1.

gün aydınlanmak üzereydi. balkona çıktı. güneş, tüm çirkinliği ile önünde uzanan beton yığınlarının arasından kendini göstermeye başlamıştı. saatine baktı. tüm şehir uyanmıştı ama adam yine uykusuz bir geceyi daha devirmişti. sigarasından derin bir nefes çekti. savurdu gökyüzüne doğru. içindeki tüm karamsarlıkla birlikte saldı nefesini. hepsi annemin suçu diye düşündü.
- çocukken o hayalleri satmasaydı bana bugün "onun gerçekten aşık olacağım kadın olduğunu" düşünmeyecektim.
çünkü annesi, tüm çocukluğu boyunca bir gün gelecek ve ruhunu gören bir kadın bulacaksın, o zaman çok sevildiğini hissedeceksin, üstelik tüm bu parasızlıktan kurtulacak iyi bir işin olacak, demişti. olmuştu da kendi işini kurmuş çok güzel para kazanmıştı. paranın satın alabileceği her şey elinin altındaydı. ve ruhunu gören ilk kadına da aşık olmuştu. demek ki annesinin sözleri tesir etmişti ruhuna yıllarca.

sesini düşündü kadının, kahkahalarını. onda hiç kimsede olmayan bir şey vardı. konuştukça hiç susmasın istiyordu. o anlatınca her şey kulağına masalsı geliyordu.
ben hiç masal dinlemedim çocukluğumda demişti kadına, sonra aynı gece telefonuna onun için yazılmış bir masalın kaydı gelmişti. yüreği titremişti. ne zaman canım sıkkın dese kadına, onu neşelendirecek başka bir hikaye ile geliyordu karşısına.
harbi kadındı. delikanlıydı. özü sözü birdi. öfkelendiğinde o küçücük bedenine rağmen önünde durmak oldukça güçtü.
gözlerini hatırladı sonra gülüşü gözlerine yansırdı, hüznü de. kırılgandı çok. çabuk acıyordu. küçük bir kız gibi küsüveriyordu da. öyle kaybetmişti zaten. küstürmüştü.
çok çabuk sinirleniyordu adam. sinirlendiğinde de karşısında kim olursa olsun istemsizce kusuyordu tüm öfkesini. kontrol edemiyordu kendini.

çok da kıskançtı.kadın demişti bir gün " sanırım sen beni bir cam kavonoza koyup kimselere göstermek istemiyorsun.", "hayır, ben seni etrafı kaplı bir kavonoza koyup içine atlayıp kapağını kapatmak istiyorum; senin ve benim dışımda kimsenin olmadığı bir dünya olsun istiyorum." diye yanıtlamıştı kadını. kadının gözlerinde sevgi aynı zamanda da bir korku görmüştü. zaten anlamıyordu kadını. bunu sürekli ona da söylüyordu. senin gibi sevgi dolu birinin, benim gibi kavgacı biri ile ne işi var anlamıyorum, diye. sevilmeye bu kadar alışkın birinin, bu kadar gel-gitleri olan hayata karşı acımasız duran bir adamla, onu acıtmak için ağzına geleni söyleyen bir adamla ne işi olurdu ki?
sanırım ben ona farklı geldim, diye düşündü. ona attığı bir mesajı hatırladı.
"aşık oldum sana anlıyor musun? bu hayatta tek bir kadına aşık oldum, bir kadını kıskandım, bir kadını sevdim, bir kadını kırdım. parçalıyorsun beni. bu da can yapma. sen bir söylüyorsun ben bin parçalanıyorum. gidiyorsun. tam toparlanıyorum. her dönüşünde ben tekrar dağılıyorum. bu da hayat. yapma." böyle yazıyordu. ama içten içe hep gelsin istiyordu. kadın gittiğinde her yerde onu takip ediyor hayatından asla çıkamıyordu.
"nasıl bir belaya bulaştım ben, nasıl kurtulucam bu boktan. cesaretim yok. gitsin istemiyorum o da tam olarak gelmek istemiyor. beni asla benim onu sevdiğim kadar sevmedi. bunu bile bile bir kenarda bekleyip duruyorum. her gelişinde dünyam aydınlanıyor, her gidişinde dünya kararıyor." diye düşünüyordu.
çokça dağıtmıştı kendini. uyuyamıyordu. günde birkaç saat uyuyabilirse, birkaç lokma yerse kendini iyi hisseder hala gelmişti. her gece ya bir şişe viski ya bir şişe votka ile başlıyor, gün aydınlanana dek bir sigara yakıp diğerini söndürüyordu. iki ayda on kilo vermiş 65 kiloya düşmüştü. geçmeyen mide ve baş ağrıları şimdilik tek arkadaşıydı. dayanamıyordu. kadının hayatını yaşamasını izliyor. öfkesi günden güne büyüyordu. en sonunda patladı. bütün ipleri koparmak istiyordu. biliyordu kadın ona her döndüğünde karşısında duramayacağını , ona hayır diyemeceğini.

bu yüzden kadına savurdu bütün öfkesini. kustu içinde ne varsa. çok sevmekten, çaresizlikten böyle ama nefret ediyorum artık bu durumdan, dedi. ağzından çıkanları kulağı duymaz hale geldi. bir küfürle taçlandırdı cümlelerini.
gitti kadın. bu kez gerçekten gitti. dönmemek üzere. aylar geçti. sesine hasret aylar.

artık güneş doğmuş, tüm şehir aydınlanmıştı. caddeyi arabaların gürültüsü, insanların sesleri kaplamıştı. kalabalıkların içinde yapayalnız hisseden adam, "mutluluk kapıdan şöyle bir başını uzattı, itiverdim onu ellerimle." diye düşündü.
devamını gör...
2.

kum taneleri ayaklarının altında minik fısıltılar halinde kayıp gidiyordu. kadın merak içinde kumları izliyor, attığı her adımda bir sağa bir sola kaçışmalarını görüyordu. ama duyamıyordu. çünkü rüzgarın uğultusu ve dalgaların sesi bu milyonlarca minik fısıltıyı bastıracak kadar güçlüydü. hızlı adımlarla yürüyor. attığı her adımda hedefine ulaşacakmış gibi hissediyordu. oysa ne gittiği bir yer vardı ne de gitmek istediği.
kulaklığını taktı. kum tanelerini duyamıyorsa müziğin ritmini yakalayacaktı. rastgele bir parçayı açtı. kanun sesi doldu kulağına. melike şahin kara orman ne çok severdi bu şarkıyı.

"içine işlemiş sır derdin ne?
geçtin mi ürkerek hiç kendinden?
bam telinin üstünde bi' yere
konmuş bir kuştum döndüm evime."

içine çektiği her bir nefesle beraber hüznün de dolmasına izin verdi. uzun bir yol olacaktı bu. döndü. okumaya başladı kendini. uzun zamandır yapmadığı, yapmaktan korktuğu yüzleşmenin vakti gelip çatmıştı. sahi onun sırları neydi? anlatmaktan en çok korktuğu acısı?.. yüreğinin derinlerine doğru uzandı. tuttu taa en diplerde sakladıklarını. bu değil dedi, bunun hala biraz közü var ama bu da sönmek üzere, peki ya bu? evet, evet işte buydu. şu ara en çok kendini acıtan "kendi iki yüzlülüğüydü."

konuş bakalım, dedi. madem iki yüzlüsün anlat. koy ikisini de şuraya döksün herkes eteklerindeki taşı, ne olacaksa olsun artık.

+ senin kahkahaların asıl suçlu.

- saçmalama kahkahalarım benim bütünüm, asıl senin ağlak halin sıkıntı.

+ ben en azından dürüstüm acı çekerken o gülüş nedir? insanlar seni hep neşeli, hayattan zevk alan biri diye tanımlıyor. oysa geceleri yastığına başını koyduğunda gelmeyen sabahları kimseye anlatamıyorsun.

-uyandığımda yeni bir gün doğuyor farkındasın değil mi? güneşle birlikte hüzün de gidiyor. ve keyif alıyorum yaşamaktan. senin şu meymenetsiz halin yüzünden hep o bitmeyen upuzun geceler. ne olurdu sanki biraz daha umursamaz olsan? her söylenen cümleyi, her acıyı en dibine kadar yaşamak için tekrar tekrar düşünmesen.

+ senin gibi yapayım yani, yok sayayım. bu eğlenceli, aaa bu çok komik, bu ne kadar da keyifli. hayatının yarısından çoğu hüzünlü. yadsıyarak yok edemiyorsun. yok saydığında sadece biraz daha ötelemiş oluyorsun ve sonrasında koskocaman dağlar ile yüzleşiyoruz, kendine gel.

- tamam hadi söyle. değiştiremeyeceğimiz, düzeltemeyeceğimiz ne var?

+ ellerinin arasından kayıp gitmesine izin verdiğin o yıldız mesela?

-...

+ susarsın tabii. ne oldu? acıdı değil mi? hani sana çok benziyordu. hani şu hayatta kendin gibi olan diğer yarını bulmuştun? sesi huzur veriyordu. gülüşü, gününü aydınlatıyordu. "seninle konuşacağımız, okuyacağımız , anlatacağımız sekizi yüz elli iki bin kilometre var." demiştin zeze'den alıntılayarak. ne oldu söyle? neden cesur değilsin? birazcık yürekli olsaydın, biraz hüzne dayanabilseydin şimdi bu konuşmayı yapmak lüzumunda bile olmayacaktık.

- anlamıyorsun. senin için baş etmek kolay. benim için değil. çıkmazlarla yüzleşemiyorum. bilinmezlik beni korkutuyor. yeni başlangıçlar da öyle. bilmediğim bir yerde, yaşamadığım bir yürekte yeniden başlayamam ki. alışık olduğum bir hayatım, bir düzenim var. yıllardır çabaladım bu dünyayı kurmak için. çok emek verdim. şimdi hepsini elimin tersi ile itemem ki. hem bunu istemiyorum da. üstelik sen inanmasan da gerçekliğine, mutluyum da. evet bazen yaşadıklarım, geçmişim ağır geliyor; yeni bir başlangıç yapmak istiyorum ama üzerine düşündüğümde diyorum ki hayır ben mutluyum. terazi eşit diyorum ya hep, aslında değil. mutluluğum, mutsuzluğuma üstün ki hala buradayım.

+ yani onu da unutarak öldüreceksin, o çok sevdiğin zeze gibi?

- hayır. ona bir söz verdim. unuttun mu? hatırlayarak yaşatacağız birbirimizi , demiştim. onu unutmuyorum. günüme gülerek devam etsem de senin kazanmana izin verip hüzünlensem de o, hep orada olacak. yüreğimin bir parçası onun. sadece hayatımda olmayacak.

+ anladım biz iflah olmayacağız. bu savaş hep devam edecek. senin zaferin güneşin, benimse karanlık. ama onu yüreğinde yaşatmayı düşündüğün her gün ben de burada olacağım unutma. çünkü o senin kaçmak istediğin tarafın ve yokluğu da hep acıtacak.

-acıtacak. acıtsın. eğer onu yaşatmanın bedeli senin güçlenmense de unutma ne kadar acısa da her gün yeniden güneş doğacak. uyandığımda yine bir gülümseme ilişecek yüzüme.
devamını gör...
3.

küçük kız annesinin elinden sıyrılıvermişti hızla. uçup giden balonunun arkasından küçük bacaklarının el verdiği son hızla koşuyor bir yandan da 'balon, balon...' diyerek bir feryat koparıyordu. sahilin arnavut kaldırımlarından yola fırlamısına ise çok az bir zaman kalmıştı. ilk anda ne olduğunu anlayamayan kadın ise koşmaya başlamıştı ama içimden asla yetişemeyecek diye geçirdim. zaman donmaya başlar ya bir an, bende hızlanıyordu. ne olduğunu bile anlamadan banktan hızlıca kalkıp küçük kızı kolundan tutup sertçe kucağıma aldım panikle. o esnada yanımızdan hızla bir araba geçti. zaten bu yolda insanlar neden bilmem hız düşürüp denizi selamlamak yerine bir telaş gaza basa basa geçer. hep yakalamak zorunda oldukları, o bir başka ana yetişmeye çalışırlardı.
kadın yanıma geldi. çocuğunu bağrına bastığı an ağlamaya başladı. bir yandan içini çeke çeke ağlıyor bir yandan da bana bakıyordu. çantamdan su çıkardım, verdim. çocuğunu asla bırakmadan bir dikişte içti. 'iyi misiniz?' soruma, 'kusura bakmayın çok korktum, çok...' yanıtını verdi. hala daha kesik kesik nefesler alıyor, arada bir iç çekip sakinleşmeye çalışıyordu. birkaç dakika sonra kendine geldi, teşekkür etti, ben de biraz önce kalktığım banka bırakıverdim kendimi.
hiç kimse benim için bu kadar korkmamıştı sanırım bu hayatta. ya da bir anne şefkati ile sarmalanmamıştım hiç. üşüdüğümde yorganlara sarılmış, korktuğumda yine onların altına gizlenmiştim. peşinden koştuğum bir balonum bile olmamıştı. balon almasını isteyeceğim, bunu istiyorum diye şımaracağım biri de. daha küçücük bir veletken bile koca bir adam olmak zorundaydım. çünkü yalnızsanız; ağlayacak omzunuz, teselli edeniniz yoksa ağlamak bile anlamsızdı. alamayacağınız oyuncakları, oynayamayacağınız oyunları da düşünmek küçük kalbinizi acıtmaktan başka bir işe yaramıyordu. bu yüzden koca bir adama dönüşüyor, mızmızlanmamayı çok çabuk öğreniyordunuz.
öğrendim ben de. hayatta kalmak için masum yanımı gömdüm derinlere; mücadeleci, küçük bir adama dönüştüm. ve sevilme isteğimi karşılayamayacak da olsa ortamlarda en neşeli, en eğlenceli kişi oldum ki insanlar biriktireyim hayatta. ve çalıştım, çok çalıştım. çünkü biliyordum ki büyüdüğümde de elimden tutacak kimsem olmayacaktı.
benimle yola çıkan birçok insan dağıldı gitti hayat karşısında. kimi kayboldu, kimi mücadeleyi bıraktı, kiminden haber alamaz olduk. geriye bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az insan kaldı o eskinin küçük, bugünün koca adamlarından.
boğazıma o bildik yumru oturdu yine. acının vücutta dirilme hali ya da vücudun acıya direnme hali. hangisi, bilmiyorum. ama ne zaman geçmişi düşünsem ne zaman canım yansa yüreğim küçük bir çocuğunkine dönüşür, boğazımda bu his belirir.
"ahhh be anne!.. bir çocuğun yükünü taşımadı da mı kalbin ben hep böyle yalnız, ben hep eksik kaldım?"
devamını gör...
d)

vakti zamanında henüz çok erken bir o kadar da geçken karmaşık bir patikada yönünü bulmaya çalışan bir kadının hikayesiydi bu.
realist bir yazar tarafından yazıldığından olsa gerek tüm karakterler oldukça gerçekçiydi. her biri iyi ve kötü yönler ile harmanlanmıştı. heybelerinde bir sürü güzel, bir o kadar da acıyı biriktirmişlerdi.
ana karakter ya bu, kadınla başlıyordu hikaye. daha küçük bir kızken başlamıştı dünyanın karmaşasını içinde hissetmeye. küçük dünyasını büyütmek, hayat ne sunuyorsa hepsini içmeye adamaktı en büyük hayali. yapıyordu da. ama savruluyordu sürekli. hayatına birçok insanı dahil etmesi de bundandı. her birini bir başka karakter yapıyordu. kimini çok seviyor en iyi dostu oluyor, birilerine aşık oluyor, küçük kalbinde kocaman yaralar açmasına izin veriyordu. büyüyordu. ama fark ediyordu ki büyüdükçe hayalleri de yavaş yavaş yok oluyordu. gündelik hayatın içinde gündüzlerini şen kahkalar, gecelerini ise hüzünle yaşıyordu. ama yaşayıp gidiyordu. eksik kalıyordu bir şeyler.
sonra bir gün onunla tanıştı. şaşırdı. ne çok tanıdıktı öyle. sesinde huzuru bulmuştu sanki. aklı karışıyordu. birinin böyle güzel olmasına anlam veremiyordu. üstelik ürkek, kırgın, savunmasız bir yanı da vardı aynı kendisi gibi. bir yanı hala çocuk kahkahaları atıyordu. büyüyememiş, büyümeyi reddetmiş bir yetişkinlik aynı zamanda da yüz yıllık yaşanmışlıkla bir olgunluk vardı üzerinde. şımarık kahkahalarının büyüsüne her gün daha çok kaptırıyordu kendini. ilk zamanlar dostluğunun tadını çıkardı doyasıya. sonra zamanla daha çok, daha çok, daha da çok 'o' olsun istiyordu. kelimelerine yansıyor, yüzünde bir gülümseme oluyor, iliklerine dek istiyordu. her geçen gün daha da çok hayatında oluyor, hayat daha çok o oluyordu.
devamını gör...
e)

başımı kaldırıp bakıyorum etrafımda bir sürü kapı var. renk renk, küçüklü büyüklü bir çok kapı, kimisi albenili yepyeni, kimisi ise yaşanmışlıkları üzerinde, bir şekilde hırpani...
şöyle bir dönüyorum, izliyorum tek tek. sonra yaklaşıyorum dokunuyorum her birine. birinin tenine dokunup okşamak gibi. kimisi pütürlü minik kıymıkları ile yaralıyor, kimisi ahşap olmasına rağmen pürüzsüz, kimisi de plastik suni ve hissiz.
hangisinden adım atacağıma karar veremiyorum. biliyorum ki birçok kez yanlış kapıdan içeri girmiş ; kimi zaman kırılmış, kiminde kırmış ve nicesinde de yara bere içinde mücadele etmek zorunda kalmıştım.
derin bir nefes aldım. aralarında en doğal görünen, yılların izi ile hafif eskimiş ama hala şıklığını koruyan en solumdaki kapıya doğru bir adım attım. yavaşça çevirdim kulbu. içeriden kahkaha sesleri geliyordu. minik bir çocuğun bir uçurtmanın etrafında koşturmacasını izliyordum. birden burnuma bir koku geldi, portakal kokusuyla harmanlanmış bir kahve kokusu. insanın içini ferahlatırken iştahını da açan bu kokuyu takip ettim. arka planda bir piyano sesi duyuyordum,insanın içine işliyor hafiften bir hüzün dolduruyordu. yavaş ama temkinli adımlarla ilerliyordum. bilmem neden birden gökyüzü kararıverdi, yıldızlar süsledi her yanı. parlak ışıkları aydınlattı yolumu. ileri doğru bir göz attım. baktım. baktım. baktım. gördüğüme inanamıyordum. bir masada huzur, oturmuş bana gülümsüyordu. etrafından yansıyan aurora öyle ışıl ışıldı ki... kuzey ışıklarını gördüğüme yemin edebilirdim. yaklaştım. konuşmaya başladı. anlattı. o anlattıkça ben mutlu oldum. o sustu, ben başladım. doyumsuz bir sohbetin içinde kayboluyordum.

sonra biri seslendi arkamdan "çabuk, çabuk buradan çıkmalısın! hadi, şimdi doğru zaman değil! "
devamını gör...
f)
gecenin karanlığında yatağımın hemen baş ucunda duran aynaya ilişti gözlerim. ay ışığının altında belli belirsiz bir silüet gördüm sonra. kalktım geçtim aynanın karşısına, yansımam olması gereken yerde bir adam vardı. gülümsüyordu ama tam anlamıyla mutlu da görünmüyordu. gözlerinde açık bir hüzün vardı ve belki de gülümsemesini buruklaştıran da buydu. el salladı önce. yaklaşmamı işaret etti. bir şey ya da bir his onun, aynı benim gibi olduğu düşüncesini sokmuştu aklıma. sanki o da dışarıdan bıcır bıcır konuşan ama yüreğinde çokça susanlardandı. aklımdan bunları geçirirken elini uzattı. "güzel insanım" dedi. hem çok yakından, yüreğimden tanıdığım hem de hiç tanımadığım bu adamın elinden tuttum pervasızca. mantıklı gelmiyordu ama bir yandan çekiliyordum aynanın içine doğru. attığım her adımda farklı bir his kaplıyordu her yanımı. sıcaklık, merak, arzu, özlem... duygular öyle yoğun geliyordu ki yüreğimin kaldırmayacağından korktum. tam yanına ulaşıp sıcak nefesini hissettiğim an fısıldadı. "seni seviyorum. " anlamakta zorlanıyordum. bir yanım kollarımı boynuna sarmak bir yanım da koşarak kaçmak istiyordu. gülüşünden öpmek istiyordum, ayaklarım ise geriye doğru gidiyordu.
devamını gör...
° g
bir hayale tutundum bu gece. hatta bir ana... birçok andan biri olmasını istediğim bir ana.
bilmediğim bir evde, hiç kimseyi tanımadığım bir şehirde, yaşadığımız tüm hüzünlerden uzakta bir yerde. sen bir minderde sırtın duvara yaslanmış, ben sırtımı göğsüne dayamış bir şekilde. etrafta yabancı hiç ses yok. sadece bir şarkının kısık sesi. göğsünün inip kalktığını, nefesinin saçlarımı okşadığını hissediyorum sadece. sıcacık nefesin... konuşmaya başlıyorsun sonra. kelimelerin senin hazinen. sesin benim huzurum. içimi ısıtan sadece şarap değil. varlığın, huzurun...
dökmeye başlıyorum sonra içimi sana.
küçükken aldığım tüm yaralar iyileşti ama büyüyünce olanlar bir türlü kapanmak bilmiyor. ama sen iyileştiriyorsun beni. belki izi kalır ama acıtmaz, incitmez sen olunca. güven sorunum var biliyorsun açamıyorum içimi hiç kimseye. insanlara gardımı alalı uzun yıllar oluyor. anne- babam 18'imde evden ayrılırken çok iyi niyetli benim kızım, üzerler onu, kırıp dökerler diye gecelerce uyuyamamışlar evde, ben onlardan uzak bir başıma yaşamaya başlayınca. yıllar geçti. hep ayakta kaldım. düştüm, bu kez dizlerim kanamadı ama çok acıdım. haklı çıktılar çok üzüldüm. ama her seferinde kalktım ayağa. çünkü korkum yaşadığım hüzne değil de yaşayamadıklarıma olur diye düşünüyordum. hoyrat davrandım kendime. başka kalpleri kırmaktan ürkerken çokça kırdım, döktüm. hem kendimi hem de başkalarını. ama hissetmeyince olmuyordu. sevgi de ayrılık da hepsinin yaşanmışlıkları ayrıydı. hayat cesaret istiyordu. cesurdum. belki de korkak. sıradan bir insan olmanın korkusu hep vardı. sıradışı olmak ise saldırıya açık olmaktı belki. küçük bir kızın hayali sıradışı bir yaşamı paylaşmaktı.
bu kez başaramıyorum. ne ayağa kalkabiliyorum ne de acımı dindirebiliyorum. bilmiyorum belki de bir yanım seviyor bunu. hani fuzuli sevgiliye olan vuslatı istemez ya. bir anlarım onu, bir anlayamam. her şey yolunda gitsin isterim, tekdüze huzurlu günleri yaşarım, sonra bir bakmışım bu durum ruhumu karartmış. düşerim yeni başlangıçlara. bir arkadaşım bir gün demişti seninki hep şımarıklık, hayatın başkalarının hayal ettiklerinden bile güzel, sadece keyfini çıkar. başka bir arkadaşım aynı hayat için "ne çok acılar çekmişsin, ben bunları hayal bile edemiyorum, hiç kıyamıyorum sana." demişti. hayatım izlediğiniz pencereye göre bir güzel, bir ıstıraplı oluyordu. bense hem mutlu hem hüzünlü oluyordum. gündüzleri yüzümden gülücükler eksik olmuyor, geceleri gözlerim dolu dolu oluyordu. sanırım benim rengim bu. ala. alaca. karmakarışık bir yüreğe sahibim. şimdi diyorsun ya "seni çok seviyorum, hep ol." nasıl kıyayım ben sana. benimle paramparça olmana nasıl izin vereyim. güzel adamsın sen. nahifsin. huzursun. dokunduğun yürek can kırıkları ile dolu. kıyamam ki ben sana.
devamını gör...
           karanlıkta yürüyordu adam. küçük bir ışık gözlerine değdi. tanıdık bir melodiyi duydu.
"sen, özgür dingin başın, yine artmış yaşın
uzakta yalnız tek arkadaşım"
sözlerini duydu, can bonomo'dan. severdi bu şarkıyı. ensesinde hissettiği nefesle yürümeye devam etti. kadın konuşuyordu bir yandan "lütfen hazır diyene dek açma." gülümsedi onun bu çocuksu telaşına.

            kadın biraz heyecanlıydı çünkü günlerdir düşünmüş ve birlikte oldukları, ilk doğum gününde her şeyi listelemiş; anlattıklarından, okuduklarından yola çıkıp çok çaba göstermişti. yine de tedirgindi. içten içe yeterli olamayacağını düşünüyordu. adam, uzun zamandır hissetmediği bir huzuru yaşatmıştı. sonunda yeniden birine güvenmişti.
sesi, gülüşü, kelime seçimi, konuşmasındaki üslup. kimi zaman saran sarmalayan kimi zaman okşayan...
her iki yanına da dokunuyordu adam. kırılgan ve kadınsı. etkilenmişti kadın. belki de haklıydı adam, sesine aşık olmuştu da her şey, o söylediğinde farklı bir renge bürünüyordu. hayattan uzak, hayale yakın.
             nihayet "hadi aç artık."dedi kadın. adam masaya baktı. edip'in sesini duydu 'masa da masaymış ha'...
kadın; masaya çocukluğunun anılarını, en çok kırıldığı yerlerden öptüğü yara izlerini, şefkatsiz kaldığı her gün için bir sarmalanmayı, anlaşılmak istediği her bir gün için telakkiyi, tutkuyu, arzuyu, sevgiyi, mutluluğu bırakmıştı. ha bir de çok sevdiği limonlu cheesecake ile portakallı keki. bir de tam ortada yüreğini gördü kadının.
"iyi ki doğdun sevgili." dedi kadın.
çevirdi adamın yüzünü tuttu parmak uçlarıyla. gözlerine baktı.
devamını gör...
i)
aynadaki ben değildim. bu yüz bana ait değildi. hayır, canım insan kendini tanımaz mı hiç? ben değildim işte. ben olsam bir parça gülümseme olurdu gözlerde yakalayabildiğim. ya da hüzün. bu kadının duyguları yoktu. sanki biometrik fotoğraf çekilirken hazır olmadığı bir anda patlayan flaşa şaşırmış bir büyüme var gözlerinde, o kadar. gerçi şaşkınlık da bir duygudur ya bu, o da değildi. düpedüz ruhsuz bir insan işte.
...
beni mi anlatmamı istiyorsunuz? aynaya bakmadığım zamanlarda gördüğüm kişiyi? hımm, bakalım ben nasıl görünüyordum?öncelikle sahte şeyleri pek sevmiyorum. şaşalı davranışlar, yüksek sesle konuşmak falan pek tarzım değil. çünkü bilirim ki kendini dinletmek için sesini yükseltenler genelde dinlenmediklerinin farkındadırlar.
dikkat çekme çabam da pek yok. pek yok diyorum işte, herkes kadar benim de birilerinin ilgilisini çekmek istediğim zamanlar olmuyor değil. mesela henüz küçük bir kızken kapkara gözlü, kıvırcık siyah saçlı, yakışıklı bir arkadaşım vardı. etrafında dolanmak yerine gider, grubun ortasında sohbet etmeye başlardım. orada olurdum, onun yanında ama direkt o olmazdı muhatabım. herkesle eşit konuşur, eş zamanlı kahkahalar atardık. tam olarak emin olamazdı ama gülümserken ona baktığımda bir ilgi pırıltısı yansırdı gözlerimden. işte bu kadar. zamanla baktım ki ben onun olduğu yerlere gitmediğim anlarda, o benim yanıbaşımda belirivermiş. sonra bir gün ayağımı incittim. o elimden tuttu, eve kadar bıraktı. sonra hep elimi tuttu.
...
aslında tam olarak ne anlatmam gerektiğini pek anlayamadım? ilk kendimi ne zaman kendime yabancı hissettim?
bunu çok iyi hatırlıyorum. soğuk bir kış günüydü. 19 yaşımdayım. gülüşlerim kayboldu birden benim. herkesle bıcır bıcır konuşan, kahkahaları eksik olmayan ben zamanla içime kapanmıştım. her gece kabuslar görüyor ancak gün aydınlandığında uyuyabiliyordum. neyse o soğuk kış günü dışarıya çıktım. telefonum da bozulmuştu. bir yerden annemi aradım. sesini duydum, gözlerimden yaşlar akmaya başladı. "artık dayanamıyorum. nefes de alamıyorum. her gece başka bir karabasan. artık burada kalmak istemiyorum." dedim. benim güvenli alanım, annemin kollarıydı. mümkün olsa doğmadan önceki o karna girmeyi bile isteyecek kadar kendimi hayattan kopuk hissediyordum. eve gittim, biraz zaman geçince yeniden gücümü topladım. geri döndüm. o zamanlar farkında değildim, her şey yoluna girmiş gibi geliyordu. okula gittim, tatillere gittim, okulu bitirdim, başka bir şehirde işe başladım. aradan geçen beş yıl. beş yıl boyunca hissettiklerimin üzerini bir avuç toprakla kapatmıştım. aynı karabasanlar yeni bir şehirle tekrar rüyalarımdaydı. uyuyamıyordum. bu kez eşyalarımı toplayıp eve de gidemiyordum. çünkü artık bir yetişkindim. annemin yanında olmam lazım deyip işten izin alamazdım ya.
gündüzleri yaşıyor, geceleri atlatmaya çalışıyordum. sonra bir gün fark ettim ki bunun tek bir nedeni vardı. daha doğrusu bunu bana hissettiren bir kişiydi. yıllar boyunca beni baskılamış, ruhumu eksiltmişti. ve ben buna izin vermiştim. aslında suçlu o bile değildi, bendim. kendi korkularım, hayatımın bana direttikleri idi. ve ben artık o insan olmayacaktım.
yürüdüm. ayaklarıma kapandı, çelmeler taktı, tehditler savurdu. yürümeye devam ettim.

sonra mı? zaman geçtikçe, yıllar geçtikçe aynada tekrar kendi yansımamı görmeye başladım. gözlerimde o tanıdık ışıltı vardı yeniden. hüzne bulanmış bir neşe. ama ben buydum. ve kendimi orada gördüğüm an fark ettim ki yeniden ben olmuştum.
devamını gör...
10.
bu son, dedi. defteri, kalemi bir kenara attı. titreyen elleri ile kağıdı aldı, bir filtre koydu önce içine, paketteki tütünü nazikçe birbirinden ayırdı, ince düz bir çizgi haline getirene dek düzeltti sonra. kağıdı itina ile rula haline getirdi.
sabah olmak üzereydi gökyüzündeki karanlık yerini hafif bir aydınlığa bırakıyordu. yavaş yavaş uyanacaktı şehir birazdan. kalabalık evlerde çatal, kaşık sesleri ile bağrışlar dolacaktı.
uzun zamandır düşünüyordu bunu. içinde bir yerde bir istek vardı ama bir türlü kabul etmiyordu. kalabalıklardan kaçıyor, kaçtığı sokakları arıyordu bir yanı da.
bir an düştü aklına. eskiden henüz bu kadar kabuk bağlamadan önceki kendinden bir an.
.....
gülüşü güzel yanındaydı. mayıs ayının tatlı sıcaklığı arada bir esen bir rüzgarla birleşip serin bir his bırakıyordu insanın teninde.

- duyuyor musun? evlerden dolup taşan sesleri. dinle. bak, bak şu karşıdaki eve. minik çocuk birazdan kıyameti koparacak. muhtemelen annesinden yemek öncesi bir çikolata istiyor. kadın dönüp içeriye yolluyor. o tekrar geliyor. sabrı az kaldı, hissediyorum birazdan velveleye verecek ortalığı.
aynı anda bir çığlık ve bağıran çocuk sesi doluyor sokağa.
- nasıl anladın?
- çünkü ilk öğrendiğimiz şey bu. dikkat çekmek istiyorsak sesimiz daha gür çıkmalı.
gülüyor sonra.
-felsefe yapmıyorum ya takılıyorum sana. hemen her oturuşumuzda kadın bu saatlerde yemek hazırlıyor. acele ile bir şeyler yaparken arkasında beliren çocuğu oyalıyor. en sonunda yaramaz koyveriyor çığlığı.
- ben hiç bağırmazdım biliyor musun? hatta çoğu zaman istemezdim bile. ne verirlerse o. olmayınca en fazla küser, otururdum bir kenarda.
uzanıyor. öpüyor yanağımdan sonra.
- biliyorum. sen istersin ama istemeyi bile hak görmezsin kendine. hayat ne sunduysa, o. tutup alsan başkasının gibi gelir. bir yanın ister ama beklersin. bak gördüm, geldim. sen konuşmadın ama ben bildim.
.....
bilmişti. yaralarımı da görmüştü. sarmıştı minik ellerinle. evin sesi olmuştu. kahkahaları çınlatmıştı her bir köşeyi. boktan hayatımın rengi olmuştu. her rengi. bir yanı başıbozuktu, kolay öfkelenir küfürleri savururdu ortalığa. bir yanı merhametliydi, sarıp sarmalardı acıyanları. bir yanı şehvetliydi, yakardı. çoktu. çok fazla hissediyordu onunla.

şimdi hissetmiyordu...

....
yazdıklarını okudu. kağıdın üzerine kocaman bir çizik attı. yine olmadı, dedi. mutlu hissetmiyorsan mutlu yazamıyorsun. hüznü hissetmiyorsan acıyı da veremiyorsun. yaşamıyorsan öykü de anlatamıyorsun.
devamını gör...
iki metre kare bir alan. siyah film camdan görünen biraz gökyüzü biraz da yandaki evin çatısı. uçsuz bucaksız ile çirkin bir kefede. duvarda deniz kabukları, sahte bir kuş hisssetiğim çoğu an gibi. birkaç mum romantik yanımı simgeleyen. ha bir de ay şeklinde minik pilli bir lamba. yakınca etrafa pek ışık saçmıyor ama izlemesi keyifli. hayatım gibi...

ne zaman biraz hüzün hissetsem açıyorum bir bira; ilişiyorum tahta, rahatsız, minik sandalyeye açıyorum bir müzik. şöyle göğsümde biriken acılara ulaşmak için... üflüyorum 'puffff' diye, tozların altında kalan yara izlerine bakıyorum sonra. çoğu iyileşmiş. bir tanesi var, işte o çok derin. her seferinde tam iyi oldu artık kabuk kopacak, çirkin bir iz kalacak diye bekliyorum. ve yine her seferinde bir parça pis iltihapla beraber kan akıyor. yine olmamış, diyorum.

geceye karışan müzik, başka ses yok. etrafı kaplayan, kocaman bir yalnızlığın sesi. dayanamıyorum. alıyorum elime telefonu. basıyorum bir tuşa. benim kadar sahte bir hayatı olan çok uzakta ancak bir o kadar yakındaki dostu arıyorum. ilk cümleyi ben kuruyorum. hep, her zaman. her mesajda, her telefonda. yine öyle oluyor.
- naber?
- iyi, normal. senden?
diyor her zamanki gibi. hep iyi, hep normal. işte bu cümle de onun özeti. yaşanmamış gibi. gün içerisinde aklından geçen, canını yakan onca şey yokmuş gibi; heyecanlandıran, gülümseten onca an. ona sorsan yok. ona sorsan kibri de yok. oysaki var işte adam göğsünde bir bıçak, zihninde deli cümleler var.
- ben kötüyüm ama...
- neden?
neden, desin istiyorum. biri beni görsün, gerçek beni. kırılgan acıyan yanımı. kahkahaların ardındaki hisleri de. sahte değil gülüşlerim. ama çok kocamanlar. yaşadığım her şeyi sığdırıyorum onların içine. bu yanımı da görsün istiyorum.
ama herkes değil. anlattığımda bana acımayacak, yargılamayacak biri görsün istiyorum. kimileri derine gömer, ben deşip iyileşiyorum kelimelere döktükçe. ama kelimelerin anlamını bilen biri dinlesin istiyorum. o neden, diyor; ben anlatıyorum.
kırıldığım, kırdığım anları seriyorum ipe. çok cümle kurmuyorum. uzun cümleler de kurmuyorum. ilk kez güzellemeden, savunmadan olduğu gibi aktarmaya çalışıyorum. çünkü yalın bir şekilde anlatmayı pek başaramam. her şeyi biraz savunarak, biraz güzelleyerek anlatırım. benim savunma mekanizmam da bu çünkü.
"gitti. beni benim onu sevdiğim kadar sevmedi. geri geldi ama artık ne bu sevgi eskisi gibi ne de ben."diyorum.
ne kadar klişe geliyor değil mi kulağa aşk acısı. ulan herkes bir diğerininkini umursamıyor da 'en çok benim acıyan' diye düşünüyor ya. işte tam olarak bu. beni az seviyor oluşu, bir zaman az sevmiş olması, bende değil bir başkasında huzuru araması... yıllar geçiyor. acı arada bir kalkıp yumruk atıyor. ahh, be...

"şimdi geçmiş işte. bir yola girmiş, bir karar vermişsin. sızlanma. korkaksın! korku çirkin bir bağ onu güzel bir masa üstü ile kapatıp üzerine bir çiçek koyup adına da aşk diyorsunuz." diyor. gerçeği pat diye bırakıyor havaya.
gözümden yaşlar akıyor. onca zamana rağmen. şöyle bir yokluyorum. o da ne! eskisi gibi acımıyor. hala kocaman bir yara, iyileşmedi. iyileşmesi de çok zor. kapatıyorum telefonu. uyuyorum sonra.

yeni bir güne uyanıyorum. bugün çok daha güzel diyorum. güzel görüyor, güzel hissediyorum gerçekten. çünkü fark ettim. ben korkağım! kendime itiraf edemediğim hep buydu. güçlü durmaya çalışıyor, kendimle mücadele ediyordum. artık kendime yalan yok. kabul ettim. buyum ben: aciz, aşık bir kadın.
devamını gör...
her hikayenin bir hakikati vardır.
(bkz: kimliksiz hakikatler)
devamını gör...
radyoda "mutluluk reklamı" çalıyordu. kadının tam arkasından gelen güneş ışıkları aynadaki görüntüyü görmesine izin vermiyordu ama dudaklarını göremese de şarkıya eşlik ettiğini kulağına gelen minik fısıltıdan anlayabiliyordu. kadın aynaya doğru eğildi. ne yaptığını göremiyordu ama sanki derinlerde, içinde bir yere bakmaya çalışır gibi odaklanmıştı. ince boynuna, narin ancak kıvrımlı hatlarına baktı. artık aşina olduğu vücutta göz gezdirdi. üzerindeki siyah minik elbise ince belini daha da ortaya çıkarmıştı. tam o esnada geriye döndü kadın. elindeki küpeleri göstererek "hangisi sence?" diye sordu. sağdakini işaret etti adam. parlak ancak minicik bir taş olan küpeyi. çünkü biliyordu ki kadın da içten içe onu istiyor ama sallantılı, şatafatlı küpeyi de gösterişine aldanıp aldığı için kararsızlık yaşıyordu. hep böyle olurdu zaten. alışır, sever ve bırakmazdı kadın. yeni olan güzel gelse de eskinin aşinalığını tercih ederdi. ve şatafat ilgisini çekse de sonunda sadeliğe çekilirdi. küpeleri taktı. altındaki sandalyeyi sakarca itti, sallandı, dengesini topladı. ellerini beline koyup "nasılım?" dedi.

"nasılsın, sahi kadın? yüzündeki gülümseme çok güzel, koskocaman. gözlerinin etrafında biraz daha belirginleşen çizgiler olmuş. yıllarca ne olursa olsun dik durmaya çalıştığın için, acıyı kabullenmemek için sığınağın olan gülüşlerinin izi, derinliği artmış. iki kaşının tam ortasındaki minik çizgi de derinleşmiş. düşünme izin. problem saydığın anları çözmek için biraz şaşkın, biraz üzgün bir ruh halinde olduğun o kaşını çatıp çatmama arası hareketin izi.
büyüdün mü kadın? yolunu bulmak için sağa sola çok savruldun. kimi zaman kavşaklarda, kimi zaman engebeli yollarda çok yoruldun.
seçimler istemiyorum artık. hayatımda hiçbir şeyi seçmek istemiyorum. duvarın rengi umrumda değil, boyansın sadece bunu umursuyorum derken seni ittiğim tercihlere mi isyan ettin kadın?
anlattıklarımın canını çok yaktığı o gece; kederle ve şokla dinlerken yatağa kıvrılıp bir bebek gibi uykuya sığındığın an... sonraki günlerde öfkene yenik düşüp ilk kez bir şeyleri kırıp dağıtman... acın arttıkça zehre dönüşen kelimelerin... kaçmaya çalışman kendinden, benden... bir çocuğun annesinden tokat yedikten sonra ağlamaya başladığında gitmek istediği başka kimse olmadığından yine annesine sarılması gibi seninle kalışım, demen... dayanamıyorum, gidiyorum ben dediğin gün... sıkı sıkı sarıp bırakmadığım için alışman acıya, affetmen...
affettin mi kadın? gerçek mi yüzündeki gülüş? tüm hayata, kendine yaptığın bir rol mü bu? yine gerçeklere dayanamadığın için sığındığın alan mı?
beni gerçekten seviyor musun kadın? yoksa yılların verdiği büyük bir alışkanlık mıyım senin için kulağındaki minik küçük küpeler gibi?" diye düşündü adam.
şarkı çalmaya devam ediyordu, kadın gülümsemeye. ağzından ise şu kelimeler döküldü adamın "harika görünüyorsun güzel.".
devamını gör...
"gitmem gerek, şimdi!" diye düşündü kadın. çevresine bakındı. birden yabancı olmuştu her şey. her sabah, kahvaltısını ettiği masaya baktı. üzerinde bir vazoda solmuş çiçekler, açık bırakılmış bir defter. defterde karalanmış hüzünlü kelimeler. hemen yanında bir kalem kapağı. kalem yok. kapaktan ayrı düşmüş.
tezgaha yöneltti başını. dağınık bulaşıklar. hisleri gibi. elini kaldırası yok. yüreğini toplayası da. camlar da tozlanmış. dışarısı hafif puslu görünüyor. zihni gibi. etrafa saçılmış kitaplar. bir kenara bırakılmış bir hırka. tek başına. tüm eşyalardan bağımsız. bir yabancı. kadın gibi.
"gitmem gerek." burası artık benim evim değil.
radyoda çalan yeni bir şarkı. cızırtılı bir sesle başlayan. enstrümansız çıplak bir ses. bu sesi tanıyor. daha önce de defalarca duyduğu bir şarkı sözü başlıyor, hirai zerdüşt 'gitmem gerek'.
bu bir işaret diyor. kalkıyor. şarkıdaki bir söz kulaklarından silinmiyor, 'beni anlamıyor evim.'. hızlıca eşyalarını topluyor. usulca kapıya yöneliyor. elinde bir küçük valiz. son anda dönüyor. hırkayı alıyor eline. kokluyor önce, yabancı bir koku. bir kadın kokusu, daha önce hiç duymadığı. ateşe vermek istiyor. içindeki tüm öfkeyi bir hırkaya yöneltiyor. ateşe vermek istiyor, hırkayı da evi de... yakmak istiyor geçmişi. damarlarından zihnine dek bir alev yükseliyor. adı öfke. yıllardır aşık olduğu adamın resmine takılıyor gözü. hırkayı fırlatıyor elinden. hırka çerçeveye çarpıyor şiddetle. sehpadan düşen çerçeve kırılıyor. resimdeki kadın ve adamın arasında kocaman bir çatlak oluşuyor. yakmıyor kadın ne evi ne de hırkayı. usulca çekiyor kapıyı. radyodan kulağına çalınan son ses, 'anlatsam içim kanar, anlamı yok.'...
devamını gör...
o gece de rahat uyuyamamış ve kâbusları eşliğinde kan ter içinde uyanmıştı. içini açar ümidiyle beyaz eşyalarla donattığı odası zifiri karanlıktı. yatağının hemen yanındaki komodinin üstünden suyunu aldı ve abajurunu yaktı. suyundan birkaç yudum aldı ardından bacaklarını karnına çekip oturdu. ne başka bir şeye baktı ne de pozisyonunu değiştirdi. öylece oturdu, oturdu ve oturdu…
gördüğü rüyayı düşünüyordu. çimenlikte oturuyordu. hava açık ve güneşliydi. insanlar gülerek eğleniyordu. o ise öylece ağacın altında oturmuş çevreyi inceliyordu. sol tarafta ailesiyle piknik yapan kendiyle aynı yaşlarda bir kız gördü. sağ tarafında köpeğiyle oynayan bir yandan müzik dinleyen genç bir oğlan vardı. koşu yolunda insanlar birbirleriyle sohbet ederek yürüyor ya da koşuyordu. hepsi rengârenk, cıvıl cıvıldı. sonra kendine baktı. elleri solgundu, bembeyazdı. birden sahne değişti. aynalarla dolu bir odanın ortasında tek başınaydı. siyah ve beyazdan ibaret gördü kendini. nereye dönse kendini görüyordu. hayır, hayır aynada gördüğü o değildi. ruhu… çürüyordu, hiç renk kalmamıştı. çıkmak için bir yol aradı. sağa döndü, sola döndü ama çıkacak tek bir delik bile yoktu.
aynalar artık onla paralel hareket etmemeye başlamıştı. aynalar giderek çoğalıyordu. 5, 10, 15, 20… her aynada yaşadıklarını, ruhunun çektiği acıları apaçık görüyordu. “sorun yok” diyerek güldüğü gerçekten sorun yok sandığı o gülerken acı çekişini gördü. bir aynada arkadaşlarıyla beraber olduğu bir anıdaydı. arkadaşları sohbet ediyor o ise sadece tebessüm ederek dinliyordu. sonra sohbete müdahil olmaya çalışıyordu. arkadaşları her seferinde lafını kesiyordu, söylediği cümleleri umursamıyordu. o masadan kalkamazdı. gideceği hiçbir yer yoktu. öylece oturmuş çevresindekiler gülerken onlara katılırmış gibi gülmeye çalışıyordu acısını saklarcasına. o an kendini ne çok hırpaladığını fark etti. birden aynalar patladı. her cam kırığı bir anının seslerini kafasının içinde yankılanmasına sebep oluyordu. “bak nasıl giyinmiş!”, “salaksın!”, “n’aptığını duydun mu?”, “iyi de bana ne?”, “baksana ne giymiş varoş.”… kendisiyle ilgili duyduğu fısıltılar bile çığlıklara dönüşmüştü.
masmavi gözleri bir deniz gibiydi. gözyaşları kıyıya vuruyor sonra geri çekiliyordu. elleri birbirini sıkıyor, dudaklarını ısırıyordu. gözyaşlarını artık içinde tutmamaya karar verdi. sarsıla sarsıla ağladı. sanki o güne kadar hiç ağlamamış gibiydi. ağladı, dövündü daha çok ağladı. aklından geçenler ona acı veriyordu. ağlarken ağzından çıkan tek kelime “neden?” idi. defalarca tekrarladı bu soruyu. neden bunlarla baş etmek yerine kaçtı, neden sustu, neden kendine yeterince değer vermedi, neden…
gözyaşları kuruyana kadar ağlamaya devam etti. gözyaşları bitmişti ve acısı hafiflemişti. acı öyle bir duyguydu ki saatlerce ağlasan, okyanusları doldursan yine de bitmezdi harekete geçmedikçe. olduğu yerde biraz daha kaldı. sonra birden ayağa kalktı. kendi kendine “yeter!” dedi. siyah saçlarını topladı. banyoya doğru ilerleyip elini yüzünü yıkadı. gün ağarmamıştı henüz. işe gitmek için ve kendine dair biraz daha düşünmek için yeterince vakti vardı.
düşündü, düşündü ve biraz daha düşündü… en son ne zaman kendini bir kalabalığın içinde yalnız hissetmemişti, saçlarının arasında dolaşan rüzgârı hissedip ferahlamıştı, bir iltifat almış ve utanmıştı? aylar önce mi? hayır, hayır bekli de birkaç yıl önceydi. kendine ne zamandır bu işkenceyi yapıyordu? nasıl kendi kendinin düşmanı olmuştu? kendi duvarları arasında, kendi krallığında nasıl kendi kendine zarar verebilmişti ya da izin vermişti buna? kalelerini teslim edecek kadar zayıf mıydı? gözlerini yatağın karşısındaki aynaya dikti. önce ayaklarını yataktan sarkıttı sonra yavaşça ayağa kalktı. siyah, yağlı saçlarına baktı sonra masmavi ağlamaktan kızarmış gözlerine. artık ağlarken tırnaklarını geçirdiği ellerine. yara doluydu. o ellerle çizdiği kollara, boyna baktı. “nasıl kıydım kendime?” dedi. odanın ortasına öylece oturdu. ellerine, kollarına, boynuna, gözlerine, saçlarına tek tek baktı sanki zamanı geriye sarmak istercesine. kendine sarılmak istedi o an. bunları yaşayan o zavallı kızın saçlarını okşamak isterken o bunları yaşarken çevresinde öylece eriyişini izleyenlere nefretle saldırmak istiyordu.
bir rüyaydı sadece gördüğü ama bunları yaşamıştı. sadece kötü bir rüyadan ibaret değildi. bunları yaşamaya ne sebep olmuştu? gelecek kaygısı, ailenin ve çevrenin uyguladığı psikolojik şiddet… nasıl da normalmiş gibi yaşatılmıştı bunlar. sanki varlığının hiçbir değeri yokmuş gibi gaddarca bu muameleye maruz kalmıştı. benliği bunlara maruz kalmamak için ne kadar da çok yontulmuştu. kendini tanıyor muydu artık? tek başına kalınca kendini tanıyabilecek miydi? kendine dair bildiği şey çok acı çekmiş oluşuydu. hayatın acı olduğu kafasına vurula vurula öğretilmişti ama bu kadar acı, bu kadar gözyaşı normal miydi? evet, daha çok acı çeken insanlar vardı fakat bu kadar acı onun haddini aşıyordu.
saatin ilerlediğini gördü. işe gitme vaktine az kalmıştı. aynadaki harap bedenine bir kez daha baktı. banyoya doğru ilerledi. duş almak için suyu açtı. suyun altındayken uzun süre sonra bedeninden akan suyu hissettiğini fark etti. her su damlası saçlarına, bedenine masaj yapıyordu sanki. duştan çıkıp hazırlandı. aylar sonra işe ilk defa giydiklerini öylesine seçerek değil de beğendiği için giymişti. azap dolu düşünme sonrasında yeniden doğmuş gibi hissediyordu. yaşadığı andan tat alıyordu. merdivenleri bile bambaşka görüyordu sanki. merdivenden inmek bile zevk veriyordu. nihayet konfor alanından çıkıyordu. kapıyı açtı, henüz mavinin koyu tonlarında olan ve biraz bulutlu gökyüzüne baktı. çekebildiği kadar oksijeni ciğerlerine çekti. binadan dışarı adımını attı ve kendine söz verdi. “kendimden asla vazgeçmeyeceğim.”
devamını gör...
başını aynaya doğru çevirdiği an, birden, onlarca minik yıldıza benzer ışık yansıması doldu gözüne. gözlerini kırptı birkaç kez. alıştı gün ışığına. aynadan yansıyan görüntüsüne baktı kadın. çıplak tenine vuran ışık, kırmızının garip bir tonuna dönüyordu.

hafif nemli vücudunun üzerinde gezinen rüzgar tüylerini diken diken etmişti. dikkat kesildi sanki ilk kez görür gibiydi kendini. belki de ilk kez görüyordu. ben kendime körmüşüm diye düşündü. belki ilk kez değil ama bu kadar yoğun... işte bu diye düşündü, yoğun. hafifçe doğruldu yataktan. vücudunda çarşaf izleri vardı. uzandı. sadece parmak uçları ile dokundu karşısındaki yüze. her bir kıvrımını hissetmek istercesine. biraz önce patlayan onca histen sonra sakin bir huzur arar gibiydi. adam hiç kıpırdamadan gözlerine kilitlenmişti. gözü gözüne değdiğinde başlamıştı bu his zaten. derin bir çekim.

kadının aklı bir tane değildi ama. anlara bölmüştü hayatını. bir o oluyordu, bir bu. her bir maskeyi de çok güzel taşıyordu. hepsi tam oturuyordu yüzüne. dışarıdan bakanların fark etmediği birkaç maske. işin garibi kendisi de fark etmiyordu artık. bir süre sonra olağan gelmeye başlamıştı bu. sorgulamıyordu. gün içerisinde bile motor haraketlerle hiç düşünmeden uzatıyor elini, bir diğerini takıyordu yüzüne. bir değil, iki değil... birçok yüzü vardı kadının. hepsi de çok güzeldi. dışı güzel olanın içi nasıl kötü olsundu ki? gülüşü güzelleştirirdi onu bir şekilde. hiçbir suçluluk ya da pişmanlık duymadı.

yatakta biraz daha doğruldu. günbatımının kırmızılığı iyice yansımıştı tenine. vücudu hareket ettikçe rengin tonu da değişiyordu. ruhu gibi.... yüzü gibi... çarşaftan minik bir hışırtı geldi. kadından derin bir nefes sesi. adamın yüzündeki parmakları yavaşça aşağı doğru indi.
devamını gör...
bu benim rutinim değil. her zaman yapman bunu. çok sık yaparım ama rutin diyebileceğim kadar düzenli değil. yani her gün aynı saatte buraya gelirim aslında ama bunun bir rutin olduğunu kabul etmek istemiyorum.

orada oturan kadın için bu bir rutin çünkü her zaman yapıyor bunu. rutin diyebileceğim kadar çok, her gün aynı saatte buraya geliyor. her gün aynı yere oturup aynı yere bakıyor.

orada dediğim yerin neresi olduğunu elbette ki siz bilmiyorsunuz. o kadar iyi bir yazar olmadığım için bunu size anlatmam gerektiğini düşünemedim. bu dediğim şeyin de ne olduğu belli olmadı şimdi. o zaman toparlıyorum: orası deniz kenarındaki kayalıkların üstü. kadın her gün aynı kayaya oturuyor. akıllı kadın. kayaların en düz olanını seçmiş. benim seçtiğim gibi değil. ben oturmakta zorlanıyorum. işte size paragraf başında orda dediğim yer burası. anlatmayı unuttuğum şey de buydu zaten.

peki ben neden kadını izliyorum? bunun bir nedeni yok. sadece her gün belli bir rutine bağlı kalmadan buraya geliyorum ve onu izliyorum. o denizi izliyor. deniz bize aldırmıyor. kadın bana aldırmıyor. ben ikisini de umursuyorum. çünkü ben hiç saatli maarif takvimi yaprağı koparmadım hayatımda. ben bir şeyleri eksiltmekten korkarım.

konu bu değil. kadın denize bakarken şarkı mırıldanıyor sanırım. onu duyamıyorum ama sanki öyle. dua ediyor da olabilir ama şarkı söylemesi daha mantıklı geliyor bana. insan neden denize dua etsin ki! gerçi insanın denize şarkı söylemesi de manasız. yine de şarkı söylüyor kadın. benim bildiğim bir şarkı değil. zaten kadının arkası dönük olduğu için şarkı söyleyip söylemediğini anlayamam. sesini de duymuyorum doğal olarak. demek ki şarkı söylemiyor bile olabilir.

oturduğu yerden denize baktığı dışında emin olduğum hiçbir şey yok. denize dönük ama bakmıyor da olabilir belki sadece gözlerini kapatıp denizin kokusunu alıyordur. belki rüzgarın tenine değmesi hoşuna gidiyordur.

bir üst paragrafta yalan söyledim. emin olduğum bir şey daha var kadınla ilgili. ben nedensiz yalan söylerim. saatli maarif takviminin yaprağını kopardım birkaç kez. çünkü koparırken hissettiğim o yapışkanlı kolaylık hoşuma gidiyor. sonra uhuyla yapıştırdım geri çünkü eksilmesin hiçbir şey.

kadınla ilgili emin olduğum bir şey daha var. bu kadın, rutin olarak buraya her gün gelen kadın hiç kiraz ağacına çıkmamış hayatı boyunca. çünkü bu yazı tamamen onunla ilgili olsa da içinde hiç kırmızı geçmedi. kiraz ağacına çıkan birinin üstünde başında biraz kırmızı olur. çünkü kiraz yerken kırmızı kırmızı bulaşır bazen. çilek daha kırmızı bulaşır, en çok nar kırmızıdır. vişne çok ekşi bir meyve, ben pek sevmem. ama nardan bile kırmızıdır.

kırmızıdan hiç bahsetmedim ben bu öyküde. belki de o yüzden gün batarken kadının tüm vücudu kırmızıya kesti. hiç kırmızı demeden kırmızı bir öykü nasıl yazılır, ben yazdım işte.

artık kalkmam gerek. kadın gideli bir saat oldu neredeyse. benim de bacaklarım uyuştu biraz. uyuşukluk geçene kadar karıncalanır şimdi. gülme tutar beni o zamanlarda. uyuşukluk geçene kadar gülerim ben de.

kadının kırmızısına gülmem ama o çok güzel. keşke bir yerlerde kırmızı sözcüğünü kullansaydım. acaba giderken kadına hoşçakal desem mi? belki gideli bir saat olamamıştır.

yarın aynı saatte burda olacağım. belki kadın da gelir. belki şarkı söyler. belki denize bakar. belki benim bacaklarım uyuşmaz. belki kırmızı olur öykünün içinde yarın.
devamını gör...
arkadan vuran ışıkla aynadaki su izleri daha belirgin halde diye düşündü. doğru yerden bakıldığında her zaman izleri görebilirdin. geçmişin izlerini de... eline bir bez aldı. sildi. hafiften yaklaşıp tekrar baktı. ohhh dedi, tertemiz oldu. bir adım geriye çıkınca birkaç minik izin hala olduğunu gördü. bir türlü gitmiyordu. bazı izler hiç geçmiyordu işte.
gözleri diş fırçasına takıldı sonra. elektrikli bir diş fırçası. hemen yanındaki shot bardağının içinde iki ayrı diş fırçası ucu. biri mor lastikli, diğeri sarı. iki parça, tek bir makinede buluşan. iki lastik rengi, herkesin karakteri gibi.
her şey tamam da iki fırçayı birbirinden ayırınca biri hep eksik kalacaktı. sadece bir makine, bir kişiye. bu da garip, dedi. biri hatırayı alıp onu yaşatacak, biri ise yepyeni bir fırça alacak. insan diş fırçasına üzülür mü? bağ kurar mı? belki de onu atıp ikisi de yeni bir tane almalıydı. yepyeni hayatlar...
elbette... elbette kurar. bazen bir kelimeye yükler anlamı bazen de bir nesneye. hep öyle olmadı mı zaten? yani sonuçta yüzük dediğin şey de kimisi için esareti kimisi için de kavuşmayı temsil etmiyor muydu? asla bir daha bizim bütümüz olmayacak, diye düşündü. gözünün hemen altında bir iz belirdi bu sefer.
suçlayacak kimse, yanlış olan bir şey de yoktu. eksikti işte. sisyphos gibi olmaz, dedi. biri diğerinin aynısı binlerce gün boyunca yakılmaz bu can, dedi.
yıllardır durduğu eşikten bir adım attı. bu kez dışarı doğru.
devamını gör...
neden uyuyakalmaktan bu kadar korktuğunu ve korkmak için gerekçelerinin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlamıştı. uzun ve huzursuz ve sert bir koltukta geçen uykuya, karşısındaki dev kütüphane bile neşe katamamıştı.

aklında hep bir tedirginlik; düşmekte olan bir uçağın pilotunun hissettiği anlık kahramanlık duygusu ve ölüm korkusunun iç içe geçmiş hali gibi büyümekte idi.

inanıyordu hala, hep inanmıştı. her zaman ölüme ve aşka inanmak gibi bir huyu da vardı çocukluktan beri iç cebinde taşıdığı. sabah uyandığında ölüm daha gerçekti aşktan.

kimseyi tedirgin etmeye hakkı yoktu, buna da biliyordu. her şeyi yoluna koymak için bu kadar zorlamasa belki daha iyi olurdu zihnini.

sabah ruta ile karşılaşmak biraz ürkütücü olmuştu halbuki beklediği çekirdekli bir espirinin kötü olduğu kadar komik tınısı idi.

yine de uyanır uyanmaz bir büyük bardak su ve bir acı kahve ile hayatının iyi kötü dengesini sağlayınca aşk ölümden daha somut hale geldi

bir daha uyuyakalmamak için söz verdi kendine. uyku ölümün kardeşi ise bu kadar ölüm çok geliyordu bünyesine.

içinde hala cesetler ve daha ölmemişler ile aşka inanmaya devam etme kararını almasıyla birlikte yağmur bulutları bir bir dağıldı, geride puslu bir karanlık bırakarak.

içindeki kahkaha inancına güç verdi bir süre sonra ve araf’ı birlikte geçtiği arkadaşını unutup beklemeye başladı. yeni mihmandarı ile aydınlık bir güne başlamak için.
devamını gör...
gecenin en yoğun hissedildiği dakikalarda bir ses gelmişti. balkona çıkıp baktığında gözlerine inanamadı. arabasının üstünde bir fil vardı. kısa süre olduğu yerde donup kalan adam kendine geldiğinde insanların kaçıştığını ve polislerin geldiğini fark etti. hemen aşağıya indi. arabası kullanılamaz hale gelmişti. birden "dikkat et" diye bir ses geldi. arkasını döndüğünde filin üstüne geldiğini gördü. tam fil üstüne basacakken birden uyandı. aslında her şey rüyaydı.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"kimliksiz hikayeler" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli portakal radyo renk modu sözlük kütüphanesi online yazarlar kulüpler yazarak kitap kazan puan tablosu sıkça sorulan sorular yönetim kadrosu istatistikler iletişim