sirma yazar profili

sirma kapak fotoğrafı
sirma profil fotoğrafı
rozet
karma: 15300 tanım: 4200 başlık: 190 takipçi: 84
Ancora Imparo

son tanımları | başucu eserleri


albert camus

--- alıntı ---

kendimi mi öldürsem, yoksa bir fincan kahve mi içsem?

--- alıntı ---

alber camus'un "kendimi mi öldürsem, yoksa bir fincan kahve mi içsem?" dediği o dipsiz uçurum. aynı günün sonunda albert camus bir fincan kahve eşliğinde der ki: "bazen günün sonunda bir insanın başardığı en büyük şey intihar etmemiş olmasıdır."
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının şiirleri

yolun bittiği yerde neyin beklediğini bilmeden
yürüyebilir mi insan korkusuzca
aklının ufkuna kadar uzatabilir mi düşüncelerini
önyargıların bastırdığı idrakini özgürleştirerek
duyurabilir mi ötelenmişlerin, kimsesizleştirilmişlerin
masum ve bir o kadar keskin çığlığını
haykırabilir mi ciğerleri patlayacakçasına
geri getirebilir mi kirlenmemiş çocukluğunu
hayal kırıklıkları dört bir yanda hafıza enkazından
acabalarla dolu bu duygu durumundan
sıyrılabilir mi, sığınabilir mi güvenli bir limana
devamını gör...

gün olur asra bedel

cengiz aytmatov'un babaannesinden dinlediği masalların tadında kaleme aldığı, uçsuz bucaksız bozkırın ortasında dostuna son vazifesini yerine getiren boranlı yedigey'in bu ıssızlığın içinde geçirdiği hayatını izliyoruz roman boyunca. bozkırda trenler doğudan batıya, batıdan doğuya sürekli gelip gidiyorlar ve kimsesizliğin ortasında birbirine sarılan üç-beş insan yitip gitmemek için birbirlerine dayanarak bütün zorluklara göğüs germeye çalışıyorlar. kah hava şartlarının zorluğu, kah yönetimin suçsuz bir adamın hayatını haksız yere elinden almaya çalışması, kah tabiatı gereği coşan bir hayvanı zapt etmenin zorluğu. bozkırın ortasında mücadele hiç bitmiyor ilk andan itibaren ve siz bu mücadelede yazarın harika üslubu ile bir anda direniyor, kasılıyor ve acıya, üzüntüye, yorgunluğa ortak oluyorsunuz. bir milletin geçmişini de boraanlı yedigey'in geçmişiyle gözden geçiriyoruz ve dönemin yönetimine yönlendirilen eleştiriler de göze çarpıyor. özellikle mankurt hikayesi üzerinden sovyet rejimine yönlendirilen oklar yerini bulmuş. baştan sona kolay kolay elden düşmeden akıp giden, yoğun duyguların okuyucuya güzel bir biçimde aktarıldığı ve insanı uçsuz bucaksız bozkırlara sürükleyen başarılı yapıt.
devamını gör...

körlük (kitap)

toplumsal bir biçimde körleşmeyi vurucu bir şekilde anlatan jose saramago romanı. körlük okumaya başladığınız ilk andan itibaren korku ağıyla zihnimizi örmeye başlıyor. okuyucusuna kör olma korkusu düşüncesini okuma boyunca derinden hissettiriyor. saramago kitapta fizyolojik körlükten ziyade toplumsal körlüğe dikkat çekiyor. kitapta yer ve zaman konusunda bir belirsizlik mevcut. trafik ışıklarında aniden kör olan bir karakterle yolculuk başlıyor. sonrasında şu anda yaşadığımız pandemi dönemini anımsatan bir biçimde körlük yavaş yavaş yayılıyor. bunun sonucunda karantina dönemi başlıyor. akıl hastanesinde karantina altına alınan körler arasında çekişmeler, hayatta kalma mücadelesi saramago'nun etkileyici üslubuyla çarpıcı bir gerçeklikle okuyucuya aktarılıyor. okuduktan sonra uzun süre etkisinde kalınan kitaplardandır.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının şiirleri

dünyanın en güzel dudaklarından dökülen kelimeler
yavaş yavaş ele geçiriyor zihnimi
senden başka bir şey düşünemez oluyor
senden başka güzel tanımıyorum
akseki'nin yamaçlarında
o amansız kara kışta
tertemiz, el değmemiş karlar içinden
gördüğüm en güzel çiçek açıyor
sen benim karlarla kaplı gönlümde
usulca açan
tertemiz bir kardelensin
sen bu kirlenmiş dünyanın
en güzel çiçeğisin
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

kim bilir kaçıncı kez tanımadığı bir yatakta uyanıyordu. usulca doğrulup etrafında ne var ne yok göz gezdirdi. anımsamaya çalıştı odadaki nesneleri. çok fazla eşya yoktu. kırık dökük bir masa, yanında ahşap sallanan bir sandalye, üç çekmecesi olan bir elbise dolabı. şimdilik gözüne çarpan bunlardı. uyanır uyanmaz odayı yokladıktan sonra ilk aklına gelen evde kendisinden başka biri olup olmadığını kontrol etmek oldu. yataktan hafifçe sıyrıldı, başucundaki hırkayı üzerine geçirip yola koyuldu. teker teker mutfağa, salona ve banyoya baktı. bu ufak ve bir o kadar soğuk, yabancı evde tek başınaydı.

uzun zamandan beri adı konulmamış bu hastalığın ya da sendromun pençesindeydi buğra. uykuya dalmadan önce ertesi sabah nerede uyanacağını bilmeden kafasında soru işaretleri ve içinden çıkamadığı bir bilinmezlikle boğuşuyordu. bir ailesi yoktu, daha doğrusu onları hiç tanımamıştı. varlıklarından bir haber olduğu aile daha yolun başında onu yalnız bırakmıştı. kendini bildiğinde yetimhanedeydi. ev diyebileceği, uyandığında aidiyet hissedebileceği, yanıdığı tek yuva orasıydı. azımsanmayacak bir zamandır yuvadan uzaktaydı. zaman mefhumunda bir sıkıntı olmasa da mekanda süregelen bir bilinmezlik mevcuttu. kim olduğunu, hangi yılın hangi ayının hangi gününde olduğunu biliyordu. sürekli değişen ise nerede olduğuydu.

bugün günlerden pazartesi, buna eminim. bütün pazarımı ikinci el eşya ve kitap satan dükkanın tozlu raflarını temizlemek ve düzene sokmakla geçirmiştim. zor ya da öğrenilmesi vakit alacak bir iş değildi. kalıcı olmadığımı bilsem de bu işi sevmiştim. dükkan sahibi sadık abi anlayışlı ve halden anlayan bir adamdı. yabancılık süreci yaşatmadı desem yeridir. o pazardan tam iki hafta önce bu dükkanın asma katındaki kanepeden bozma yatakta uyanmıştım. sadık abi beni bulduğunda hırsız olduğuma ihtimal vermediği için şanslıydım. belli bir süredir bu mekansız uyanmalardan muzdarip olduğumdan artık uyanınca yapacağım izahatler hazır oluyordu. bu sefer hikaye uydurmam gerekmedi. sadık ne söylerse onaylıyordum. senaryoyu benim yerime o yazmıştı. evsiz olduğumu, sığınacak bir yer ararken kendisinin dükkanını bulduğumu, allaha emanet kapısını zorlanmadan açtığımı ve geceyi burada geçirdiğimi onayladım. kimsesiz olduğumu zaten ilk bakışta anlamıştı. galiba yüzüme ve duruşuma işlemişti bu süresiz yalnızlık. bir dahaki bilinmez uyanışa kadar burada kalabilirdim. sanki o asma kat zaten uzun zamandır beni bekliyormuş gibiydi. işim de olmuştu, dükkanın getir götürünü, temizliğini yapıyordum. burada geçen günlerimi arayacaktım, eminim. insanın hiçbir yere ait olamaması kadar acı verici bir şey olmasa gerek. bundan daha kötüsü kim olduğunu bilmemek, sokaklarda kimliksiz dolaşmak olurdu ancak.

peki şimdi neredeydim? bu ev kimindi ve ben yine ait olmadığım bu yere nasıl gelmiştim? her sabah böyle olmuyordu, hatta bu sendromun sıklığıyla ilgili en ufak bir istatistiğim dahi yoktu. bazen üç ay, bazen iki hafta, bazense bir gün. ama muhakkak er ya da geç oluyordu. muhakkak bir sabah uyandığımda evvelki gece bulunduğum mekanın dışında yabancı olduğum yeni bir yerde gözlerimi açıyordum. bitmek bilmiyordu bu ızdırap. hiçbir yere alışamıyor, hiçbir yerde tam anlamıyla yerleşemiyordum. mutfağa girdiğimde kimsenin evde olmadığına artık emin olmuştum. diğer mekanlarda kimseye rastlamadığı gibi evin içinde gezinirken yeltendiği "kimse var mı?" soruları da cevapsız kalmıştı. şansına buzdolabında kahvaltı için malzemeler mevcuttu. üstünkörü de olsa bir şeyler atıştırdıktan sonra keşif turu için üzerini değiştirmeden evden ayrıldı. dolapta kendinin olup olmadığından emin olamadığı kıyafetleri şimdilik denemedi. zaten üstünde gündelik elbiselerle uyumuş olduğundan hazır bir şekilde evden çıktı. ilk işi sokağın başındaki bakkala gitmek oldu. ilk zamanlarda olduğu gibi "ben nerdeyim", "burası hangi şehir", "hangi mahalledeyiz" sorularını karşı tarafı ürkütmemek için artık sormuyordu. bulunduğu mekanı kavramak için daha dolaylı yollara başvuruyordu. bakkaldan yerel bir gazete aldı, gazetenin üstünde eskişehir merhaba gazetesi yazıyordu. dün istanbul'da uykuya dalan buğra bugün eskişehir'de gözlerini açmıştı. zaman zaman bu oluyordu, şehir değiştirme. ilk başlarda sadece aynı şehir içerisinde mekan değiştiren bedeni zaman içerisinde bir sabah ankara bir sabah sakarya gezer olmuştu. işin en acıklı yanı ise buğra'nın bu durumu paylaşabileceği kimsesi olmamasıydı.

aklına ilk istanbul'a dönme fikri geldi. daha önce de denemişti. önceden bulunduğu mekanı, tanıştığı insanları bulabilmek için yeni uyandığı yerden eskisine yolculuğa çıkmıştı. ama bir önceki adresine gittiğinde ne kaldığı yerden, ne yaptığı işten, ne de tanıştığı insanlardan bir iz bulabilmişti. sanki o anlar hiç varolmamış gibiydi. yine hüsranla karşılaşmamak için istanbul'a dönme fikrini şimdilik erteledi. eskişehir'de ne işi vardı onu bulmalıydı. cüzdanını kontrol etmek yeni aklına gelmişti. anadolu üniversitesi'ne ait personel kartı gözüne ilişti. bunun yanında bir maaş kartı, birkaç da kartvizit vardı cüzdanda. acaba buradaki yolculuğu ne kadar sürecekti, burada ne işi olduğunu çözmeye değecek kadar süre geçirip geçirmeyeceğini bilmese de araştırmaya karar verdi. şarkıda sil baştan başlamak gerek bazen diyordu ya, buğra için artık sil baştan başlamamak gerekiyordu. kim bilir kaçıncı kez sıfırdan başladığı hayatı artık onu usandırmıştı. adımlarına bu durumun yarattığı yılgınlık sirayet etmişti ama daha tam olarak pes etmemişti. biliyordu. bir gün artık buraya kadar deyip pes edecek ve belki de bu hayata artık daha fazla katlanamadığını farkedip kısa yoldan bu işi bitirecekti. ama şimdi değil.

üniversiteye vardığında kimlik kartını turnikeye okutup içeri girdi.kapıdaki güvenlik uzun süredir tanıdığına delalet eden bir iyi günler dileğiyle karşıladı onu. evet ama şimdilik ne yapacaktı. güvenliğe burada ne işi olduğunu sormak abes olurdu. içeride yolunu yardım olmadan bulmak ise imkansız. havadan sudan bir muhabbetle konuyu buradaki işine getirebilirdi ve denedi. şansına geveze güvenlik konuştukça konuştu ve bir ara kütüphanede işler nasıl cümlesi geçti. bingo ! kütüphanede memurdu buğra. doğrudan oraya yönelmedi, biraz daha sohbet etti ve öyle yoluna gitti, istediğini almıştı. kütüphaneyi bulduğunda saat 10'u geçmişti. bankoda görevli olan, emekliliğine az kalmış yaşlı kurt ihsan nerede kaldın yahu, başına bir iş geldi sandık diye karşıladı onu. telefonun da kapalı, kaç kere aradım. bunca yılın tecrübesine rağmen buğra bu sabah en önemli şeyi atlamıştı, telefonunu kontrol etmek. bu kadar uğraşmasına gerek kalmayacaktı belki. şarjım bitmiş, farketmemişim diye başından savdı ihtiyarı. kütüphane içerisinde şüphe çekmeden bir tur attı, o sırada ihsan'ın şüpheli bakışları onu takip etmeye devam ediyordu. bu çocukta bir haller var bugün ama hayırlısı dedi içinden. sonrasında daha fazla dayanamadı. " oğlum buğra ne dolanıp duruyorsun, gel otursana yerine" diye seslendi. neyse ki yeri belliydi, zaman içerisinde bu ihtiyardan yaptığı işi de öğrenirdi. gerçi şimdiden belliydi neyin ne olduğu az çok. kütüphanede öğrencilerin aldığı kitapları sisteme işliyorlar, iade kitapları yerlerine yerleştiriyorlar, kısacası bir kütüphane memuru gün içerisinde ne yaparsa onu yapıyorlardı. ihsan'ı fazla şüphelendirmemek için çok soru sormadı. öğle yemeğine kadar yerinde sakince oturup onu takip ederek işinin gerekliliklerini kafasında bir yere not etti. bu kaçıncı iş öğrenişim diye geçti aklından bir ara. artık hafızası doluyordu. sürekli yeni bir işe adapte olmak zorunda kalmak, işin gereksinimlerini öğrenmek yoruyordu onu. ama bu seferki çok zorlayıcı sayılmazdı.

günün sonunda yorgun hissediyordu. eve dönüş yolunu bulma derdi olmadı. kapının önündeki servisçi sabah yoktun buğra bey deyince anladı mevzuyu. kısa bir izahat sonrası servise atladı, evin önündeki sokakta indi. eskişehir'deki ilk işi günü bitmişti. akşam yemeği için bakkaldan birkaç şey aldıktan sonra eve geldi. evden çıkmadan pencereleri açmadığına pişman oldu, boğucu ve havasız bir ortam karşıladı onu. temizlik yapmaya değer mi diye düşündü, biraz beklemeliydi. burada ne kadar kalacağını bilmediğinden öteledi bu işi de. yemeğini yedikten sonra telefonunu kurcalama vakti geldi nihayet. buğra'nın bir sosyal medya hesabı yoktu ama internetten ya da mail adresinden bir şeyler öğrenebilirdi. okula ait mail adresinde okunmamış 72 mail bekliyordu. çoğu okulla alakalı duyurular olan gereksiz mail yığını arasında biri ilgisini çekmişti. gelen mail suat'tandı. yetimhanede edindiği ender arkadaşlardan biriydi. yazıda kendisine uzun zamandır ulaşmaya çalıştığını, internette ismini aratırken üniversitenin sitesinden mail adresine ulaştığını belirtiyordu. bunca zamandır ne yaptığını, nerelerde olduğunu da iliştirmişti soru olarak. buğra için yeni bir umut ışığı doğmuştu, sonunda hayatının normal seyrinde olduğu çocukluk günlerinden biri ona ulaşmıştı. suat'ın yazdıkları arasında kendisinden bahsettiği kısımlara tekrardan göz attı ve ankara'da yaşadığını gördü. mailin sonunda müsait oldukları bir zamanda buluşalım diye eklemişti.

sisli bir ankara sabahunda gözleri suat'ı arıyordu kızılay meydanında. bir dönem bu şehirde yaşamıştı, üç ay kadar. o zamanlar bakanlıklardan birinde uzman yardımcısı görevindeydi. uyanışların en iyilerinden birisiydi. oldukça prestijli bir hayata uyanmıştı ankara'da. tabi sürdüremedi bu durumu. iki yıl aradan sonra aynı şehirde bulunmak garip hissettirmişte, hafifçe ürperdi. saat tam 10'da suat'ı üzerinde gri bir palto, omzunda bir evrak çantası kendisine doğru gülümseyerek gelirken farketti. mailde yetişkin haline ait fotoğrafını iliştirdiği için tanımak zor olmadı. meydana yakın kafelerden birine girdiler. geçmişle ilgili kısa bir konuşmanın ardından şimdiki zaman geldi sıra. suat avukat olmuştu, çankaya'da bir hukuk bürosunda çalışıyordu. evlenmiş, bir kız çocuğu sahibi olmuştu. kılık kıyafetinden de anlaşılacağı üzere hali vakti yerindeydi. kendisi hakkında olan biteni anlattıktan sonra buğra'ya gelmişti sıra. kısaca eskişehir'den bahsetti. orada yeni olduğunu ve uyanışları anlatmadı. aslında buraya gelirken niyeti bunları ona anlatmaktı ama deli damgası yemekten korkuyordu. sonuçta anlatacakları aklı başında kimseye mantıklı gelecek türden şeyler değildi. bunu denese kaybedecek bir şeyi olmazdı belki, suat bu zamana kadar ortalarda yoktu, bundan sonra onu deli belleyip görüşmese ne eksilirdi. sadece kendine yediremediğindendi bu tavır, yoksa suat'ın ne düşüneceği çok da umrunda olmazdı. neden sonra muhabbet bir anda yetimhaneye geldi, ikisi de ayrıldıktan sonra bir daha oraya uğramamıştı. oradan hatıra kalan birini görmek bir anda buğra'ya buraya tekrar gitme isteği uyandırmıştı. ne kaybederdi ki.

ve her şeyin başladığı yerdedir. aradan geçen 12 yıldan sonra yetimhanededir. doğrusunu söylemek gerekirse artık burası bir yetimhane de değildir. terk edileli uzun zaman olmuş, metruk, yıkık dökük bir yer halini almıştır. buğra etrafında kimselerin olmadığı binanın içerisine yavaş adımlarla girer. kapı ardından kapandığında bir an süren karanlığın ardından her şeyi yerli yerinde bulur. koğuşu, ranzası, yemekhane, ilk yardım odası. her şey 12 yıl önce bıraktığı gibidir. koğuşuna gider, yatağını bulur. yorgunluktan kapanan gözlerini açık tutamaz ve uykuya dalar. artık ait olduğu yerdedir. hatta bu hayatta ait olabileceği tek yerdedir. uyandığında ve tekrar uyuduğunda, değişmeyen tek yerdedir.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının şiirleri

yürümek, yürümek, yürümek
bilmediğin ıssız yollarda
uzun uzun iç geçirmek
savaşmak kendinle
insanlığın kullandığı en ilkel araçlarla
düşünmek bu olan biteni
ne kadar düşünsen de anlam verememek
unutmaya çalışmak ama unutamamak
dört bir yana savurduğun anıları
yine belleğinin dipsiz dehlizlerinde bulmak
hep o kurtuluş anını ummak
ümidim, gün doğmadan bu cenazelerden kurtulmak
yürekten, safiyane bir dua ile uykuya dalmak
dalıp da çıkamamak
gidip de bulamamak
kaçıp da saklanamamak
uzun lafın kısası
ne olmak, ne de olamamak
arafta sallanan sandalyede
düş uykusuna yatmak
devamını gör...

bülbülü öldürmek


1930ların amerikasında maycomb adında kendi halinde ufak bir kasabada yaşayan scout isimli küçük bir kızın ağzından aktarılan adaletsizlik hikayesi. o zamanlarda şu an yaşadığımız dönemden de fazla olan siyahi karşıtlığı ve onlara karşı uygulanan önyargılı tutumu, gözünde yalan olmayan ama biz yetişkinlerin bütün kötülükleri onlara aşılamayı görev edindiğimiz masum çocukların gözünden izliyoruz. yazar harper lee otobiyografik sayılabilecek bu eserinin ana karakteri scout'da kendi kişiliği ve hayatından izler sergilemiş. kitabı okurken başka bir yargısız infaz hikayesi olan yeşil yol'u anımsadım ister istemez.

kitaptan alıntı bir pasaj aslında o dönemin hukuk sisteminin özeti niteliğinde;
" bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği."

"yalnızca tek bir tür insan varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar, scout, galiba bir şeyleri anlamaya başlıyorum. galiba öcü radley bunca zamandır evden çıkmamasını anlamaya başlıyorum... dışarı çıkmamak istediği için içeride kalıyor."
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

trenden son anda atlamıştı. özgürlüğünü bu cesurca hamleye borçluydu. biraz daha geç atlasa köprüden aşağıdaki akan nehre uçacak belki de parçasını bile bulamayacaklardı. biraz daha erken yapayım dese inzibatların teftiş anına denk gelecek, yakayı ele verecekti. başarmıştı mustafa, kimselere yakalanmadan firar etmeyi becermişti.

cumhuriyetin ilk yılları. yokluk her yeri esareti altına almış. yıllarca süren savaş sonrası enkaz yerine dönmüş anadolu’da yaşama tutunmaya çalışan mağrur bir millet. elde avuçta ne varsa cepheye gönderen, kendinden önce vatanın istikbalini düşünen fedakar insanların yurdu. savaşlar bitmiş yepyeni filizlenen devletin tohumları atılmıştı. ama uzun seneler süren savaşın yarattığı tahribatın etkileri uzun yıllar atlatılamayacaktı. işte bu yıllarda mustafa ailesini geçindirmek için köyden sürekli şehre gelip gidiyor, orada hayvan pazarında koyun satıyordu. ekip biçtikleri anca kendi karınlarını doyurmaya yetiyordu.

yovanaki, anadolu’daki yunan azınlığın maceraperest bir ferdiydi. hikayesini ilginç kılan ise onun kaçak silah tüccarı olmasından mütevellitti. yovanaki anadolu’daki azınlık çetelerine yıllarca silah temini sağlamıştı. uzun zamandır aranıyordu ve sonunda karaman’da bir batakhanede enselendi. yargılanmak için karaman’dan konya’ya götürülecekti. zabitler ellerini kelepçeleyip trene bindirdiler. boncuk boncuk terliyordu yovanaki. asılması kesindi. zaten bu zamana kadar istim üstünde yaşamıştı sürekli ama hayatının bu kadar erken sonlanacak olması sebebiyle şimdi oturup çocuk gibi ağlamak istiyordu.

mustafa eniştesiyle görüşmek için karaman’a gelmişti. uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. hem bir hal hatır sormak hem de biraz borç istemeye gelmişti. hayvanların bir kısmı bu sene hastalıktan telef olmuştu. haliyle satıştan istediği kazancı elde edememişti. kışı çıkarabilmek, erzak yakacak temin edebilmek için biraz borca ihtiyacı vardı. bu sebeple eniştenin kapıyı çaldı, o da sağolsun ikiletmedi. bir yükü sırtından atmışcasına rahatlamış bir biçimde tren garına yollandı.

kompartımana girdiğinde elleri kelepçeli yunanı karşısında buldu. yanında iki zabit, ortalarına suçluyu almış karşısında oturuyorlardı. bir suçluyla aynı ortamı paylaşmak onu huzursuz etmişti. normalde suçlular bir yerden başka bir yere nakledilirken diğer insanlardan izole bir ortamda bulunurlar ama yovanaki’nin işi biraz aceleye gelmişti. yer olmadığından normal yolcular ile aynı kompartımanı paylaşıyordu. tren kalktı, karşılıklı yolculardan biri mutlu, huzurlu diğeri bedbaht, rahatsız bir ruh haliyle yolculuklarına başladılar. trenin kalkışından on beş dakika sonra zabitlerden biri hava alma bahanesiyle suçluyu arkadaşına emanet edip koridora çıktı. kapıya doğru yönelip bir sigara tellendirmeye başladı.

bu sırada diğer zabit inceden inceye mustafa’yı süzüyordu. sanki bir mevzu olsa uzun uzadıya konuşacak gibiydi ama üşeniyordu. yola çıkalı bir saat olmuştu ama diğer zabitten eser yoktu. paketi içse bitirirdi, nerede kiminle muhabbet ediyor diye hayıflandı suçlunun başını bekleyen. işin kötüsü tuvalet ihtiyacı hasıl olmuştu, zaten on beş dakikadır tutuyordu. elleri kelepçeli diyerek bir aklından geçirdi mahkumu yalnız bırakmayı. sonra tekrardan bakışları mustafa’nın üzerinde gezinmeye başladı. birader ben beş dakika hacet giderip gelene kadar bu yonana göz kulak olun mu diye sordu artık sonunda. dayanacak gücü kalmamıştı çünkü. içinden bir ses hayır mı desem başıma mesuliyet almasam diye bir ses geldi gitti mustafa’nın. neyse kısa sürer diyerek mahcup bir ifadeyle kabul etti.

zabit kompartımandan ayrılır ayrılmaz yovanaki girdi söze. nerelisin, kimlerdensin muhabbetinden sonra beni suçsuz yere asacaklar diye palavradan ağlamaya başladı. ben normalde aksi bir iş yapmadım, ortağım bana kazık attı, suç benim üstüme kaldı o kaçtı diyerek mustafa’nın kanına girmeye çalıştı. gel kardeş, sen bana yardım et, ben de sana yüklü yardım ederim kurtulunca dedi. şu an için ihtiyacı olmasa da – enişte sağolsun – zor günler ardı arkasına geliyordu. suçsuzluk durumuna inanır gibi oldu bir ara bizimkisi. bu zamanda ne hikayeler duyuyorlardı, yargısız infaz olmasın isterdi. zabit gelmeden trenden atlarız diyerek işlemeye devam ediyordu karşısındakini yovanaki. koridorda o sırada devriye gezen inzibatlardan biri aniden odaya daldı. her ikisi de dut yemiş bülbül gibi sustular aniden. neyse ki uzun durmadan diğer kompartımanlara göz ucuyla baka baka uzaklaştı inzibat. yovanaki son çare belindeki keseyi gösterdi göz ucuyla. bak buradaki altınları bölüşürüz. en son dayanamadı mustafa, sen benim başımı belaya mı sokacan birader durduk yere diyerek yakasından tutup silkeledi yunanı. sonunda heladan dönmeyi başaran zabit o anda kapıdan girdi. ikisini o halde görünce ne bu hal ne oluyor diyerek hiddetlendi. yovanaki direkt kıvrak bir biçimde söze girdi, bu herif beni kaçmaya ayartıyordu, karşılığında da altın kesemi istedi. mustafa neye uğradığını şaşırdı, nutku tutulmuştu. hayır, yok öyle bir durum demeye kalmadan zabitin sorgusu başladı. birader biz sana adam emanet ediyoruz ayırt diye mi diye öfkeli bir şekilde bağırdı. vatan haini misin sen kaçakçıyla bir oluyorsun.

mustafa ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi, ter bastı bir anda her yanını, soğuk soğuk terledi. bir anda suçsuzken suçlu duruma düşmüştü, hem de gerçek suçlunun sözüyle. aniden yerinden fırladı. kompartımandan çıkıp kapıya doğru koştu can havliyle ve bir hamleyle açıp aşağı atladı. bizim suçsuz suçlumuz mustafa başarmıştı, firar etmeyi becermişti.
devamını gör...

saatleri ayarlama enstitüsü

türk edebiyatının yüz akı romanlarındandır. ahmet hamdi tanpınar modernleşme eleştirisi yaparken toplumun durumunu etkileyici, akılda kalıcı karakterlerle kurguluyor. romanda tarihsel dönemler ve değişim süreci çerçevesinde bireylerin yaşadığı kavram karmaşası ve kimlik bunalımı ironik bir dille aktarılmaktadır. aynı zamanda kurumların işlevinin yozlaşması da alaylı bir biçimde ele alınmış tanpınar tarafından. ironi ve alaycılığın yanında trajedi unsuru da bunlarla iç içe geçmiştir. ironik sahnelerle romanın trajik havası bir nebze yumuşatılmış komik bir görünüm kazanmıştır. roman boyunca sistem eleştirisi nasıl yapılmalıdır dersini veren ince dokundurmalar mevcuttur. okuyanları zaman zaman zorlayabilecek eski dilde kelimeler bolca mevcuttur, hatta yanınızda yörenizde bir sözlük bulundurarak okumanız tavsiye edilir.


“saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!”
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

açılışımı kısa zaman önce yazdığım rüyaya ağıt isimli kısa hikayem ile yapıyorum.

karşılaşmalarının üstünden çok da fazla zaman geçmemişti. yollarını kesiştiren irade ona daha büyük sürprizler hazırlıyordu ama celil bu durumun pek de farkında değildi. arzu ile geçirdiği günlerin keyfini çıkarmakla meşguldü. yıllardır hayalini kurduğu mutluluk belki de bu sefer onu bulmuştu. normal zamanda çok da hareketli sayılmayan bir hayatı vardı celil'in. hayatını kitaplarıyla paylaşıyor, arada sokak hayvanlarını beslemeye çıkıyor, sahilde kısa günlük yürüyüşlerini tamamlayıp dışarıda çay bile içmeden evine yollanıyordu. asosyal denilebilecek bir tipti. liseden kalma birkaç yakın arkadaşı ve askerlikten samimi olduğu birkaç tertip dışında düzenli görüştüğü kimi kimsesi yoktu. ailesinden ayrı tek başına kadıköy'de ufak eski bir artı bir dairede yaşıyordu. bu aralar iş arıyordu bir yandan da, babasından kalma parası yavaş yavaş suyunu çekiyordu. eski işinde yaptıklarından memnundu ama etrafındaki insanların dedikoducu, çıkarcı tavırları ve onun alttan alta kuyusunu kazmaları canına tak etmişti. sürüden biri olmayı çocukluğundan beri kabullenemiyordu. sürüden ayrılınca da haliyle kurt kaptı. annesinden gelme bir özellikti idealistliği, ona göre insanlar belli bir ideal üzerine yaşamalıydı. başka insanların haklarına riayet etmeli, onları konfor alanlarına dan dun girmemeliydi. saygı ve sevgi çerçevesinde iş ilişkileri düzenlenmeliydi. ama bizim ülkede işler pek de öyle işlemiyor azizim. aradığın ütopya evrenini bulursan bize de haber ver celil. arkadaşlarının onun ortamlardan(iş, okul, arkadaş çevresi) kopuk hallerine karşı ona böyle takılıyorlardı. sahiden de ütopya benim bu aradığım düzen diye hak da veriyordu onlara ama huylu huyundan vazgeçmez. kafasına yatmadığı noktada ceketini alıp gidiyordu bulunduğu ortamdan. yanında rahat hissedebildiği sınırlı sayıda insan vardı. bunların arasına son zamanlarda gönlünü çiçek bahçesine çeviren arzu da eklenmişti. şans eseri gittiği bir tiyatro oyununda yanındaki koltukta bulmuştu onu celil, sanki yıllar öncesinde orada bırakmıştı da yeniden kavuşmuşlar gibiydi. çoğunlukla sinema, tiyatro yalnız gidilen aktivitelerdi onun için. tevafuk bu ya, arzu da öyle bir kızdı. modadaki oyun atölyesinde gregory gorin'in kundakçı oyununda yolları kesişmişti. oyun sonrası laf lafı açtı ve kendilerini karşılıklı kahve içerken buldular, telefonlar alındı, mesajlaşmalar devam etti. normal celil hızına göre her şey ışık hızında ilerliyordu. bunları asker arkadaşı taner'e anlattığında sen ne ara böyle girişken oldu diye hayretle dinlenmişti. ama olmuştu, belki de yıllardır içinde biriktirdiği duygular önündeki setin aniden çekilmesiyle sel misali akıp onu da beraberinde sürüklüyordu. günlerden bir gün kadıköy boğa'da tekrar buluştular. her ne kadar uzun sayılabilecek- iki ay - bir süredir tanışıyor olsalar da hala birbirlerinin hayatlarının detaylarını tam da bilmiyorlardı. iki gün öncesinde celil rüyasında arzu'yu görmüştü ama bu pek de iç açıcı bir rüya değildi, daha çok kabus denebilirdi. onun fotoğrafını ama çok değişmiş bir şekilde ekranda görüyor ve altında aranan terör sempatizanı olarak haber başlığını okuyordu. kabusunda arzu terör saldırıları düzenleyen bir grubun kadıköy temsilcisiymiş. bunu ona anlatmadı tabi ama seni geçen gün rüyamda gördüm diyerek geçiştirdi. ister istemez rüya olsa da etkilenmişti bu durumdan. davranışlarına sirayet eden bir korku vardı. iki aydır ilk kez doğru dürüst konuşmayıp sadece dinledi celil. ben sana inandım arzu diyordu içinden, sana güvendim. rüyanın etkisinde saçmalıyordu düpedüz, aklı başında adamın rüya ile amel etmesi olur iş değildi ama elinden gelmiyordu aksi. bir rüya uğruna hayatının aşkına tavır mı alacaktı, kafası çok karışmış ne yapacağını bilemez haldeydi. aradan geçen günlerde bu konu aralarında mevzu olmadı belki ama celil hala rüyanın etkisini atlatamamıştı. mevzuyu yakın arkadaşı taner'e açmaya karar verdi, ona anlattıktan sonra alacağı tepkiyi aslında az çok tahmin edebiliyordu. anlatmadan önce rüya tabirlerinde baktığı yorumlar da endişesini bir nebze daha arttırmıştı, olumsuz gelişmelere yoruyordu düpedüz tabirler. taner bu yaptıkların akıl alır değil, bir rüya uğruna sevdiğin kızla arana mesafe koymak olur iş değil dese de pek tesiri olmadı bu lafların celil üzerinde. yoksa rüya bahane miydi, celil zaten bir ilişkiyi doğru dürüst yürütebilecek bir adam değildi de bahanesi bu mu olmuştu. aslında bilinçaltı ona bu oyunu bilerek oynamıştı, sen zaten asosyal, kendi kendine yalnız ölüp gidecek bir adamsın celil, ne işin olur aşkla meşkle. evet beklenen oldu, kafasına yatmayan bu ilişkiden de ceketini alıp gitti celil, ortada mantıklı hiçbir açıklaması olmadan terketti arzu'yu. o gece tekrar rüyasında arzu'yu gördü, bu sefer neler gördüğünü sabah hatırlayamadı. uyandığında taner'in onu on yedi kere aradığını gördü, telefonu gece sessizde kalmıştı. neyin nesi bu ilgi acaba diye düşünerek geri döndü arkadaşına. taner'in sesi boğuk bir o kadar da hüzünlüydü. söylediklerinden sadece birkaç kelimeyi doğru dürüst anlayabildi, arzu , boğanın orası, bomba patlamış, çok üzgünüm celil, başımız sağolsun.
devamını gör...

aşk ve gurur


jane austen'in sayısız defa beyaz perdeye ve televizyon ekranlarına uyarlanmış kült romanı. kitabın temel konusu aşk olsa da ön planda yer alan aşk hikayesinin arkasında ingiliz toplumunun yaşantısına dair yönelen ince dokundurmalar mevcut. austen'ın roman boyunca sahici bir dil kullanması ve olayların yalın bir üslupla aktarımı yıllar geçse de eserin etkinliğinden bir şey kaybetmemesine sebep olmuş. başroldeki elizabeth benneth oldukça etkileyici bir karakterdi benim için. zekası, hazırcevaplığı, zaman zaman kabaran eğlenceli ve muzip tavırları hoşuma gitti. bir diğer başrolümüz darcy ise elizabeth ile zıt bir kutupta yer alıyor. kibirli, egoist ve kendi sınıfından olmayanlara karşı hodbin bir insan görüntüsünde olan kahramanımızın kabuğunun altında şefkatli ve yardımsever bir adam olduğunu sonradan öğreniyoruz. genel anlamda sınıf farkı ve karakterlerin çatışması üzerinden işlenen bir aşk öyküsü denilebilir roman için. wickham, collins gibi başarılı ve renkli yan karakterler de mevcut romanda. benim için en etkileyici kısım mrs.gardiner'in elizabeth'e darcy hakkında her şeyi açıklayan ve onun özünde nasıl bir insan olduğunu açığa çıkaran mektubu olmuştu.
devamını gör...

cemil meriç

cemil meriç, kendini; “yazar ve hocayım. başlıca işim düşünmek ve düşündüklerimi cemiyete sunmaktır” diye tanımlayan özgün bir fikir adamıdır. 1916 hatay doğumludur, 3 haziran 1987 de vefat etmiştir.

ilk telif eseri balzac üzerine küçük bir incelemeydi. hint edebiyatı(1964) daha sonra bir dünyanın eşiğinde başlığıyla iki kez daha basıldı.saint simon,ilk sosyolog ilk sosyalist,1967’de çıktı.1974’den sonra yayımlanan kitapları şunlardır:
bu ülke(1974), umrandan uygarlığa(1974), mağaradakiler(1978), kırk ambar(1980), bir facianın hikayesi,(1981), işık doğudan gelir(1984), kültürden irfana(1985).
fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, uriel heyd'in ziya gökalp, türk milliyetçiliğinin temelleri (1980), thornton wilder'in köprüden düşenler (1981) ve maxime rodinson'un batı'yı büyüleyen islam (1983) adlı eserlerini de türkçeye kazandırdı.

kendisinden bazı alıntılar;

''her yüzyılda birkaç kişi düşünür, diğerleri ise onların düşündüğünü düşünür.''

"benim trajedim şu bir kaç satırda: sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla 'büyük doğu' kadrosundanım. düşüncelerimle, inançlarımla 'yön'e yakınım. bu bir kopuş, bir parçalanış."

"sol, geniş kalabalıkların refahını, ışığa kavuşturulmasını, fizik ve moral kalkınmasını ister. sabırsızdır, gençtir. zafer uğrunda birçok fedakarlıkları göze alır. tecrübesizdir. devrimin ve büyük reformların bütün haksızlıklara son vereceğine inanır.

sağ, sayıya değil değere önem verir. daha önce kazanılmış hakların devamını ister. kalabalıkları yok sayar, vesayet bulundurulmalarına taraftardır. yerleşmiş kuvvetlerle oynanmasına razı olmaz, karamsardır. devrimlerin faydadan çok zarar getireceğine inanırlar.

insan, bazı bahislerde sağdır, bazılarında sol. bu itibarla bu kelimeleri aşmak lazım."

"anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak."

"izmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir."
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

kavuşamayanlar

kim bilir kaç yılı tüketmişti karanlığın içinde debelenerek. beyninin ona oynadığı garip oyunun sonu gelecek mi bilmeden, adımları birbirine karışarak dolanıyordu zihninin dehlizlerinde. hayatından kim bilir kaç bahar geçmişti yaprakları yeşermeden. bir umut ışığı olarak görmüştü çiğdem'i, karanlığın içerisinde okyanus ortasında bir deniz feneri. ellerini uzatıp onu bu kör kuyulardan çıkaracak bir can yoldaşı. onu kaybetmek demek, pusulasız bir gemide okyanusun ortasında hırçın dalgalara karşı gemisini güvenli bir limana yanaştırmak için beyhude çabada olmak demekti. gözü gibi bakmalıydı, gözünden bile sakınmalıydı, ama olmadı. her zamanki beceriksizliği, korkaklığı yine her şeyi eline yüzüne bulaştırması ile sonuçlandı. yeni doğmuş yavru bir kediyi avuçlarının arasında tutar gibi hassas ve narin yaklaşmıştı başlarda ona. sönüp gidecek cılız bir ateşi harlayabilmek için ne gerekiyorsa yaptı. ama sonrası hiç de istediği gibi olmadı.

annesinin başlarda haberi olmamıştı bu ilişkiden. galip'in annesi bu yaşına kadar onu tek başına büyütmüştü, babası o henüz iki yaşındayken öbür dünyaya göçmüştü ve bütün sorumluluk tek başına annesine kalmıştı. bu sebeple galip'in üzerinde annesinin hakkı da etkisi de çoktu. galip kendi başına sorumluluk almayı, hayatını idame ettirmeyi geç öğrendi biraz da bu sebepten. hemen hemen tüm kararlarında baskın bir anne etkisi mevcuttu. çiğdem ile ilişkisinde de durum biraz böyle oldu. raydan çıkmış lokomotifler birbiri üstüne ardı ardına devrildiler. kondüktör hayatının hakimiyetini annesinin ellerine bıraktı ve olanlar oldu. paylaşmak zordur sevgiyi, sevdiğini paylaşmak ise neredeyse imkansız. annesi, onu canından çok seven annesi, paylaşmadı onu. yalnız kalma korkusu mudur yoksa gerçekten içine sinmedi mi de böyle şiddetle karşı çıktı anlayamadı galip. hayatlarına damdam düşercesine girdiğini düşündüğü, zavallı galip'in kalbinin kızıl saçlı goncası anne otoritesine yenik düşüp oyun dışı kaldı. dalından koparmadı belki onu ama, galip'in sulamasına da izin vermedi ve kurumaya bıraktı. şimdi her şey başlagıçtaki haline döndü. galip kendinden habersiz, boş bir sokakta sağa sola seyirterek aşkını arıyor, hiçbir zaman kavuşamayacağı.
devamını gör...

geyikler annem ve almanya

yazar nursel duruel, “geyikler, annem ve almanya” isimli öyküsünü küçük bir kız çocuğunun dilinden anlatıyor. öyküde konu olarak göç, geçim sıkıntısı ve kadınlar arası dayanışma işlenmiş. öykünün tek ismi olan karakteri mihriban hanım. varlıklı, ekonomik refaha sahip, yani varolmayı hakediyor. küçük kızın ailesi ise yoksul, geçim sıkıntısı çekiyor. öykünün başındaki mekan tasvirlerinden bunları kolaylıkla çözebiliyoruz. anne karakteri sabırlı, mücadeleci, aileyi çekip çeviriyor. baba sorumsuz, silik bir karakter. anne ve baba ayrılmanın eşiğinde ve çocuk eski güzel sevinçli günleri düşlüyor. küçük kızın iç dünyası rüyasındaki sembollerle aktarılmış. rüyada tüm aile bir arada, mutlu. duyulara oldukça fazla yer verilmiş. renklerle anlatım yapılıyor. geyikler sevinci simgeliyor, sevinci zamanda donup kalması aktarılıyor. leylek göçü ve yuvasının uzak olması yurtdışına göçü simgelemiş.

öykü ile eleştirilebilecek nokta çocuğun öykünün başlarında 9-10 yaşlarında olması tahmin edilirken sonlarda kullandığı cümlelerle bir anda 15-16 yaşlarında göstermesi olmuş. çocukça cümlelerle son yazılsa daha mantıklı olurmuş.

son kısımda verilmek istenen ana mesajın kız çocuklarının bizim coğrafyamızda erken büyüdükleri ve güçlü olmaları gerektiği olduğunu iyice pekiştirmiş nursel duruel.

yalın anlatımıyla okuması keyif veren bir öyküdür.
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

-neşter-

bir sabah daha anlamsız bir iç sıkıntısı ile heba olup gitti. değiştirmek istediklerini listelemişti. sırayla başlayacaktı. öyle aman aman bir zorluğu yoktu kağıt üzerinde ama ilk adımı atmak onu zorluyordu. oklar nicedir kendini gösteriyordu. etrafındakileri kolay kolay değiştiremeyeceğini bildiğinden kendi dönüşümüyle hayatını rayına sokmaktı hedefi. bir sabahı daha heba edemezdi.

lise son sınıfta başlamıştı keskin düşüş, üniversite hayatı boyunca da devam etti. arada bir dibe vurdum, tamam dese de daha da battı. etrafındakiler kötü günde elinden tutup çekecek insanlar değildi. belki de en büyük hatasıydı arkadaş seçimi. insan hayatı boyunca birkaç sağlam dost edinse yeterli ama şans bu konuda ismail'in yanında olmamıştı. bir de en olmaz zamanda çıkagelen kara sevda onu kör kuyularda merdivensiz bırakmıştı tam anlamıyla. belki elimden tutar, bir ışık olur yoluma diye heves ettiği nazlı onu hepten depresyona sürüklemişti. insan hayatta adımlarını atarken muhakkak tecrübesinden, yaşanmışlığından yola çıkarak kendisine yol gösterecek büyüklerin örgütlerine kulak asmalı. ismail çocukluktan beri nasihat dinlemeyi sevmezdi, çoğunlukla dinler gibi yapar sonra da unuturdu söylenenleri. biraz olsun burnunun dikine gitme sevdasından vazgeçseydi önündeki duvarı görüp çarpmadan durabilirdi belki. zamanı geri alabilmek ne mümkün.

bundan sonrası amansız bir mücadele. yukarıya doğru her sıçrayışından önce ayağına takılan çelmeler. kalabalık şehrin içinde yapayalnız bir kurban ismail. önceleri ailesine açamamıştı yaşadıklarını ama hastalanıp yataklara düşünce kaleme kağıda sarılıp ne olup bittiyse döktü satırlara. dayısı ihsan okudu çalakalem yazılanları. ilk işi nazlı'yı bulmak oldu. bir de onun ağzından dinlemek istedi olanları ama nazlı hiç oralı olmadı. ismail hayal dünyasında bambaşka bir aşk yaşıyordu. olayın diğer kahramanı hiçbir zaman bu oyuna dahil olmamıştı. yakınında yöresinde olan birkaç okul arkadaşını da yokladı ihsan ama beklediği desteği göremedi. ismail'i toparlamak tamamen ailenin çabalarına kalmıştı. hastalığın tanısını koymak aylar aldı. bu süreçte yıpranan, zayıflayan ismail iyice güçten düştü. bir gece artan ateşin etkisiyle sayıklamaya başladı.

"ben bunları hakedecek bir yanlış yapmadım! ben sadece koşulsuz sevdim, güvendim. ölmek istemiyorum! daha çocuğum bile olmadı."

insanın aklına ölürken arkasında neler bırakacağı gelir. kendinden sonra bu dünyada özünü devam ettirecek birileri bırakamamışsa toprağa karışıp kaybolup gideceği gerçeği kavurur içini. ismail de ateşler içinde bu düşüncelerle boğuşuyordu.

tam üç ay sonra başarılı bir operasyonla kurtuldu hastalık belasından ismail. ama bu süreçte bedeni de zihni de çok hırpalanmıştı. tek tesellisi yaradanın bu hayatı tekrar yaşama şansı bahşetmesiydi.

bu sefer aynı hataları yapmayacağına dair kendi kendine söz verdi. ilk işi hayatındaki toksik kalıntılardan temizlenmek oldu. nasıl ki cerrah vücudundaki zararlı parçayı kesip kopardıysa ameliyatla, o da hayatındaki zararlı insanlara neşteri vuracaktı. kalbiyle başladı ilkin. nazlı'yı kazıdı kalbinden. sırasıyla zor günlerinde destek olmaktansa kaçıp giden, hatta onunla eğlenen dost görünümlü hainleri attı hayatından.

tertemiz bir sayfa vardı önünde doldurulacak. geceyi gündüze katarak çalışmaya başladı. kaybolan bir iki yılı kazanmak içindi tüm bu çaba. yavaş yavaş meyvelerini toplamaya başlayınca kendine olan güveni de arttı. sütten ağzı yandığı için hayatına yeni insanlar katarken çok ihtiyatlı davranıyordu. bu zaman diliminde hastayken olduğu gibi en çok yardımı dayısı ihsan'dan aldı.

ismail artık umutla bakıyordu hayata. bu sabahların bir anlamı olmalıydı.
devamını gör...

ağrıdağı efsanesi

yaşar kemal eserlerinde efsanelerden sıklıkla esinlenen bir yazardır ve bu romanını da bir efsaneden yola çıkarak kaleme almıştır. roman, ağrı dağı eteklerinde yaşayan ahmet’in kapısına gelen bir kıratı sahiplenmesi, atın sahibi mahmut han’ın kızına âşık olması ve akabinde yaşanan olaylara dayanır. hikayenin birçok motifi bizi geçmiş zamanlardaki efsanelere götürmektedir. yaşar kemal bu motifleri eserde ustalıkla işlemiştir ve bizim bir zaman yolculuğuna çıkarır. hikayenin ana kahramanlarının aşk hikayesinin yanında memo'nun gülbahar'a olan aşkı da etkileyicidir. roman birçok dile çevrilmiş ülkemizde filme de uyarlanmıştır.
devamını gör...

kalemler

yaşar kemal tarafından kaleme alınan dokunaklı ve etkileyici bir öykü. yakın tarihte sedat girgin'in çizimleri ile yapı kredi yayınlarından yeni baskısı da çıkmıştır.

yaşar kemal öykü boyunca öznel bir anlatım sergiliyor. daha baştan bir çöplük bence bir şehir demektir diyerek temayı bize aktarıyor. istanbul kirliyse çöplüğün pis, temizse mis koktuğunu yani şehrin yansıması olduğunu vurguluyor. çöplükleri yaratanın aslında toplum olarak bizler olduğunu belirterek de bir sistem eleştirisi yapıyor. öykü boyunca kısa ve akılda kalıcı karakter betimlemeleri var. küçük kızın ailesi, yani çöpçü rüstem çavuş ve ailesinin temizliklerine ve saflıklarına vurgu yaparak taraf tutmamızı istiyor yaşar kemal. paragraflardan birinde büyük bir ustalıkla rüstem çavuş'un yanında türkü söylemekten imtina etmesini anlatarak ana dilin yasak olduğu ve kullanmaktan korkulduğunu anlatmış incelikle. hikaye boyunca yaşar kemal'e yakışır ustalıkta geçişler var. küçük kızın kendi içinde çatışması kalemleri okula götürmekle götürmemek arasında kalmasından aktarılmış. antik yunan tragedyalarından aşina olduğumuz trajik bir hata ile küçük kız babasının çöpçü olduğunu söylemekten utanıp yalana başvuruyor. kızın içsel çatışmasında düğümlenen hikaye yalanla aniden çözümleniyor ve karakter hızla duvara çarpıyor. öğretmenin art niyetli oluşu ve yargısız infazla çocuğu hırsızlıkla suçlaması toplumun kokuşmuşluğuna bir atıf.

son olarak alıntıyla bitirelim;


ben çöplükleri iyi bilirim. rüstem çavuş’tan dolayı. çöplükler, şehirlerin tıpı tıpına aynasıdır… bir şehir pisse, aşağılıksa, kalleşse, merhametsizse, o şehrin çöplükleri bin misli daha pis kokar. leş gibi… istanbul şehrinin çöplüklerine martılar konar, çöplüğün üstü apak olur. ve bu murdar çöplük martıdan gözükmez olur. haa, bir de renk renk kalemler çıkar istanbul çöplüklerinden… altın yüzük çıktığı da olur.


bir öykü nasıl kaleme alınmalıdır dersi niteliğinde incelenecek bir yapıt.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim