alsoran yazar profili

alsoran kapak fotoğrafı
alsoran profil fotoğrafı
rozet
karma: 390 tanım: 25 başlık: 9 takipçi: 5

son tanımları


kök hücre nakli

(bkz: bağışıklık sistemine format atmak)

kanser, bağışıklık hastalıkları ve genetik bozukluklar için kullanılan, vücudu adeta yeniden başlatanbir tedavi yöntemi. olay basit ama riskli: hastanın hasarlı ya da hatalı kemik iliğini yok edip yerine sağlam kök hücreleri yerleştirmek.

2 ana çeşidi var:
- otolog nakil → hastanın kendi kök hücreleri toplanıp kemoterapi sonrası geri verilir. avantajı: reddedilme riski yok ama hastalık tekrarlayabilir.
- allojenik nakil→ sağlıklı bir vericiden alınan kök hücreler hastaya nakledilir. avantajı: graft-versus-tümör etkisi ile kanser hücreleri daha iyi temizlenir ama dezavantajı: reddedilme (gvhd) riski yüksek.

süreç nasıl işler?
1. hazırlık aşaması → yüksek doz kemoterapi/radyoterapi ile eski kemik iliği temizlenir.
2. nakil günü → damar yoluyla kök hücreler verilir. (evet, ameliyat falan yok.)
3. engraftman süreci → yeni hücrelerin tutunması beklenir. bu süreçte enfeksiyon riski tavan yapar.
4. iyileşme dönemi → bağışıklık sistemi kendini yeniler ama gvhd gibi sorunlar çıkabilir.

riskler ve yan etkiler?
- graft versus host hastalığı (gvhd)→ allojenik nakilde bağışıklık sistemi yeni organı benimsemek yerine "sen nesin?" diyerek saldırabilir.
- enfeksiyonlar → bağışıklık sıfırlandığı için hasta steril bir ortamda tutulur.
- nüks riski→ otolog nakilde hastalık geri dönebilir.

bonus bilgi:
- nakil sonrası hastalar bir süre "hastaneden çıkarken maske takan ninja modunda"dolaşmak zorunda kalır.
- kök hücre vericisi olmak için sadece kan örneği vermek yetiyor, acı yok.
- nakil sonrası kan grubunun değişmesi mümkün. yani b+ olan biri nakil sonrası 0+ olabilir.

bağışıklık sistemini resetleyen, riskli ama bazı durumlarda hayat kurtaran bir işlem. yüksek risk, yüksek ödül.
devamını gör...

rituksimab

kanser ve otoimmün hastalıklarla savaşıyor gibi görünen ama aslında b lenfositlerini hedef alıp süpüren bir monoklonal antikor.

mekanizması basit: cd20 pozitif b hücrelerine bağlanıp onları öldürüyor. bunu yaparken üç yolu var:
1. antikor-bağımlı hücresel sitotoksisite (adcc) → bağışıklık sistemine “şunu öldür” diyor.
2. kompleman aracılı sitotoksisite (cdc) → kompleman sistemini aktifleştirip hücreyi patlatıyor.
3. direkt apoptoz→ hücreyi intihara sürüklüyor.

nerelerde kullanılır?
- non-hodgkin lenfoma (bkz: mantle hücreli lenfoma) , diffüz büyük b hücreli lenfoma
- kronik lenfositik lösemi
- romatoid artrit (t hücreleri bile şoka girdi)
- granülomatöz poliangit ve bazı otoimmün hastalıklar

yan etkileri?
- infüzyon reaksiyonu→ üşüme, ateş, titreme, anafilaksi
- b hücrelerinin aşırı tükenmesi → enfeksiyon riski artar
- reaktivasyon olayları→ hepatit b taşıyorsan geçmiş olsun

bonus bilgi:
- çıkış yılı: 1997 (antikor devriminin başlangıcı)
- ilginç anekdot: ilk fda onaylı monoklonal antikor kanser ilacı. yani tüm bu "-mab" çılgınlığının babası.
devamını gör...

mantle hücreli lenfoma

non-hodgkin lenfoma’nın agresif ve nadir görülen türlerinden biri. genellikle orta yaş üstü erkekleri hedef alır ve sinsi başlar. teşhis koyulduğunda genellikle ileri evrededir çünkü kanser, lenf nodlarından kemik iliğine, dalaktan mide-barsak sistemine kadar her yere yayılmıştır.

bu lenfomanın genetik alametifarikası t(11;14) translokasyonu ve cyclin d1 aşırı ekspresyonudur. yani hücreler kontrolsüz bölünmeye başlar ve durdurulamaz hale gelir. teşhiste cd5(+), cd23(-) olup kronik lenfositik lösemi ile karışmaz ama işi bilen biri bakmazsa kaçırılabilir.

tedaviye gelirsek, rituksimab içeren kemoterapiler (bkz: r-chop) ilk basamaktır. ancak hastalık inatçı olduğundan ibrutinib, zanubrutinib gibi btk inhibitörleri gündeme gelir. şanslıysanız kök hücre nakli opsiyonu vardır. ama dürüst olalım, bu hastalık kronik bir bela ve tamamen iyileşme nadir.

bir de "mide ağrısı ile geldi, meğerse mantle hücreli lenfoma" gibi dramatik vaka raporlarına sıkça konu olur. çünkü gastrointestinal tutulumu sık görülür.

özetle: sessiz ama ölümcül, az ama öz görülen ve tedavisi belalı bir lenfoma türü.

bu kızarmış ekmeğe benzeyen şey 56 yaş,mantle hücreli lenfoma hastasınin dalağı:
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

kamu harcamaları ve aktif devlet

dr ilhan döğüşün x yazılarını ve videolarini izledikten sonra kendi düşüncelerimi ve şöyle bir toparlamak istedim iktisatçı değilim sürçü lisan ettiysem affola.

post-keynesyen ekonomi ile liberalizm arasındaki tartışmayı kısaca şöyle özetleyebiliriz: liberalizm, piyasaların kendi kendini dengeleyeceğini savunur; devletin işine fazla karışmaması gerektiğini ve kamusal harcamaların artmasının enflasyonu tetikleyeceğini iddia eder. işsizlik de bu çerçevede, kaçınılmaz bir “doğal” sonuç olarak görülür.

öte yandan, post-keynesyen yaklaşım devletin ekonomide aktif olması gerektiğini savunur. yani, kamu harcamaları toplam talebi artırıp üretimi destekleyerek işsizliğin azalmasına katkıda bulunabilir. bu görüş, liberalizmin “kamusal harcamalar enflasyonu düşürür” diyen argümanına ve işsizliği kaçınılmaz kabul eden bakış açısına eleştirel bir alternatif sunuyor.

buna ek olarak, liberal görüşte sermaye sahipleri (patronlar) sistemin temel aktörleriymiş gibi gösterilir; eğer patronlar kâr elde etmeden üretim yapmazsa, işçiler işsiz kalır. ancak “birisi gider, diğeri gelir” diyen argüman, aslında emeğin kolay ikame edilebildiğini ima ederken, patronların durumunda böyle bir ikame mekanizması genellikle söz konusu değildir. yani, eğer bir patron üretimden çekilirse, piyasada buna alternatif bulmak mümkün olabilir.

bu noktada basit bir öneri ortaya atılabilir: patronların elde ettiği yüksek gelirler üzerinden, örneğin bir patronun 100 birim gelirinin %50’si vergi olarak alınırsa, elde edilen bu vergi geliri kamusal harcamalarla yeniden dağıtılarak üretimi destekleyebilir. böylece, patronluk rolünü sürdürmek yerine işçiler, daha yüksek gelir beklentileriyle üretime aktif katılım sağlayabilir. sonuçta, işçiler sadece emek sunan pasif aktörler olmaktan çıkar; gerektiğinde sermaye yönetimine de dahil olabilir.

liberalizm piyasaya devlet müdahalesini minimumda tutarak işsizliği “doğal” bir sonuç olarak kabul ederken, post-keynesyen yaklaşım devletin aktif rolüyle toplam talebi canlandırıp üretimi destekleyerek işsizliği azaltmayı öneriyor. yani, doğru yönetilen kamusal harcamalar, enflasyonist baskıları minimize ederken işsizliği de sistemsel yeniden dağıtım ve rol dönüşümüyle aşabilir.
devamını gör...

hipergerçeklik sonrası evi viledayla temizlemek

gerçek mi bu? yoksa temizlik yapmaya devam ederek sanal dünyada kaybolduğumuz bir simülasyon mu? bir yandan “vileda mı, sanal temizlik mi?” diye kafa patlatırken, diğer yandan hiç görmediğiniz kadar toz birikiyor. temizlik, fiziksel bir eylem olmaktan çıkıp, varoluşsal bir kriz haline gelir. "temizleyelim de ne olacak, zaten tüm ev sanal dünyaya taşındı" diye düşünürken, bir bakarsınız, tozlar bile yapay zekaya başvurmuş!
devamını gör...

jean baudrillard

eyyyy jean baudrillard, her şeyin simülasyon olduğunu söyledin, ama senin düşüncelerin tam olarak bir simülasyon değil mi? "gerçeklik kayboldu, her şey bir simülasyon" diyerek toplumu aydınlatmaya çalıştın ama işin aslı, senin kafanda yarattığın sanal dünya ile gerçeği birbirine karıştıran bir felsefi boşluğa düştün. evet, her şey bir temsilden ibaret olabilir ama bunu o kadar basitleştirip, laf salatasına dökerek herkesi kandırdın ki, sonunda senin simülasyonunda sadece sen kalmış oldun.

"simülasyon" diye bir kavram yarattın ama bu kavramın içini öyle bir boşaltıp, öyle karmaşıklaştırdın ki, kimse tam olarak ne dediğini anlayamadı. senin işin bir aldatmaca, anlamlı bir söylem değil, bir tür entelektüel şov. freud, marx, hegel gibi devlerin üzerine inşa ettiğin bu düşünce yapısı, gerçekliğin kaybolmasına dair sürekli söylediklerinin sonunda bir tür nihilizme dönüştü. belki de mesele, "her şey kayboldu" demekti; ama kaybolan şey, senin felsefene duyduğumuz inançtı.

baudrillard’a göre, "gerçek" dediğimiz şey zaten bir illüzyondan ibaret. çok hoş. peki, sorarım sana: insanlar bu kadar güçlü bir illüzyon içinde yaşarken, sen ne yapıyorsun? onlara "gerçek yok, simülasyon var" deyip, sonra çıkıp "bunu anlayan azınlık çok özel bir şey" gibi bir elitist hava mı yaratıyorsun? bunun ne kadar faydalı olduğunu gerçekten düşünmüş müydün? yoksa senin simülasyonun, sadece sosyo-politik kaygılarınla şekillenen kendi küçük entelektüel balonundan mı ibaretti?

sonuçta, baudrillard'ın düşüncelerinin ardında büyük bir entelektüel boşluk var. bir simülasyon arayışının içinde kaybolan, nihayetinde kendi ideolojik egosuyla takılıp kalan bir filozof. insanlar "gerçeklik" konusunda ciddi sorunlar yaşarken, sen, jean, bütün bu karmaşayı ve sorunu daha da derinleştirdin. ne yazık ki, postmodernizmin kara deliği, sadece daha fazla kafa karıştıran fikirler üretmekle yetindi ve biz de bu girdapta kaybolduk.
devamını gör...

postmodernizm ve akp

postmodernizm, "herkesin kendi gerçeği vardır" diyerek mutlak hakikati çöpe atan bir düşünce akımıydı. akp ise bunu alıp "bizim gerçekliğimiz, senin gerçekliğini ezer" diyerek postmodernizmi otoriter bir şova çevirdi. sonuç? memlekette olan biteni sorgulamak yerine, "ama siz de zamanında şunu yapmıştınız" diye yan yollara saparak gerçekliği parçalayan bir siyaset tarzı.

bu işin teorik kısmını geçelim, pratiğe bakalım. postmodernizmin "büyük anlatılara güvenmeyin" dediği yerde, akp sürekli anlatıyı değiştirerek kendi mutlak gerçeğini dayattı. bir gün "one minute", ertesi gün israille ticaret rekoru, bir gün abd karşıtlığı, ertesi gün el sıkışmalar... postmodernizm, "tarihsel doğrular yoktur" derdi; akp de tarihi kafasına göre eğip büktü. osmanlıcı mı olacağız, atatürkçü mü, abd karşıtı mı, küresel güç mü, ümmet lideri mi, bilmiyoruz çünkü her şey ihtiyaca göre şekilleniyor.

ama asıl bomba şu: postmodernizm "hakikat yoktur, sadece söylemler vardır" diyordu. işte akp, tam da bu söylem oyunlarıyla, algıları gerçeğin önüne koyarak yıllarca ayakta kaldı. ekonomi çöker mi? önemli değil, "algı operasyonu" dersin. özgürlükler mi kısıtlanıyor? "ama bakın abd'de de polis şiddeti var" deyip sıyrılırsın. kur mu fırladı? "dış güçler saldırıyor" diye anlatıyı kaydırırsın. böylece hiçbir şey tam olarak sorgulanmaz, sadece anlatı savaşları devam eder.

postmodernizmin en büyük sorunu, her şeyi göreceleştirerek muhalefeti de zayıflatmasıydı. çünkü gerçeğin bile tartışmalı olduğu bir ortamda, muhalifler "ama gerçekler böyle" diye konuştuğunda, cevap basit oluyordu: "sizin gerçeğiniz öyle, bizim gerçeğimiz böyle." işte böylece postmodernizmin hakikat kaybı, akp’nin siyasi oyunlarına şahane bir zemin hazırladı.

sonuç mu? koskoca bir ülke, "neye inanalım?" diye kendi içinde bölünmüş, gerçeklikle bağı kopmuş, her şeyin bir manipülasyon olabileceğine inanan, ama en çok da yönetenlerin manipülasyonuna maruz kalmış halde. işte postmodernizmin siyasetteki nihai zaferi ve trajedisi budur.
devamını gör...

jacques lacan

lan kelime oyunlarıyla insan kandırmak bu kadar mı kolay olur?" dedirten, psikanalizi adeta 20. yüzyılın entelektüel üçkâğıtçılığına çeviren adam. freud’u alıp fransızca bir labirente hapsederek, akademisyenleri ve sanatçılarla dolu bir tarikatın lideri olmuş şahıs.

baktığın zaman "ayna evresi" falan gibi havalı terimler uydurmuş, ama sorsan net bir açıklama yok. okuyan herkes "ben bir şey anlamıyorum ama kesin çok derin" diyerek kendini suçluyor. halbuki belki de lacan’ın tek derdi, "eğer beni anlayamazlarsa, kesin çok zekiyimdir" diye düşünen bir akademik kabile yaratmaktı.

cümleleri mi? allah aşkına, şu cümleye bakın: *"bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır."* tamam, ne yapalım şimdi? bilinçdışımızla edebiyat kulübü mü kuralım? üzerine kitaplar dolusu şerh düşülen bu sözlerin içi boş bir retorik hilesi olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istemeyen kitleler sayesinde lacan, neredeyse bir kutsal figüre dönüşmüş.

"öteki’nin arzusu" diyor, "jouissance" diyor, "göstergeler alanı" diyor ama sorsan, gösterdiği şey 20 sayfalık bir makalede bile açıklanamıyor. hegel, saussure, freud... hepsinden biraz biraz al, üstüne şiir gibi karmaşık ama iddialı cümleler ekle, işte sana postmodern düşüncenin en büyük kazıklarından biri.

sonuç? hayatını ona adamış bir avuç akademisyen, toplantılar düzenleyip lacan'ın ne demek istediğini tartışıyor ama kimse tam emin değil. kendisi de "beni takip ettiğinizi sanıyorsunuz, ama etmiyorsunuz" gibi absürt bir laf edip, bu karmaşayı bir strateji gibi pazarlamıştı zaten. büyük saygılar!
devamını gör...

geceye bir şarkı bırak

rip
devamını gör...

chibineko mutfağı

"chibineko mutfağı: kalbe dokunan tatlar", yuta takahashi’nin akıllardan çıkmayacak bir romanı. eserde, yaşamın ne kadar kırılgan olabileceği ve acının zamanla iyileşebileceği anlatılıyor. ana karakter kotoko, ağabeyini trajik bir şekilde kaybettikten sonra derin bir yas içine giriyor; ama deniz kenarında karşılaştığı gizemli chibineko-tei restoranı, adeta bir umut ışığı oluyor. restoran sadece yemek yiyebileceğin bir yer değil; şef kai’nin özenle hazırladığı yemekler, müşterilerin kaybettikleri sevdikleriyle duygusal bağlar kurmalarına vesile oluyor. takahashi, yemekleri sadece karnını doyuran şeyler olarak değil, ruhunu da besleyen, acı dolu anılarla harmanlanmış bir terapi olarak sunuyor. japon kültürünün estetik ve ruhani yönlerini de işleyen bu roman, her karakterin kendi içsel mücadelesini ve yas sürecini öyle güzel anlatıyor ki, okudukça hayatın acı-tatlı yanlarını derinden hissediyorsun. kısacası, "chibineko mutfağı", sadece gastronomi hikayesi vermekle kalmıyor; aynı zamanda kayıpların ardından yeniden doğuşun mümkün olduğunu ve umudun her zaman var olduğunu anlatıyor.
devamını gör...

hasan imamoğlu'nun bedduası

buradan

hasan imamoğlu’nun bayram sabahı dile getirdiği bu beddua, günümüz siyasi atmosferinin öfke ve adaletsizlik duygularını, tarihin ve mitolojinin derin sembollerini harmanlayan çarpıcı bir söylem olarak karşımıza çıkıyor. sözlerin sertliği, sadece bireysel bir acının ifadesi değil; aynı zamanda, geçmişten günümüze süregelen haksızlıkların, adaletsizliklerin ve intikam arzusunun da yankısı niteliğinde.

bu ifadede, “çoluk çocuğunun ciğerinden et yiyerek iyileşmeye uğraşsın ve iyileşemesin” dizesi, adeta antik çağlarda tanrıların öfkesini dindirmek için yapılan kurban ritüellerini, cezanın acımasızlığını ve bedel ödemenin kaçınılmazlığını hatırlatıyor. eski yunan mitolojisinde agamemnon’un, truva savaşı öncesinde tanrıça artemis’in öfkesiyle karşı karşıya kaldığı ve kendi kızı ıphigenia’yı kurban etmek zorunda kaldığı anlatılar, benzer bir sembolik bedduanın acı gerçekliğini gözler önüne serer. bu mitolojik öğeler, adaletin, intikamın ve acının, insanlık tarihinin en eski masallarında bile yer aldığını gösterir. böylece, imamoğlu ailesinin yaşadığı travmatik süreç, sadece günümüzün siyasi dramı değil, aynı zamanda tarihsel bir sürekliliğin, kadim öfke ve intikam motiflerinin modern bir yansıması olarak okunabilir

tarih boyunca, özellikle toplumsal ve siyasi adaletsizliklere maruz kalan halkların tepkisi, benzer bir dil ve söylemle kendini göstermiştir. osmanlı'dan cumhuriyet dönemine uzanan süreçte, adaletsizlik ve haksızlık karşısında söylenen beddualar, toplumsal hafızada derin izler bırakmıştır. bu bağlamda, hasan imamoğlu’nun sözleri, yalnızca bireysel bir beddua olmanın ötesinde, maruz kalınan sistematik zulmün, “bizleri perişanlığa sürükleyenler” ifadesiyle geniş kitlelere ait bir öfkenin ve çaresizliğin simgesi haline geliyor. bu öfke, bir yandan da, adaletin yerini bulması için duyulan acil çağrının, intikamın eşiğinde bir toplumun sesi olarak yankılanıyor.
devamını gör...

halil ibrahim yenigün


islam siyaset teorisi üzerine çalışan halil ibrahim yenigün, islamcılık ve müslüman kimliği konularında yaptığı eleştirilerle dikkat çekiyor. özellikle, islamcılık adına sarf edilen birçok sözün, düpedüz müslüman üstünlüğü (white supremacism vari muslim supremacism) olduğunu belirtmesi, onun cesur ve tartışmalı çıkışlarından biri olarak öne çıkıyor.

yenigün'ün, islam'da reformizmin ana akım olamadığı yönündeki tespiti, geleneksel inanışların ve arkaik düşüncelerin müslümanlıkta hâlâ baskın olduğunu vurguluyor. bu yaklaşımı, islam dünyasında modernleşme ve reform çabalarının yetersiz kaldığını ima ederek, mevcut durumu sert bir şekilde eleştiriyor.

ancak, yenigün'ün eleştirileri sadece olumsuzluklarla sınırlı değil. islamcı hareketlerin tarihsel evrimini ve bu süreçte yaşanan dönüşümleri analiz etmesi, onun konulara derinlemesine nüfuz ettiğini gösteriyor. özellikle, türkiye'deki islamcı hareketlerin geçirdiği evreleri ve bu hareketlerin toplumsal etkilerini değerlendirmesi, onun akademik katkılarının önemli bir yönünü oluşturuyor.

sonuç olarak, halil ibrahim yenigün, islamcılık ve müslüman kimliği üzerine yaptığı cesur eleştirilerle hem takdir hem de tepki toplayan bir akademisyen. onun fikirleri, islam dünyasında reform ve modernleşme tartışmalarına önemli katkılar sunarken, aynı zamanda geleneksel yapıları sorgulaması nedeniyle eleştirilere de maruz kalıyor.
devamını gör...

nasuh mahruki

dağlara tırmanarak kahramanlık taslayan, arada bir de vatan millet sakarya moduna girip memleketi kurtarmaya soyunan şahsiyet. elbette ki akut'u kurup bir sürü insanın hayatını kurtarmasına laf etmek nankörlük olur ama sürekli 'ben yaptım, ben başardım' edaları biraz fazla değil mi? sanki tek başına everest'e çıkınca türkiye'nin tüm sorunlarını çözmüş gibi bir hava var.

sporcu kimliği ve dağcılığıyla takdir edilesi biri ama sosyal meselelerde her konuştuğunda bir bilge edası takınıyor. hani tamam, deneyimin var, fikirlerin önemli ama her konuda da uzman olmak zorunda değilsin be abi. biraz da dinlemeyi denesen? ayrıca, sürekli 'biz şöyle büyüktük, böyle cesurduk' muhabbetleri, nesil farkı üzerinden yapılan kıyaslamalar biraz baydı açıkçası.

sonuç olarak; cesareti, yaptıkları ve akut sayesinde gerçekten takdir edilmesi gereken biri ama keşke biraz daha az kibirli ve daha az her şeyi bilen adam modunda olabilseydi. o zaman belki söyledikleri daha fazla insana ulaşırdı.
devamını gör...

etyen mahçupyan

etyen mahçupyan, entelektüel bir camiada başlayıp zamanla akp’nin danışman kadrosuna evrilen kariyerinde, gerçekleri eğip bükme sanatında ustalaşmış bir figür olarak karşımıza çıkıyor. demokrasi, çoğulculuk ve özgürlükçülük gibi kavramları kendine göre şekillendirmesiyle tanınan mahçupyan, bir dönem akp’nin "ılımlı" yüzü olarak lanse edildi ve otoriterleşme sürecini adeta bir "kaçınılmaz sosyolojik olgu" gibi sunarak bu dönüşümün entelektüel meşruiyetini inşa etmeye çalıştı. liberallik mi? tabii ki, ama yalnızca "uygun şartlar altında" ve iktidarın işine geldiği kadarıyla.

fetö konusunda da benzer bir esneklik gösterdi. 17-25 aralık’tan önce, devlet içindeki bu yapıya dair endişeler pek umurunda değilken, olaylar kopunca birden mesafe koymaya karar verdi. o zamana kadar gülen hareketinin "eğitimci ve sivil" tarafına vurgu yapıp, devletteki yapılanmasının ne kadar sorunlu olduğuna pek de değinmiyordu. ama ne zaman ki işler terse döndü, o zaman mahçupyan da rüzgâr nereden eserse oraya yönelen klasik "entelektüel makas değişimini" gerçekleştirdi.

peki ya hablemitoğlu? 2000'lerin başında gülen yapılanmasına dair açık uyarılar yapan, "köstebek" kitabında fetö’nün devlet içindeki örgütlenmesini detaylarıyla anlatan hablemitoğlu’nun öldürülmesi karşısında mahçupyan ve benzerleri ne yaptı? hiçbir şey. o dönemin liberal entelektüelleri, bu suikasta yönelik ciddi bir refleks geliştirmedi, çünkü tam da o dönem gülen hareketi, "demokratikleşmenin motoru" olarak pazarlanıyordu.

özetle, mahçupyan'ın düşünsel serüveni, "entelektüel tutarlılık" ile değil, dönemin siyasi rüzgârlarına göre konumlanan bir pragmatizmle şekillendi. kimlikler, demokrasi, otoriterleşme… her şey konjonktüre göre yeniden tanımlandı. gerçekten bir duruşu mu vardı, yoksa sadece olaylara "eleştirel bir gözle" bakıyor gibi yaparak iktidara lojistik destek mi sağlıyordu? işte asıl soru bu.
devamını gör...

zeki demirkubuz

türkiye sinemasının en overrated yönetmenlerinden biri. evet, karanlık atmosfer yaratmada usta olabilir ama bunun ötesine geçebiliyor mu? hayır. filmlerini izleyince insanın içine bir melankoli çöküyor ama bu, derinlikten mi yoksa sürekli aynı formülü tekrar edip durmasından mı, orası tartışılır.

sanatına gelirsek, nuri bilge ceylan gibi görsel bir estetik kaygısı yok, reha erdem gibi yenilikçi değil, yeşim ustaoğlu gibi insan psikolojisini katmanlı anlatamıyor. ama sürekli “gerçekçilik” diye yırtınıyor. o gerçekçilik, aslında sadece kasvetli mekanlarda, sigara dumanı ve bağıran adamlarla doldurulmuş, iç sıkıcı sahneler demek. bir noktada, sanatsal anlatımı değil, sadece bunalımı satıyor.

siyaset konusunda ise tam bir “kimseyi beğenmeyen, ama aslında hiçbir şey söylemeyen” adam. solcu desen değil, tam anlamıyla muhalif desen değil, entelektüel desen… hadi neyse. sürekli kendini muhalif olarak konumlandırıyor ama iş cidden politik bir duruş göstermeye geldiğinde “ben sanatçıyım” kalkanına saklanıyor. sanırsın ki yönetmen olmak, dünya meselelerinden bihaber olmak için bir mazeret.

ve en kötüsü, bir grup insan gerçekten onun büyük bir dahi olduğunu sanıyor. halbuki yaptığı şey, aynı mutsuz adamları farklı filmlerde izletmekten öteye geçmiyor. bir yerden sonra “yine mi zeki demirkubuz’un suskun, sigara içen, gözlerini kaçıran karakterleri?” diye isyan ediyorsun. sonuç? entel görünümlü, sanatsal kaygısı varmış gibi yapan ama özünde sadece tükenmişlik hissi aşılayan filmler.

ha, seveni çok, orası ayrı. ama birileri de çıkıp “abi bu adam hep aynı filmi çekiyor” demeli.
devamını gör...

akp döneminde azalarak biten şeyler

ben.
devamını gör...

emin alper

türk sinemasında atmosfer yaratma konusunda ustalığını kanıtlamış, her filminde gerilimi ilmek ilmek işleyen bir yönetmen. fakat bu ustalık, zaman zaman aşırı kasıntı bir entelektüel tavırla gölgeleniyor. karakterleri hep ağır abi, diyalogları ise çoğu zaman fazla yazılmış hissiyatı veriyor. filmlerinde herkes filozof gibi konuşuyor ama hayatın doğal akışına ne kadar uyduğu tartışılır.

tepenin ardı ile başladığı yolculukta, her filminde daha sofistike ve katmanlı anlatılar kurmaya çalışıyor. abluka ve kız kardeşler ile kendini daha da kanıtladı, kurak günler ile zirveye çıktı. ancak bu başarı, zaman zaman fazla hesaplanmış bir sinemaya dönüşmesine yol açıyor. her karesi bakın ne kadar derinim diye bağırıyor, bazen biraz daha spontane olmasını ister insan.

politik ve toplumsal okumalara çok açık işler yapıyor ama eleştirdiği düzenin içinden gelen, ona mesafeli ama yine de çok uzağa gidemeyen bir yaklaşımı var. muhalif ama fazla steril, sert ama biraz da fazla kontrollü. tam olarak bağımsız bir ruh taşıyor mu, yoksa sistemin içindeki güvenli alanlarda mı dolaşıyor, izleyiciye bırakılmış bir muamma.

sonuç olarak, türk sineması için büyük bir kazanım, filmleri sinema sanatına değer katıyor. ama bazen fazla ciddiye alınmış bir ciddiyetle, biraz fazla bakın ben sanat yapıyorum hissiyatıyla ilerliyor. keşke arada bir, kendini daha fazla özgür bıraksa da, sahneler sadece zihinle değil, ruhla da çekilse.
devamını gör...

can evrenol

türkiye'de korku sineması adına yapılan en büyük şovlardan biri ama ne yazık ki içi pek dolu değil. adamın çektiği filmler bol bol atmosfer kasıp, bakın ben avangardım demekten öteye gidemiyor. baskın desen, türkiye’de benzeri az yapıldığı için övüldü ama aslında korkudan çok aşırı stilize edilmiş bir 'bakın ne kadar rahatsız ediciyim' şovu.
housewife keza tam bir arthouse olmak istedim ama olamadım vakası.

hikâye anlatımı dersen yok, karakter gelişimi sıfır, diyaloglar desen bazen o kadar yapmacık ki burada cool olmaya çalışıyor ama olmuyor diye utanıyorsun. ha, visual storytelling konusunda fena değil ama o da bir yere kadar.

bir de sosyal medyada sürekli kendi filmlerini anlatıp durması yok mu? yönetmen mi, kendi filmlerinin pr'ını yapan bir influencer mı belli değil. sinema dersi veriyor ama dersin sonunda filmlerini izleyince hocam siz de pek bilmiyorsunuz galiba diyorsun.

özetle, kendini aşırı ciddiye alan ama maalesef derinlikli bir şey sunamayan bir yönetmen. bol şans ama biraz da hikâye anlatımına yatırım yap lütfen!
devamını gör...

bo burnham

bir süre önce netflix'de make happy isimli specialını izlediğim genç entertainer. bence yaptığı işe tam olarak stand up denemez hatta güldürmediğini bile söyleyebilirim. ama yine de programın sonunda mutlu olmuş ve eğlenmiştim. belki de kafamdaki stand up tanımını değiştirmeliyim ışıklı ve müzikli neden stand up olmasın ki? ve illa kahkaha mı atmalıyım, eğlensem yeterli olmaz mı? bunun dışında bir yerde salon ışıklarını açıp ben gösteri yapıyor olmaktan başka bir şey den bahsetmek istemiyorum ve bütün programda bu yüzden gösteri yapıyor olmaktan bahsettim diyerek gösteri yapıyor olmaktan bahsetmesinden bahsetti. ilginçti. bundan sonra söylediklerini direkt buraya yazıyorum: "performansla ilgili gösteri yapmamın alakasız kaçmasından endişeleniyordum ama sonra anladım ki, herkes performans yapıyor. ve kendini ifadenin moda olduğu bir amerika'da büyüdüm. kendimi ifade etmem öğretildi.söyleyecek bir şeyimin olduğu ve herkesin ilgisini çekeceği... bence herkese bu öğretilmiştir ve çoğumuz öğrendik ki ne düşündüğümüz kimsenin umurunda değil.o yüzden performans sanatçılarına akın ediyoruz.çünkü bir dinleyici edinmiş az sayıda kişiyiz biz. sanki bir meritokraside yaşıyormuşuz gibi "hayallerinizin peşinden gidin" demem mi gerekiyor? hayır. ayrıcalıklı bir hayatım oldu, şansım yaver gitti ve mutsuzum. bu kuşağa ben kuşağı diyorlar. değil. öyle değil... kibir öğretilen bir şey ya da edinilen bir şey.mahalle baskısı. aynen öyle.ayıp olmasın diye...sosyal medya, performans sergilemek isteyen bir nesle piyasanın sunduğu bir cevap.piyasa dedi ki, "alın size, birbirinize, sürekli,nedensiz yere her şeyinizi sergileyin." tutsaklık bu. korkunç bir şey icracı ile seyirci bütünleşmiş biçimde.gün sonunda yatağımızda yatarken tatmin olmuş bir seyirci gibi hayatımızı izlemekten daha fazla ne isteyebiliriz ki? hiçbir konuda fazla bilgim yoktur, ama bildiğim bir şey varsa o da, hayatınızı seyircisiz yaşayabiliyorsanız öyle yapın." bunları söyledikten sonra herhangi bir punch line gelmiyor diye düşünmüştüm ama daha sonra bir ikaz üzerine eklemeliyim ki cümlelerin sonunda kameranın seyirciyi göstermesi punch line nın kendisiymis yine de herhangi bir şaka için değil gerçekten söylemek istediği için söylemiş gibi.
devamını gör...

hakan günday

tamam şahsiyet güzel dizi okey ama hakan günday iyi bir yazar değil. çok sorry ama çok amerikan özentisi, aşırı yani... okurken midem bulanıyor, hadi abi git chuck palahniuk ile bukowski'yi üstüste koy, sıkıştır ve yayın evine gönder. bundan dolayı yeraltı edebiyatını aşırı amerikancı ve aşırı komik göründüğünü düşünüyorum.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim