öne çıkanlar | diğer yorumlar

shūsaku endō'nun, pasifik savaşı sırasında -ii. dünya savaşı, pasifik cephesi- vuku bulan aikawa vakası ya da daha yaygın bir isimle kyushu üniversitesi viviseksiyon/dirikesim olayı üzerine 1958 yılında yayımladığı novella. başlamadan önce 1945 yılına geri dönerek olayın tarihi altyapısını irdelemek gerekiyor zira pek çokları gibi üstü örtülmüş bir katliam. yine de bilmenizi isterim ki bu edebi bir eserin incelemesi değil, insanın insana yaptığı en büyük mezalimlerden birinin anlatısıdır. çünkü biz insanlar, auschwitz'deydik. nanjing'de, la perla'da, mançurya'daydık. pingfang'da 731. birimde, potočari'de ve guetamala'da... biz fukuoka ve dachua'daydık; orada insanlığın ölümünü gördük.

tarihler 5 mayıs 1945'i gösterdiğinde, japon ordusu hem kaynak hem de moral açısından sarsılmış vaziyetteydi. amerikan ordusu tarafından yapılan düzenli hava saldırıları pek çok yerleşkeyi düz bir arazi hâline getirmiş; yerel halk savaşın tahribatını ilk elden defalarca kez deneyimlemişti. o sabah amerikan hava kuvvetleri’ne bağlı 314. bombardıman grubu’ndan 55 adet b-29 uçağı, 145 sayılı operasyon emriyle guam’dan havalandı ve fukuoka şehri başta olmak üzere kyushu bölgesini bombalamak için yola çıktı ancak guam'a dönüş yolunda, kumamoto ve oita vilayetlerinin sınırında, kaptan oshibuchi takao’nun liderliğinde omura havaalanı’ndan havalanan 343. deniz hava filosu’na bağlı 30 adet shiden kai savaş uçağı tarafından karşılandılar ve yaşanan çatışmada kuyruk numarası 42-65305 ve 42-93953 olan iki amerikan uçağı düştü.

42-65305 kuyruk numaralı uçağın kaptanı teğmen marvin s. watkins ve mürettebattan 11 kişi, aso dağı bölgesine paraşütle atladı. yedi asker kumamoto eyaleti, aso bölgesi’nde yer alan minamioguni kasabası ve ubuyama köyüne paraşütle inmeyi başardı ancak askerlerden biri, uçaksavar ateşi nedeniyle paraşüt iplerinin kesilmesi sonucu düşerek hayatını kaybetti. teğmen watkins ve üç kişi ise oita eyaleti, takeda kasabası civarına indi. aso bölgesi’nde, yerel halk ve sivil savunma birlikleri (bazıları murata tüfeği, 38. piyade tüfeği, bambu mızraklar, japon kılıcı ve çim biçme tırpanı ile silahlanmıştı) tarafından yakalanan iki asker öldürüldü. etrafı sarılan bir mürettebat üyesi (onbaşı johnson) ise kendi silahı ile intihar etti. takeda kasabası civarına indiği düşünülen teğmen shingledecker ise yerel halk tarafından vurularak ağır yaralandı, ancak daha sonra akıbeti bilinmiyor.

bazı durumlarda köy muhtarının ya da bir veterinerin veya rus-japon savaşı’na katılmış eski askerlerin mürettebatı koruduğu da rapor edildi. ancak hayatta kalan mürettebatın çoğu ve ölmüş olanların cesetleri, yerel halk tarafından vücut bütünlükleri bozulacak biçimde defalarca şiddete maruz kaldı.

42-65305 kuyruk numaları uçağın düşüşünden sonra kalan 9 uçak denize doğru kaçmaya çalıştı, ancak kaptan oshibuchi takao'nun liderlik ettiği 3 timden oluşan 12 uçak tarafından takip edildiler ve 42-93953 kuyruk numaralı uçak, sağ motorunun infilak etmesiyle çapraz ateşin arasında kaldı. mürettebat japon hava kuvvetlerine izli mermilerle karşılık vermeye çalıştı, ancak uçak isabet aldıktan sonra yüklerini atmaya odaklanmak zorunda kaldıkları için pek etkili bir saldırıda bulunamadılar. uçak sağ kanatta "city of springfield"  sol kanatta ise "city of oklahoma city" uçakları tarafından korunmaya çalışılsa da hız kaybı durdurulamadı ve alev alarak bungo kanalı'na düştü.

pilot miller ve mürettebattan toplam 6 kişi öldü. 5 kişi, higashiusuki bölgesi’nin kitagawa köyü ile nobeoka şehri sınırındaki ormanlık alana paraşütle indi ve esir alındı. bu kişilerden onbaşı bassett, kitagawa köyü nagaiyue an dağı ormanına indi ve kitagawa ilkokulu’nun arkasındaki bir ağaca takıldı. ağır yaralanan bassett, emekli bir asker tarafından tedavi edildikten sonra aynı gece jandarma tarafından gözaltına alındı, ancak hemen ardından kayıtlara geçmeyen bir sebepten ötürü öldü.

teğmen berry, çavuş dengler, er calvin ve onbaşı corliss, nobeoka polis karakolu’nun bahçesinde gözleri bağlı bir şekilde halk önüne çıkarıldıktan sonra tsuno jandarma birliği’ne, oradan da batı ordu karargâhı’na gönderildi.

hayatta kalanlar, "42-65305" uçağından 7 kişi ve "42-93953" uçağından 4 kişi olmak üzere toplamda 11 kişiydi. ancak tokyo’dan gelen, “tokyo’daki esir kampları dolu, yalnızca bilgi değeri olanları gönderin, geri kalanını ordu karargâhında uygun işlemleri yaparak halledin,”şeklindeki şifreli emir doğrultusunda yalnızca teğmen watkins tokyo’ya sevk edildi. geri kalan 10 esirin durumu konusunda kararsız kalan karargâh, yargılama yapmaksızın idam kararı verdi. bunu öğrenen kyushu imparatorluk üniversitesi mezunu hastane stajyer subayı dr. komori taku, baş cerrah prof. ıshiyama fukujiro ile birlikte 8 esirin biyolojik deneylerde kullanılmasını orduya teklif etti. ordu bu öneriyi kabul ederek esirleri kyushu imparatorluk üniversitesi’ne teslim etti.

hastanede tutuldukları için sağlık kontrolünden geçirileceklerini düşünen 8 esirin doktorlara minnettarlıklarını dile getirdiği kayıtlarda geçiyor. beni en çok sarsan kayıtlardan biri de kuşkusuz bu olmuştu. kimileri bilinçsiz haldeyken ölüp gitmeyi çok daha merhametli bir yol olarak kabul edebilir ancak burada çok ciddi bir ahlaki sorun vardır zira viviseksiyonu gerçekleştirenlerin arkasına sığındığı söylemlerden biri de bu olmuştur. bu, düşmana merhametli bir ölüm vermek değil, insanın yeterli şartlar oluştuğunda kendi türüne dahi içini açıp kurcalayabileceği bir başka canlı türü muamelesi gösterebileceğinin dehşet verici örneklerinden biridir. bugün geldiğimiz çağda öyle büyüleyici bir gerçekliğin içindeyiz ki özümüzde bir zamanlar vahşi hayvanlar olduğumuzu çok çabuk unutuyoruz. çok değil, bundan yarım asır önce bulduğumuz ilk fırsatta kim daha vahşice toplu bir katliam yapabilirin hesabını tutuyorduk ve günümüzde de savaş hukuku olsun ya da olmasın değişen pek az şey var. çok dağıtmadan devam edeyim o hâlde.

biyolojik deneylere tabi tutulmayan er calvin ve onbaşı corliss, 20 haziran’da fukuoka hava saldırısı’nın ertesi günü, diğer 6 b-29 mürettebatı ile birlikte fukuoka kız lisesi bahçesinde başları kesilerek idam edildi.

kalan sekiz esirin yer aldığı biyolojik deneyler 17 mayıs 1945 ile 2 haziran 1945 arasında gerçekleştirildi. deneylerin yönetimi ve ameliyatlar prof. ıshiyama fukujiro tarafından yürütüldü; ordu tarafından gönderilen gözlemciler ve tıp öğrencileri de bu süreçte gözlem ve destek sağladı. ameliyatlara katılan tıp öğrencisi higashino toshio, yapılan soruşturma sırasında deneklerin “nagoya’da ayrım gözetmeksizin bombalama yapan ve kurşuna dizilmeyi hak eden kişiler” olarak tanıtıldığını belirtmiştir.

savaştan sonra ghq (müttefik genel karargâh) bu olayı ayrıntılı şekilde soruşturdu ve nihayetinde kyushu üniversitesi’nden 14, batı ordu’dan ise 11 kişi esirlerin teslim olmasına rağmen hiçbir mahkeme kararı olmadan öldürülmesi nedeniyle tutuklandı. bu işin arkasındaki isimlerden biri olduğu iddia edilen prof. ıshiyama fukujiro, biyolojik deneylere ilişkin suçlamaları reddederek, “ameliyatlar deneysel değil, tamamen esirlerin hayatını kurtarma amaçlıydı” diyerek savunma yapmış olsa da daha sonra hücresinde, “her şey ordunun emriydi, tüm sorumluluk bana aittir” yazılı bir mektup bırakarak intihar etti.

ghq’nun nihai soruşturmasında, esirlerin durumu hakkında kararsız kalan albay satō yoshinao’nun, dr. komori ile istişare ettiği ve bu planı prof. ıshiyama’ya ileterek uygulandığı ortaya çıktı. ancak komori bir hava saldırısında öldü, ıshiyama ise intihar etti. bu nedenle, 1948 ağustos’unda yokohama askeri mahkemesi'nde beş kişi idam cezasına çarptırıldı ve ameliyatlara katılan 18 doktor suçlu bulundu.

deneylerin amaçları belirli bir uzmanlık üzerine yoğunlaşmasa da aşağı yukarı şu şekilde listelenmiş: eksik olan kanın yerine kullanılabilecek alternatif bir kan geliştirmenin yollarını araştırmak, tüberküloz tedavi yöntemlerini geliştirmek, insan hayatta kalma sınırlarını keşfetmek ve deneysel yeni cerrahi tekniklerin incelenmesi. ameliyat kayıtları ise esirler üzerinde uygulanan deneylerin acımasızlığını iyice su yüzeyine çıkarıyor. kan damarlarına seyreltilmiş deniz suyu enjekte etmek, akciğerlerin çıkarılması üzerine yapılan deneyler, kalp durdurma deneyleri, beyin, karaciğer gibi organların çıkarılması, ne kadar kan kaybının insanın ölümüne yol açacağını belirlemek için yapılan ameliyatlar... liste bir hayli kabarık ve kan dondurucu. dahası sonrasında baskı altında verilmiş sahte ifadeler olduğu iddia edilse de japon ordusu mensuplarının bir kısmının bu esirlerden alınan karaciğer örneklerini sakladığı ve daha sonra yediği de kayıtlarda geçiyor.

böyle bir vahşeti anlatırken bir başka vahşetten örnek vermekten imtina ediyor olsam da açıkçası olay bana bütünüyle men behind the sun filmi ve 731. birimi hatırlatıyor. insanlık tarihi dönem fark etmeksizin böyle vahşetlere sahne oldu kuşkusuz ancak bunları tüm çıplaklığı ile resmi belgelerden yahut görsel imgeler üzerinden deneyimlemek çok daha huzursuz edici bir düşünceyi uyandırıyor: insanın özünde ne olduğu? men behind the sun filminin sahnelerinden referans vermek istemiyorum zira kendimi metanetli kabul etsem bile dönüp yüzeysel biçimde dahi izleyemediğim onlarca sahne ile doluydu ancak filmin şiddet pornografisi kabul edilmesinden de hoşnut değilim zira ne yazık ki bu bizim gerçeğimizdir. filmin kan dondurucu sahneleri bir kenara, altını çizmek istediğim nokta daha çok insanın her şeye alışabiliyor olması üzerine eğilmiş olması. the sea and poison kitabı da bunu satır aralarında sıklıkla işliyor. toplum tarafından kabul edilebilir sınırına çekilen yahut bunu onaylayan el dışında kimsenin şahit olmayacağına emin olunan etik dışı davranışlara karşı çok çabuk tolerans geliştiren bir türüz. bu herhangi bir koşulda korkunç sonuçlara gebe bir yatkınlık.

antoine de saint-exupéry, pilote de guerre'de savaşın bir macera değil, bir hastalık, bir tifüs salgını olduğundan söz eder. tarih boyunca pek çok ulus tarafından gerek hijyenik olmayan şartlar gerek ise biyolojik savaş vasıtasıyla yayılması sebebiyle tifüsün 'ordu humması' olarak da anılmasından ötürü bu açık bir göndermedir elbette ancak açık anlam bir kenara; örtülü anlamı irdelediğimizde de savaş dediğimiz şey sahiden tifüs gibi seyrediyor. koca bir yığını kırıp geçirebilir ve öldürmeden çok öncesinde bile akıl sağlığını eğip bükecek kadar acımasızdır. peki insan? insan tam olarak neresindedir bu söylemin? ateşler içinde amansızca öldüğü kadar bir deliliğin pençesinde en beklenmedik katliamlara da gebedir aynı zamanda türümüz çünkü bütün yatkınlıklarımız kendimizi aklamak üzerine inşa edilmiştir.

the sea and poison'a gelirsek eğer; en başından belirtmek isterim ki orijinal dilinde okuma fırsatım -ne yazık ki japonca bilmiyorum- olmadığı için michael gallagher tarafından tercüme edilmiş ingilizce versiyonunu okudum. bu sebeple çeviri sırasında yitirilmiş olan pek çok şeyi deneyimleme fırsatım olmadı ancak her iki durumda da endō ile benzer bir ahlaki farkındalığı paylaşmadığımız kanaatindeyim. bunun sebeplerine birazdan değineceğim. hikaye, ikinci dünya savaşı sonrası japon toplumunun özensiz bir portresini çıkararak başlıyor. ismi hikaye boyunca belirsizliğini koruyan bir geçici anlatıcı ile savaş sırasında elini kirletmemiş birinin bakış açısını deneyimliyoruz. akciğerinden kaynaklanan kronik bir sağlık sorunu sebebiyle suguro isimli bir kasaba doktorunun muayenehanesine yolu düşüyor ve bu kül rengi suratlı, içine kapanık adamın kim olduğuna dair derin bir korku ve merak içinde kalıyor. geçici anlatıcımız, suguro'nun geçmişine karşı merak duyarken aynı zamanda kasabada kendisine epey ilginç gelecek bir başka odak noktası da keşfediyor: eski, tozlu bir vitrinde sergilenen anatomi mankeni. ölgün, mavi gözlerle bakan, yarı yarıya parçalanmış heykelin gizemli bir gülümsemesi var. yargılayan, hor gören bir ifade bu. elbette hikayenin kalanında bunun savaş esirlerine yapılan açık bir gönderme olduğu ortaya çıkıyor ancak endō burada sadece basit bir tıbbi eğitim mankeni ile dahi insanı gergin bir tel üstünde tutmayı başarmış ki bu nesneleri amaçlarından saptırarak bir bağlam içinde olduğundan başka bir biçime dönüştürebilmenin gerçekten başarılı bir örneği. devam edecek olursak, geçici anlatıcı eşi hamile olduğu için onun kızkardeşinin nikahına tek başına katılmak durumunda kalıyor ve fukuoka şehrine seyahat ediyor. burada suguro'nun geçmişine dair araştırma yapma fırsatı edinerek yaşlı doktorun vakti zamanında bir viviseksiyon davasında tutuksuz yargılandığı bilgisine ulaşıyor. buradan sonra hikaye -ki devamında çoklu anlatıcı tekniğinin kullanılması sebebiyle 3 farklı bakış açısından alacağız hikayeyi- tanrısal bakış açısına geçiyor ve bir daha geçici anlatıcıya dair bilgi almıyoruz. yaygın bir ifadeye göre bu kişinin yazarın kendisi olduğunu söylemek abes kaçmayacaktır zira bunun mesajı satır aralarında sıklıkla veriliyor. tanrısal bakış açısı bize asıl odak noktamız olan doktor suguro'nun gençliğini irdeleme fırsatı sunuyor. görece iyi niyetli, kendi ahlaki değerlerine sahip fakat oldukça pasif ve dirayetsiz bir karakter. çok fazla spoiler vermeyeceğim ancak her gün itinayla ilgilendiği hastasının heyetin usulsüz kararına rağmen gereksiz ve ölümcül bir ameliyata girmesine sesini dahi çıkaramıyor oluşu ne kadar sindirilebilir bir karakter olduğunu daha en başından gösteriyor. hastane içerisindeki iktidar savaşına çok değinmek istemiyorum ancak bu iktidar mücadelesinin bir noktada bu deneylere ön ayak olduğunu söyleyebilirim zira ordunun desteğini almak hastanede güç elde etmek için kısmen önemli bir rol oynuyor. bir diğer karakterimiz hemşire udea. kendisi vakti zamanında bay udea ile mantık evliliği yapmış, bu süreçte yeni doğan bebeğini kaybetmiş, aldatılmış ve işin sonunda terk edilmiş bir hemşire. mesleğine dönüşünün getirdiği sancılar bir kenara psikolojik olarak aşırı derecede yıpranmış bir karakter. bölümlerine spesifik olarak değinmeyeceğim ancak anlatıcı olduğu ikinci bölümde ilginç bir sahne var. daha önce sözünü ettiğim yatkınlıklara küçük bir referans olması için bunu aktarmak istiyorum. bayan udea, bay udea ile birlikte yabancı bir bölgeye taşındığı zaman buraya ayak uydurmakta zorluk çekiyor ve bu süreçte onu en çok hayrete düşüren şey; yan komşularının durmadan mançuryalı hizmetlilerine şiddet uygulaması. en başında bunu insanlık dışı bulurken zamanla kendisi de aynı şiddet eylemini ahlaki bir sorumluluk duymadan yapmaya başlıyor zira bölgede bu açıkça kültüre dönmüş durumda. insanın kendisine çizdiği sınırların ne kadar genişleyebileceğinden söz ederken kastım bir bakıma buydu. devam edecek olursam eğer, üçüncü bölümde doktor toda'nın bakış açısı ile hastanede süregelen olayları ve deney hakkında bakış açısını alıyoruz. toda karakteri, çocukluğundan beri hesapçı, etik ve ahlâkî sorumluluk hususunda ciddi karmaşaları olan görece narsist bir karakter. aldığı eylemlerde ahlaki sınırı yalnızca toplumun onayı üzerine temelleniyor. toda karakteri kuşkusuz suguro'ya zıt bir karakter yaratmak için yazılmadı. daha çok endō'nun kendi düşünsel dünyasının bir ürünüydü zira yazar japon toplumunun avrupa hristiyanlığı gibi kümülatif bir ahlaki yapıya sahip olmadığını bunun da her türlü korkunç ve empatiden uzak eylemi japon halkı için meşrulaştırabileceğine inanıyordu. bu dahil olmak üzere pek çok eserinde baz aldığı fikir de buydu. toda da bu fikrin bir yan ürünü. tabii endō ile fikirsel ayrılıklara girdiğimiz yer burası oluyor bir noktada zira ben bir hastalığı başka bir hastalık ile tedavi etmenin mümkün olmadığı kanısındayım. radikalleşmeye açık her şey bir hastalıktır ve eninde sonunda toplumu çürütür. bugün kurtarıcı olarak pazarlanan inançlar vakti zamanında insanlığı sırf kutsal olduğu düşüncesi ile birbirini kesip yemeye kadar götürmüş, kitlesel kıyımların önünü açmıştır. saptırılabilir her fikir ve ideal, kendi kölelerini yaratabildiği müddetçe tüm insanlık için bir tehdit unsurudur. en azından benim bakış açıma göre bu böyle biçimleniyor.

toparlayacak olursak eğer, novella sembolizmi sıklıkla denizin bizzat kendisi üzerinden veriyor. her karakterin mutlaka denizle bir şekilde bağlantılı olduğunu, onu işitip huzursuz hissettiğini okuyoruz sayfalar boyunca. denizi pek çok yere sığdırabiliriz kuşkusuz ancak açık bir biçimde endo, kyushu üniversite hastanesi binasına bir ziyaretçi gibi görünerek gizlice girdiği sırada, çatıda korkuluğa yaslanıp yağmurla bulanıklaşan şehir ve denize bakarken "deniz ve zehir" başlığının aklına geldiğini söylüyor. tıpkı geçici anlatıcımızın yaptığı gibi. konuyu uzatabilir, içerideki pek çok yeri kurcalayabilirim ancak hem yazarken yoruldum hem de aşağı yukarı iki yüz sayfa dahi etmeyeceği için sizin okumanız taraftarıyım. yine de suguro karakteri bana daima ein gewissen gegen die gewalt'da zweig'ın üstünde durduğu bir düşünceyi daima hatırlatacak: iyi insanlar güçlü olmak zorundadır. eğer olmazsak yalnızca dilsiz seyircilere yahut gönülsüz canavarlara dönüşmemiz kaçınılmaz.

bütün bunların ışığında söyleyebilecek birkaç cümle arıyorum ancak okuyalı uzun zaman olsa bile savaşın deliliği hâlâ nabız gibi içimde atıyor. sanıyorum insan dediğimiz şeyin portresi muallak, tekinsiz ve gaddar bir gölgeye de sahip. bu sebeple yerkürede kan ile yoğrulmamış tek bir ulus, ideoloji, din yahut devrim yok. yüksek bir tepeye çıkıp dünyaya baktığınızda görüp görebileceğiniz bundan ibaret. savaşın deliliğiyle harlanan katliamlar, kendi çocuklarını büyük bir açlıkla çiğneyip yutan devrimler, insanın insana yaptığı mezalimler. gözünüzü ileri dikip baktığınız yer; insan nedir diye sorduğunuzda verebileceğiniz cevap, bundan başkası değil. yine de bunları yapanın bir avuç azınlık olduğunu söyleyerek tatmin edebiliriz kendimizi. aynı soru bir gün bize sorulduğunda bu kadar erdemli olabilecek miyiz ama? o soru sorulana kadar bugünün canavarlarının dünün basit, mütevazı insanları olduğunu gözden çıkarmak yeterli gelecek mi? o soru sorulduğunda ne yapacaksın? ne yapacağız? erdemli olmanın hayatına mal olabileceği zamanlarda, ne yapacaksın? o yüzden öylece, sessizce duralım, o sorunun bize sorulacağı bir vaktin hiç gelmemesini umalım çünkü o zaman hepimiz hayal kırıklığına uğrayacağız kendi gerçeğimiz karşısında. insan dediğin, budur.

çok hüsran kusmadan birkaç alıntı bırakarak yavaşça uzaklaşıyorum. novellanın 1986 yıllarında aynı isimle yönetmen kei kumai tarafından çekilmiş siyah beyaz bir filminin olduğunu da belirteyim. ingilizce altyazılı hâlini hiç bulamadım işin doğrusu ancak internet üzerinden filme erişebilirsiniz. kumai gerçekten şahane bir iş ortaya çıkarmış.


"then why do ı bother writing? because ı’m strangely ill at ease. ı, who fear only the eyes of others and the punishment of society, and whose fears disappear when ı am secure from these, am now disturbed. to say ‘disturbed’ is perhaps to exaggerate. to say ‘feel strange’ would probably be nearer the mark. there is something ı would like to ask you. aren’t you too, deep down, unmoved by the sufferings and death of others? aren’t we brothers under the skin perhaps? haven’t you, too, lived your life up to now without excessive selfrecrimination and shame? and then someday doesn’t there stir in you, too, the thought that you’re a bit ‘strange’?"

s. 123-124

devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"the sea and poison" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim