filtre kahveyi hep şekerli içerdim. bir gün içerken tadı farklı geldi ne güzel olmuş ya bu sefer dedim. sonra fark ettim ki şeker atmayı unuttuğumdan güzel gelmiş. söyleyeceklerim bu kadar.
türkiyede kutlanan iki önemli dini bayramımız var. birisi şu an içinde buluduğumuz kurban bayramı. diğeri ise bildiğiniz üzere ramazan bayramı. bu iki bayramda da günler öncesinden hazırlıklar, temizlikler yapılır. tatlılar, çeşit çeşit yemekler, şekerler, çikolatalar... bayram sabahı erkenden kalkılır. erkekler bayram namazını kılarken, kadınlar hazırlanır. bayram kahvaltısı aile büyükleriyle yapılır. sonra akraba ziyaretleri, misafir ağırlama 3 gün 3 gece sürer. tabi kurban bayramında farklı olarak kurban kesilir, etleri parçalanır, paylaşılır, pişirilir yenir. hatta çocukların alınlarının ortasına da kurban kanından iz yapılır. şekli itibariyle böyledir bayramlar. hepimizin çocukluktan kalan hissiyat dolu anılarında büyük bir yer kaplarlar ki burada kilit bir nokta var. çocukluk. bayramlar sadece çocukken bu kadardan ibaretti. şimdiyse bir sürü sosyolojik, psikolojik çıkarımın ana kaynağı olabilecek nitelikte beyinlerimizde. öyleyse gelelim bugünümüze, bu yaşımıza, şu anki hislerimize. bana sorarsanız bayram bir yaştan sonra hep temizlik, yemek, hizmet, yetişilmeye çalışılan bin türlü masraf, mecburi akraba ziyaretleri olarak gözüktü. ve gözlemlediğim kadarıyla halkın çok büyük bir kısmıyla aynı hisleri paylaşıyorum. ama benim çocukluk yıllarımda da yetişkinler böyle hissediyor muydu tam olarak emin olamıyorum. tahminimce aynı hisler mevcuttur. fakat en azından insanların birbirinden bu denli nefret etmediği bayramların da sadece görev bilinciyle duygusuz olarak yapılmadığı yıllar olduğunu tahmin ediyorum. yıllar geçtikçe maneviyattan ve samimiyetten biraz daha uzaklaşıldığı kesin. sonra yavaş yavaş insanlar tatillere kaçmaya başladı. çünkü içselleştirilmeyen her şey bir noktada tükenir. peki bir de suç sadece toplumda mı diye irdelemeyi deneyelim. öncelikli faktörlerimiz ekonomik çöküş, estetik kaygının asla olmaması ve mahalle baskısıyla dayatılan her şeyin insanlarda kaçınmaya yol açması. evet bu 4 faktörü kendimce ele almaya çalışayım.
1)ekonomik çöküş: ekonomik çöküş yakinen de gözlemlediğimiz üzere toplumlarda ahlaki çöküşü başlatabilecek nitelikte önemli bir olay. enflasyonun bu kadar inanılmaz boyutlarda olmasıyla kişinin yüzyıllardır gerçekleştirilen dini ve artık kültürel sayılabilecek derece sahiplenilmiş geleneklerini yapmaktan dışlanmasının psikolojik tahribatını hepimiz tahmin edebiliriz diye düşünüyorum.
2) estetik kaygının yokluğu: bu konu hakkında ilk düşünmeye başlamam bu sorunla başladı. türkiyede estetik kaygının zerresinin bulunmaması. e malum bayramdayken de bayramlardaki estetik anlayışını sorguladım. pek hoşlanılmasa da hristiyanlıktaki bayramlarla bir karşılaştırma yapacağım burada. noel deyince herkesin aklında ışıl ışıl noel pazarları, süslemeleri, toplu akşam yemekleri canlanıyordur. bizim de kurulan görkemli yemek masalarımız olsa da bunun haricinde göze hitap eden hiçbir şeyin olmamasının eksiklik olduğunu kabul etmemiz gerekir. fakat giderilmeyecek eksiklikler değil. kurban bayramını bu açıdan ele almalı mıyız emin değilim. 5-10 insanın toplanarak hayvan parçalamasını estetik bir kalıba sokmak pek mümkün görünmediğini düşünsem de bunun sadece ön yargı olduğunu kendimde keşfettim. çünkü sokaklarda değil de daha steril ortamlarda yapıldığı sürece yemek ve ihtiyaç sahiplerine vermek için inek kesmek kulağa gayet normal geliyor. tabi vegan veya vejeteryan değilseniz. akıllarda her şeyi estetik kalıba sokmak zorunda mıyız diye bir soru da belirebilir? benim cevabım buna her zaman evet olmuştur ama bu tür sorularda hiçbir zaman tek bir cevap yoktur. konuya dönersek bu eksikliklerin bayramların kendi özündeki eksiklikler değil toplumun sanat ve estetik yönünden eksikliği olduğunu düşünüyorum. ve yine bu toplumun bırakın sanatsal bir bakış açısını sanatın ne işe yaradığını niye gerekli olduğunu bile bilmediklerine neredeyse eminim. insanların nerde o eski bayramlar yaa demeleri okul hayatları boyunca gördükleri felsefe, resim ve müzik derslerine kadar uzanıyor anlayacağınız. fakat bence suç yine de tamamen topluma atılamaz çünkü bu ülkenin mimari anlamda korkunç çirkinlikteki kentlerinde yaşamak, korkunç çirkinlikteki müziklerini dinlemek, dizilerini izlemek insana başka yol bırakmayacak nitelikte. bunun sorumluluğuysa kötü ekonomide, kötü eğitimde, kötü siyasette. fakat yine de bataklık içinde çiçek açtırmak zorundayız.
3)mahalle baskısı: mahalle baskısı kavramı şerif mardin'in ortaya attığı ama ortaya attığı anlamıyla kalmadığı çok tartışılan bir kavram. şerif mardin'in istemediğinin aksine siyasal islamın laik kesimi baskı altında bırakması gibi bir anlamda da kullanılmaya başlandı. tabi bu anlam tartışmaları 2007 yılı ve hemen sonrasında ortaya çıkan tartışmalar. günümüz 2025 yılındaysa tamamen kendi düşünceme göre siyasal islam artık sadece laik kesimi değil dindar kesimi bile her konuda kendi politikaları ve planları doğrultusunda baskılayan bir hale geldi. ki dayatılan bir şey insanların bir kesimine boyun eğdirse bile bir kesiminde de alerji yapar. kabul ettirmekle nefret ettirmek arasındaki ince çizgi yani. iran rejiminde görülebileceği üzere.
sonuç olarak bize bayramların temeli birlik ve beraberlik diye öğretildi hep. birlik ve beraberlik manevi bir olgudur. maneviyatı bu kadar yitirdiğimiz bir çağda bayramların şu anki konumu beni çok da şaşırtmıyor açıkçası. ve bu kadar anlattıktan sonra şunu da vurgulamak isterim. konu aslında değer görmeyen bayramlara ah vah edilmesi değil. konu toplumumuzun eksiklikleri, kaybettikleri, kaydığı nokta. özet olarak toplumsal refahın her açıdan elimizden her geçen gün biraz daha kayıp gitmesi ve bunun yansımaları. ama hep hatırlamak lazım ki insan istediği sürece kayadan heykel çıkarır. hepimize iyi bayramlar..
müzik olmasaydı yaşayamazdım. çok emin bir şekilde söylüyorum bunu. çünkü uykusuzluktan ölürken sabah 8.30daki sınava gece boyunca çalışmam gerekliliğinin yükü ve ağır bir dersin sınavı olmasının stresiyle ders çalışmak için debelenip duruyordum geçen. okuduğumu anlamıyordum ve gözümün önünde hep yatağımın hayali vardı. deniz manzaralı bir kafede olmama rağmen hiç güzel bir manzara yoktu. hava kapalı, deniz gri. sonra son çare müzikle çalışmayı deneyeyim diye kulaklık taktım. sonra ne oldu biliyor musunuz? müziğin başlamasıyla uzaklarda kayaya çarpan dalgalara gitti gözüm, bu görüntünün tam arkasında koyu yağmur bulutlarının arasında günbatımından renkler gördüm. bulutların arasında ufacık bir açıklıkta sarı, pembe, kırmızı renkler.
dünyanın, dertlerin, uğraşların arasında kaybolurken bir filmin başrolü hissetmeye ihtiyacım varmış. uzun zamandır yaşamamıştım bu duyguyu. insanın kendini dünyadan üç beş dakika da olsa soyutlayabilmesinin bence en güzel yolu bu. güzel bir fon müziği eşliğinde tüm bu dünya benim üzerimden yazılmış çizilmişçesine önemli hissetmek. narsistçe ama etkili.*
sonuç olarak bir kez daha söylüyorum ki müzik olmadan ve hatta sanat olmadan yaşayamazdım. yaşayamazdık. tanrıya ya da big bang i ateşleyen her neyse ona sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. hatta bir de sesleniyorum buradan. bir şarkı aç ve eserinle gurur duy!!
bahsi geçen anda çalan ve yazımda yayımda emeği geçen şarkı ektedir.* buradan
saat gecenin 2sinde iki fincan türk kahvesi içip uyuyamamam sonucu saat sabahın 6sında bir şeyler yazarak kafamı boşaltma eylemine giriştim. buraya da bayadır yazmamıştım zaten bir şeyler.
kafam karışık. her konuda. mesela ülkeyi saran siyasal islamdan ne zaman ve nasıl kurtuluruzu düşünüyor beynimin bir tarafı diğer taraftan okula giderken ne giysemi. bir taraftan yaklaşan finalleri ne yaparız diye düşünüyor diğer taraftan 70'ler showdaki hyde'la sevgili olur muydum olmaz mıydımı. kesinlikle olurdum. orası ayrı. almak istediğim çok fazla şey var bir de ama para kısıtlı. nalet olsun. volkan konak da gitti.
resim yapmak istiyorum, dil öğrenmek istiyorum, gezmek dolaşmak istiyorum, dizi izlemek istiyorum, film izlemek... sonsuza kadar... dizi.... tercihen supernatural.... forever... pls god please....
sabah derse gidebilmem için uyumam lazım ama kahve hala uyutmadığı gibi midemi de bulandırıyor.
1 haftaya finaller. hukuk fakültesi. yıllık sistem. 6 tane alttan ders. bozuk uyku düzeni. bozuk psikoloji. idare hukuku laneti. elimizde bunlar var fakat asıl sorun ne biliyor musunuz. benim hala bu hayatı soonnn derece çok sevmem. bu bende polyannacı bir etki oluşturuyor. her şeyi hallederiz düşüncesindeyim her zaman. ama çoğu zaman da yeterince ciddiye alamadığım için halledemiyorum. ama onu da halledicez.
hayat her şeye rağmen çok yaşanılası. benim suçum yok.
ağır roman yönetmenliğini mustafa altınoklar'ın yaptığı 1997 yapım bir film. benim açımdan izlemesi zor bir film oldu. hikaye akışı ve bu kadar +18 bir filmde annemin çevir ben de izleyeyim diye tutturması beni zorlayan taraflarındandı*
filmimizin afişinde “her gün, her yerde bu oyun oynanıyor, bu roman yaşanıyor.” cümlesi var. bu yazı "tamam güzel ama hikaye klişe değil mi yaa" demeye bırakmadan cevabımızı veriyor gibi. klişe olsun olmasın bu hikaye her an her yerde yaşanmakta ve biz yaşanmışı anlatıyoruz diyor olabilir. hakkı da vardır.
hikayemiz gülünç duruma düşen yeni yetme bir gençle başlayıp mahalle kabadayısı olmuş yine bu gençle son buluyor. yani bir gencin delikanlılık hikâyesi. erkek olma sürecinin kirli sokaklarda yozlaşmış bir hikayesi de desek yeridir bence. çok deşilecek tarafları var fakat ben henüz kendimi bunu yapabilecek seviyede hissetmiyorum. ve de ben bu hikayeyi biraz dağınık buldum. muhtemelen romandan uyarlandığı için diye düşünüyorum. geniş bir roman örgüsünü 2 saatlik bir anlatıma sığdırmak kolay olmasa gerek.
ben neden izledim bu filmi onu anlatayım size. canım muhteşem ezgilerle dolu mahalle arasında geçen sıcak ve eski bir türk filmi izlemek istemişti. ve istediğimi de bulmuş oldum. filme sıcaklığı roman hayatı, müzikleri ve tarlabaşı sokakları katmış diyebilirim.*izlerken ateş başında göbek atan insanların arasında olmak istedim:) roman müziği bambaşka bir dünya. istanbul ezgileriyle ve manzaralarıyla dolu yine eski ve sıcak bir türk filmi izlemek isteyecek olursanız gideceğiniz kapı tekrar mustafa altınoklar'ın kapısı olmalı diye düşünüyorum. istanbul kanatlarımın altında böyle hissettiren çok beğendiğim bir film.
filme dönecek olursak okan bayülgen ve müjde ar gibi tanıdık yüzler; küçük iskender ve aysel gürel gibi ise beklenmedik yüzler vardı. müjde ar'ın aysel gürel'in kızı olduğu magazinsel bilgiyi eksik etmeyelim. zafer algöz'de fazlasıyla renk katmış. oyunculara ve oyunculuklara diyecek söz yok ama hikaye beni alıp götüremedi. yine de istanbulun arka sokaklarının derinliğini, karmaşasını, kaosunu iyi bir görsellikle yansıttığı için özellikle de muhteşem müzikleri için izlemekten pişman olmadığım bir filmdi.
bu filmi izlemeye karar vermemin sebebi jenerik müziğiydi. isminin bile pulp fiction olduğunu sandığım "misirlou" şarkısıyla yani. ilk dinlediğimde büyülenmiştim ve dedim ki bu filmi kesinlikle izlemeliyim. alalede zamanda izlemeyi layık görmediğim, konsantre olabilmek için iyi bir ortam hazırlamayı planladığım bir filmdi. verdiğim önemi siz düşünün. ve sonunda o planlanan ortamın hiç oluşmayacağını düşünerek pes ettim, kahvaltı yaparken açtım koydum karşıma. ve izlerken çok sıkıldım. bittiğindeyse vay be dedim salak bir gülümsemeyle.
bu sabah altı üstü bir yastığı yerden alıp koltuğa koyarken fermuarın başının sallanan kısmı tırnağımın arasına girdi ve kanattı*. çok saçma geldi bu olay bana. sadece yastığı tutacaktım basit bir şekilde ama buna evrildi. filmdeki rastlantıları da buna benzettim bu olay üstüne. yılların mafya adamı tuvalete girerken silahını dışarda bırakıyor ve ölüyor. bir boksörcü ve bir mafya kavga ederken daldıkları eskicide tecavüze uğruyorlar. iki kaçık soyguncu sevgililer lokanta soymaya çalışırken iki gangstera rastlıyorlar. sıradan bir hayat süren adam sabah kahvesini içerken garajına kanlı bir araba gelebiliyor vesaire vesaire. filmdeki yaşantılar alışılmışın dışında olsa da karakterlere göre gayet alışılmış bir yaşam. hayatlarının parçası olan işleri icra ediyorlar her zamanki gibi. fakat bir şey oluyor bir sihirli değnek dokunuyor sanki ve bütün işleyiş bozuluyor. bunun sonucunda bazısı gayet iyi kurtarıyor durumu (butch), kimisi tahtalı köyü boyluyor(vincent), kimisi kıl payı kurtuluyor(mia), kimisi yeni kararlarla yeni bir yol çiziyor(jules), kimisi de hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor(marsellus). hayatın bir portresi olarak okudum ben bunu. dünya böyle. bir sürü insan, tercihlerin şekillendirdiği bir sürü olay ve olayların şekillendirdiği bir sürü yaşam. sizin de bunları düşününce evrenin ne kadar geniş olabileceğini düşününceki gibi bir his doluyor mu içinize?
filme çok mu geniş bir pencereden baktım bilmiyorum ama farklı pencereler yaratmak iyidir. bu da böyle bir yazı denemesiydi. son olarak şunu söyleyeyim. siz siz olun ne ahmet kaya gibi tabancayı helada ne de vincent gibi helada tabancayı unutun. tarantino'ya saygı ve sevgilerlee.*
öncelikle bu filmle kafamın çok karıştığını belirtmek istiyorum. neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorguladım. kendi doğrularımdan bile şüpheye düştüm. idealist olup hayatta ne istediğini bilmek mi lazım yoksa cesur olup suyun götürdüğü yere gitmekten korkmamak mı lazım? bunun için gerçek aşkı irdelemek lazım diye düşünüyorum. "unfullfilled love is the only true love" önermesi geçiyor filmimizde. "gerçekleşmemiş aşk tek gerçek aşktır." bunun üzerine düşünecek olursak genel olarak gerçekleşmemiş veya yarım kalmış hikayeleri en romantik tarafımızla dolduruyoruz insanlar olarak. mükemmelleştiriyoruz. dolayısıyla gerçekleşmemiş bir aşk bu romantik kafalarımızda destansı bir aşk masalına dönüşüyor. bu yüzden bu önermeyi doğru buluyorum ve sonuç olarak da idealist olmak daha akla yatkın geliyor. hem bütün gerçekleşmemiş aşklarda gözümüz kalırsa suyun götürdüğü yerde boğulabiliriz gibi:)
peki tekrar gerçek aşka dönersek.. benim tanımlamamla gerçek aşk uyum ve denge ve tatminden doğar. yine filmde geçen bir anahtar kelime var: "kronik tatminsizlik." bu günümüz ilişkilerinde oldukça yaygın bir durum. insanların ne istediğini bilmemesi, bu kronik tatminsizliği doğuruyor; kronik tatminsizlik ise ilişkilerin sağlam bir zemine oturamamasına, çıkarcı ilişkilerin doğmasına neden oluyor. insan her yaptığı eylemden tatmin sağlamalı fikrimce. boş bir anı bile tatmin sağlayabileceği bir hale getirmeli. çünkü yalnızca zar zor bulunan boş vakitlerde oluşturulmuş eğlencelerden tatmin sağlamaya çalışırsak geriye baktığımızda eğlendiğimiz değil eğlenmek zorunda hissettiğimiz bir düzine anıdan başka bir şey bulamayız diye düşünüyorum. yani özetle ilişkileri de hayatın bizzat kendisini de tatmin sağlayabileceğimiz bir yaşantıya dönüştürmeye çabalamakta fayda var. ha dönüşmezse de hayatta gerçekleşmeyi bekleyen bir sürü olasılık var.
ilişkiler, yaşanabilecek hayat ihtimalleri, dengeler, keşfedilmeyi bekleyen yetenekler, hayatta ne istediğini bilmek, sanat. filmde çok kavram var. hepsine değinebileceğimi sanmıyorum. ama şuna da söylemem gerekir ki filmi izlerken sinamanın da bir sanat olduğunu sıkça hatırladım. görsellik muhteşemdi. ama içimden bir ses barcelona'nın bu kadar muhteşem ve kusursuz olamayacağını bunun yerine woody allen'ın bir dahi olduğunu söyledi. tabi barcelona'yı görmeden buna daha fazla yorum yapmayacağım. sonuç olarak izlerken fazlasıyla beyin fırtınası yaptığım ve hakkında yazmaya cesaret bulduğum son derece güzel bir filmdi. woody allen'a saygı ve sevgilerimlee*
şükrü erbaş ismi ilk lise son sınıfta zihnime kazındı. edebiyat dersinde hoca şükrü erbaş'ın eserlerini sayıyordu. "insan sevmezse ölür" eserini söyledi. ne güzel bir isim seçmiş şiirine diye düşündüm. insan sevmezse ölür. ne kadar doğru ve yalın. okul bitimine kadar olan bütün süre boyunca aklımda yankılandı bu şiirin ismi. sıralara yazdım ara ara. derslerde düşündüm. çok basit görünüyor ama bende çok duygu uyandırmıştı. ama açıp şiiri hiç okumadım. sonra sınava girdim çıktım. okuldan edebiyattan koptum. bir gün otururken yine durduk yere kafamda yankılandı. insan sevmezse ölür. sonunda açtım okudum. başlığı kadar güzel bir şiirdi. hala her okuduğumda yeni anlamlar bulurum.
insan sevmezse ölür
gider acıda durur
sinema afişlerindeki çocuk eve küfürler büyütür
bitmez cümledir kızlar tezgâhlarda
hayal, berber aynalarının kartpostal dili
yokluk, yatışmaz dışarılardır
yenik bir akşam yürür şehre karakalem evlerden
ara sokaklarda her gün bir cinayet kurulur
babalar bastırılmış bir ihtilâl;
olağan sularda anneler bedensiz nilüferlerdir
insan sevmezse eve gelir
gider aktarlara bakar
yarasına biraz uzaklık basar
küçük dükkânlarda uzun konuşur
bin çeşit önlem geliştirir
gökyüzü çoktan inmiştir yere
zamansızdır
seslerden üşür
insan sevmezse mezarını küçük düşürür.
tanrıya inanmadığımı kendi içimde netleştirdim sanıyordum. biraz önce fark ettim ki başıma gelen her kötü şeyde hala onunla tartışıyorum. kızıyorum, kırılıyorum, hesaplaşmak istiyorum. olanların tüm yükünü ona yüklüyorum. sorumluluğu, olmadığına inandığım birine yüklemem çelişkiler yaratıyor bedenimde. her zaman çelişkilerden nefret ettim. ama karşı koyamadığım bir refleks bu. bu didişmelerden kurtulup gerçeklikle baş başa kaldığımda kocaman bir duygu doğuyor. çaresizlik. bu duygunun yanıltıcılığıyla başa çıkmak en büyük yük oluyor. yanıltıcılıktan kastım insanı ümitsizliğe sürüklerkenki oyunları. sanat mesela. sanat dünyada taptığım tek şey. ama beni bu çaresizlik duygusu sardığında kötü bir anımda uzak bir arkadaşın samimi olmayan tesellesine benziyor. işte bu ikilem. sanat her zaman uzak bir arkadaş mı yoksa benliğimden bir parçayken çaresizliğin oyunlarıyla ben mi uzak görüyorum. hiç cevaplanmayacak sorular. bu yazı da sonrasında anlamsız gelecek bana. bu hissettiklerim yok olup gidecek. belki de tanrı bu yüzden yaratıldı insanlarca. böyle hisleri dünya üzerinde hiçbir insan başka bir insanla tam olarak paylaşamaz. bir tek tanrı anlayabilir. anlayabilir mi sahiden? anlayabilse böyle olur muydu? herneyse. sanatın yaratıcısı duygulardır sonuç itibariyle. sanata taptığımı söylüyorsam bütün duygulara da minnettar olmam gerekir. belki hafifletir bir şeyleri.
"batarken ufuktan bir akşam güneşi
bırakıp gitmiştin beni sen sevgilim"
her şey şarkılarla daha güzel değil mi ama yaa
bu başlığa gelsin bu şarkı.
(bkz: radyocu triplerine girmek)
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.