o mesajın gelmesini 4 sene 8 aydır bekliyordum. ben florentina ariza değilim 51 yıl 9 ay bekleyeyim. son sigaramı içtim, yurt güvenliği görmeden kahve yapıp içtim, piaget’in bilişsel gelişimine son kez göz attım, üçüncü şahsın şiirini son kez okudum, sezai karakoç öldü, tanpınar’ın kemiklerinden başka hiçbir uzviyeti kalmamıştır, ismet özel son şiirini yazalı çok oldu, gabo dosyalarını 2.2 milyon dolara teksas üniversitesine satalı yıllar geçti, annem üçüncü fıtık ameliyatını oldu, ablam evlendi, abim hâlâ bekar, kız kardeşim liseyi bitirdi işe girdi ve ben bütün bunlardan sonra beklemeyi bırakıyorum. şahsiyet insanın gölgesinden daha çok insanladır demiştim, şahsiyetimi bu gece kohlberg’in ahlak gelişim kuramı ile beraber ezberleyip, bütün değiştirilmesi gereken yerlerini değiştirip, yaşamımın, usumun, tinimin, bedenimin ve saçlarımın karalığında kendi özgürlüğüme göre şekillendireceğim.

görüşmeyelim. ben kendi zihnimde yarattığım imgene yıllarca sabretmişken, varlığını olanca çokluğuyla yanımda görmek, yarattığım imgenin ne kadar boş, muğlak ve anlamsız olduğunu gözlerime sokar ve şahsiyetimi kabul etmeyip yıllarca onunla yaşamaya devam etmeme sebep olur.

sen benim zihnimde yukarda yazdıklarım kadar karmaşık ve benimleydin.

görüşmeyelim.
devamını gör...

şunu da yazmış :
“komşumuz ihtiyar bir türk olan hüseyin ağa çok yoksuldu, hanımı, çocukları da yoktu. akşam eve geldi mi, avluda diğer ihtiyarlarla oturur, çorap örerdi. ermiş bir adamdı hüseyin ağa. bir gün beni dizlerine aldı; hayır duası eder gibi elini başıma koydu; 'aleksi' dedi, 'bak sana bir şey söyleyeceğim, küçük olduğun için anlamayacaksın, büyüyünce anlarsın. dinle oğlum, tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla aleksi, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama.”
devamını gör...

bir gün bu sanrılarımdan kurtulursam; benliğimi elime alırsam ; anlamsız şiirlerin en olmadık dizelerinde, en ummadık insanları hatırlamayı bırakırsam; kurtulmak istediğim her şeyin aslından beni ben yapan şeyler olduğunu kabul edersem; bir gece, bir sokakta, bir başıma, bir fahişeyi dudaklarından öpüp, doğmamış çocuklarımın babası, tanışmadığım karımın kocası, unuttuğum arkadaşlarımın dostu olarak, vurgun olduğum bütün büyük insanların başında esen kavak yellerinin ince soğuğunda o günü hatırlayacağım ve kimsenin beni ben olarak bilmediği, kimsenin kimseyi kim olarak bilmediği, herkesin herkesi herhangi biri olarak gördüğü, o kimsenin bilmediği uzak ülkenin kapısı önünde olduğumu düşünüp; bu soğuk şehrin, insanın eklemlerine işleyen kış gecesinde bir bardak ılımış kahve içip, neden bu kahve bu kadar soğuk diyip, yaşamıma, beni doğuranlara, tanıdığım herkese, sokaktaki seyyar satıcıya, kantindeki çirkin kadına, minibüsün uzun boylu muavinine, beni bu gayya kuyusuna atıp üzerime toprak atan o tanıdığımı sandığım tanımadığım insanlara, içimden gele gele uzun boylu sır dolu ve umut vaat eden, düşümden taşan cümleler armağan edeceğim.

evet yapacağım.
devamını gör...

“insanın sevdiği bir ev olunca, kendisine mahsus bir hayatı da olur.”

“acaba, hep alışkanlık mı ? hep yanımızdakileri mi seviyoruz ?”

ahmet hamdi tanpınar - huzur
devamını gör...

bu entry bolca spoiler ve alıntı içermektedir.

ben, ben aldandım be sözlük, ikinci kez aldandığımı anladım.

roman çok kez söylendiği gibi arada kalmış insanların hikayesidir. bir başarının, zaferin değil, yenilginin anlatısıdır. kitabı ilk okuduğumda ne güzel ne ironik demiştim, ikinci okuduğum da, ne ironik ve acı dedim. eminim üçüncü kez okuduğumda çok daha farklı şeyler söyleyeceğim.

peki saatleri ayarlama enstitisü neden acı bir hikayedir.
sanırım, enstitüyü sorgulayarak başlamak en doğrusu olur.
enstitüsü kurulma amacı icabıyla mantıksızdır:

''tekrar odama döndüğümüz zaman heyetin reisi kendisine ikram ettiğim içkiyi kabul edeceği yerde doğruca telefona koştu ve 0135'i arayarak saatin kaç olduğunu sordu. aldığı cevap üzerine evvela duvardaki saate, sonra yüzüme baktı.
- böyle bir kolaylık varken bu müesseseye ne lüzum var ?.. diye sordu.''(s:377)

hayri irdal bu kurumdaki mantıksızlığı romanın muhtelif yerlerinde:

''endişelerimi artık nermin hanımdan gizlemiyordum. bana söz söylemek, yahut sözümü bitirmek fırsatını verdiği nispette bu işin sonu olamayacağını anlatmaya çalışıyordum.''(s:233)
''hatta ispritizma cemiyetinde bile birbirlerine ve kendilerine yalan söylemekten hoşlanan birtakım insanlara hizmet ettiğimi bildiğim için gülünç de olsa bir iş yaptığıma inanıyordum. burada o bile yoktu.'' (s:231)

dile getirir. bu enstitünün kurulma amacı neydi ? insanlara saat, zaman bilincini aşılamak mı ? insanlar pek tabi yollardan bu işi halledebilirdi. ama halit ayarcı ensititüyü öylesine baldırarak anlatır ki, okuyucuda, kitaptaki karakterler de onun bu ''yalan''ına inanır. halit ayarcı amiyane tabirle şark kurnazlığı yapar, yalancı bir adamdır. üzgünüm ama bu böyle. o yalan dairesi içerisinde insanları kendine inandırır, onlarla oynar. hayri irdal şöyle söyler:

''ne garipti, hepimiz halit ayarcı'nın elinde bir kukla gibiydik. o bizi istediği noktaya getiriyor ve orada bırakıyordu. ve biz o zaman, sanki evvelden rolümüzü ezberlemiş gibi oynuyorduk.'' (s:232)

hayri irdal'ın dediği gibi o oyunu yalanlar üzerine kuran biridir. eskiyi tamamen reddettiği gibi, işine gelen taraflarını da almaktan çekinmez. mesela kitapta bahsedilen insanlar içinde örnek iki tipten biri olan(diğeri hayri irdal'ın oğlu ahmet. aslında emine de kısmen örnek tip olabilir.) muvakkit nuri efendi gibi eski bir adamı yalnızca işine geldiği için kullanmaktan çekinmez. tanpınar'ın anlatmak istediği tam olarak budur, yeni denen şeyi kabul edip, eskiye tamamen sırt çeviren insanlar çelişki içindedir. halit ayarcının kendi içindeki çelişkisini hayri irdal'ın ustası nuri efendiyi anlattıktan sonra verdiği tepki:

''olur şey değil... diyordu. böyle bir adam, aramızda bulunsun... monşer, bu tam filozof... zaman felsefesi... anladınız mı? zaman, yani çalışma felsefesi... sizde filozofsunuz hayri bey, hem hakiki bir filozofsunuz!.. diyordu.'' (s:220)

ve

''siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. sonra idealistsiniz. realiteyi
görmüyorsunuz… hülâsa eski adamsınız. yazık, çok yazık! biraz realist
olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey değişirdi.” (s:224)
bu iki örnekte de halit ayarcının çelişkisi gayet net şekilde görülüyor. bu çelişki yalnızca halit ayarcı'nın çelişkisi değildir, yeniyi aldık her şey düzeldi diyenlerin çelişkisidir. tanpınar şunun farkında; ona göre, milli tarih anlayışına körü körüne bağlı kalmamak ve batının getirdiği yeniliklere de ayak uydurmak gerekmektedir. bu nedenle halit ayarcı hem çelişkili bir tiptir, hem de yanılmıştır. romanın son kısmında yazar halit ayarcı'nın yanıldığını:

''ben, dedi, ben aldandığımı anladım...'' (s:382)
''nasıl olur ?.. diyordu, nasıl olur ? dünyanın en modern müessesinde, en mükemmel ve yeni şartlar altında ve bu kadar yenilik içinde çalışan bu insanlar bu işi nasıl anlamazlar ? o halde enstitüde ne işleri var ? niçin yeni binayı alkışladılar ? niçin bizi tebrik ettiler ? demek yalan söylüyorlar!..



ben halit ayarcı'ya vaziyeti anlatmağa çalışıyordum.
hayır, yalan söylemiyorlar, diyordum. ikisinde de samimi idiler. yeniliği kendilerine ucu dokunmamak şartıyla seviyorlardı. hala da o şartla severler. fakat hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih ediyorlar.''(s:374)

şu iki örnekte görebiliriz.

peki hayri irdal neden saçma, mantıksız, gereksiz olduğunu bildiği enstitü için çalışmaya devam eder. hayri irdal'ı anlatmak, onun enstitüden ayrılamamasını daha iyi açıklar. hayri irdal, tipik arada kalmış insandır. bir ayağı eskideyken, diğeri ayağı kabul edemiyor olsa da yenidedir. hayri irdal toplumun yarı aydın kesimini temsil ederde denebilir. hiç kitap okumaz değildir, bazı eserleri okumuştur, bildiği bişeyler vardır ama yarım yamalaktır. en iyi bildiği konu saatçiliktir ama muvakkit nuri efendiden sonra karşısına onu bu konuda yönlendirebilecek biri çıkmadığı için saatçiliğe kanalize olamaz. nuri efendi hayri irdal'ı şöyle tanımlar:

''oğlum hayri, derdi. iyi bir saatçi olup olamayacağını bilmiyorum. doğrusu, bunun senin hayrın için çok isterdim. sen erken yaşta iş tutup ona kendini vermezsen büyük sıkıntılarla uğrayabilirsin. yaradılışın mütevazı insan yaradılışı... hayata ve etrafa karşı yeter derecede dayanıklı değilsin. seni ancak iş kurtarabilir. yazık ki bu iş için lazım olan dikkat sende yok.''

nuri efendinin dediği gibi de olur, halit ayarcı, bu basit karakterli adamla istediği gibi oynar. hayri irdal eski yaşamına özlem duysa dahi parasızlık korkusu onun bu enstitüden ayrılmasına mani olur, aslında irdal bu enstitüyü ve getirdiklerini gayette sevmiştir, biraz nazlanıyor o kadar. halit ayarcı onun durumunu çok iyi özetliyor:

''size kendi hakikatinizi söyleyeyim! artık dönemezsiniz. çünkü hiçbir şeyden vazgeçemezsiniz. bütün tenkitlerinize ve küçük görmelerinize rağmen rahat ve güzel bir karınız var, ayrıca bir metresiniz var ki çıldırıyorsunuz. kızınız, oğlunuz için her an kendinizi fedaya hazır olduğunuza da eminim. üstelik şöhreti, hatta abes telakki ettiğiniz işler içinde olsa bile hareketi seviyorsunuz. hülasa bir ahtapot gibi sayısız kollarla dünyaya yapışmışsınız! hiçbir şeyden ayrılamazsınız. nasıl döneceksiniz ?''

gerçekten de hayri irdal bu hayatı sevmiştir. onun eskiye özlem duyduğu falan yoktur, en fazla çocukluğunda ve ilk gençlik yıllarında içinde bulunduğu toplumdan gelen alışkanlıkları onu arada bir yokluyor, o kadar.
bunu yazıp yazmamak konusunda tereddüt ettim(emin olmadığım için) ama ekleyeyim. hayri irdal'ın yozlaşmışlığı öyle bir noktaya ulaşır ki eşinin kendisini halit ayarcı ile aldatmasına dahi göz yumar.
bu iddia hayri irdal'ın şu sözlerinden geliyor:

''bu çocuğa karım pakize'nin arzusu üzerine rahmetli halit ayarcı'nın adını verdiğime ne kadar isabet etmişim. gün geçtikçe ona benziyor. küçük gül yaprağı yüzünden onun çizgileri peydahlanıyor, hatta tabiatı bile yavaş yavaş o tarafa kayıyor. onun gibi iradesini herkese kabul ettiriyor, hoşuna giden her şeyi istemeden elde ediyor.''


daha çok şey yazabilirim ama çok fazla uzatmakta istemiyorum. bir kaç karakterle ilgili bişey söyleyeyim bu faslı kapatalım.

seyit lutfullah: eskinin cahil kalmış kısımlarını, uzak durulması gereken kısımlarını temsil ediyor.

zarife hanım: her döneme ayak uyduran tip. ilk görünüşü meşrutiyet öncesindeki kadınını temsil ediyor.(sofuluğu vs.) ikinci görünüşü meşrutiyetin ilanını temsil ediyor. üçüncü görünüşü cumhuriyetin ilanı ve sonrasını temsil ediyor.

ahmet irdal: olması gereken türk tipini yansıtıyor. çalışan, ahlaklı, onurlu, yalana kanmayan ve içinde yer almak istemeyen insan.

muvakkit nuri efendi: eskinin örnek alınacak yönlerini temsil ediyor. babacan, çalışkan, ahlaklı.

abdüsselam bey: oturduğu konak ve aile yapısı itibariyle osmanlı imparatorluğunun minimize edilmiş halini yansıtıyor.

dr. ramiz: yeniliğe körü körüne bağlanmayı ve olduğu yerde sayan insanları temsil ediyor.

emine irdal(hayri'nin ilk eşi): eski ve yeni aile yapısındaki birleşimini temsil ediyor. ölmeseydi hayri irdal çok başka bir hayat yaşardı.

hayri irdal'ın iki baldızı: yeninin getirdiklerinden faydalanmak isteyen, hayatın tadına varmak isteyenleri temsil ediyor.

ve daha bir çokları...

kitabın en okunası bölümleri

3. bölümün 10. kısmı
- ben sizi kırdım o akşam... affedin!.. diye fısıldadı.
- ben size değil, kendime dargınım!.. diye cevap verdim.

2. bölümün 9. kısmı

4. bölümün 2. kısmı
- ben, dedi, aldandığımı anladım...

ve

birinci bölümün tamamı.

peyami safanın yalnızızını okurken çok etkilenmiştim. samim’in mükemmel ruh, toplum çözümlemeleri, ve simeranya ütopyası, meral’in ikilikleri içindeki bocalaması beni mahvetmişti.
yine ahmet hamdi tanpınarın huzur kitabını okurken, mümtaz’ın nuran aşkı, ihsan’ın mükemmel çıkarımlar, suat’ın o sanrılı ve alaycı halleri, nuran’ın korkuları içinde bocalaması çok etkileyiciydi.
orhan pamukun kara kitap ve benim adım kırmızıdaki mükemmel hayal gücüne hayran kalmıştım. ama bu kitap gerçekten çok başka. dört bölümün hepside birbirinden bağımsız olarak mükemmel, birbirine bağlı olarak inanılmaz. okuyun okutturun, öpün, sevin, koklayın, koynunuza alıp yatın.

not: dergah yayınlarına sesleniyorum, lütfen ahmet hamdi tanpınar'ın eserlerinin içindeki eski dildeki kelimelerin günümüzdeki karşılıklarını ekleyin. bir kelimeye bakayım diye kitabı bırakınca insanın konsantrasyonu bozuluyor.
devamını gör...

psikiyatrist değil tüccardır. toplumsal bir bilinç oluşturmak istiyorsa bunu daha farklı yollardan da yapabilirdi ama bunu tercih etmiyor, çünkü para tatlı. şu an televizyon da yayınlanan 4 tane dizisi varmış, düşünün ne biçim para kazanıyor. parasında değilim, allah bin bereket versin, takıldığım nokta insanların hayatlarını bu şekilde ifşa etmesi. düşünsene bu kadının kliniğine gidiyorsun, aradan bi kaç sene geçiyor televizyondasın. korkunç!
devamını gör...

“daha nen olayım isterdin,
onursuzunum senin!”

cemal süreya
devamını gör...

necip fazıl kısakürek’in 1937 yılında yayınlanan, aynı isimle muhsin ertuğrul tarafından sergilenen ve muhsin ertuğrul’un başrolünü oynadığı oyun.

bir çırpıda okunacak kitaplardan kitaplardan diyebiliriz. şans eseri elime geçen bu eseri 2 saat gibi kısa bir sürede bitirdim. ancak anlattıklarını, hissettirdiklerini kolay kolay unutacak gibi değilim. yükte hafif duyguda ağır kitaplardan.

konusu şöyle:


hüsrev 30’lu yaşlarında ünlü bir yazardır. bir oyun yazar, bütün istanbul bu oyunla çalkalanmaktadır. oyundaki adamın babası bir incir ağacına kendi asar. başkarakter, bir silah kurcalarken yanlışlıkla annesini öldürür. kaza sonucu öldürdüğüne kabil olurlar ve baş karakter suçsuz bulunur. ancak devlet tarafından suçsuz bulunan adam, kendi vicdanından kaçamaz ve babasının kendini astığı incir ağacına bir ip geçirip intihar eder.

başta dediğimiz gibi oyun istanbul’da çok ses getirir. bütün gazeteciler, gazete sahipleri hüsrev’le röportaj yapmak ister. gazete sahibi şeref bey’le ahbap olan hüsrev, evindeki bir toplantıya gazete sahibini de davet eder. yakın arkadaşları nevzat, piyesin başrolünü oynayan mansur, şeref bey’in karısı zeynep’te vardır davette. konu piyesteki adamın annesini öldürmesi konusuna gelir. zeynep hanım bunu saçma bulduğunu söyler. hüsrev bunun olabiliceğini ona anlatır ve nevzat bey’in silahını alarak bunu kanıtlamaya kalkışır. silahı boşaltır ve açıklama yapar. silahı sehpanın üzerine bırakır. bir anda sehpaya bıraktığı boş silahı alır ve arkası dönük olan annesine çevirir. silahı boş sandığı için ona sıkar ama silah boş değildir ve o anda araya kızı gibi büyüttüğü selma araya girer ve kurşun selmaya isabet eder ve selma ölür.

selma’nın ölümüyle beraber hüsrev kendisini kaybeder. gazete sahibi şeref bey, onun üzerinden prim yapar, bu durumunu gazetede çarşaf çarşaf anlattırır. selma’nın aslında babası gibi olan hüsrev’i sevdiğini, hüsrev’in babasının da yalıdaki incir ağacına kendini astığını, hüsrev’in yazdığı oyundaki başkarakterin kaderini yaşadığını yazar. bütün bunları okuyan öğrenen hüsrev, şeref bey’e karısı zeynep’le kendisi arasında bir ilişki olduğunu söyler. şeref bey’de, nevzat bey’in onu, kendi akıl hastanesine attırmak için annesini altan alta işlediğini anlatır. bütün bunlardan sonra hüsrev herkesten kaçmaya çalışır ama nevzat ve şeref onu akıl hastanesine attırmak için baskı yapmaya devam eder.

hüsrev ağır bir buhranın içinden geçmektedir. allahın işine burnunu soktuğunu, yaratmak vasfını üzerine almak istediğini, sonsuzlukla boy ölçüşmek istediğini anlar. allah’ta ona piyesindeki adamın kaderini yaşamak gibi bir ceza vermiştir. oğlunun halinden korkan ulviye hanım yalıdaki incir ağacını, hüsrev’in babasının kendisini astığı incir ağacını kökünden kestirir.

karlı bir istanbul gününde, şeref bey ve nevzat bey yanlarında devletin doktorları ve polisleriyle, hüsrev’i akıl hastanesine götürmek için gelirler. hüsrev ayak diremez, sadece devletin hastanesine gitmek için doktordan söz alır. ulviye hanım oğluna, sen gidersen kendimi öldürürüm der. hüsrev’de ona “ne yapayım anne kestiniz incir ağacımı“ der ve oyun biter.


necip fazıl’a karşı bir ön yargınız varsa bu oyun için de olsa bir kez kırın ve okuyun. inanılmaz güzel bir eser. hele ki hüsrev’in osman’la olan sahnesinde bir tiradı vardır ki...


allahım ben yok olamam! her şey olurum yok olamam. parça parça doğranabilirim. tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir havaya savrulabilirim. fakat yok olamam. madem ki bu kadar korkuyorum, yok olamam. eczahane camekanlarında, ispirto dolu bir kavanoz içinde, düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi , yumruk kadar bir et parçasına inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim. fakat şişenin camından yine dışarıyı seyreder, önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve allahımı düşünebilirim. razı değilim allahım! yok olmaya, kalmamaya, gelmemiş olmaya, mevcut olmamaya razı değilim. bu dünyada bırakamayacağım hiçbir şey yok. ne deniz, ne şehir, ne ağaç, ne ev, ne kadın, ne de ben. bu kalıbım, bu zarfım, bu kafesimle ben. onların hepsini bırakabilirim. fakat şuurumu, bilmek, duymak, var olmak şuurumu bırakamam. razıyım bir toz parçası olayım. insanlar üzerime basarak geçsin. canım acısın, duyayım. canımın acıdığıını duyayım. razıyım bir kertenkele olayım. kızgın yaz günlerinde bir bahçe duvarına tırmanayım. tırnaklarımı tuğlalara geçireyim. yeşil ve ıslak sırtımı güneşe vereyim. fakat güneşle sırtım arasındaki öpüşmeyi duyayım. tuğlaların incecik zerrelerini sayayım. kovuklardaki böceklerin, bir boru içinden bakar gibi bana baktıklarını göreyim ve düşüneyim. razıyım bir nokta olayım. fakat o noktaya bütün kainat, bütün mevcudiyle dolsun. ben yok olamam. ağlarım, tepinirim, çatlarım, çıldırırım, ölürüm fakat yok olamam. her şey benim olsun, vereyim, gökler, yıldızlar, gökteki samanyolu, ay, dünya, vereyim. fakat aklım bana kalsın. aklım bana kalsın! aklım!..’
devamını gör...

gül kokuyorsun

gül kokuyorsun bir de
amansız, acımasız kokuyorsun
gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun
dayanılmaz birşey oluyorsun, biliyorsun
hırçın hırçın, pembe pembe
öfkeli öfkeli gül
gül kokuyorsun nefes nefese.

gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun
ve acı ve yiğit ve nasıl gerekiyorsa öyle
sen koktukça düşümde görüyorum onu
düşümde, yani her yerde
yüzü sararmış, titriyor dudakları
şakakları ter içinde
tam alnının altında masmavi iki ateş
iki su
iki deniz bazan
bazan iki damla yaz yağmuru
mermerini emerek dağlarının
şiirler söylüyor gene
ölümünden bu yana yazdığı şiirler
kızaraktan birtakım şiirlere
büyük sular büyük gemileri sever çünkü
ve odur ki büyüklük
şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse
o zaman ölünce de şiirler yazar insan
ölünce de yazdıklarını okutur elbet
ve senin böyle amansız gül koktuğun gibi
yaşamanın herbir yerinde.

gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun
bu koku dünyayı tutacak nerdeyse
gül, gül! diye bağıracak çocuklar bütün
herkes, hep bir ağızdan: gül!
ve herşeyin üstüne bir gül işlenecek
saçların, alınların, göğüslerin üstüne
yüreklerin üstüne
bembeyaz kemiklerin
mezarsız ölülerin üstüne
kurumuş gözyaşlarının
titreyen kirpiklerin üstüne
kenetlenmiş çenelerin
ağarmış dudakların
unutulmuş çığlıkların üstüne
kederlerin, yasların, sevinçlerin
ve herşeyin üstüne bir gül işlenecek.

bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül
yıllarca esecek belki
ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
göreceğiz ki
biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha
geceyi, gündüzü, yıldızları
görmemişiz hiç
tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.

öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasız kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese.

edip cansever

eser gökay'ın sesinden
devamını gör...

bir gün, 4 kişi, yuvarlak bir masanın etrafında toplanmış, rakı içiyoruz. hayır, ben içmiyorum anason kokusu midemi bulandırır benim, ben şeftalili meyve suyu içiyorum. bizim nuran döndü bana “miden bulanıyorsa içme, şeftali suyu iyidir” dedi. zaten şeftali suyu içiyordum. nuran bana fazla dikkat etmez zaten, öyle bir göz gezdirir, anlık halimi yoklar, ne yapmamı istiyorsa öyle görür beni. ben nuran’ın hayatında bir virgül kadar varım, bilirim; bir virgül dedim, evet, nuran beni görünce kısa bir es verir, sonra hayatına devam eder. oysa ben onun hayatında bir paragraf kadar yer kaplamak isterdim. nuran bana gözlerini çevirse “nuran, biliyor musun ben aşık olmuştum 19 yaşındayken. saçlarımı 3 numara kestirirdim, annem çok kızardı saçlarımı böyle kestirmeme. çünkü saçlarım seninde gördüğün gibi çok güzel. sonra biliyor musun nuran, o zamanlar, yani aşık olmadan önce, yine yani aşık olmadan bir gün öncesine kadar insanlarla dalga geçerdim, aşık insanlarla ‘siz hepiniz aptalsınız. aşk ilk başlarda anlık bir kandırmacadır, sonrasında yalan’....

gibi
devamını gör...

bitiyor olması. ne kadar sevinsen de üzülsen de bitiyor. kesin bilgi yayalım.
devamını gör...

“zaman ne de cabuk geciyor mona
saat onikidir söndü lambalar
uyu da turnalar girsin rüyana
bakma tuhaf tuhaf göge bu kadar
zaman ne de çabuk geciyor mona”

uyudu, uyanamadı, rüyasında turnalarla beraber.
devamını gör...

sokağın başında bir adam,
elinde ruhu, bedeninde dokuz litre kan,
vurulmuş belli, yüzünden okurum vurulanları,
bir kez vuruldum, hiç kanım akmadı,
aksın diye çok uğraştım ama akmadı,
çünkü benim vurulmam benzemez sezar’ın bedenindeki 23 bıçak darbesine,
benim vurulmam hatırlanmaz,
kimse adımı anmaz,
annem ağlamaz,
babam gülmez,
çünkü benim vurulmam, bir çift gözedir,
çünkü benim vurulmam, bir çift yeşil gözedir,
çünkü benim vurulmam, onbinlerce tel saçadır,
çünkü benim vurulmam,
çünkü benim,
çünkü.

sokağın başında bir adam,
ellerinde asırlardır anlatılan sevgi,
gönlünde hiç susmayan anka kuşu,
dilinde bir türkü,
gözlerinde bir küf rengi,
saçlarında üç tutam kar beyazı.

sokağın başında bir adam,
bu adamı hiç tanımadım,
bu adamlar öldü,
anlatılan hikayeler hep yalan.
devamını gör...

ankaralı meşhur tapu kadastro müdürü.
ayaşta ve ankara’da el değiştiren tarlaların yegane sorumlusu.
devamını gör...

mustafa kemal atatürk’ün hayatını anlatan 3 ciltte anlatan, şevket süreyya aydemir’in detaylı ve ciddi çalışmaları sonrasında ortaya koyduğu, remzi kitapevi’nce yayınlanan büyük eser.

eser ilk ciltte, halaskâr gazi’nin 1881-1919 arası dönemini işliyor. mustafa kemal’in ailesi, doğduğu yerlerle giriş yapıp, samsun’a çıkma kararı aldığı güne kadar getiriyor.
ikinci ve üçüncü cildi okumak daha nasip olmadı ama bildiğim kadarıyla, ikinci ciltte 1919-1922 yılları arası dönemi işliyor, yani istiklâl savaşı dönemi. üçüncü ciltte ise 1922-1938 yılları arası dönemi, yeni doğan türk cumhuriyetinde yapılan inkılapları işliyor.

eserin en güzel tarafları:
1. halaskâr gazi’nin hayatı belgeler ışığında anlatılıyor.
2. yalnızca olay odaklı bir yaklaşım yok, gazi’nin ruh halleri, içinde bulunduğu durumlar karşısındaki tutumları da anlatılıyor.
3. dönemin olayları ve insanları belgeler ışığında anlatılıyor.

okunması, okutulması gereken bir eser.
devamını gör...

değildir. sanat estetik kaygı güdülerek yapılır. bir ağacı olduğu gibi resmetmekle, uyandırdığı hislerle resmetmek arasında dağlar kadar fark vardır. porno buna benzer. eğer ekran karşısındakini anlık hazza ulaştırmak için haldur huldur düzüşme varsa bunu sanat olarak değerlendiremeyiz, amma estetik kaygılar güdülerek sevişme varsa ve bu iyi bir sinematografi ile yansıtılıyorsa o zaman sanat kisvesi altında değerlendirilebilir. görsel sanatların kökeninde ışık olduğunu sanıyorum hatta mükemmel dediğimiz edebi yapıtların da kökeninde ışık vardır. huzur romanını okurken, mümtaz ve nuran’ın boğaz gezilerindeki görsel şölen aklınızı alır, görmezsiniz ama zihninizde canlandırırsınız. ya da suç ve ceza, raskolnikov’un öldürdüğü tefeci kadının evi öyle bir tasvir edilir ki, ışığın kadının kanından oluşan birikintiyi nasıl bir renge boyadığını bilirsiniz.

uzatmayayım, iyi bir ışık ve estetik kaygı yoksa porno sanat değildir.
devamını gör...

şu şiiri bizim şiirimizdir. benim, senin, bizim, sizin, hepimizin!
her türk gencine okutulmalı ve üzerine düşünmesi sağlanmalı.

üç dil

en azından üç dil bileceksin
en azından üç dilde
ana avrat dümdüz gideceksin
en azından üç dil bileceksin
en azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
en azından üç dil
birisi ana dilin
elin ayağın kadar senin
ana sütü gibi tatlı
ana sütü gibi bedava
nenniler, masallar, küfürler de caba
ötekiler yedi kat yabancı
her kelime arslan ağzında
her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
kök sökercesine söküp çıkartacaksın
her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
her kelimede bir kat daha artacaksın

en azından üç dil bileceksin
en azından üç dilde
canımın içi demesini
canım ağzıma geldi demesini
kırmızı gülün alı var demesini
nerden ince ise ordan kopsun demesini
atın ölümü arpadan olsun demesini
keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
insanın insanı sömürmesi
rezilliğin dik âlâsı demesini
ne demesi be
gümbür gümbür gümbürdemesini becereceksin

en azından üç dil bileceksin
en azından üç dilde
ana avrat dümdüz gideceksin
en azından üç dil
çünkü sen ne tarih ne coğrafya
ne şu ne busun
oğlum mernuş
sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun ...
devamını gör...

“bir zamanlar diyordum ki: bu türk’tür, bu bulgar’dır ve bu yunanlı’dır. ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… neden? çünkü bunlar bulgar’mış, ya da bilmem neymiş… şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: bu iyi adamdır, şu kötü. ister bulgar olsun, ister rum, isterse türk. hepsi bir benim için. şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! hepsine acıyorum işte… boşversem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrı’sı ve karşı tanrı’sı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… hey zavallı hey! hepimiz kardeşiz be… hepimiz kurtların yiyeceği etiz…"
devamını gör...

seni yalnızlığından tanıdım
kirpikleri kırık çocuk
çiğneyip durduğun dudaklarından.
gözlerin küllenmiş yangın yeriydi
bir eylül göğünün bulut kümeleri
donuk bakışlarında;
hüznün nasıl da benziyordu
benim ilk gençliğime

ellerinden tanıdım seni
yüreğinin yansısı tedirgin ellerinden.
bir uzak boşluğa yağmur yağıyordu
-anılardan anılara ince çizikler…-
yüzün bir türkü sonrasının
kederli dalgınlığında;
güldün mü, ben mi yanıldım, bilemiyorum
ağıt gibi bir alay dudak uçlarında
gücenik duruşundan tanıdım seni.

seni kendimden tanıdım çocuk;
yüreği sürekli çiğnenen bir yol
gövdesi acılardan acılara köprü…
biraz öfke, biraz umut, çokça onur
olan kendimden.
eğildim öptüm yıkık alnından
uzaktın, kıyamadım sessizliğine
biraz daha dedim içimden, biraz daha;
gün olur, onuru güzel çocuk
acı da yakışır insanın yüreğine.

şükrü erbaş
devamını gör...

ahmet hamdi tanpınar’ın deneme türündeki eseridir. yazar sırasıyla (bkz: ankara) (bkz: erzurum) (bkz: konya) (bkz: bursa)-kitabın içindekiler bölümünde bursa’da zaman olarak geçer- ve son olarak (bkz: istanbul)u anlatır.
en uzun anlatılan şehir istanbul, en kısa anlatılan şehir ankaradır.
kitabın önsözü şu cümlelerle başlar:

beş şehir’in asıl konusu hayatımızdan kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak(özlem)’dir. ilk bakışta birebiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim