iki tane ağabeyim var. büyürken ya kavga ederdim ya da tokatlanırdım, en azından buna değmeyecek kadar büyüyene kadar.
devamını gör...
lisedeyim, okulun bahçesinde maç yapıyoruz, maçın ortasında benden baya büyük biri geldi cart dedi girdi maça... kıl oldum, meğer mahallenin abilerindenmiş. kimsin lan sen, yapraaammm dedim buna. bir koydu bana zumzuğu, parmağında şu ülkücülerin taktığı gümüş sikko yüzüklerden varmış, kaşım 2 cm açıldı... kan resmen fışkırıyor, üstümde de beyaz atlet, bildiğin türk bayrağına döndü...
ev yakın koşarak gittim, ekmek bıçağını aldım, pazar günüydü, tüm aile eşrafı evde... beni öyle görünce 20 kişi peşimden okula koştu... herife kaç demişler, topuklamış, bulamadık herifi.
devamını gör...
şimdi burada yediğimiz dayağı övecek durumda değiliz, ancak bu hususta da var yaşanmışlıklarımız.

çok uzun yıllar önceye gideceğim, istanbul'un güzeller güzeli beykoz'undaki çocukluk yıllarıma... evime 5 dakikalık ilkokulumdan çıkmış evime dönerken, evimin hemen önünden geçen toprak patikadan gelmekte olduğunu gördüm çakal'ın. eskiden beykoz'da hemen hemen her evin bahçesi olurdu. bu bahçeler ekilir biçilirdi. evler birbirlerine bu bahçelerle sınırlanırdı. bahçelerin arasına tel ya da çit çekilmez, insanlar geçebilsin diye bir patika yol bırakılırdı. işte ben bahçedeki merdivenlerden 2. kattaki evimizin dış kapısına çıkarken, bu yoldan gelmekteydi çakal. çakal, yani özkan... benden 2-3 yaş büyük, annelerimiz arkadaş olan, o yılların semtimizde kendi yaş grubu içinde ve bir tık üzerinde en cevval, en kıyıcı çocuğuydu. annelerimiz arkadaş olduğu için, biz de arkadaş sayılırdık, sayılmalıydık yani bence. evimizi az geçmiş, yoluna gidiyorken çakal, "naber çakal" diye seslendim arkasından. döndü ve bana doğru yürümeye başladı. üzerinde orta okul takımı ve ceketin üzerinden çapraz olarak sırtına astığı çantasıyla geliyordu. bizim ev ikinci katta olmakla birlikte, çakal'ın yürümekte olduğu patikaya düz bir köprücükle daha doğrusu sahanlıkla bağlıydı. sahanlıktan geçip yanıma geldi. "sen nasıl bana çakal dersin lan?" diyerek, sorduğu soruya cevap vermemi bekleme nezaketini dahi göstermeksizin ağzıma yüzüme yumrukları indirmeye başladı, ağzımı yüzümü korusam mideme sırtıma vuruyor. baktım olacak gibi değil, saldım kendimi. merdivenlerden aşağı yuvarlandım.

yuvarlanan ben miydim yoksa ayaklar altına alınmış onurum mu emin olamadığım için, yeniden yola koyulmuş ve patikanın sonuna yaklaşmış çakal'a doğru bağırarak annesinin aslında o kadar iyi bir insan olmadığı ve annesine türlü şey yaptığım ya da yapacağım ile ilgili epik küfürler ettim. evin kapısının önündeydim. çakal o patikadan gelene kadar, kırk kez evin içine atardım kendimi ne de olsa. üstelik o yıllarda beykoz'da evlerin dış kapılarında bile dışarıda kapı kolu vardı. yani kapıyı çalmak gerekmezdi. kolu çektin mi kapı açılırdı. yerlere saçılmış çantam, beslenmem ve onurumu toparlayıp merdivenlerden yukarı çıkana kadar, çakal beni kapı önünde yakaladı. vücudumda vurulmadık yer kalmayana kadar yumruklarını konuşturdu. türkçe'yi ağır karadeniz aksanıyla konuşan çakal'ın yumruklarının bu kadar güzel konuşması ilgimi çekti. yine merdivenlerden yuvarlanıp, nasibim olandan azını almayayım diye, bir ayağıyla da tırabzanlara sıkıştırmıştı beni.

iyice dövdükten sonra, yeniden yoluna koyulmuştu çakal. iyice uzaklaşıp, patikadan ana yola inen basamaklardan indiğini görünce, bir elim kapının kolunda; annesinin ne kadar fena işler yaptığını, kız kardeşinin de ondan aşağı kalmadığını lirik ölçüler içinde bağırarak ifade ettim. sonuna da "çaaakaaal, çaaakaaal, çaaakaaal" diye ekledim tabi, kahrolsun diye. eh artık onca yoldan geri dönecek hali yoktu. zaten kapının kolu elimdeydi, şak diye girerdim içeri. kafa bu, kafa! demeye kalmadı, gerisin geri döndü ve koşmaya başladı bana doğru çakal. ben de zank diye asıldım kapının koluna... ananı satiiim o ne. kapı kilitli. günlerden cuma, annem pazara gitmiş! rabbim, rabbim sen ne büyüksün. ben ne aciz bir kulum ya rabbim... neyse, kapıda kaldığımı gören çakal koşmayı bıraktı, kararlı ve azimli adımlarla bana doğru yürümeye başladı. hiç kaçmadım. zaten kaçsam da, yakalıyordu hemen. didaktik şekilde kafama gözüme sallamaya başladı yumruklarını. epey bir dövdükten ve bir daha küfür etmeyeceğime dair söz aldıktan sonra bıraktı. sanırım sürekli geri dönüp dövmekten yorulmuştu.

bu dayağın üzerinden, aradan uzun yıllar geçti. eski mahallemiz olan sultaniye'den taşınmış, akbaba köyü'ne yerleşmiştik beykoz'un. bunun erkek kardeşinin düğününe davet edildik. annemle gittik. çakal ve annesi, misafirlerin masalarını tek tek gezip hoş geldiniz diyorlardı. sıra bizim masaya geldiğinde, "oooo gaffar hoşgeldin. hatırlıyor musun nasıl dövmüştüm seni" dedi gülerek. hışımla kalktım ayağa, "o zaman çok küçüktüm de dövdün. şimdi olsa, vurduklarının yarısı boşa gitmez daha dolu dolu döverdin" dedim. sarıldık gülüştük.

işte bu yaratıcı dayağa örnektir. bu anı unutulur mu?
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"yazarların yumruk kavgası anıları" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim