krallığına ilk kez geliyormuş ve o gelmişse mutlaka önemli bir durum vukuu bulmuştur. acaba kalbinin efendisi, canı olan prensinin başına bir şey mi gelmişti?
ailelerin niyetlerine rağmen prensesimiz melina'yı çok sevmiştir. sözünün eri, yürekli ayrıca üstün zekalı olması nedeniyle melina'ya hayran kalmıştır. bazen prensin melina'yı değil de kendisini nasıl sevdiğini bile sorguladığı olmuştur. prensesin aşırı endişeli hali melina'nın dikkatinden kaçmamıştır.
prenses: hoş geldiniz sevgili melinacığım. sizi buraya hangi rüzgar atmıştır? umarım güzel haberler ile gelmişsinizdir. benim biricik prensimde sizden bir süre önce buradan ayrılmıştı.tanrıdan dileğimdir umarım ona bir şey olmamıştır. lütfen oturmadan önce söyleyin prensime bir şey mi oldu? lütfen yalvarıyorum size hemen söyleyin zira her geçen saniye yüreğime saplanan bir başka hançer olduğundan dakikalarca bu işkenceye dayanabileceğimi zannetmiyorum.
melina: sizi hoş gördüm sevgili prensesim. kuzenimin yaşama amacı sevgili prensesim, siz nasılsınız? dileğinizi bekletmeden yerine getirmektir arzum lakin iyi haberlerim yoktur size iletebileceğim. prensimizin başına öyle bir şey gelmiştir ki ailelerimizden nefret etmemize sebep olacak derecede kötü bir şeydir bu fakat lütfen yüreğinizi ferah tutun çünkü sadece sorunla değil çözüm ile de geldim, demiş ve prensese olan biten her şeyi anlatmış.
dinledikleri karşısında prenses, kalbinin oluk oluk kanadığını hissediyormuş. tüm ciğerleri kan dolmak üzereymiş ve artık nefes alamaz olmuş. gözleri dünyayı tufan ile yıkmak istercesine yaşla dolmuş. "nasıl olabilir böyle bir şey. bana olan aşkı bitti mi? artık bir ağaçtan bir kuştan farksız mıyım onun için? " demiş.
bu üzüntü sebebiyle dünya'da son gününü geçirmekte olan vebalı bir insana benzemişti prenses. dikkatli gözlerle bakmayan biri aradaki farkı anlayamazmış, öyle perişan haldeymiş. bu durumu gören melina daha fazla beklemek istememiş. zira prenses olduğu yere oturmuş kalmış, dizlerinin bağı çözülen hasta bir insan gibi.
melina: hayır prenses bu iksir prensin sana olan aşkını yok etmedi aksine ondan besleniyor. sadece prens sana olan aşkını bana zannediyor. bu yüzden hemen karalar bağlamayın kuzenimin biricik aşkı prensesim. tanrı her şeyin çözümünü yarattığı gibi bu iksirinde çözümünü bahşetmiştir biz insanlara fakat bunu bir tek sen bulabilirsin demiş.
prenses bir anda ayağa kalkmış. az önceki halinden eser kalmamış. onu görenler az önce dizlerinin bağı çözülen kadının, prensesle aynı kişi olduğuna inanamazmış. ellerinin tersiyle gözyaşlarını silmiş ve melina'nın bu umut dolu sözlerine devam etmesini rica etmiş. prenses bir anda tekrardan yaşama dönmüş.
melina: kaffa dağında rozalin adında bir şifacı varmış. yeryüzünde bu iksirin panzehrini bilse bilse sadece o bilirmiş. tek sorun bu panzehirleri yaptığı anlaşmalar ile veriyormuş. nasıl bir anlaşma olduğunu kimse bilmiyor çünkü çok gizli bir anlaşmaymış. panzehiri senden başkası gidip alamaz. gittiğin vakit bunun nedenini kendin sorabilirsin, demiş.
bunları duyan prensesimizin gözlerindeki yaşlar artık akmaz olmuş çünkü vakit gözyaşı akıtma vakti değilmiş, vakit yola koyulma prensini kurtarma vaktiymiş. bakışlarındaki kararlılığı gören hiç kimse onun karşısında durmaya cesaret edemezmiş.
prenses: "tamam gideceğim. sevgilim, canım prensim için her şeyi yapmaya hazırım. fakat kaffa dağının yolunu bilmiyorum ki?"
melina keselerce altın sözü karşılığında bilgelerden rozalin'in yerini gösteren bir harita satın almıştı. bunu prensese uzatarak:
"bak burada yolu gösteren bir harita var." demiş ve prensese kuzu derisinden yapılma parşömeni vermiş.
prenses çok teşekkür etmiş melina'ya. hemen hazırlıklarına başlamış. bir yandan aklında sevdiği prensi diğer yandan büyücü rozalin ile yapacağı anlaşma... ne olursa olsun rozalin'i anlaşma yapmaya ikna etmeli panzehiri alıp prensini kurtarmalıydı. bedeli ne olursa olsun her şeyi kabul etmeye hazırdı. sevdiğinin olmadığı bir dünya'yı kafasında tasvir edemiyordu. prens için canını bile vermeye razıydı.
hazırlıklarını tamamlayan prensesimiz düşmüş yollara. bu uzun ve zorlu bir yolculukmuş fakat tek başına değilmiş. yüreğinde taşıdığı prensinin aşkı hep onunlaymış bu sebeple her zorluğu kolayca aşabileceğine inanırmış...
edit: herkeseee tekrardan merhabaaa yeni bölüm ile karşınızdayız. umarım beğenmişsinizdir. ama burada aşuk ile maşuk'un hikayesini ve bizim o cümleleri almamızdaki sebebi daha iyi anlatabilmek için buradaki alıntıyı aldığım siteyi bırakıyorum. okuduğumda çok etkilenmiştim. buradan
haftaya 2. bölümün son kısmı ile beraberiz. o zamana kadar görüşmek üzereee*.
devamını gör...
4.
aşkın üç rengi
bölüm 2
kısım 3
prensesimiz başına gelebilecek tehlikelere aldırış etmeksizin kendini yollara vurmuştu ve oluşabilecek her duruma karşı fiziken hazır olmasa bile ruhen hazırlamıştı kendisini. hayal olarak nitelendirilen bir dağı arayış içinde olmasına rağmen uzun yolculuğunda kararlılığını hiç kaybetmemişti. az gitmişti uz gitmişti, dere depe düz gitmişti, altı ay bir güz gitmişti. her uyandığında ise bu yol hiç bitmemişti. yolculuk esnasında çok fazla olmasa da güzelce yemek yeme ve yüreğindeki acı ile kafasının içinde zifiri karanlık yaratan güneş tutulmalarına rağmen birazcık da olsa uyuyabilme fırsatı bulmuştu. aksi bir durumda ne kendisine ne de prensine faydası dokunmayacaktı. tüm hayatını şatosunda hizmetçileri ile yaşamış biri için bu kadarı bile çok büyük eziyet iken prenses tüm bu zorlu koşullara rağmen asla pes etmemişti. yüreğinde sürekli olarak harlanan ve büyümekte olan prensini kurtarma yangını bu kadar azimli olmasının yegane sebebiydi.
günler hızla akan bir dere misali akıp geçti ve prensesin çıkınındaki yiyecekler bitme noktasına geldi. prensesin yüreğini bir korku kapladı. olduğu yerde durup kaldı çünkü her yerde sis vardı ve göz gözü görmüyordu. prenses melina'nın verdiği kağıda göre doğru yere gelmişti fakat görünürde sadece sis vardı. sisin içinde dolaşmaya başlamıştı fakat hiçbir şey göremiyordu. ne kaffa dağı ne de rozalin. sadece sis var, sonsuz bir sis...
peki ama neredeydi rozalin. güneş yüzünü unutturmaya çalışırcasına yavaş yavaş gökyüzünden kaçıyordu. etraf kararmaya ve bu karanlık ile yüreklenen çeşitli yaratıklar seslerini, kulakları tırmalarcasına yüreklere korku düşürürcesine, yükseltmeye başlamıştı. bu korku içerisindeyken arkasından gelen huzur dolu bir ses işitmişti.
prensesimiz sesin geldiği yöne doğru başını çevirdiği vakit bir kılıç keskinliğinde bakışlara sahip, saçlarında rengarenk boncuklarıyla, yaşlı durmasına rağmen yüzü yıllara meydan okumuş, güzeller güzeli bir kadın duruyordu karşısında. sisin içinde bir meşale gibi aydınlatıyordu etrafı. belinde ışıl ışıl parlayan iksir şişelerini gördüğünde bu kadının büyücü rozalin olduğunu hemen anladı prensesimiz.
rozalin: "ben de sizi bekliyordum sevgili prenses. adım rozalin."
prenses, rozalin’in kendisini beklediğinden habersiz olması nedeniyle büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. rozalin bir büyücü ve şifacı olmasının yanında üstün bir kahindi de. olayların böyle gelişmesini hiç istememiş olmasına karşın kaderi değiştiremezdi. sabırla prensesin geleceği o zamanı beklemek dışında elinden gelen hiçbir şey yoktu.
prenses: "beni mi bekliyordunuz, peki ama buraya geleceğimi nasıl biliyordunuz?"
rozalin: "geceyarısı dünya’daki yerini almadan kulübeme geçelim isterseniz zira zifiri karanlıkta karşılaşmak istemeyeceğiniz yaratıklar ortaya çıkmakta ve emin olun burada olmak istemezsiniz."
rozalin önde prenses arkasında hızlı bir şekilde dağın tepesine yöneldiler. çevrede gördüğü şeyler prensesi şaşkınlığa uğratıyordu. sanki dağın bu tarafı rozalin kulübesine rahatça ulaşabilsin diye usta bir taş oyucu tarafından şekillendirilmiş gibiydi. bir süre sessizce yürümelerinin ardından rozalin'in evine ulaşmışlardı. kulübedeki mumların yaydığı ışığın yardımıyla rozalin’in yüzü daha net seçilebiliyordu. prenses dikkatle rozalin’i inceliyordu. aslında hayal ettiği gibi korkutucu bir cadı değildi aksine o an gördüğü kişi çok güleç yüzlü ve dünyalar güzeli bir kadındı. herkese tatlı ve tanıdık gelebilecek bir siması vardı.
prenses: "merhaba büyücü rozalin, buraya çok önemli bir konuda sizden yardım almak için geldim. fakat siz zaten geleceğimi biliyordunuz bu nasıl mümkün olabilir?"
rozalin: "ben sıradan bir büyücü değilim prenses aynı zamanda bir kahinim. sizin neden geldiğinizi, ne zaman geleceğinizi ve nasıl geleceğinizi de biliyordum. prense olan büyük sevginizi iliklerime kadar hissedebiliyorum."
prenses biraz ürkmüştü. nasıl olur da her şeyi bilebilirdi bu kadın. tüm bu olanlar rozalin’in planı mıydı? bu aşk iksirini de mi o hazırlamıştı yoksa? rozalin, prensesin aklından geçen bu düşünceleri okumuşçasına cevap verdi:
“hayır prenses o aşk iksirini ben hazırlamadım. beni yanlış anlamayın kötü niyetli bir büyücü değilim ve bu yüzden size yardım etmek istiyorum ama benimle bir anlaşma yapmalısınız."
prenses: "biliyorum fakat bu anlaşma nedir acaba?"
rozalin onun yanına geldi, elini tuttu ve bir iki sihirli cümle söyledi. prenses bir anda rüyalar aleminde gözlerini açmış gibiydi. her yerde anılar uçuşuyordu, sanki geçmiş ve gelecek aynı anda yaşanıyor gibiydi bu alemde. aslında orada gördüğü tüm anılar rozalin'in anılarıydı. evet, anıların birinde bebek rozalin, bir diğerinde ise genç rozalin vardı. prenses genç rozalin’i görünce gerçekten de çok güzel bir kadın olduğunu tekrar farketmişti. prenses hiçbir şey anlamamıştı ve tüm bu olanlara bir anlam veremiyordu.
rozalin: "gördüğünüz gibi prenses bu benim hayatımın bir özeti. bakın şuradaki anılarımda bir mücadele göreceksiniz. o birkaç yıl öncesine ait. benim ve ezeli düşmanımın son savaşı."
dedikten sonra parmağı ile anısını işaret etti.
prenses: "ama orada çok gençsiniz nasıl birkaç yıl önce olabilir ki?" diye sorunca rozalin'in yüzünü bir hüzün kapladı. gözleri sönmekte olan bir mum gibi ışığını kaybetmeye başlamıştı bu anıları izlerken.
rozalin: "evet gençtim. düşmanım eğer yasaklı büyüyü kullanmasaydı halen de genç olacaktım. yasaklı olan bu büyü hayat çizgimde bir zaman yarığı oluşturdu. bu yarık yaşayacağım yılları adeta bir girdap gibi içine çekmeye başlamıştı. bunu fark ettiğimde yarığı kapatmak için çok uğraştım fakat yapamadım. diyar diyar gezdim, en bilge denilen kişilere danıştım. hiçbiri çözüm bulamıyordu. belki de bu çözümsüzlük nedeniyle yasaklı büyü olarak biliniyordu. umudumu kaybetmek üzereyken dünya üzerinde danışmadığım son bir bilge olduğu duydum. derlermiş ki o bütün büyüleri ve ters büyüleri bilirmiş. onu aradım ve buldum. bana bir ters büyü hazırlayabileceğimi söyledi. iksir için gereken materyallerin olduğu bir liste verdi. tek materyal hariç gerekli bütün malzemeleri bulmuştum. bu malzemeleri bulmak benim için çok zor olmamıştı lakin eksik olan tek materyal çok çok özel bir çiçekti. ters büyünün en önemli parçası bu çiçekmiş. ama bu çiçek sadece 100 yılda bir tan vaktinde açarmış. bu çiçeği görenlerin çok şanslı olduğu söylenirmiş. bu çiçeği bulabilmek için şansım olması gerekiyormuş. en son ne zaman açtığını kimse bilmiyordu. bu diyarların en yaşlı insanını buldum ve ona sordum. ama hatırlamıyordu. ona hatırlaması için bir iksir hazırladım ve tekrar sordum bu sefer işe yaradı.
84 yıl... tam 84 yıl geçmiş o çiçek dünya üzerinde son kez açalı.
tabii bu 6 yıl önceydi ve bugün itibariyle beklemem gereken 10 yıl daha var. o zamanlar bekleme durumumu sorun etmiyordum çünkü biz büyücülerin ömrü uzundur ve zaman yarığı henüz küçüktü, yıllarımın çoğunu almamıştı. ama zaman yarığı her bir yılı içine çektikçe genişlemeye başladı ve içine çektiği yıllar arttıkça büyümeye devam etti. büyüklüğü arttıkça daha hızlı bir şekilde yıllarımı almaya başladı. zamanımın bu kadar hızlı tükeneceğini tahmin edememiştim. evet kahin olan ben bile bunu görememiştim. artık çok az bir zamanım kaldı. eğer bu anlaşmayı yapabileceğim birini bulamazsam bu yıl bu yerküre üzerinde yürüyebileceğim son yıl olacak."
prenses şok olmuştu. rozalin bunları anlatırken anılar bir bir önlerinden geçiyordu. ne zorlu bir maceraymış diye düşündü prenses. ama anlamadığı bir şey vardı: bu iksirin ne işe yaradığı. rozalin yine aklını okumuş olacak ki cevap verdi:
"bu çiçek, özü ile yaşam enerjisi veriyor. iksir, zaman yarığının önce yuttuğu yıllarımı dışarı atmasını ve ardından açılmamak üzere kapanmasını sağlayacak. hem görünüş olarak genç halime geri döneceğim hem de yıllarım bana geri gelecek. bugüne kadar kaç yıl gitti ömrümden tahmin bile edemiyorum ama çok fazla olduğunu anlayabiliyorum. işte prenses, anlaşmamız karşılığında bedel olarak senden istediğim ömrünün 10 yılıdır. o çiçeğin özünü de eklersem iksir tamamlanmış olacak ve umudum zaman yarığını kapatabileceğim yönündedir. senden alacağım yılların da zaman yarığının içinde kaybolup kaybolmayacağını düşünüyorsan eğer soruna cevap vereyim. zaman yarığı sadece bana ait yılları çalıyor fakat anlaşma sağlanırsa senin yıllarını kullanıyor olacağım için güven içinde o çiçeğin açacağı günü bekleyebilirim. bu anlaşma bir defaya mahsustur. sizinle yaptıktan sonra bir başkası ile tekrar yapamayacağım. bu yüzden sana ihtiyacım var. buraya iksirler için birçok insan geldi. hepsine aynı anlaşmayı sundum fakat kabul etmediler. ben de onlara benimle ilgili tüm anılarını silecek bir büyü yaptım ve bu şekilde bu anlaşmanın gizli kalmasını sağladım. yoksa düşmanım bunu öğrenip her şeyi mahvedebilirdi. bu sebepten ötürü herkesten gizlenip bu dağda yaşamaya başladım. merak etme bu ödünç vereceğin yılların seni zaman olarak ileriye götürmeyecek ve hemen yaşlanmayacaksın benim gibi. sadece hayatının son 10 yılı olmayacak onun dışında her şey aynı kalacak. ama şöyle bir şey var ki ne kadar ömrün kaldığını göremiyorum. çünkü artık ömrümün son yılında olduğum için kahin özelliklerim azalmaya ve görülerim beni yanıltmaya başladılar. bu yüzden prenses ne kadar ömrün kaldı bilemiyorum ama sevdiğin için bunu göze alabiliyorsan hemen işe koyulalım ve anlaşmamızı yapalım."
bu uzun konuşmanın geçtiği anılar diyarından tekrar kulübeye dönmüşlerdi. prensesin kafası çok karışmıştı. eğer anlaşmayı kabul ederse 10 yılı gidecekti. bu onun için bir sorun teşkil etmiyordu lakin kahinin ne kadar ömrünün kaldığını söyleyememesi çok kötü olmuştu. ya çok az bir ömrü varsa ve daha prensine kavuşamadan, onunla güzel günler geçiremeden bu dünyadan göçerse. prenses kulübenin içinde bir sağa bir sola yürüyüp duruyordu. prensesin karar verebilmesi için yalnız kalması gerektiğini düşünen rozalin, düşünmesi için kulübede onu yalnız bırakmıştı.
prenses yapması gerekeni çok iyi biliyordu aslında. önemli olan prensin bu büyünün etkisinden kurtulmasıydı. onunla bir gün değil
sadece bir dakika geçirecek kadar ömrü kalmış bile olsa en azından sevdiğini kurtarmış olarak ölecekti. en azından bu şekilde hayata gözlerini yumsa bile içindeki bu yangın biraz dinmiş olacaktı. eğer anlaşmayı reddedip giderse sevdiğine ettiği bu ihaneti ömür boyu unutamayacaktı ve bu ihanetin yarattığı acı ile zaten yaşayamayacaktı. kesin kararını vermişti. bir an önce anlaşmayı kabul etmeli ve prensinin yardımına koşmalıydı.
rozalin kulübeye geri geldiğinde prensesin gözlerindeki kararlılık alevinin tekrardan harlandığı farketti. prenses vakit kaybetmeden rozalin'e anlaşmayı kabul ettiğini söyledi.
rozalin: "prenses size bir konudan daha bahsetmem gerekiyor. prens için hazırlayacağım iksirin çok önemli bir etkisi var. bunu anlatmadan anlaşma yapamam. sizi bilgilendirmediğim için kandırmış gibi görünmek istemiyorum çünkü."
prenses kafasını devam et dercesine salladı. daha ne kadar zorluk çıkabilirdi. acaba karşısına başka engeller de çıkacak mıydı? bu karanlık düşünceler aklına celp ettiği sırada gözlerinin önüne biricik prensinin gülüşü geldi. eğer prensi orada olsaydı güçlü durmasını ve asla pes etmemesi gerektiğini söylerdi. nefes alırken zorlandığını ve yutkunurken boğazının düğümlendiğini hissediyordu.
rozalin devam etti:
"prensin içtiği iksirin çok güçlü bir etkisinin olmasının sebebi onun size olan aşkıdır. iksirin özünü oluşturan materyal prensin tarif edilemez derece büyük olan sevgisidir. ve bu aşkı ancak nefret dengeleyebilir. yapacağımız panzehir onun aşkından beslenerek nefret duygusunu tetikleyecek. bunu bir terazi gibi düşünebilirsiniz, şu an prensin aşkı bir kefede durmakta ve biz diğer kefeye bunu dengeleyecek bir nefret koymalıyız. işte iksir bunu dengeleyecek nefret duygusunun ortaya çıkmasını sağlayacak. sonuçta birini ne kadar severseniz ona o kadar sinirlenirsiniz. bu yüzden prens bu panzehiri içince sevgisi nefrete dönüşecek ve bu nefret onu ele geçirecek. böylelikle gözlerine perdeler indiren o aşk, öfke ile dengelenecek ve tüm perdeler ortadan yok olacak. ama asıl sınavınız o zaman başlayacak. eğer prensin size olan sevgisi gerçek ise yani size gerçekten aşık ise prensesim, işte o zaman sizi görünce sevgisi tekrar açığa çıkacak. anıları bir bir aklına gelecek. eğer size olan aşkı gerçekten yüceyse o zaman gerçek sevginiz yalancı nefreti yakıp kül edecek. ama sevgisi sadece iki günlük ise işte o zaman prens sizi tanımayacaktır bile. sanki siz hayatına hiç girmemişsiniz gibi yaşamaya devam edecektir. yolun sonunda sizin sevdanızın imtihanı var prenses. bunu da göze alıyor musunuz?"
prenses bu sefer bir saniye bile düşünmedi ve tereddüt etmedi. çünkü ne olursa olsun, prens kendisini bir daha sevmeyecek bile olsa onu kurtarmalıydı. melina da vardı bir yandan, ona da yardım etmeliydi. aklından prens ile olan anıları geçti. evet belki yan yana oldukları, göz göze baktıkları anlar azdı ama çok iyi bildiği bir şey vardı ki onların sevdası iki günlük değil ömürlüktü. prensin ona nasıl baktığını, elini nasıl tuttuğunu bir kez daha hatırladı ve artık daha da emin oldu. prens panzehiri içince sevgisi kesinlikle açığa çıkacaktı. çünkü onlar birbirlerine sonsuz bir bağla bağlılardı.
prenses kabul ettiğini söylediğinde rozalin onun yanına geldi. prensese bakıp: "şimdi gözlerime dikkatlice bakmanı istiyorum sakın ayırma gözlerini benden. yıllarını almam biraz uzun sürecek çünkü güçlerim de zayıflıyor artık. ama yıllarını almam bitince zaten bunu anlayacaksın." dedi ve prensesin başını ellerinin arasına alıp kendine doğru çekti. gözlerini prensesin gözlerine odakladı. rozalin'in gözleri bir anda parlamaya başladı. prenses sanki karnından ve yüreğinden yukarı doğru bir şeyler hareket ediyormuş gibi hissediyordu. gözlerinden rozalin’in gözlerine doğru bir ışık ilerliyordu. biraz zaman geçtikten sonra midesi bulanmaya ve başı ağrımaya başlamıştı. onu terk eden yıllarını yavaş yavaş hissediyordu. acıdan gözleri yaşla dolmasına rağmen vazgeçmedi. tüm bu acılar sevdiğinin kurtulması içindi.
ve prensese yıllar geçmiş gibi hissettiren bu transferin sonunda prenses, yüreğinde bir rahatlama hissetti. başı artık ağrımıyordu. mide bulantısı da geçmişti. rozalin'in gözleri yavaş yavaş eski haline döndü. ona birkaç soru daha sormak istiyordu fakat çok vakit harcamıştı. bir an önce panzehiri alıp yola koyulmalıydı. rozalin arka tarafa geçerken ona gelmesini işaret etti. prenses onu takip etti.
prenses, rozalin’in panzehiri hazırlayışını dikkatle izledi. içine koyduğu şeylerin bir çoğunu ilk defa görüyordu. prenses hazırlanan karışımı dikkatle izliyorken rozalin eline bir bıçak aldı ve prensesten elini uzatmasını istedi. prensesin avucuna küçük bir kesik attı. ondan panzehirin üzerine tam 3 damla akıtmasını istedi. ve dedi ki: "unutma bu iksiri prense sen içirmelisin. senin elinden içmeli. o zaman işe yarar."
prenses başıyla onayladı. iksiri son bir kez karıştıran rozalin onu avuç içine sığabilecek büyüklükte bir şişeye koydu ve prensese verdi. artık geri dönme vaktiydi. prenses şişeyi güvenli bir şekilde çıkınına koydu ve rozaline teşekkür etti.
rozalin: "asıl ben teşekkür ederim sevgili prenses. bana yaptığınız bu iyiliği asla unutmayacağım. ve sizin sevginize güveniyorum. ileride ne olur pek hissedemiyorum fakat dikkat edin prenses içimde kötü bir his var. ileride sizi zorluk ve kötülük bekliyor olabilir. ama sizin için sonsuz mutluluk diliyorum prenses."
prenses: "merak etmeyin büyücü rozalin, yanımda prensim olduktan sonra birlikte bütün kötülüklere karşı mücadele edebiliriz. iyi dilekleriniz için de minnettarım umarım siz de o çiçeği bulup zaman yarığından yıllarınızı geri alabilirsiniz."
prenses, rozalin’e veda edip yavaş yavaş dağdan inmeye başladı. attığı her adımda kararlığı daha da artıyordu. artık prensini kurtarmalıydı ve ömrü çok kısa kalmış bile olsa bu sınırlı vaktini prensi ile dolu dolu geçirmek için bir an önce krallığa geri dönmeliydi.
dönüş yolu artık ona zorlu gelmiyordu. zorlu geçecek olsa bile umrunda değildi bu durum çünkü amacına ulaşmış, iksiri bulmuştu. yalnız prensine olabildiğince hızlı bir şekilde geri dönmeye çalışmalıydı. çünkü zaten 10 yıl kaybetmişti ve prensin içmiş olduğu iksirin etkisi her geçen gün etkisini arttırıyordu.
dönüş yolunda neredeyse hiç dinlenmedi. prensine kavuşacak olmanın hayali ona ne yemek yediriyor ne de onun uyumasına imkan veriyordu. çok kısa bir sürede krallığa geri dönmüştü. prenses krallık kapısından içeri girerken melina onun geldiğini görmüştü. günlerdir heyecanla onu bekliyordu. bir yandan da prense göz kulak oluyordu. zaten prensin onun peşinden ayrıldığı da yoktu.
prensesin geldiğini gören melina acele bir şekilde bahçeye götürdü prensi. orada kimse olmazdı. rahat bir şekilde bu işi halledebilirlerdi. prenses de gizlice bahçeye gitti. amacı prensi bulmak için içeri sızmaktı. ama buna gerek kalmamıştı zira bahçeye girdiği anda prensini ve melina'yı gördü. öyle bir sevindi ki her şey birazdan çözülecekti. sonunda kavuşacaklardı. koşarak yanlarına gitti. hava serinlemişti.
dolunay son görüşmelerindeki gibi her yeri aydınlatıyordu ve göz kamaştırırcasına, güneşi kıskandırmaya çalışırcasına parlıyordu gökyüzünde. prensin melina'yı iltifat yağmuruna tuttuğunu görünce, prensesin yüreği sızlıyordu. bunu fark eden melina hemen konuşmaya başladı: "sevgili prensesim biliyorsun bu sevgi sana, bu sözler sana. hadi söyle bana panzehiri alabildin mi?"
prenses cebinden şişeyi çıkarınca melina derin bir nefes çekti. prensesin başından geçen olayları çok merak ediyordu ama şu an konuşulacak konu bu değildi. öncelikli amaçları prense bunu içirmeleriydi. prenses nasıl yapacağını bilmiyordu. çünkü prens bir türlü melina'yı bırakmıyordu. prensese göz ucuyla bile bakmamıştı. dahası onu dinlemiyordu bile sanki duymuyordu onu. ne dese boşunaydı.
melina, prense dönüp ona çok güzel bir içecek hazırladığını ve prensesin elinden o içeceği içmesini istedi. prens melina'nın elinden içmek için ısrar etti. prenses artık umutsuzluğa kapılmaya başlamıştı ki, melina hemen çözüm üretmişti.
prense: "tamam, benim ellerimden içeceksin bunu yalnız bir şartım var: gözlerini kapat ve kana kana iç sana olan tüm sevgimi kattığım üstelik bir de sürpriz eklediğim bu şarabı." dedi.
prens sevinçle kabul etti. gözlerini kapatır kapatmaz prenses hemen yanına geldi ve iksiri içirdi prensine. prens duraksadı. sanki zaman onun için durmuş gibiydi. kaşlarını çattı, gözleri hala kapalıydı. yumruklarını sıktı, dişlerini gıcırdattı. sanki nefretin vücut bulmuş hali gibi burnundan alev solumaya başlamıştı. prenses ve melina birkaç adım geri çekildiler. her şeye hazırlardı. ama bir iki dakika sonra prens sakinleşmişti. yumruklarını gevşetti. sanki dudaklarından bir tebessüm geçti. yavaş yavaş gözlerini açtı karşısında prensesi gördü yanında da melina vardı. prens yıllardır görmemiş gibi gözlerini kırpmadan prensese bakıyordu. sanki son defa görüyormuşçasına gözleri ile sarılıyordu prensesin yüreğine.
bu bakışların neticesinde prensesin kalbi artık göğüs kafesinden çıkacakmış gibi delicesine atıyordu. prens koşup sımsıkı sarıldı prensesine. prensesimiz de öyle bir sarıldı ki sevdiğine, prens kaburgaları kırılacakmış gibi hissetti. kısa bir süre sonra prenses uzun zamandır içinde tuttuğu bütün duyguları artık yüreğinde tutamayacağını anladı ve ağlamaya başladı. hıçkıra hıçkıra çığlıklar ata ata ağlıyordu. prensin onu bir daha sevemeyeceğini düşündüğü anlar, bir daha ona asla böyle bakmayacağını hissettiği anlar, hepsi geride kalmıştı. öyle acı vermişti ki bu anılar, şu an gözlerinin dolup dolup taşmasına neden oluyorlardı. gözyaşları adeta krallığı silip süpürebilecek bir sel gibiydi.
prenses melina'nın da bu aşk ve dram dolu sahne karşısında gözleri dolmuştu. sonunda başarmışlardı. prens ve prenses tekrardan birliktelerdi. kabus bitmişti ve prens o kötü rüyadan uyanmıştı. prenses gözyaşlarının arasından konuştu: "seni o kadar çok seviyorum ki bundan sonraki her anımı seninle geçirmek istiyorum. senden bir saniye bile ayrı kalmak istemiyorum."
prens: "evet sevgilim haklısın sana olan sevgim o kadar fazla ki artık senden ayrı kalamam. tek isteğim şuan seni öpmek ve bir daha da ayrılmamak."
melina artık onları yalnız bırakması gerektiğini anlamıştı. sevinçle arkasını döndü ve şatoya doğru yürümeye başladı. bizim aşıkların konuşacak çok şeyleri vardı. biraz hasret gidermeleri gerekiyordu. bu ayrılık onları daha da birbirlerine bağlamıştı.
prens tutkuyla prensesi öptü. prenses de aynı tutkuyla karşılık verdi. ikisi de çölde günlerce susuz kalmış ve birbirlerinin dudaklarında su bulmuşçasına öpüştüler. dolunayın aydınlattığı o gecede, elleri bir daha ayrılmak istemezcesine kenetlenmiş bir şekilde...
edit: herkeseee tekrardan merhabaaa ikinci bölümün son kısmı olan üçüncü kısım ile karşınızdayız. umarım beğenmişsinizdir. açıkçası biz her bir bölümü yazarken çok eğleniyoruz*. haftaya yeni ve son bölümde görüşmek dileğiyle aşk dolu günler dilerizzz*.
bölüm 2
kısım 3
prensesimiz başına gelebilecek tehlikelere aldırış etmeksizin kendini yollara vurmuştu ve oluşabilecek her duruma karşı fiziken hazır olmasa bile ruhen hazırlamıştı kendisini. hayal olarak nitelendirilen bir dağı arayış içinde olmasına rağmen uzun yolculuğunda kararlılığını hiç kaybetmemişti. az gitmişti uz gitmişti, dere depe düz gitmişti, altı ay bir güz gitmişti. her uyandığında ise bu yol hiç bitmemişti. yolculuk esnasında çok fazla olmasa da güzelce yemek yeme ve yüreğindeki acı ile kafasının içinde zifiri karanlık yaratan güneş tutulmalarına rağmen birazcık da olsa uyuyabilme fırsatı bulmuştu. aksi bir durumda ne kendisine ne de prensine faydası dokunmayacaktı. tüm hayatını şatosunda hizmetçileri ile yaşamış biri için bu kadarı bile çok büyük eziyet iken prenses tüm bu zorlu koşullara rağmen asla pes etmemişti. yüreğinde sürekli olarak harlanan ve büyümekte olan prensini kurtarma yangını bu kadar azimli olmasının yegane sebebiydi.
günler hızla akan bir dere misali akıp geçti ve prensesin çıkınındaki yiyecekler bitme noktasına geldi. prensesin yüreğini bir korku kapladı. olduğu yerde durup kaldı çünkü her yerde sis vardı ve göz gözü görmüyordu. prenses melina'nın verdiği kağıda göre doğru yere gelmişti fakat görünürde sadece sis vardı. sisin içinde dolaşmaya başlamıştı fakat hiçbir şey göremiyordu. ne kaffa dağı ne de rozalin. sadece sis var, sonsuz bir sis...
peki ama neredeydi rozalin. güneş yüzünü unutturmaya çalışırcasına yavaş yavaş gökyüzünden kaçıyordu. etraf kararmaya ve bu karanlık ile yüreklenen çeşitli yaratıklar seslerini, kulakları tırmalarcasına yüreklere korku düşürürcesine, yükseltmeye başlamıştı. bu korku içerisindeyken arkasından gelen huzur dolu bir ses işitmişti.
prensesimiz sesin geldiği yöne doğru başını çevirdiği vakit bir kılıç keskinliğinde bakışlara sahip, saçlarında rengarenk boncuklarıyla, yaşlı durmasına rağmen yüzü yıllara meydan okumuş, güzeller güzeli bir kadın duruyordu karşısında. sisin içinde bir meşale gibi aydınlatıyordu etrafı. belinde ışıl ışıl parlayan iksir şişelerini gördüğünde bu kadının büyücü rozalin olduğunu hemen anladı prensesimiz.
rozalin: "ben de sizi bekliyordum sevgili prenses. adım rozalin."
prenses, rozalin’in kendisini beklediğinden habersiz olması nedeniyle büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. rozalin bir büyücü ve şifacı olmasının yanında üstün bir kahindi de. olayların böyle gelişmesini hiç istememiş olmasına karşın kaderi değiştiremezdi. sabırla prensesin geleceği o zamanı beklemek dışında elinden gelen hiçbir şey yoktu.
prenses: "beni mi bekliyordunuz, peki ama buraya geleceğimi nasıl biliyordunuz?"
rozalin: "geceyarısı dünya’daki yerini almadan kulübeme geçelim isterseniz zira zifiri karanlıkta karşılaşmak istemeyeceğiniz yaratıklar ortaya çıkmakta ve emin olun burada olmak istemezsiniz."
rozalin önde prenses arkasında hızlı bir şekilde dağın tepesine yöneldiler. çevrede gördüğü şeyler prensesi şaşkınlığa uğratıyordu. sanki dağın bu tarafı rozalin kulübesine rahatça ulaşabilsin diye usta bir taş oyucu tarafından şekillendirilmiş gibiydi. bir süre sessizce yürümelerinin ardından rozalin'in evine ulaşmışlardı. kulübedeki mumların yaydığı ışığın yardımıyla rozalin’in yüzü daha net seçilebiliyordu. prenses dikkatle rozalin’i inceliyordu. aslında hayal ettiği gibi korkutucu bir cadı değildi aksine o an gördüğü kişi çok güleç yüzlü ve dünyalar güzeli bir kadındı. herkese tatlı ve tanıdık gelebilecek bir siması vardı.
prenses: "merhaba büyücü rozalin, buraya çok önemli bir konuda sizden yardım almak için geldim. fakat siz zaten geleceğimi biliyordunuz bu nasıl mümkün olabilir?"
rozalin: "ben sıradan bir büyücü değilim prenses aynı zamanda bir kahinim. sizin neden geldiğinizi, ne zaman geleceğinizi ve nasıl geleceğinizi de biliyordum. prense olan büyük sevginizi iliklerime kadar hissedebiliyorum."
prenses biraz ürkmüştü. nasıl olur da her şeyi bilebilirdi bu kadın. tüm bu olanlar rozalin’in planı mıydı? bu aşk iksirini de mi o hazırlamıştı yoksa? rozalin, prensesin aklından geçen bu düşünceleri okumuşçasına cevap verdi:
“hayır prenses o aşk iksirini ben hazırlamadım. beni yanlış anlamayın kötü niyetli bir büyücü değilim ve bu yüzden size yardım etmek istiyorum ama benimle bir anlaşma yapmalısınız."
prenses: "biliyorum fakat bu anlaşma nedir acaba?"
rozalin onun yanına geldi, elini tuttu ve bir iki sihirli cümle söyledi. prenses bir anda rüyalar aleminde gözlerini açmış gibiydi. her yerde anılar uçuşuyordu, sanki geçmiş ve gelecek aynı anda yaşanıyor gibiydi bu alemde. aslında orada gördüğü tüm anılar rozalin'in anılarıydı. evet, anıların birinde bebek rozalin, bir diğerinde ise genç rozalin vardı. prenses genç rozalin’i görünce gerçekten de çok güzel bir kadın olduğunu tekrar farketmişti. prenses hiçbir şey anlamamıştı ve tüm bu olanlara bir anlam veremiyordu.
rozalin: "gördüğünüz gibi prenses bu benim hayatımın bir özeti. bakın şuradaki anılarımda bir mücadele göreceksiniz. o birkaç yıl öncesine ait. benim ve ezeli düşmanımın son savaşı."
dedikten sonra parmağı ile anısını işaret etti.
prenses: "ama orada çok gençsiniz nasıl birkaç yıl önce olabilir ki?" diye sorunca rozalin'in yüzünü bir hüzün kapladı. gözleri sönmekte olan bir mum gibi ışığını kaybetmeye başlamıştı bu anıları izlerken.
rozalin: "evet gençtim. düşmanım eğer yasaklı büyüyü kullanmasaydı halen de genç olacaktım. yasaklı olan bu büyü hayat çizgimde bir zaman yarığı oluşturdu. bu yarık yaşayacağım yılları adeta bir girdap gibi içine çekmeye başlamıştı. bunu fark ettiğimde yarığı kapatmak için çok uğraştım fakat yapamadım. diyar diyar gezdim, en bilge denilen kişilere danıştım. hiçbiri çözüm bulamıyordu. belki de bu çözümsüzlük nedeniyle yasaklı büyü olarak biliniyordu. umudumu kaybetmek üzereyken dünya üzerinde danışmadığım son bir bilge olduğu duydum. derlermiş ki o bütün büyüleri ve ters büyüleri bilirmiş. onu aradım ve buldum. bana bir ters büyü hazırlayabileceğimi söyledi. iksir için gereken materyallerin olduğu bir liste verdi. tek materyal hariç gerekli bütün malzemeleri bulmuştum. bu malzemeleri bulmak benim için çok zor olmamıştı lakin eksik olan tek materyal çok çok özel bir çiçekti. ters büyünün en önemli parçası bu çiçekmiş. ama bu çiçek sadece 100 yılda bir tan vaktinde açarmış. bu çiçeği görenlerin çok şanslı olduğu söylenirmiş. bu çiçeği bulabilmek için şansım olması gerekiyormuş. en son ne zaman açtığını kimse bilmiyordu. bu diyarların en yaşlı insanını buldum ve ona sordum. ama hatırlamıyordu. ona hatırlaması için bir iksir hazırladım ve tekrar sordum bu sefer işe yaradı.
84 yıl... tam 84 yıl geçmiş o çiçek dünya üzerinde son kez açalı.
tabii bu 6 yıl önceydi ve bugün itibariyle beklemem gereken 10 yıl daha var. o zamanlar bekleme durumumu sorun etmiyordum çünkü biz büyücülerin ömrü uzundur ve zaman yarığı henüz küçüktü, yıllarımın çoğunu almamıştı. ama zaman yarığı her bir yılı içine çektikçe genişlemeye başladı ve içine çektiği yıllar arttıkça büyümeye devam etti. büyüklüğü arttıkça daha hızlı bir şekilde yıllarımı almaya başladı. zamanımın bu kadar hızlı tükeneceğini tahmin edememiştim. evet kahin olan ben bile bunu görememiştim. artık çok az bir zamanım kaldı. eğer bu anlaşmayı yapabileceğim birini bulamazsam bu yıl bu yerküre üzerinde yürüyebileceğim son yıl olacak."
prenses şok olmuştu. rozalin bunları anlatırken anılar bir bir önlerinden geçiyordu. ne zorlu bir maceraymış diye düşündü prenses. ama anlamadığı bir şey vardı: bu iksirin ne işe yaradığı. rozalin yine aklını okumuş olacak ki cevap verdi:
"bu çiçek, özü ile yaşam enerjisi veriyor. iksir, zaman yarığının önce yuttuğu yıllarımı dışarı atmasını ve ardından açılmamak üzere kapanmasını sağlayacak. hem görünüş olarak genç halime geri döneceğim hem de yıllarım bana geri gelecek. bugüne kadar kaç yıl gitti ömrümden tahmin bile edemiyorum ama çok fazla olduğunu anlayabiliyorum. işte prenses, anlaşmamız karşılığında bedel olarak senden istediğim ömrünün 10 yılıdır. o çiçeğin özünü de eklersem iksir tamamlanmış olacak ve umudum zaman yarığını kapatabileceğim yönündedir. senden alacağım yılların da zaman yarığının içinde kaybolup kaybolmayacağını düşünüyorsan eğer soruna cevap vereyim. zaman yarığı sadece bana ait yılları çalıyor fakat anlaşma sağlanırsa senin yıllarını kullanıyor olacağım için güven içinde o çiçeğin açacağı günü bekleyebilirim. bu anlaşma bir defaya mahsustur. sizinle yaptıktan sonra bir başkası ile tekrar yapamayacağım. bu yüzden sana ihtiyacım var. buraya iksirler için birçok insan geldi. hepsine aynı anlaşmayı sundum fakat kabul etmediler. ben de onlara benimle ilgili tüm anılarını silecek bir büyü yaptım ve bu şekilde bu anlaşmanın gizli kalmasını sağladım. yoksa düşmanım bunu öğrenip her şeyi mahvedebilirdi. bu sebepten ötürü herkesten gizlenip bu dağda yaşamaya başladım. merak etme bu ödünç vereceğin yılların seni zaman olarak ileriye götürmeyecek ve hemen yaşlanmayacaksın benim gibi. sadece hayatının son 10 yılı olmayacak onun dışında her şey aynı kalacak. ama şöyle bir şey var ki ne kadar ömrün kaldığını göremiyorum. çünkü artık ömrümün son yılında olduğum için kahin özelliklerim azalmaya ve görülerim beni yanıltmaya başladılar. bu yüzden prenses ne kadar ömrün kaldı bilemiyorum ama sevdiğin için bunu göze alabiliyorsan hemen işe koyulalım ve anlaşmamızı yapalım."
bu uzun konuşmanın geçtiği anılar diyarından tekrar kulübeye dönmüşlerdi. prensesin kafası çok karışmıştı. eğer anlaşmayı kabul ederse 10 yılı gidecekti. bu onun için bir sorun teşkil etmiyordu lakin kahinin ne kadar ömrünün kaldığını söyleyememesi çok kötü olmuştu. ya çok az bir ömrü varsa ve daha prensine kavuşamadan, onunla güzel günler geçiremeden bu dünyadan göçerse. prenses kulübenin içinde bir sağa bir sola yürüyüp duruyordu. prensesin karar verebilmesi için yalnız kalması gerektiğini düşünen rozalin, düşünmesi için kulübede onu yalnız bırakmıştı.
prenses yapması gerekeni çok iyi biliyordu aslında. önemli olan prensin bu büyünün etkisinden kurtulmasıydı. onunla bir gün değil
sadece bir dakika geçirecek kadar ömrü kalmış bile olsa en azından sevdiğini kurtarmış olarak ölecekti. en azından bu şekilde hayata gözlerini yumsa bile içindeki bu yangın biraz dinmiş olacaktı. eğer anlaşmayı reddedip giderse sevdiğine ettiği bu ihaneti ömür boyu unutamayacaktı ve bu ihanetin yarattığı acı ile zaten yaşayamayacaktı. kesin kararını vermişti. bir an önce anlaşmayı kabul etmeli ve prensinin yardımına koşmalıydı.
rozalin kulübeye geri geldiğinde prensesin gözlerindeki kararlılık alevinin tekrardan harlandığı farketti. prenses vakit kaybetmeden rozalin'e anlaşmayı kabul ettiğini söyledi.
rozalin: "prenses size bir konudan daha bahsetmem gerekiyor. prens için hazırlayacağım iksirin çok önemli bir etkisi var. bunu anlatmadan anlaşma yapamam. sizi bilgilendirmediğim için kandırmış gibi görünmek istemiyorum çünkü."
prenses kafasını devam et dercesine salladı. daha ne kadar zorluk çıkabilirdi. acaba karşısına başka engeller de çıkacak mıydı? bu karanlık düşünceler aklına celp ettiği sırada gözlerinin önüne biricik prensinin gülüşü geldi. eğer prensi orada olsaydı güçlü durmasını ve asla pes etmemesi gerektiğini söylerdi. nefes alırken zorlandığını ve yutkunurken boğazının düğümlendiğini hissediyordu.
rozalin devam etti:
"prensin içtiği iksirin çok güçlü bir etkisinin olmasının sebebi onun size olan aşkıdır. iksirin özünü oluşturan materyal prensin tarif edilemez derece büyük olan sevgisidir. ve bu aşkı ancak nefret dengeleyebilir. yapacağımız panzehir onun aşkından beslenerek nefret duygusunu tetikleyecek. bunu bir terazi gibi düşünebilirsiniz, şu an prensin aşkı bir kefede durmakta ve biz diğer kefeye bunu dengeleyecek bir nefret koymalıyız. işte iksir bunu dengeleyecek nefret duygusunun ortaya çıkmasını sağlayacak. sonuçta birini ne kadar severseniz ona o kadar sinirlenirsiniz. bu yüzden prens bu panzehiri içince sevgisi nefrete dönüşecek ve bu nefret onu ele geçirecek. böylelikle gözlerine perdeler indiren o aşk, öfke ile dengelenecek ve tüm perdeler ortadan yok olacak. ama asıl sınavınız o zaman başlayacak. eğer prensin size olan sevgisi gerçek ise yani size gerçekten aşık ise prensesim, işte o zaman sizi görünce sevgisi tekrar açığa çıkacak. anıları bir bir aklına gelecek. eğer size olan aşkı gerçekten yüceyse o zaman gerçek sevginiz yalancı nefreti yakıp kül edecek. ama sevgisi sadece iki günlük ise işte o zaman prens sizi tanımayacaktır bile. sanki siz hayatına hiç girmemişsiniz gibi yaşamaya devam edecektir. yolun sonunda sizin sevdanızın imtihanı var prenses. bunu da göze alıyor musunuz?"
prenses bu sefer bir saniye bile düşünmedi ve tereddüt etmedi. çünkü ne olursa olsun, prens kendisini bir daha sevmeyecek bile olsa onu kurtarmalıydı. melina da vardı bir yandan, ona da yardım etmeliydi. aklından prens ile olan anıları geçti. evet belki yan yana oldukları, göz göze baktıkları anlar azdı ama çok iyi bildiği bir şey vardı ki onların sevdası iki günlük değil ömürlüktü. prensin ona nasıl baktığını, elini nasıl tuttuğunu bir kez daha hatırladı ve artık daha da emin oldu. prens panzehiri içince sevgisi kesinlikle açığa çıkacaktı. çünkü onlar birbirlerine sonsuz bir bağla bağlılardı.
prenses kabul ettiğini söylediğinde rozalin onun yanına geldi. prensese bakıp: "şimdi gözlerime dikkatlice bakmanı istiyorum sakın ayırma gözlerini benden. yıllarını almam biraz uzun sürecek çünkü güçlerim de zayıflıyor artık. ama yıllarını almam bitince zaten bunu anlayacaksın." dedi ve prensesin başını ellerinin arasına alıp kendine doğru çekti. gözlerini prensesin gözlerine odakladı. rozalin'in gözleri bir anda parlamaya başladı. prenses sanki karnından ve yüreğinden yukarı doğru bir şeyler hareket ediyormuş gibi hissediyordu. gözlerinden rozalin’in gözlerine doğru bir ışık ilerliyordu. biraz zaman geçtikten sonra midesi bulanmaya ve başı ağrımaya başlamıştı. onu terk eden yıllarını yavaş yavaş hissediyordu. acıdan gözleri yaşla dolmasına rağmen vazgeçmedi. tüm bu acılar sevdiğinin kurtulması içindi.
ve prensese yıllar geçmiş gibi hissettiren bu transferin sonunda prenses, yüreğinde bir rahatlama hissetti. başı artık ağrımıyordu. mide bulantısı da geçmişti. rozalin'in gözleri yavaş yavaş eski haline döndü. ona birkaç soru daha sormak istiyordu fakat çok vakit harcamıştı. bir an önce panzehiri alıp yola koyulmalıydı. rozalin arka tarafa geçerken ona gelmesini işaret etti. prenses onu takip etti.
prenses, rozalin’in panzehiri hazırlayışını dikkatle izledi. içine koyduğu şeylerin bir çoğunu ilk defa görüyordu. prenses hazırlanan karışımı dikkatle izliyorken rozalin eline bir bıçak aldı ve prensesten elini uzatmasını istedi. prensesin avucuna küçük bir kesik attı. ondan panzehirin üzerine tam 3 damla akıtmasını istedi. ve dedi ki: "unutma bu iksiri prense sen içirmelisin. senin elinden içmeli. o zaman işe yarar."
prenses başıyla onayladı. iksiri son bir kez karıştıran rozalin onu avuç içine sığabilecek büyüklükte bir şişeye koydu ve prensese verdi. artık geri dönme vaktiydi. prenses şişeyi güvenli bir şekilde çıkınına koydu ve rozaline teşekkür etti.
rozalin: "asıl ben teşekkür ederim sevgili prenses. bana yaptığınız bu iyiliği asla unutmayacağım. ve sizin sevginize güveniyorum. ileride ne olur pek hissedemiyorum fakat dikkat edin prenses içimde kötü bir his var. ileride sizi zorluk ve kötülük bekliyor olabilir. ama sizin için sonsuz mutluluk diliyorum prenses."
prenses: "merak etmeyin büyücü rozalin, yanımda prensim olduktan sonra birlikte bütün kötülüklere karşı mücadele edebiliriz. iyi dilekleriniz için de minnettarım umarım siz de o çiçeği bulup zaman yarığından yıllarınızı geri alabilirsiniz."
prenses, rozalin’e veda edip yavaş yavaş dağdan inmeye başladı. attığı her adımda kararlığı daha da artıyordu. artık prensini kurtarmalıydı ve ömrü çok kısa kalmış bile olsa bu sınırlı vaktini prensi ile dolu dolu geçirmek için bir an önce krallığa geri dönmeliydi.
dönüş yolu artık ona zorlu gelmiyordu. zorlu geçecek olsa bile umrunda değildi bu durum çünkü amacına ulaşmış, iksiri bulmuştu. yalnız prensine olabildiğince hızlı bir şekilde geri dönmeye çalışmalıydı. çünkü zaten 10 yıl kaybetmişti ve prensin içmiş olduğu iksirin etkisi her geçen gün etkisini arttırıyordu.
dönüş yolunda neredeyse hiç dinlenmedi. prensine kavuşacak olmanın hayali ona ne yemek yediriyor ne de onun uyumasına imkan veriyordu. çok kısa bir sürede krallığa geri dönmüştü. prenses krallık kapısından içeri girerken melina onun geldiğini görmüştü. günlerdir heyecanla onu bekliyordu. bir yandan da prense göz kulak oluyordu. zaten prensin onun peşinden ayrıldığı da yoktu.
prensesin geldiğini gören melina acele bir şekilde bahçeye götürdü prensi. orada kimse olmazdı. rahat bir şekilde bu işi halledebilirlerdi. prenses de gizlice bahçeye gitti. amacı prensi bulmak için içeri sızmaktı. ama buna gerek kalmamıştı zira bahçeye girdiği anda prensini ve melina'yı gördü. öyle bir sevindi ki her şey birazdan çözülecekti. sonunda kavuşacaklardı. koşarak yanlarına gitti. hava serinlemişti.
dolunay son görüşmelerindeki gibi her yeri aydınlatıyordu ve göz kamaştırırcasına, güneşi kıskandırmaya çalışırcasına parlıyordu gökyüzünde. prensin melina'yı iltifat yağmuruna tuttuğunu görünce, prensesin yüreği sızlıyordu. bunu fark eden melina hemen konuşmaya başladı: "sevgili prensesim biliyorsun bu sevgi sana, bu sözler sana. hadi söyle bana panzehiri alabildin mi?"
prenses cebinden şişeyi çıkarınca melina derin bir nefes çekti. prensesin başından geçen olayları çok merak ediyordu ama şu an konuşulacak konu bu değildi. öncelikli amaçları prense bunu içirmeleriydi. prenses nasıl yapacağını bilmiyordu. çünkü prens bir türlü melina'yı bırakmıyordu. prensese göz ucuyla bile bakmamıştı. dahası onu dinlemiyordu bile sanki duymuyordu onu. ne dese boşunaydı.
melina, prense dönüp ona çok güzel bir içecek hazırladığını ve prensesin elinden o içeceği içmesini istedi. prens melina'nın elinden içmek için ısrar etti. prenses artık umutsuzluğa kapılmaya başlamıştı ki, melina hemen çözüm üretmişti.
prense: "tamam, benim ellerimden içeceksin bunu yalnız bir şartım var: gözlerini kapat ve kana kana iç sana olan tüm sevgimi kattığım üstelik bir de sürpriz eklediğim bu şarabı." dedi.
prens sevinçle kabul etti. gözlerini kapatır kapatmaz prenses hemen yanına geldi ve iksiri içirdi prensine. prens duraksadı. sanki zaman onun için durmuş gibiydi. kaşlarını çattı, gözleri hala kapalıydı. yumruklarını sıktı, dişlerini gıcırdattı. sanki nefretin vücut bulmuş hali gibi burnundan alev solumaya başlamıştı. prenses ve melina birkaç adım geri çekildiler. her şeye hazırlardı. ama bir iki dakika sonra prens sakinleşmişti. yumruklarını gevşetti. sanki dudaklarından bir tebessüm geçti. yavaş yavaş gözlerini açtı karşısında prensesi gördü yanında da melina vardı. prens yıllardır görmemiş gibi gözlerini kırpmadan prensese bakıyordu. sanki son defa görüyormuşçasına gözleri ile sarılıyordu prensesin yüreğine.
bu bakışların neticesinde prensesin kalbi artık göğüs kafesinden çıkacakmış gibi delicesine atıyordu. prens koşup sımsıkı sarıldı prensesine. prensesimiz de öyle bir sarıldı ki sevdiğine, prens kaburgaları kırılacakmış gibi hissetti. kısa bir süre sonra prenses uzun zamandır içinde tuttuğu bütün duyguları artık yüreğinde tutamayacağını anladı ve ağlamaya başladı. hıçkıra hıçkıra çığlıklar ata ata ağlıyordu. prensin onu bir daha sevemeyeceğini düşündüğü anlar, bir daha ona asla böyle bakmayacağını hissettiği anlar, hepsi geride kalmıştı. öyle acı vermişti ki bu anılar, şu an gözlerinin dolup dolup taşmasına neden oluyorlardı. gözyaşları adeta krallığı silip süpürebilecek bir sel gibiydi.
prenses melina'nın da bu aşk ve dram dolu sahne karşısında gözleri dolmuştu. sonunda başarmışlardı. prens ve prenses tekrardan birliktelerdi. kabus bitmişti ve prens o kötü rüyadan uyanmıştı. prenses gözyaşlarının arasından konuştu: "seni o kadar çok seviyorum ki bundan sonraki her anımı seninle geçirmek istiyorum. senden bir saniye bile ayrı kalmak istemiyorum."
prens: "evet sevgilim haklısın sana olan sevgim o kadar fazla ki artık senden ayrı kalamam. tek isteğim şuan seni öpmek ve bir daha da ayrılmamak."
melina artık onları yalnız bırakması gerektiğini anlamıştı. sevinçle arkasını döndü ve şatoya doğru yürümeye başladı. bizim aşıkların konuşacak çok şeyleri vardı. biraz hasret gidermeleri gerekiyordu. bu ayrılık onları daha da birbirlerine bağlamıştı.
prens tutkuyla prensesi öptü. prenses de aynı tutkuyla karşılık verdi. ikisi de çölde günlerce susuz kalmış ve birbirlerinin dudaklarında su bulmuşçasına öpüştüler. dolunayın aydınlattığı o gecede, elleri bir daha ayrılmak istemezcesine kenetlenmiş bir şekilde...
edit: herkeseee tekrardan merhabaaa ikinci bölümün son kısmı olan üçüncü kısım ile karşınızdayız. umarım beğenmişsinizdir. açıkçası biz her bir bölümü yazarken çok eğleniyoruz*. haftaya yeni ve son bölümde görüşmek dileğiyle aşk dolu günler dilerizzz*.
devamını gör...
5.
aşkın üç rengi
bölüm 3
iki aşık, binbir çiçek desenli kıyafetini giymiş olan bahçede el ele yürüyorlardı ki prenses rozalin’i bulmak için çıktığı macerayı anlatmaya başladı. öyle heyecanlı anlatıyordu ki adeta küçücük bir kız çocuğu gibiydi. onun bu tavırlarını ve gözlerindeki ışıltıyı gören prens ise sadece hayran olmuş bir vaziyette izlemek ve dinlemekle yetiniyordu. aslında çok tehlikeli olan fakat prenses tarafından çok tatlı bir şekilde anlatılan bu masalı can kulağı ile dinlediği için hiç araya girmedi. heyecanlı bir ruh hali içinde dinliyordu ve içten içe böyle bir maceraya atıldığı için prensese kızıyordu. aynı zamanda prensesin ona hissettiği aşktan öylesine etkileniyordu ki kızgınlığı hemen geçiyordu. prensesi dinlerken kendi kendine acaba ben olsam ne yapardım diye de sormaktan geri kalmıyordu. cevabı ise hiç değişmiyordu: "bir nefes süresi kadar bile düşünmeden evet."
prenses, rozalin ile yaptığı anlaşmayı anlatmaya başladığında bir an için duraksadı. yüzünde bir hüzün, bir düşünme hali, bir umutsuzluk belirdi. prens ufak bir şaşkınlık anından sonra anlatmaya devam etmesini istedi. prenses hikayenin kalan kısmını bir solukta anlattı. prensesin anlaşma karşılığında rozalin’e 10 yılını verdiğini öğrenen prens adeta şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibiydi. ne diyeceğini ne düşüneceğini kestirememiş bir halde olduğu yere çöktü kaldı. gözleri her an patlamaya hazır fırtına bulutları gibi dolmuştu.
prensin bu kadar kahrolduğunu gören prenses hemen onun yanına çöktü ve ona: “sakın üzülme sevgilim. şayet oradan panzehir olmadan gelseydim, sana ve aşkımıza ihanet etmiş olacaktım. benim için seninle geçireceğim bir dakika, sensiz geçireceğim 10 yıldan daha değerlidir. ayrıca hem rozalin’e hem de melina’ya yardım etmiş oldum ki onlara borçlu kalmak istemezdim zira seni kurtarmamda çok fazla yardımları dokundu. ikisi de ziyadesiyle harikulade kadınlar, yapmış olduğum iyiliği sonuna kadar hak ediyorlar.”
prens: "seni anlayabiliyorum sevgilim. lakin senden uzakta bir saniye bile geçiremeyen beni, sensiz 10 yıl geçirme düşüncesi kahrediyor. sana bir şey olursa ben zaten artık yaşamıyor olurum. o andan itibaren yaşayan bir ölü olmaktansa o an seninle can vermeyi yeğlerim. nefes alıp yaşamamaktansa, nefes almayıp sonsuzlukta seninle yaşamayı tercih ederim."
prenses bu sözlere çok kızmıştı. kaşlarını çattı ve kollarını göğsünde birbirine bağlayarak arkasını döndü prense. birkaç dakika sonra konuşmaya başladı naz yapan küçük çocuklar gibi.
prenses: "lütfen böyle mesnetsiz ve mutsuzluk kokan sözler söylemeyin ömrümün emaneti. hem daha genciz, birlikte çok mutlu geçireceğimiz yıllarımız elbette ki olacaktır. 10 yıl dediğiniz nedir ki? sizin için tanrı’nın bana emaneti olan bütün ömrü verebilirim hiç düşünmeden. bu tanrı’ya ihanet edeceğim anlamına gelecek olsa bile. fakat prensim bir an önce bu krallıklardan ve ailelerden uzaklaşmamız gerekmektedir. başımıza gelen son olaydan sonra bir yenisinin olması sürpriz olmayacaktır. seni prenses melina ile evlendirmek için her şeyi yapacaklardır. zannımca bizimkiler de aynı şeyleri yapabilecek zihniyete sahiptirler. bu sebeple buralardan gitmemiz gerektiği kanaatindeyim."
prensin gözü uzaklara daldı. düşünceler deryasında çırpınmaya başladı. prenses sonuna kadar haklıydı. eğer mutlu olmak istiyorlarsa buralardan gitmeleri gerekiyordu.
prens: "canım prensesim, mühürlü kaderim. istediğin gibi olsun her şey, yarın gece buralardan ayrılalım, uzak diyarlara gidelim. terk edelim bu kötü insanların bulunduğu diyarı." dedi.
ertesi gece iki krallığın sınır bölgesinde buluşacaklarına dair sözleşerek ayrıldılar. yürekleri oluk oluk kanarcasına...
krallıklarına dönmeden önce son bir kez dönüp buluşturdular alev alev parlayan gözlerini karanlığın en koyu olduğu yerde. ertesi gece sözleştikleri vakitte buluştular ve kimseye görünmeden uzaklaştılar krallıklarından, uzaklara doğru. tek çarelerinin bu olduğunu biliyorlardı. bu teklifi kendisinin yapmasına rağmen prensesin yüzü yine de asıktı. prens yüzünün neden asık olduğunu sordu.
prenses: "ne kadar farkında olsam da çaresizliğimizin, yine de evimiz bildiğimiz yerden bir anda böyle kimseye haber vermeden kaçmak beni biraz üzdü. keşke her şey daha farklı olsaydı."
prens: “evet sevgilim doğru söylüyorsun ama saadetimiz için bunu yapmamız şart. hem melina biliyor gittiğimizi, ona veda edebildik en azından. o da kararımızı doğru buldu. senin yerinde olsa aynı şeyi yapacağını söylemedi mi? bu sebeple üzülmemelisin zamanımın anlamı. bizim için, sevgimiz ve mutluluğumuz için tek çaremiz bu.” dedi ve sarıldı prensese.
yaşanmışlıklarını, krallıklarını, ailelerini ve diğer tüm sevdiklerini geride bırakarak el ele tutuştular ve emin adımlarla yürümeye devam ettiler. çünkü onların dünyası birbirleri olmadan artık bir hiçti. her şeyi geride bırakarak daima beraber olabilecekleri yeni bir hayata doğru yol aldılar...
mutluluk artık onlar için bir hayal değildi.
onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine demeye hazırlanırken bizler,
gökten üç elma düş....
hayır yere düşen elmalar değildi, prensesti. prens bir anda elinin boşta kaldığını farketti. sımsıkı tuttuğu el aynı şekilde karşılık vermiyordu, tamamen tepkisizdi. kafasını yan tarafa çevirmeye korkuyordu. kalbi korkuyla çarpıyordu, içinde bir ürperme hissetti, tüyleri diken diken olmuştu. midesine kramplar giriyordu. o kısacık an sanki yıllarca sürmüştü ve yaşlandırmıştı ruhunu. yan tarafında dolunayın aydınlattığı çimenlerde yüreğinin artık çarpmadan uzanışını izliyordu. çok hızlı bir şekilde nefes alıp vermeye başladı, kalp krizi geçirecek gibiydi. bir eliyle hareketsiz avuçları sımsıkı tutuyordu, hiçbir zaman gitmesine izin vermeyecekmişçesine. diğer eliyle sıkışan kalbini tutuyordu, sökmek istermişçesine. prensesin hareketsiz kolunu sallamaya başladı ama tepki yoktu. kolu ne zaman yukarı kaldırsa bıraktığı anda aşağı düşüyordu, bir ağacın yaprağının sonbaharda toprakla buluşması gibi. kabullenemiyordu bu durumu, prensesin omuzlarından tuttu, silkelemeye başladı. prensesin kafası kontrolsüzce ileri geri hareket ediyordu. solmuş bir çiçeğin boynu gibi kenara düşüyordu. yavaş yavaş prensesin kalbine doğru uzandı ve dinlemeye başladı. hiçbir kuş sesi gelmiyordu. sanki ölüm sessizliği çökmüştü o kuş cenneti yüreğine. prensin aklı, kendisini teselli etmeye çalışan pervasız bir arkadaş gibi asla kabullenmek istemediği gerçeği haykırıyordu yüreğine. prens o kelimeyi söyleyemiyordu kendi kendine, asla kabul edemezdi bu durumu, daha çok uzun zamanlar beraber olacaklardı. hayalleri vardı, mutlu olacaklardı. bu düşünceler şu an yerde hareketsizce uzanan prensesin bedeni gibi hareketsizce uzanıyordu prensin zihin mezarlığında.
prensin elleri titremeye başladı, geriye doğru sendeledi, ayağa kalkamadan sırt üstü düştü. sıcaktan insanların uyuyamadığı o yaz gecesinde tir tir titremeye başladı, kutuplarda çıplak kalan bir insan gibi. durduramıyordu kendini, dişlerini sıkmıştı. o kadar çok sıktı ki dişlerini birkaçı kırıldı. prens öyle bir çığlık kopardı ki gökyüzündeki meleklerden yerin en dibindeki zebanilere kadar herkes bu çığlığı duymuştu. öyle hüzün dolu bir çığlıktı ki bulutlar bile gözyaşı dökmeye başladılar.
dünya onun için artık bir çukurdu ve o çukurun zemininde sırt üstü uzanıyordu. aklını kaybedeceğini düşündü ama bir türlü deliremiyordu. bu şekilde yaşayamayacağını da biliyordu. o an aslında hiçbir şey bilmiyordu, sadece sadece...
çılgınlar gibi ağlıyordu, bağırıyordu, tanrıya lanet ediyordu, rozalin’e lanet ediyordu, ona bu iksiri içirenlere lanet ediyordu. o anda nefreti öyle bir çoğaldı ki artık sevgi kalmamıştı bünyesinde. eğer sevgi varsa bile çok derinlere gömülmüştü. sadece nefret soluyor, damarlarında nefret dolanıyordu. nefret eğer bir insan olsaydı o an ki prens olurdu. gözleri öyle korkutucu bir hal almıştı ki onu gören vahşi hayvanlar bile ağaç kovuklarına, mağaralara saklanıyordu.
yağmura aldırış etmeden artık cansız bir bedenden başka varlığı olmayan sevdiği kadının alnına bir öpücük kondurduktan sonra eğilerek uzandığı yerden kucağına aldı ve ona bu kaderi yaşatanların yaşadığı bataklığa doğru yol almaya başladı. yani lanet olasıca krallıklarına. kaçmaya çalıştıkları bataklık onların peşini bırakmadığı gibi prensesi de içine çekmişti. prens bu bataklığa doğru ilerlemeye devam etti.
ayrılık zordu. ayrılık acıydı...
bir süre sonra krallığa ulaşmıştı. prensesi o çok sevdiği çiçek bahçesinin en güzel yerine yavaşça bıraktı. öptü alnından, okşadı o güzel yüzünü. tüm çiçeklerden, o geri dönene kadar prensese canları gibi bakacaklarına dair söz vermelerini istedi. prensin de artık içinde sevgi kalmamıştı. sevgisinin kaynağı olan biricik prensesinin ölümüne sebep olan herkes için küçücük bir merhamet bile beslemiyordu. o an yüreğindeki intikam ateşi alev alev yanmaya başladı. prensin kalbi de gözleri gibi ayrılığın siyahına bürünmüştü, kılıcını çekti ve onların hayatlarını çalanları, onların mutluluğunu yok edenleri, onlara bu acıları yaşatan herkesi öldürmeye doğru ilerlemeye başlamıştı ki bir esinti yüzünü okşadı. öyle yumuşaktı ki bu dokunuş, sanki prensesin dokunuşuydu. etrafına bakınmaya başlamıştı ki arkasından bir ses duydu: “seni her zaman seveceğim." dönüp baktığı zaman çiçeklerin içerisinde prensesin silüetini görür gibi oldu.
prenses bu diyarlardan gitmeden önce bir anlığına da olsa prensine göründü. nefretin ona hükmetmesini istemiyormuşçasına. prensesin ruhu öyle hüzün ve aşk dolu bir bakış bırakmıştı ki prensin yüreğine artık nefreti yok olmuştu prensin. sadece aşk kalmıştı. prensesin sevgi dolu sesi, bakışları, dokunuşları...
prens olduğu yerde dizlerinin üstüne çöktü, kılıcı elinden düştü. bağırmaktan sesi kısılmış olsa bile öyle sessiz bir şekilde çığlık atıyordu ki ona bu iksiri içirenlerin bile yüreği kan ağlıyordu bu sessiz çığlıklar nedeniyle.
içinizdeki o sevginin sahibi artık yoksa o sevginin de bir değeri kalmıyordu. o aşk da sevdiğiniz ile gidiyordu. yerini kaplayan mutsuzluk, hüzün o kadar büyük oluyordu ki nefes bile aldırmıyordu. haykırmak, bağırmak istersiniz de sesiniz çıkmaz ya, karanlıkların içindeki o ışık hüzmesine koşarsınız da o ışık bir anda kaybolur ya, bu da öyledir işte. yokluğunun ağırlığı omuzlarınıza çöktüğünde kaldıramazsınız. evet belki dışarıdan yaşıyormuş gibi görünebilirsiniz. ama gerçekten seven iki insandan biri ölürse öbürü de onunla ölür. sizi tamamlayan kişi artık yanınızda olmazsa bu dünyada yarım kalırsınız.
ne yapsanız hep eksik kalır. onsuzluk kalbinize saplanan bir hançer gibidir. kesik kesik soluk alırsınız ama acı dayanılmazdır. her bir solukta canınız daha da çok yanar. yaşamınızı güzelleştiren, aklınıza gelmesi bile sizi gülümseten, onun geleceği zamanı iple çektiğiniz, yanında özgür ama bir o kadar da ona bağlı hissettiğiniz o insan artık yoksa hayatınızda, yaşamanın da bir anlamı kalmaz aslında. aşk böyledir. varlığı sizi mutlu ve sevinçli yapar ama yokluğu da sizi mahveder.
dipsiz bir çukurdur aslında onsuzluk. düşersiniz, düşersiniz, daha da düşersiniz. ne tutunacak bir yer vardır ne de bir ışık. o sonsuz boşluğu dolduracak tek kişi de gittiyse eğer evet, işte o zaman o çukurdan çıkamazsınız. hüzün sanki kolları varmış gibi sizi sarar. bir zaman sonra boğulmaya başlarsınız. çırpınırsınız, kurtulmaya çalışırsınız ama sizi bırakmaz.
bir an sonra okyanusun altında gibi hissedersiniz. nefesiniz hızla tükenmektedir. yukarıya doğru yüzdüğünüzü zannedersiniz ama aslında daha da dibe battığınızı fark etmezsiniz. sonra pes edersiniz. size o soluğu tekrardan verebilecek olan tek kişi de yoktur artık. o okyanusun dibinde oturursunuz. onun yanına gitmek için beklersiniz. aklınızda, kalbinizde, tüm benliğinizde onun adı durmadan zuhur ederken siz sadece kavuşacağınız günü beklersiniz. acı sizi öldürür ama aynı zamanda da yaşatır. aşk gibidir işte. aşk da yaşatır lakin yeri geldiğinde sizi öldürmesini de çok iyi bilir.
ayrılık her zaman acıydı. prensin kalbi de prensesi ile beraber gitmişti. sevdiği olmadan bu dağ bu taş neye yarar. o yağmur ekinlere nasıl can verir. güneş yerküreyi yakar adeta, çekilen ızdırabın yüreği yaktığı gibi. sevdiği bu dünyadan göçmüşse, artık prens eski prens değildir. içindeki aşk sevdiği ile beraber gitmiştir.
aşık olduğunuzda ayrı düşmek aklınıza bile gelmez çünkü bilirsiniz ki seven iki insan için ayrılık olamaz. ölüm de olsa gerçek aşıklar için ayrılmak yoktur aslında çünkü ruhları bütünleşmiştir ve bu enerji asla kaybolmayacaktır.
elinizi uzattığınızda sevdiğinizin yüzü orada olsun istersiniz. gülüşünüz gülüşüne değsin, saçlarınız birbirine karışsın, gözleriniz hiç başka yere bakmasın istersiniz. fakat o canınızdan çok sevdiğiniz kişi artık yoksa elleriniz boşluğa düşüyorsa, gülüşünüz solmuşsa, saçlarınız sert rüzgarda savruluyorsa ve gözleriniz hep onu arıyorsa yaşanır mı bu dünyada diye düşünüyor olsanız da onun hatırasını yaşatmanız gerekmektedir. sizin mutlu olmanızı isterdi, o gitmiş olsa bile kalanlara birlikte geçirdiğiniz güzel anıları aktarmanızı ve yeni nesillere umut olmanızı isterdi. aşkın hiçbir zaman ölmeyeceğini öğretmenizi isterdi.
"seni her zaman seveceğim prensim, beni asla unutma fakat geleceği yaşamayı da aksatma.
elveda..."
edit: herkese merhabalarr. hikayemizin son bölümü de sizlerle. umarım beğenmişsinizdir. biz bu bölümde gerçekten çok hüzünlendik. ama prens ve prenses hep kalbimizde olacak. onların aşkları bize umut verecek. umarım bu hikaye size de bir şeyler katabilmiştir. bizi çok düşündürdü aslında çoğu zaman. sizleri de düşündürebilmiştir umarım. ilk hikayemiz "aşkın üç rengi" burada sona eriyor fakat zihnimizde onlar hep var olacaklar.
başka bir yazı ile ilerleyen günlerde görüşmek dileğiyle. ne olursa olsun aşk hep sizinle olsun...
bölüm 3
iki aşık, binbir çiçek desenli kıyafetini giymiş olan bahçede el ele yürüyorlardı ki prenses rozalin’i bulmak için çıktığı macerayı anlatmaya başladı. öyle heyecanlı anlatıyordu ki adeta küçücük bir kız çocuğu gibiydi. onun bu tavırlarını ve gözlerindeki ışıltıyı gören prens ise sadece hayran olmuş bir vaziyette izlemek ve dinlemekle yetiniyordu. aslında çok tehlikeli olan fakat prenses tarafından çok tatlı bir şekilde anlatılan bu masalı can kulağı ile dinlediği için hiç araya girmedi. heyecanlı bir ruh hali içinde dinliyordu ve içten içe böyle bir maceraya atıldığı için prensese kızıyordu. aynı zamanda prensesin ona hissettiği aşktan öylesine etkileniyordu ki kızgınlığı hemen geçiyordu. prensesi dinlerken kendi kendine acaba ben olsam ne yapardım diye de sormaktan geri kalmıyordu. cevabı ise hiç değişmiyordu: "bir nefes süresi kadar bile düşünmeden evet."
prenses, rozalin ile yaptığı anlaşmayı anlatmaya başladığında bir an için duraksadı. yüzünde bir hüzün, bir düşünme hali, bir umutsuzluk belirdi. prens ufak bir şaşkınlık anından sonra anlatmaya devam etmesini istedi. prenses hikayenin kalan kısmını bir solukta anlattı. prensesin anlaşma karşılığında rozalin’e 10 yılını verdiğini öğrenen prens adeta şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibiydi. ne diyeceğini ne düşüneceğini kestirememiş bir halde olduğu yere çöktü kaldı. gözleri her an patlamaya hazır fırtına bulutları gibi dolmuştu.
prensin bu kadar kahrolduğunu gören prenses hemen onun yanına çöktü ve ona: “sakın üzülme sevgilim. şayet oradan panzehir olmadan gelseydim, sana ve aşkımıza ihanet etmiş olacaktım. benim için seninle geçireceğim bir dakika, sensiz geçireceğim 10 yıldan daha değerlidir. ayrıca hem rozalin’e hem de melina’ya yardım etmiş oldum ki onlara borçlu kalmak istemezdim zira seni kurtarmamda çok fazla yardımları dokundu. ikisi de ziyadesiyle harikulade kadınlar, yapmış olduğum iyiliği sonuna kadar hak ediyorlar.”
prens: "seni anlayabiliyorum sevgilim. lakin senden uzakta bir saniye bile geçiremeyen beni, sensiz 10 yıl geçirme düşüncesi kahrediyor. sana bir şey olursa ben zaten artık yaşamıyor olurum. o andan itibaren yaşayan bir ölü olmaktansa o an seninle can vermeyi yeğlerim. nefes alıp yaşamamaktansa, nefes almayıp sonsuzlukta seninle yaşamayı tercih ederim."
prenses bu sözlere çok kızmıştı. kaşlarını çattı ve kollarını göğsünde birbirine bağlayarak arkasını döndü prense. birkaç dakika sonra konuşmaya başladı naz yapan küçük çocuklar gibi.
prenses: "lütfen böyle mesnetsiz ve mutsuzluk kokan sözler söylemeyin ömrümün emaneti. hem daha genciz, birlikte çok mutlu geçireceğimiz yıllarımız elbette ki olacaktır. 10 yıl dediğiniz nedir ki? sizin için tanrı’nın bana emaneti olan bütün ömrü verebilirim hiç düşünmeden. bu tanrı’ya ihanet edeceğim anlamına gelecek olsa bile. fakat prensim bir an önce bu krallıklardan ve ailelerden uzaklaşmamız gerekmektedir. başımıza gelen son olaydan sonra bir yenisinin olması sürpriz olmayacaktır. seni prenses melina ile evlendirmek için her şeyi yapacaklardır. zannımca bizimkiler de aynı şeyleri yapabilecek zihniyete sahiptirler. bu sebeple buralardan gitmemiz gerektiği kanaatindeyim."
prensin gözü uzaklara daldı. düşünceler deryasında çırpınmaya başladı. prenses sonuna kadar haklıydı. eğer mutlu olmak istiyorlarsa buralardan gitmeleri gerekiyordu.
prens: "canım prensesim, mühürlü kaderim. istediğin gibi olsun her şey, yarın gece buralardan ayrılalım, uzak diyarlara gidelim. terk edelim bu kötü insanların bulunduğu diyarı." dedi.
ertesi gece iki krallığın sınır bölgesinde buluşacaklarına dair sözleşerek ayrıldılar. yürekleri oluk oluk kanarcasına...
krallıklarına dönmeden önce son bir kez dönüp buluşturdular alev alev parlayan gözlerini karanlığın en koyu olduğu yerde. ertesi gece sözleştikleri vakitte buluştular ve kimseye görünmeden uzaklaştılar krallıklarından, uzaklara doğru. tek çarelerinin bu olduğunu biliyorlardı. bu teklifi kendisinin yapmasına rağmen prensesin yüzü yine de asıktı. prens yüzünün neden asık olduğunu sordu.
prenses: "ne kadar farkında olsam da çaresizliğimizin, yine de evimiz bildiğimiz yerden bir anda böyle kimseye haber vermeden kaçmak beni biraz üzdü. keşke her şey daha farklı olsaydı."
prens: “evet sevgilim doğru söylüyorsun ama saadetimiz için bunu yapmamız şart. hem melina biliyor gittiğimizi, ona veda edebildik en azından. o da kararımızı doğru buldu. senin yerinde olsa aynı şeyi yapacağını söylemedi mi? bu sebeple üzülmemelisin zamanımın anlamı. bizim için, sevgimiz ve mutluluğumuz için tek çaremiz bu.” dedi ve sarıldı prensese.
yaşanmışlıklarını, krallıklarını, ailelerini ve diğer tüm sevdiklerini geride bırakarak el ele tutuştular ve emin adımlarla yürümeye devam ettiler. çünkü onların dünyası birbirleri olmadan artık bir hiçti. her şeyi geride bırakarak daima beraber olabilecekleri yeni bir hayata doğru yol aldılar...
mutluluk artık onlar için bir hayal değildi.
onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine demeye hazırlanırken bizler,
gökten üç elma düş....
hayır yere düşen elmalar değildi, prensesti. prens bir anda elinin boşta kaldığını farketti. sımsıkı tuttuğu el aynı şekilde karşılık vermiyordu, tamamen tepkisizdi. kafasını yan tarafa çevirmeye korkuyordu. kalbi korkuyla çarpıyordu, içinde bir ürperme hissetti, tüyleri diken diken olmuştu. midesine kramplar giriyordu. o kısacık an sanki yıllarca sürmüştü ve yaşlandırmıştı ruhunu. yan tarafında dolunayın aydınlattığı çimenlerde yüreğinin artık çarpmadan uzanışını izliyordu. çok hızlı bir şekilde nefes alıp vermeye başladı, kalp krizi geçirecek gibiydi. bir eliyle hareketsiz avuçları sımsıkı tutuyordu, hiçbir zaman gitmesine izin vermeyecekmişçesine. diğer eliyle sıkışan kalbini tutuyordu, sökmek istermişçesine. prensesin hareketsiz kolunu sallamaya başladı ama tepki yoktu. kolu ne zaman yukarı kaldırsa bıraktığı anda aşağı düşüyordu, bir ağacın yaprağının sonbaharda toprakla buluşması gibi. kabullenemiyordu bu durumu, prensesin omuzlarından tuttu, silkelemeye başladı. prensesin kafası kontrolsüzce ileri geri hareket ediyordu. solmuş bir çiçeğin boynu gibi kenara düşüyordu. yavaş yavaş prensesin kalbine doğru uzandı ve dinlemeye başladı. hiçbir kuş sesi gelmiyordu. sanki ölüm sessizliği çökmüştü o kuş cenneti yüreğine. prensin aklı, kendisini teselli etmeye çalışan pervasız bir arkadaş gibi asla kabullenmek istemediği gerçeği haykırıyordu yüreğine. prens o kelimeyi söyleyemiyordu kendi kendine, asla kabul edemezdi bu durumu, daha çok uzun zamanlar beraber olacaklardı. hayalleri vardı, mutlu olacaklardı. bu düşünceler şu an yerde hareketsizce uzanan prensesin bedeni gibi hareketsizce uzanıyordu prensin zihin mezarlığında.
prensin elleri titremeye başladı, geriye doğru sendeledi, ayağa kalkamadan sırt üstü düştü. sıcaktan insanların uyuyamadığı o yaz gecesinde tir tir titremeye başladı, kutuplarda çıplak kalan bir insan gibi. durduramıyordu kendini, dişlerini sıkmıştı. o kadar çok sıktı ki dişlerini birkaçı kırıldı. prens öyle bir çığlık kopardı ki gökyüzündeki meleklerden yerin en dibindeki zebanilere kadar herkes bu çığlığı duymuştu. öyle hüzün dolu bir çığlıktı ki bulutlar bile gözyaşı dökmeye başladılar.
dünya onun için artık bir çukurdu ve o çukurun zemininde sırt üstü uzanıyordu. aklını kaybedeceğini düşündü ama bir türlü deliremiyordu. bu şekilde yaşayamayacağını da biliyordu. o an aslında hiçbir şey bilmiyordu, sadece sadece...
çılgınlar gibi ağlıyordu, bağırıyordu, tanrıya lanet ediyordu, rozalin’e lanet ediyordu, ona bu iksiri içirenlere lanet ediyordu. o anda nefreti öyle bir çoğaldı ki artık sevgi kalmamıştı bünyesinde. eğer sevgi varsa bile çok derinlere gömülmüştü. sadece nefret soluyor, damarlarında nefret dolanıyordu. nefret eğer bir insan olsaydı o an ki prens olurdu. gözleri öyle korkutucu bir hal almıştı ki onu gören vahşi hayvanlar bile ağaç kovuklarına, mağaralara saklanıyordu.
yağmura aldırış etmeden artık cansız bir bedenden başka varlığı olmayan sevdiği kadının alnına bir öpücük kondurduktan sonra eğilerek uzandığı yerden kucağına aldı ve ona bu kaderi yaşatanların yaşadığı bataklığa doğru yol almaya başladı. yani lanet olasıca krallıklarına. kaçmaya çalıştıkları bataklık onların peşini bırakmadığı gibi prensesi de içine çekmişti. prens bu bataklığa doğru ilerlemeye devam etti.
ayrılık zordu. ayrılık acıydı...
bir süre sonra krallığa ulaşmıştı. prensesi o çok sevdiği çiçek bahçesinin en güzel yerine yavaşça bıraktı. öptü alnından, okşadı o güzel yüzünü. tüm çiçeklerden, o geri dönene kadar prensese canları gibi bakacaklarına dair söz vermelerini istedi. prensin de artık içinde sevgi kalmamıştı. sevgisinin kaynağı olan biricik prensesinin ölümüne sebep olan herkes için küçücük bir merhamet bile beslemiyordu. o an yüreğindeki intikam ateşi alev alev yanmaya başladı. prensin kalbi de gözleri gibi ayrılığın siyahına bürünmüştü, kılıcını çekti ve onların hayatlarını çalanları, onların mutluluğunu yok edenleri, onlara bu acıları yaşatan herkesi öldürmeye doğru ilerlemeye başlamıştı ki bir esinti yüzünü okşadı. öyle yumuşaktı ki bu dokunuş, sanki prensesin dokunuşuydu. etrafına bakınmaya başlamıştı ki arkasından bir ses duydu: “seni her zaman seveceğim." dönüp baktığı zaman çiçeklerin içerisinde prensesin silüetini görür gibi oldu.
prenses bu diyarlardan gitmeden önce bir anlığına da olsa prensine göründü. nefretin ona hükmetmesini istemiyormuşçasına. prensesin ruhu öyle hüzün ve aşk dolu bir bakış bırakmıştı ki prensin yüreğine artık nefreti yok olmuştu prensin. sadece aşk kalmıştı. prensesin sevgi dolu sesi, bakışları, dokunuşları...
prens olduğu yerde dizlerinin üstüne çöktü, kılıcı elinden düştü. bağırmaktan sesi kısılmış olsa bile öyle sessiz bir şekilde çığlık atıyordu ki ona bu iksiri içirenlerin bile yüreği kan ağlıyordu bu sessiz çığlıklar nedeniyle.
içinizdeki o sevginin sahibi artık yoksa o sevginin de bir değeri kalmıyordu. o aşk da sevdiğiniz ile gidiyordu. yerini kaplayan mutsuzluk, hüzün o kadar büyük oluyordu ki nefes bile aldırmıyordu. haykırmak, bağırmak istersiniz de sesiniz çıkmaz ya, karanlıkların içindeki o ışık hüzmesine koşarsınız da o ışık bir anda kaybolur ya, bu da öyledir işte. yokluğunun ağırlığı omuzlarınıza çöktüğünde kaldıramazsınız. evet belki dışarıdan yaşıyormuş gibi görünebilirsiniz. ama gerçekten seven iki insandan biri ölürse öbürü de onunla ölür. sizi tamamlayan kişi artık yanınızda olmazsa bu dünyada yarım kalırsınız.
ne yapsanız hep eksik kalır. onsuzluk kalbinize saplanan bir hançer gibidir. kesik kesik soluk alırsınız ama acı dayanılmazdır. her bir solukta canınız daha da çok yanar. yaşamınızı güzelleştiren, aklınıza gelmesi bile sizi gülümseten, onun geleceği zamanı iple çektiğiniz, yanında özgür ama bir o kadar da ona bağlı hissettiğiniz o insan artık yoksa hayatınızda, yaşamanın da bir anlamı kalmaz aslında. aşk böyledir. varlığı sizi mutlu ve sevinçli yapar ama yokluğu da sizi mahveder.
dipsiz bir çukurdur aslında onsuzluk. düşersiniz, düşersiniz, daha da düşersiniz. ne tutunacak bir yer vardır ne de bir ışık. o sonsuz boşluğu dolduracak tek kişi de gittiyse eğer evet, işte o zaman o çukurdan çıkamazsınız. hüzün sanki kolları varmış gibi sizi sarar. bir zaman sonra boğulmaya başlarsınız. çırpınırsınız, kurtulmaya çalışırsınız ama sizi bırakmaz.
bir an sonra okyanusun altında gibi hissedersiniz. nefesiniz hızla tükenmektedir. yukarıya doğru yüzdüğünüzü zannedersiniz ama aslında daha da dibe battığınızı fark etmezsiniz. sonra pes edersiniz. size o soluğu tekrardan verebilecek olan tek kişi de yoktur artık. o okyanusun dibinde oturursunuz. onun yanına gitmek için beklersiniz. aklınızda, kalbinizde, tüm benliğinizde onun adı durmadan zuhur ederken siz sadece kavuşacağınız günü beklersiniz. acı sizi öldürür ama aynı zamanda da yaşatır. aşk gibidir işte. aşk da yaşatır lakin yeri geldiğinde sizi öldürmesini de çok iyi bilir.
ayrılık her zaman acıydı. prensin kalbi de prensesi ile beraber gitmişti. sevdiği olmadan bu dağ bu taş neye yarar. o yağmur ekinlere nasıl can verir. güneş yerküreyi yakar adeta, çekilen ızdırabın yüreği yaktığı gibi. sevdiği bu dünyadan göçmüşse, artık prens eski prens değildir. içindeki aşk sevdiği ile beraber gitmiştir.
aşık olduğunuzda ayrı düşmek aklınıza bile gelmez çünkü bilirsiniz ki seven iki insan için ayrılık olamaz. ölüm de olsa gerçek aşıklar için ayrılmak yoktur aslında çünkü ruhları bütünleşmiştir ve bu enerji asla kaybolmayacaktır.
elinizi uzattığınızda sevdiğinizin yüzü orada olsun istersiniz. gülüşünüz gülüşüne değsin, saçlarınız birbirine karışsın, gözleriniz hiç başka yere bakmasın istersiniz. fakat o canınızdan çok sevdiğiniz kişi artık yoksa elleriniz boşluğa düşüyorsa, gülüşünüz solmuşsa, saçlarınız sert rüzgarda savruluyorsa ve gözleriniz hep onu arıyorsa yaşanır mı bu dünyada diye düşünüyor olsanız da onun hatırasını yaşatmanız gerekmektedir. sizin mutlu olmanızı isterdi, o gitmiş olsa bile kalanlara birlikte geçirdiğiniz güzel anıları aktarmanızı ve yeni nesillere umut olmanızı isterdi. aşkın hiçbir zaman ölmeyeceğini öğretmenizi isterdi.
"seni her zaman seveceğim prensim, beni asla unutma fakat geleceği yaşamayı da aksatma.
elveda..."
edit: herkese merhabalarr. hikayemizin son bölümü de sizlerle. umarım beğenmişsinizdir. biz bu bölümde gerçekten çok hüzünlendik. ama prens ve prenses hep kalbimizde olacak. onların aşkları bize umut verecek. umarım bu hikaye size de bir şeyler katabilmiştir. bizi çok düşündürdü aslında çoğu zaman. sizleri de düşündürebilmiştir umarım. ilk hikayemiz "aşkın üç rengi" burada sona eriyor fakat zihnimizde onlar hep var olacaklar.
başka bir yazı ile ilerleyen günlerde görüşmek dileğiyle. ne olursa olsun aşk hep sizinle olsun...
devamını gör...
6.
yalnızlık evi
saatine baktı. evet, vakit gelmişti. veda etmeye hazırlandı. çiçeklerini bir güzel sulamıştı, o yokken bir süre idare eder ve solmazlardı. en sevdiği çiçeği, yani orkidesini, aldı karşısına. konuştu onunla son kez. okşadı yapraklarını, sevdi mor çiçeklerini...
kalktı sonra mutfağa yöneldi. bütün bulaşıkları yıkamış ve hepsini yerleştirmişti. her gün olduğu gibi... buzdolabında bozulacak bir yiyecek bırakmamıştı. yalnız bir yemek dışında. asla gelmeyeceğini bilse de belki bu akşam 'o' gelirse aç kalmasın diye o'nun en sevdiği yemeği yapmıştı. patates kızartması bir insanın en sevdiği yemek olabilirdi pekâlâ.
salona geçti. televizyonda en sevdiği dizi yeni başlamıştı. oturdu, bir süre sakince izledi. sonra televizyonda onun adını duydu ansızın, gözleri doldu. 'hayır' dedi kendi kendine 'hayır, ağlamak yok artık.' cansız gözlerle izlemeye devam etti. artık o dizi bile onu güldüremiyordu. her gece olduğu gibi dün gece de yine doğru düzgün uyuyamamıştı. gözleri yavaş yavaş kapanırken aklında güzel bir düş vardı. yarım saat kadar sonra sıçrayarak uyandı. bir an nerede olduğunu hatırlayamadı. sonra anılar bir bir geri geldi ve sıyrıldı o düş bataklığından.
dışarıda çocukların seslerini duydu ve cama gitti. izledi onları. kendi çocukluğu aklına geldi. acı bir tebessüm etti. elini yanağına dayadı ve bir süre de onları seyretti. yakalamaca oynuyorlardı. sonra biri düştü ve ağlamaya başladı. bir diğeri hemen yanına koştu ve teselli etti. dizi yaralanmıştı. hep beraber alıp götürdüler onu. sokak eski sessizliğine bürünmüştü şimdi.
gözleri yeri buldu. bir karınca gördü. vakti boldu nasıl olsa. bu sefer de onu izlemeye başladı. 'yaşam mücadelesi budur' diye düşündü kendi kendine. çalışkan ve bir o kadar da güçlü karıncalar... küçükler belki ama yolları fazla uzun olsa da onlar hiç yılmadan giderlerdi yuvalarına. ama sanki bu karınca yolunu kaybetmişti yoksa niye onun evinde olacaktı ki. burada bir karınca yuvası yoktu bildiği kadarıyla. nitekim karınca da dört dönüp duruyordu. galiba gerçekten de yolunu kaybetmişti. öldürmek istemedi ama evinde de olamazdı. bir kağıdın üstüne aldı karıncayı ve dışarıya bıraktı. artık o karınca koskoca dünyada yalnızdı. tıpkı kendisi gibi. yolunu kaybetmiş, evini kaybetmişti. o karıncanın hislerini çok iyi anladı. ama karınca ondan daha mücadeleciydi. belki de evini bulurdu. ona iyi temennilerde bulundu.
sonra odasına gitti. yatağını bir güzel düzeltmiş, eşyalarını düzenlemişti. evde tek bir şey dışında her şey kusursuzdu: banyodaki musluk sürekli akıtıyordu. bir türlü yaptıramamıştı. ama artık bir önemi de kalmamıştı. kendisini sürekli rahatsız eden bu şıp sesleri bu sefer ona bir ninni gibi geldi. banyonun önüne çöktü, gözlerini kapattı ve dinledi. her bir damla ile ruhu temizlendi. zihni boşaldı. huzurlu hissetti. o su gibi akıp gittiğini hayal etti. sahi, bir su damlası olsaydı, kardeşleriyle beraber yüzseydi o zaman da yalnız hisseder miydi? yalnızlık tek başına olmak değildi de kalabalıklar içinde tek olmak mıydı? tek başına olmayı yalnızlık olarak görmüyordu. ona göre yalnızlık etrafında birçok insan olmasına rağmen yine de kendini oraya ait hissedememekti. kimsenin onu anlamamasıydı. arkadaşlarla gülüp eğlenmek kolaydı. zor olan onlara kendini anlatmaktı. o da çareyi dışarıda aramayı mantıksız buluyordu zaten. insan kendi kendini iyileştirmeliydi. çünkü kendisini en iyi o bilirdi. o zaman çözümü de içeride bulabilirdi. lakin çabaları hep boşa çıkmıştı. kendi içinde hallettiğini düşündüğü sorunlar sadece bir süreliğine yok olmuş gibi görünüp tam iyi olacakken yine ortaya çıkmışlardı. yavaş yavaş yukarı doğru çıktığını düşünse de her seferinde biraz daha dibe batıyordu. tutunacak o el kendi eli de değilse o zaman kimin eliydi? işte bu soru kafasında belki de binlerce kez yankılanmış ama cevapsız kalmış bir soruydu. tıpkı diğer birçok soru gibi. belki de sorular çözülmek için değil de düşünmek içindi...
tekrardan saatine baktı. vakit artık çok geçti. vedasını edemedi. aylardır her gün edemediği gibi. onu buraya bağlayan neydi? neden bir türlü gidemiyordu. neye veda etmeyi unutuyordu. oysaki o güzel sözlerle dolu mektubu bile hazırdı. masanın üstünde 3 sayfalık bir iç döküş duruyordu işte ama olmuyordu. ayağa kalktı başı önünde ve bakışları yerde...
arkasını dönmüştü ki bir ses duydu. adım sesleri... olduğu yerde mıhlanıp kaldı. zilin sesini duydu. başını yavaşça kaldırdı. bu sesler çok tanıdıktı. gerçek olabilir miydi bu? gelmiş olabilir miydi? yalnızlık evini yıkmaya mı gelmişti, yoksa onunla beraber yaşamaya mı? zil tekrar çaldı. bu sefer daha ısrarcı bir şekilde... birisi adını seslendi. bağırdı: "oradasın biliyorum, nolur aç kapıyı."
kapıya doğru dönmüştü şimdi. kalp atışları hızlanmıştı. hızla soluk alıp vermeye başladı. evet, gerçekten de oydu. fakat niye bu kadar geç kalmıştı? niye daha önce gelmemişti? ya bu sefer gerçekten yapsaydı, her gün yapamadığı şeyi. ya bu sefer gerçekten yapsaydı...
zil artık durmadan çalınıyor, bir yandan da kapı, kırılacak gibi delice yumruklanıyordu. bir an soluğu kesilmiş gibi hissetti. belki de aylardan beri ilk defa gerçekten nefes alıyordu. bilemedi. koştu ve kapıyı açtı. ikisi de kısa bir süre şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. o saniyelerde öyle şeyler düşündü ki. bütün o umutsuz anları. bütün o yalnızlıkları. bu dünyadaki tek oluşları... artık bitmişti. 'o' biraz daha gecikse çok geç olabilirdi belki. o kısa anda yalnızlığın bedenini terk ettiğini, en azından artık yalnızlığını paylaştığını, yalnızlık evinde çift kişi olduklarını hissetti. tek değildi. hayır, hayır hiçbir zaman tek değildi. bu yüzden veda edememişti bir türlü. çünkü aslında bunu istememişti. hep onu beklemişti. her gün aynı vedayı etmiş ama bir türlü gidememişti. şimdi anlıyordu. o, dünyaya veda etse de o'na veda edemezdi.
saniyeler sonra atıldılar ikisi de. sarıldılar birbirlerine. gözlerinden yaşlar akıyordu ikisinin de. zor olmuştu onlar için. uzun uzun sarıldılar. öpüştüler, koklaştılar. özleşmişlerdi. bundan sonra ne olur artık bir önemi yoktu. beraberlerdi. işte asıl önemli olan buydu. yaptığı yemek bu sefer boşa gitmemişti. bu sefer birisi de onunla birlikte yiyecekti ve o yemek bitecekti. baktı gözlerine, içinde kendini buldu. kaybettiği benliğini... "hoş geldin" dedi. "aç mısın? en sevdiğin yemeği yaptım. gel oturalım da hasret giderelim. konuşacak çok konu var." bunları söylerken gülümsüyordu. ama gözleri daha çok gülüyordu. 'o' da gülümsedi, elini tuttu ve mutfağa doğru yürümeye başladılar...
edit: herkese merhaba bayramınız güzel geçiyordur umarımm. bu aralar yazdığım kısa hikayeyi paylaşmak istedim. içinde benim hislerimi barındaran ve eminim sizin de kendinizden bir parça bulacağınız bu kısa hikayemi umarım beğenmişsinizdir. şimdilik yeni bir hikayede görüşene kadar kendinize çook iyi bakın efendim*.
saatine baktı. evet, vakit gelmişti. veda etmeye hazırlandı. çiçeklerini bir güzel sulamıştı, o yokken bir süre idare eder ve solmazlardı. en sevdiği çiçeği, yani orkidesini, aldı karşısına. konuştu onunla son kez. okşadı yapraklarını, sevdi mor çiçeklerini...
kalktı sonra mutfağa yöneldi. bütün bulaşıkları yıkamış ve hepsini yerleştirmişti. her gün olduğu gibi... buzdolabında bozulacak bir yiyecek bırakmamıştı. yalnız bir yemek dışında. asla gelmeyeceğini bilse de belki bu akşam 'o' gelirse aç kalmasın diye o'nun en sevdiği yemeği yapmıştı. patates kızartması bir insanın en sevdiği yemek olabilirdi pekâlâ.
salona geçti. televizyonda en sevdiği dizi yeni başlamıştı. oturdu, bir süre sakince izledi. sonra televizyonda onun adını duydu ansızın, gözleri doldu. 'hayır' dedi kendi kendine 'hayır, ağlamak yok artık.' cansız gözlerle izlemeye devam etti. artık o dizi bile onu güldüremiyordu. her gece olduğu gibi dün gece de yine doğru düzgün uyuyamamıştı. gözleri yavaş yavaş kapanırken aklında güzel bir düş vardı. yarım saat kadar sonra sıçrayarak uyandı. bir an nerede olduğunu hatırlayamadı. sonra anılar bir bir geri geldi ve sıyrıldı o düş bataklığından.
dışarıda çocukların seslerini duydu ve cama gitti. izledi onları. kendi çocukluğu aklına geldi. acı bir tebessüm etti. elini yanağına dayadı ve bir süre de onları seyretti. yakalamaca oynuyorlardı. sonra biri düştü ve ağlamaya başladı. bir diğeri hemen yanına koştu ve teselli etti. dizi yaralanmıştı. hep beraber alıp götürdüler onu. sokak eski sessizliğine bürünmüştü şimdi.
gözleri yeri buldu. bir karınca gördü. vakti boldu nasıl olsa. bu sefer de onu izlemeye başladı. 'yaşam mücadelesi budur' diye düşündü kendi kendine. çalışkan ve bir o kadar da güçlü karıncalar... küçükler belki ama yolları fazla uzun olsa da onlar hiç yılmadan giderlerdi yuvalarına. ama sanki bu karınca yolunu kaybetmişti yoksa niye onun evinde olacaktı ki. burada bir karınca yuvası yoktu bildiği kadarıyla. nitekim karınca da dört dönüp duruyordu. galiba gerçekten de yolunu kaybetmişti. öldürmek istemedi ama evinde de olamazdı. bir kağıdın üstüne aldı karıncayı ve dışarıya bıraktı. artık o karınca koskoca dünyada yalnızdı. tıpkı kendisi gibi. yolunu kaybetmiş, evini kaybetmişti. o karıncanın hislerini çok iyi anladı. ama karınca ondan daha mücadeleciydi. belki de evini bulurdu. ona iyi temennilerde bulundu.
sonra odasına gitti. yatağını bir güzel düzeltmiş, eşyalarını düzenlemişti. evde tek bir şey dışında her şey kusursuzdu: banyodaki musluk sürekli akıtıyordu. bir türlü yaptıramamıştı. ama artık bir önemi de kalmamıştı. kendisini sürekli rahatsız eden bu şıp sesleri bu sefer ona bir ninni gibi geldi. banyonun önüne çöktü, gözlerini kapattı ve dinledi. her bir damla ile ruhu temizlendi. zihni boşaldı. huzurlu hissetti. o su gibi akıp gittiğini hayal etti. sahi, bir su damlası olsaydı, kardeşleriyle beraber yüzseydi o zaman da yalnız hisseder miydi? yalnızlık tek başına olmak değildi de kalabalıklar içinde tek olmak mıydı? tek başına olmayı yalnızlık olarak görmüyordu. ona göre yalnızlık etrafında birçok insan olmasına rağmen yine de kendini oraya ait hissedememekti. kimsenin onu anlamamasıydı. arkadaşlarla gülüp eğlenmek kolaydı. zor olan onlara kendini anlatmaktı. o da çareyi dışarıda aramayı mantıksız buluyordu zaten. insan kendi kendini iyileştirmeliydi. çünkü kendisini en iyi o bilirdi. o zaman çözümü de içeride bulabilirdi. lakin çabaları hep boşa çıkmıştı. kendi içinde hallettiğini düşündüğü sorunlar sadece bir süreliğine yok olmuş gibi görünüp tam iyi olacakken yine ortaya çıkmışlardı. yavaş yavaş yukarı doğru çıktığını düşünse de her seferinde biraz daha dibe batıyordu. tutunacak o el kendi eli de değilse o zaman kimin eliydi? işte bu soru kafasında belki de binlerce kez yankılanmış ama cevapsız kalmış bir soruydu. tıpkı diğer birçok soru gibi. belki de sorular çözülmek için değil de düşünmek içindi...
tekrardan saatine baktı. vakit artık çok geçti. vedasını edemedi. aylardır her gün edemediği gibi. onu buraya bağlayan neydi? neden bir türlü gidemiyordu. neye veda etmeyi unutuyordu. oysaki o güzel sözlerle dolu mektubu bile hazırdı. masanın üstünde 3 sayfalık bir iç döküş duruyordu işte ama olmuyordu. ayağa kalktı başı önünde ve bakışları yerde...
arkasını dönmüştü ki bir ses duydu. adım sesleri... olduğu yerde mıhlanıp kaldı. zilin sesini duydu. başını yavaşça kaldırdı. bu sesler çok tanıdıktı. gerçek olabilir miydi bu? gelmiş olabilir miydi? yalnızlık evini yıkmaya mı gelmişti, yoksa onunla beraber yaşamaya mı? zil tekrar çaldı. bu sefer daha ısrarcı bir şekilde... birisi adını seslendi. bağırdı: "oradasın biliyorum, nolur aç kapıyı."
kapıya doğru dönmüştü şimdi. kalp atışları hızlanmıştı. hızla soluk alıp vermeye başladı. evet, gerçekten de oydu. fakat niye bu kadar geç kalmıştı? niye daha önce gelmemişti? ya bu sefer gerçekten yapsaydı, her gün yapamadığı şeyi. ya bu sefer gerçekten yapsaydı...
zil artık durmadan çalınıyor, bir yandan da kapı, kırılacak gibi delice yumruklanıyordu. bir an soluğu kesilmiş gibi hissetti. belki de aylardan beri ilk defa gerçekten nefes alıyordu. bilemedi. koştu ve kapıyı açtı. ikisi de kısa bir süre şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. o saniyelerde öyle şeyler düşündü ki. bütün o umutsuz anları. bütün o yalnızlıkları. bu dünyadaki tek oluşları... artık bitmişti. 'o' biraz daha gecikse çok geç olabilirdi belki. o kısa anda yalnızlığın bedenini terk ettiğini, en azından artık yalnızlığını paylaştığını, yalnızlık evinde çift kişi olduklarını hissetti. tek değildi. hayır, hayır hiçbir zaman tek değildi. bu yüzden veda edememişti bir türlü. çünkü aslında bunu istememişti. hep onu beklemişti. her gün aynı vedayı etmiş ama bir türlü gidememişti. şimdi anlıyordu. o, dünyaya veda etse de o'na veda edemezdi.
saniyeler sonra atıldılar ikisi de. sarıldılar birbirlerine. gözlerinden yaşlar akıyordu ikisinin de. zor olmuştu onlar için. uzun uzun sarıldılar. öpüştüler, koklaştılar. özleşmişlerdi. bundan sonra ne olur artık bir önemi yoktu. beraberlerdi. işte asıl önemli olan buydu. yaptığı yemek bu sefer boşa gitmemişti. bu sefer birisi de onunla birlikte yiyecekti ve o yemek bitecekti. baktı gözlerine, içinde kendini buldu. kaybettiği benliğini... "hoş geldin" dedi. "aç mısın? en sevdiğin yemeği yaptım. gel oturalım da hasret giderelim. konuşacak çok konu var." bunları söylerken gülümsüyordu. ama gözleri daha çok gülüyordu. 'o' da gülümsedi, elini tuttu ve mutfağa doğru yürümeye başladılar...
edit: herkese merhaba bayramınız güzel geçiyordur umarımm. bu aralar yazdığım kısa hikayeyi paylaşmak istedim. içinde benim hislerimi barındaran ve eminim sizin de kendinizden bir parça bulacağınız bu kısa hikayemi umarım beğenmişsinizdir. şimdilik yeni bir hikayede görüşene kadar kendinize çook iyi bakın efendim*.
devamını gör...
7.
bir evrenin iki yarısı: güneş ve ay
güneş ve ay hakkında geçmişten beri birçok düşünce ortaya atılmıştır. kimileri onları sürekli birbirlerini kovalayan, ezeli iki düşman kimileri de birbirlerine tutkun iki aşık olarak tasvir etmiştir. benim zihnimdeki hikayede de onlar iki aşık. asla kavuşamayan, hep bir arada olabilmek için çırpınan ama birbirlerinden de bir o kadar uzakta olan iki aşık... iki farklı hayata sahip olan. işte onların hikayesi de böyle başladı:
aşıklardan birisi olan güneş, günü açardı. tüm parlaklığıyla herkesin gözünü kamaştırırdı. gören herkes birkaç saniyeden daha fazla bakamazdı bu aşığa. güneşin tüm parlaklığı aşkında gelirdi. o'nun içindi hepsi. gün güzelse o'nun içindi. hava güzelse o'nun eseriydi. aşkından mest olmuş bir şekilde, yaptığı her şey aşkı içindi. kimi zaman özlemin buruk acısıyla kavururdu çölleri. kimi zaman da kışın dışarıda üşüyen yürekleri ısıtırdı kendi yüreğinin sıcaklığıyla. ona göre sevgisinin göstergesiydi ışığı. çünkü aşkı olmasaydı o ışığın bir anlamı da olmazdı. o hiç var olmamış olsaydı o zaman kendi varlığının ne önemi kalırdı ki? kendi mevcudiyeti aşkının varlığına bağlıydı...
diğer aşık ay ise gece gelirdi. karanlığı severdi. gecenin ortasında mağrur ve gururlu duruşuyla herkesi kendine hayran bırakırdı. aşkı ne kadar enerji doluysa o, o kadar sakin bir yapıya sahipti. içindeki fırtınaları sevdiğinden başka kimseye göstermezdi. nitekim ondan başka kimse de görmezdi yüreğindeki yangınları. belki de ona bu kadar bağlı olmasının sebebi buydu. onu bir tek sevdiği anlardı. bir tek onun sözleri değerliydi. çünkü her zaman söylenecek doğru kelimeleri hiç zorluk çekmeden bulurdu. kalbinde kendine bile söylemediği kelimeleri ne güzel de bir araya getirirdi. adeta 'iç sesinin dış sesi'ydi. bu evrende onun karanlığını aydınlatabilecek bir tek o vardı.
bu iki aşık çok farklı olmalarına rağmen birbirlerine o farklılıklar kadar bağlıydılar. hani "gün ve gece kadar ayrı olmak" tabiri vardır ya, bizim aşıklar bu tabire hiç anlam veremezlerdi. farklı olduklarını inkar ettikleri yoktu ama aşkın ve sevginin, ne kadar ayrı olurlarsa olsunlar birleştiremeyeceği kimse olmadığının en güzel kanıtıydılar. buna rağmen insanlar sevdikleri kişide kendilerinden farklı bir taraf görünce hemen karalar bağlarlardı. bunu gören güneş ve ay insanların sevinmesi gereken yerde neden üzüldüklerini de anlamazlardı. çünkü onlar birbirleri sayesinde hayata başka bir pencereden bakabilmeyi öğrenmişlerdi. mesela güneş aslında karanlıktan korkardı. ta ki zifiri karanlık bir gecede ay onun elinden tutana kadar. o karanlığın içinde ikisi yürürken güneş ilk defa kendini böyle bir anda çok güvende hissettiğini fark etti. karanlığın barındırdığı o belirsizlik onu korkutmuyordu artık. aksine canından çok sevdiği ay ile beraber o karanlığa adım atmak, orayı keşfe çıkmak ve aşklarıyla aydınlatmak istiyordu.
ay ise her zaman o karanlıkta yaşamıştı. ruhu geceye aitti. aydınlık yerlerde duramaz hemen gölgeye kaçardı. fakat güneşin elini tutunca ışığın o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başladı. hatta alışabilirdi de aydınlığa. sevebilirdi bile... yanında sevdiği olduktan sonra geceyi aydınlatmak bir başka güzeldi neticede.
tabii bizim aşıkların yan yana gelebildikleri zamanlar çok azdı. özlem ve hasret onların hep yanındaydı. en iyi dostlarıydı hatta. az görüşebilmelerinden dolayı ikisinin de tek isteği birlikte olabilmekti. fakat yılda yalnızca birkaç kez bir araya gelebiliyorlardı.
insanlar buna güneş tutulması diyordu ve çok az kavuşabilen bu iki aşığın beraberlikleri herkesin gözlerini kamaştırıyordu.
onlar içinse bu anlar kalp tutulmasıydı. çünkü birbirlerine yavaş yavaş yaklaşırlarken kalplerinin son derece olan hızı bir anda, karşı karşıya olduklarında, dururdu. o an insanlar o karşılaşmayla mest olmuşken, onlar bu özel anın tadını çıkarırlardı.
güneş uzun uzun bakardı sevdiğine. ay da ona karşılık verirdi. gözlerini ayıramazlardı. o kısa anların bir saniyesini bile ziyan etmek istemezlerdi. zira ikisi içinde sevdiğine bakamadığı her saniye ziyan olmuş zamandı. o an konuşmayı unuturlardı. sadece birbirlerine bakarlar ve o anın tadını çıkarırlardı. ışıl ışıl olan bakışları sevinçlerini anlatmaya yetmezdi.
o kısa anlarda konuşacak pek vakit bulamadıklarından daha sonra okumak üzere birbirlerine yazdıkları mektupları verirlerdi. hatta bu yüzdendi göğün bazen renk değiştirmesi. ikisi de mektupları okurlarken kâh güler kâh ağlarlardı. göğün rengi değişirdi onların ruh haline göre. bazen bulutlanırdı hava, güneş yüzünü göstermek istemezdi. bazen ay hiç gelmezdi, hatta bütün ışığını yitirirdi. bazen de hava o kadar güzel olurdu ki güneş doğaya ve canlılara hayat verirdi. ay ise en güzel gülümsemesini o gecelere saklardı.
hep özlerlerdi birbirlerini hep uzaklardı... ve bu uzaklık onları asıl yakınlaştıran şeydi. hallerinde memnundular. özlem, aşkın en güzel haliydi çünkü. aşkın en güzel ve en saf olan hali... çektikleri tüm acılara ve üzüntülere değerdi onların sevgisi. her ayrıldıklarında da bilirlerdi, her ayrılık bir son değil, aksine her ayrılık yeni bir başlangıçtı onların yüreğinde. kısacası onlar bu evrenin en imkansız aşkına sahiptiler ama aynı zamanda da en imkanlı aşkına...
edit: uzun zamandır yoktum herkese merhabaaa. bu benim 300. gönderim ve özel bir yazı olsun istedim. bu yüzden de sanırım yazdığım hikayeler arasında en sevdiğim hikaye olmaya aday olan hikayeyi yani ay ve güneşin hikayesini benim bakışımdan olabildiğince anlatmaya çalıştım. onlara böyle güzel bir hikaye yazmak çok farklı ve özeldi. umarım sizlerde beğenmişsinizdir. güneş ve ayın birlikteliği benim ilişkime de benzediği için onların hikayesinin bende yeri ayrıdır. tüm benzerlik ve farklılıklarına rağmen sevmekten ve sevilmekten vazgeçmeyen herkese de umut olması dileğiyle...
bir sonraki hikayede görüşmek üzere. o zamana kadar da kendinize çok iyi bakın, aşkla bakın*.
güneş ve ay hakkında geçmişten beri birçok düşünce ortaya atılmıştır. kimileri onları sürekli birbirlerini kovalayan, ezeli iki düşman kimileri de birbirlerine tutkun iki aşık olarak tasvir etmiştir. benim zihnimdeki hikayede de onlar iki aşık. asla kavuşamayan, hep bir arada olabilmek için çırpınan ama birbirlerinden de bir o kadar uzakta olan iki aşık... iki farklı hayata sahip olan. işte onların hikayesi de böyle başladı:
aşıklardan birisi olan güneş, günü açardı. tüm parlaklığıyla herkesin gözünü kamaştırırdı. gören herkes birkaç saniyeden daha fazla bakamazdı bu aşığa. güneşin tüm parlaklığı aşkında gelirdi. o'nun içindi hepsi. gün güzelse o'nun içindi. hava güzelse o'nun eseriydi. aşkından mest olmuş bir şekilde, yaptığı her şey aşkı içindi. kimi zaman özlemin buruk acısıyla kavururdu çölleri. kimi zaman da kışın dışarıda üşüyen yürekleri ısıtırdı kendi yüreğinin sıcaklığıyla. ona göre sevgisinin göstergesiydi ışığı. çünkü aşkı olmasaydı o ışığın bir anlamı da olmazdı. o hiç var olmamış olsaydı o zaman kendi varlığının ne önemi kalırdı ki? kendi mevcudiyeti aşkının varlığına bağlıydı...
diğer aşık ay ise gece gelirdi. karanlığı severdi. gecenin ortasında mağrur ve gururlu duruşuyla herkesi kendine hayran bırakırdı. aşkı ne kadar enerji doluysa o, o kadar sakin bir yapıya sahipti. içindeki fırtınaları sevdiğinden başka kimseye göstermezdi. nitekim ondan başka kimse de görmezdi yüreğindeki yangınları. belki de ona bu kadar bağlı olmasının sebebi buydu. onu bir tek sevdiği anlardı. bir tek onun sözleri değerliydi. çünkü her zaman söylenecek doğru kelimeleri hiç zorluk çekmeden bulurdu. kalbinde kendine bile söylemediği kelimeleri ne güzel de bir araya getirirdi. adeta 'iç sesinin dış sesi'ydi. bu evrende onun karanlığını aydınlatabilecek bir tek o vardı.
bu iki aşık çok farklı olmalarına rağmen birbirlerine o farklılıklar kadar bağlıydılar. hani "gün ve gece kadar ayrı olmak" tabiri vardır ya, bizim aşıklar bu tabire hiç anlam veremezlerdi. farklı olduklarını inkar ettikleri yoktu ama aşkın ve sevginin, ne kadar ayrı olurlarsa olsunlar birleştiremeyeceği kimse olmadığının en güzel kanıtıydılar. buna rağmen insanlar sevdikleri kişide kendilerinden farklı bir taraf görünce hemen karalar bağlarlardı. bunu gören güneş ve ay insanların sevinmesi gereken yerde neden üzüldüklerini de anlamazlardı. çünkü onlar birbirleri sayesinde hayata başka bir pencereden bakabilmeyi öğrenmişlerdi. mesela güneş aslında karanlıktan korkardı. ta ki zifiri karanlık bir gecede ay onun elinden tutana kadar. o karanlığın içinde ikisi yürürken güneş ilk defa kendini böyle bir anda çok güvende hissettiğini fark etti. karanlığın barındırdığı o belirsizlik onu korkutmuyordu artık. aksine canından çok sevdiği ay ile beraber o karanlığa adım atmak, orayı keşfe çıkmak ve aşklarıyla aydınlatmak istiyordu.
ay ise her zaman o karanlıkta yaşamıştı. ruhu geceye aitti. aydınlık yerlerde duramaz hemen gölgeye kaçardı. fakat güneşin elini tutunca ışığın o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başladı. hatta alışabilirdi de aydınlığa. sevebilirdi bile... yanında sevdiği olduktan sonra geceyi aydınlatmak bir başka güzeldi neticede.
tabii bizim aşıkların yan yana gelebildikleri zamanlar çok azdı. özlem ve hasret onların hep yanındaydı. en iyi dostlarıydı hatta. az görüşebilmelerinden dolayı ikisinin de tek isteği birlikte olabilmekti. fakat yılda yalnızca birkaç kez bir araya gelebiliyorlardı.
insanlar buna güneş tutulması diyordu ve çok az kavuşabilen bu iki aşığın beraberlikleri herkesin gözlerini kamaştırıyordu.
onlar içinse bu anlar kalp tutulmasıydı. çünkü birbirlerine yavaş yavaş yaklaşırlarken kalplerinin son derece olan hızı bir anda, karşı karşıya olduklarında, dururdu. o an insanlar o karşılaşmayla mest olmuşken, onlar bu özel anın tadını çıkarırlardı.
güneş uzun uzun bakardı sevdiğine. ay da ona karşılık verirdi. gözlerini ayıramazlardı. o kısa anların bir saniyesini bile ziyan etmek istemezlerdi. zira ikisi içinde sevdiğine bakamadığı her saniye ziyan olmuş zamandı. o an konuşmayı unuturlardı. sadece birbirlerine bakarlar ve o anın tadını çıkarırlardı. ışıl ışıl olan bakışları sevinçlerini anlatmaya yetmezdi.
o kısa anlarda konuşacak pek vakit bulamadıklarından daha sonra okumak üzere birbirlerine yazdıkları mektupları verirlerdi. hatta bu yüzdendi göğün bazen renk değiştirmesi. ikisi de mektupları okurlarken kâh güler kâh ağlarlardı. göğün rengi değişirdi onların ruh haline göre. bazen bulutlanırdı hava, güneş yüzünü göstermek istemezdi. bazen ay hiç gelmezdi, hatta bütün ışığını yitirirdi. bazen de hava o kadar güzel olurdu ki güneş doğaya ve canlılara hayat verirdi. ay ise en güzel gülümsemesini o gecelere saklardı.
hep özlerlerdi birbirlerini hep uzaklardı... ve bu uzaklık onları asıl yakınlaştıran şeydi. hallerinde memnundular. özlem, aşkın en güzel haliydi çünkü. aşkın en güzel ve en saf olan hali... çektikleri tüm acılara ve üzüntülere değerdi onların sevgisi. her ayrıldıklarında da bilirlerdi, her ayrılık bir son değil, aksine her ayrılık yeni bir başlangıçtı onların yüreğinde. kısacası onlar bu evrenin en imkansız aşkına sahiptiler ama aynı zamanda da en imkanlı aşkına...
edit: uzun zamandır yoktum herkese merhabaaa. bu benim 300. gönderim ve özel bir yazı olsun istedim. bu yüzden de sanırım yazdığım hikayeler arasında en sevdiğim hikaye olmaya aday olan hikayeyi yani ay ve güneşin hikayesini benim bakışımdan olabildiğince anlatmaya çalıştım. onlara böyle güzel bir hikaye yazmak çok farklı ve özeldi. umarım sizlerde beğenmişsinizdir. güneş ve ayın birlikteliği benim ilişkime de benzediği için onların hikayesinin bende yeri ayrıdır. tüm benzerlik ve farklılıklarına rağmen sevmekten ve sevilmekten vazgeçmeyen herkese de umut olması dileğiyle...
bir sonraki hikayede görüşmek üzere. o zamana kadar da kendinize çok iyi bakın, aşkla bakın*.
devamını gör...