beto yazar profili

beto kapak fotoğrafı
beto profil fotoğrafı
rozet
karma: 1985 tanım: 64 başlık: 26 takipçi: 2

son tanımları


home (film)

film şenlikli bir ailenin terk edilmiş otoban üzerinde gece vakti büyük keyifle eğlenerek kriket oynadıkları sahne ile açılıyor. sonraki sahnede aynı ailenin bütün üyelerinin birlikte banyo yapıp çıplaklıklarından rahatsız olmadan son derece normal bir şey yapıyorlarmış edasıyla şakalaştıklarını izliyoruz. banyo sonrası çöpü yolun karşı kıyısına atan babayı otoyolun orta yerinde duran koltuğuna kurulup gururla baktığı yuvasına karşı keyif sigarası içerken görürüz. ertesi gün baba yolun karşı kıyısındaki işine gider, çocuklardan ikisi hazırlanıp hiç göremediğimiz ve ne kadar uzakta olduğunu bilemediğimiz karşı kıyıdaki okula gider, evin büyük kızı bikinisini giyip son ses dinlediği gürültülü müzik ve ağzından hiç düşürmediği sigarası eşliğinde güneşlenmek üzere bahçedeki şezlonga uzanır, anne de ev işleri için yuvasına döner beyazları yıkamak üzere çamaşırları toplar. çocuklar ve baba eve dönüp evdeki rutinlerini hallettikten sonra akşam bahçede üç kişilik koltuğa beş kişi sığışarak televizyon izlerler.

buraya kadar olan beş dakikalık kısmından son derece ilginç bir aileyle karşı karşıya olduğumuz anlaşılmıştır. baba, anne, iki ergen genç kız ve bir küçük erkek çocuktan oluşan bu aile uzun yıllar önce terk edilmiş otoyolun kenarına inşa ettikleri evlerinde on yıldır oturmaktadır. sebze bahçesi, yeşil alanı bulunan evin yan tarafına bir de havuz yapmaktadırlar. kentin kaosundan uzakta ıssız ve dingin doğanın içinde izole bir yaşamı tercih eden aile gayet mutlu, güvenli ve huzurludur. hiçbir şeyi umursamayan ve normalde kentte olmayı arzulaması gereken bikinili büyük kız judith bile hayatından gayet memnundur.

aile, atıl vaziyetteki otoyolu ön bahçeleri, oyun alanları ve öteki tarafa-karşı kıyıya geçiş yeri olarak kullanmaktadır. kentle yuvaları arasından terk edilmiş bir otoyol geçmektedir ve bu otoyol huzurlarıyla modern dünya arasında sınır görevi görmektedir.

bir akşam yine beşi bir koltukta televizyon izlerken evin en küçüğü olan julien, bisikletle gezerken otoyolda bir iş makinesi gördüğünü söylediğinde ortama bomba düşmüş gibi olur. ablaları çocuğu yalan söylemekle itham edip kafasına vururlarken anne büyük bir moral bozukluğuyla kalkıp ortamı terk eder. korkulan olmuş yıllardır söylentisi olan otoyolun açılması gerçekleşmek üzeredir.

ertesi gün iş makineleri gelir, ailenin eşyaları (judith hiç istifini bozmadan güneşlenirken) yol işçileri tarafından bahçeye taşınır, bariyerler takılır, yol asfaltlanır ve beyaz çizgiler çekilir. yoldan çekilen ilk eşya babanın koltuğudur ve bu düzenin bozulacağının, güvenin sona ereceğinin işareti gibidir. ev içi gerilim artıp tartışmalar yaşanmaya, eşyalar tekmelenmeye başlanmasına rağmen yuvanın koruyucu meleği anne hâlâ yolun açılacağına inanmamaktadır, daha önce de asfalt dökmüş fakat açmamışlardır. aslında kaçınılmaz sonun farkındadır ama kendini kandırmaya çalışmaktadır. yine taşınmak, yeniden başlamak, tekrar çalışma hayatına dönmek onun için korkunç gözükmektedir. radyo, bekledikleri e57 yolunun yıllar sonra açılacağı haberini günün en önemli haberi olarak geçtiğinde umutlar da tükenir. fakat yuvalarını terk etmeye hiç mi hiç niyetleri yoktur. ilk önce kediyi yola ulaşamayacağı uzunlukta bir iple eve bağlarlar sonra da çeşitli yöntemlerle kendilerini.

otoban trafiğe açılır, araç sayısı her geçen gün artar. böylece ailenin huzuru kaçar, mahremiyeti sona erer. her gün güneşlenen judith yoldan geçen tırların selektörlü-kornalı tacizine uğrar, anne iç çamaşırları aynı nedenle dışarıdaki ipe seremez hale gelir. çocukların okula, babanın işe gidebilmek için üç bariyer geçmeleri gerekmektedir ve gecenin ileri saatleri dışında karşıya geçmek imkansız hale gelmiştir. ilerideki dar bir kanalizasyon tünelinden geçebiliyorlardır ancak buna da babanın klostrofobisi engel olacaktır.
artık ön bahçelerinden günde binlerce araç geçmektedir. uzağı yakın eden ve kimileri için büyük nimet olan yol, uygarlıkla bağını kopardığı ailenin hayatını cehenneme çevirmiştir. medeniyet ve ilerleme aileye gürültü, toz-toprak, hava kirliliği, kötü koku ve tehlike olarak yansımıştır.

***spoiler***

otobanın trafiğe açılışını önce oyun eğlence malzemesi kılarak geçiştirmek isterler, gürültüyü duymamak için sesin en az duyulduğu odada hep birlikte yatmaya başlarlar. fakat işin şakaya gelir yanının olmadığını görünce her biri farklı mizaçlarda olan aile üyelerinin tepkisi farklı türde olacaktır.
evin büyük kızı judith özgürlüğüne en düşkün ve yaşananlar karşısında en pervasızdır. bu karakterine uygun olarak evin duvarına bağlı bir mahkum hayatı yaşayan kediyi serbest bırakıp özgürlüğüne kavuşturur. ilk etapta hiç umursamadan güneşlenmesine devam ederken bir yerden sonra toplumsal baskının özgürlüğüne ket vurmaya başladığını gördüğünde yuvadan uçan ilk kuş da o olacak ve bir gün muhtemelen geçen arabalardan birine atlayıp ortadan kaybolup gidecektir. geri döndüğünde karşılaştığı tüm boşlukları tuğla ile örülmüş dört duvarla karşılaşınca ailesinin içeride olup olmadığını umursamaksızın gerisin geri dönüp kendi özgürlüğüne kulaç atacaktır.
annenin korumacılığı ise önce ret ve inkar şeklinde kendini gösterecek, yeni şartları kabullendiğinde ise her ne olursa olsun yuvasını terk etmemek üzere koşullanacaktır. ailenin geri kalanının adaptasyonu için çabalayacak, bir aşamaya kadar yeni görüntünün korkunçluğunu örtmeye çalışacaktır.
bedeniyle judith kadar barışık olmayan takıntılı ortanca kız ise matematiksel hesaplarla geçen araç sayısının yaydığı karbondioksitin soludukları havayı kirletme oranını hesaplayacak, bu kirli havanın onları bir müddet sonra hasta edip öldüreceği sonucuna varacak, giderek paranoyaklaşacak, bu paranoyasına küçük kardeşini de ortak edecek, evin dışına şinorkel ve maskelerle filan çıkabileceklerdir.
elden gittiğini fark ettiği yuvadan çok ailesini önemseyen baba ise durumu kabullenip yeni bir başlangıç hesapları yaparken annenin muhafazakar tutumuna teslim olmak zorunda kalacaktır.

modern yaşam kendine özgü yaşam tarzı kurmuş bir ailenin huzur ve sukûnetine tecavüz etmiş, beraberinde getirdiği gürültü, kirlilik ve koku ile aile içinde çatışmaların, tartışmaların, saldırganlıkların yaşanmasına ve görmezden gelinen sorunların gün yüzüne çıkmasına neden olmuştur. otoyol masum bir ulaşım yolu olarak değil yıkıcı-dönüştürücü bir güç olarak gelmiştir. kötülük dış dünyadan gelmiş aile içe kapanmıştır. yuva, aile üyelerinin birer mahkum haline geldiği her karesinin izole edildiği, her gözeneğinin tıkandığı yüksek korunaklı bir hapishaneye dönüşmüştür. ailedeki tüm karakterlerin birer birer delirmeye başlamalarıyla özellikle de annenin yuvasını terk etmeme konusunda "şiddetli" ısrarı hapishanenin bir mezara dönüşmesi riskini ortaya çıkacaktır.

bilhassa son yarım saati oldukça çarpıcı olan filmde yuvanın yuva olmaktan çıkıp mezbelelik bir çöp eve, içinde yaşayanların da birer vahşi yaratığa dönüşmesi karşısında baba her şeyden vazgeçmişken uzunca uykusundan uyanıp aydınlanma yaşayan anne, yuvayı kurtaramadıysa da aileyi kurtarmayı tercih edecek, tüm kapı ve pencereleri tuğlalarla örüldüğü için içeridekilerin ölmek üzere olduğu bir aşamada kapının tuğlalarını kıracak ve yeni bir başlangıç için derin bir soluk alacaktır.

isviçreli belgesel yönetmeni ursula meier ilk uzun metrajlı filminde aile ve modernite kavramlarını ilgi çekici bir hikâye üzerinden ele almış ve ortaya çarpıcı bir film çıkarmayı başarmış. fakat filmi bitirip şöyle bir düşündüğünüzde yönetmenin aile güzellemesi mi yaptığı yoksa modernizm eleştirisi mi yaptığı konusunda emin olamıyorsunuz. ama modern ilerleme ve gelişmenin olumlu ve olumsuz yönlerinin altını çizmekle birlikte yönetmenin daha çok ailenin nevrotik hasarlara yol açan yönlerine eğildiğini söylemek mümkün.

captain fantastic filminde de buna benzer anarşist bir aile işlenmişti. captain fantastic'teki anne-babanın çocuklarını her türlü etkiden uzak, vahşi doğanın içinde yetiştirmeleri kararının çocukların modern kentle ilk karşılaştıklarında hata vermesi gibi toplumsal normların dışında bir yaşam tarzı benimseyen ve özgürce yaşayan bu filmdeki aile de modern olan karşısında tutunamıyor ve uyum sağlamak zorunda kalıyor.

altında anne ve babanın aldığı kararların ve attığı imzaların olduğu ailelerin içine doğuyoruz ve o ailenin normali neyse onu içselleştirip yaşamaya başlıyoruz. kötü olabileceklerini düşünmediğimiz ebeveynleri örnek alıp onları taklit ediyoruz. iyisiyle kötüsüyle ailede yaşadıklarımız tüm yaşamımıza sirayet ediyor ve ailenin çevrelediği duvarlar arasında aldığımız etkiyi ölünceye dek atamıyoruz. filmdeki ailede de dış etkilerle başlasa da ebeveynlerin aldığı kararların çocukları da kapsayan kolektif bir "çıldırının anaforu"na sürüklediğini görüyoruz...
devamını gör...

liv ullmann

tokyo'da küçük bir hastanede dünyaya geldiğinde hemşirenin annenin kulağına eğilip fısıltıyla "korkarım ki kız. kocanıza kendiniz mi söylemek istersiniz?" demesinden kız olmasının hoşnutsuzlukla karşılandığını anladığımız bebek, yıllar içinde sinema sanatının saygın oyuncularından biri olacak liv ullmann'dan başkası değildir.

iki çocuklu norveçli bir ailenin küçük kızı olan liv, kötü rüyalar gördüğünde pencereye gidip ay'dan sevdiği hiç kimsenin kendisini bırakıp gitmemesini dilermiş dilemesine ama bu dilekleri altı yaşına geldiğinde babasının onu bırakıp ebediyete gitmesine mani olamamış. birlikte altı yıl geçirdiği fakat kızına geride tek bir gerçek anı bırakmayan babanın derin boşluğu, liv ullmann'ın daha sonraları yaşayacağı olayların içine yığıldığı bir oyuk olacaktır. bir gün tüm bebeklerini toplayacak, babası yalnız yatmasın diye onun mezarına gömecektir. o gün bebekleriyle birlikte çocukluğunu da gömmüştü belki de...

küçük, zayıf ve vahşi bir çocuk olan liv, sıra dışı her çocuk gibi saatlerce oturmanın, sıkılmanın, akran şiddetine maruz kalmanın müsebbibi okuldan bir çırpıda nefret eder. her fırsatta kaçar çocukluğun hapishanesinden. nefreti öyle büyüktür ki, yemek dersinde sert öğretmenin hışmından ve okul denen azaptan kurtulmak için ayağına kaynar su dökmekten çekinmeyecektir. hastane de hemşireler tarafından diğer hastalara okul kaçağı olarak takdim edildiğinde bu kez oradan da kaçacak, bahçede gördüğü bir doktora sarılıp ondan babası olmasını isteyecek, böylece psikolojisinin bozuk olduğu havası yaratmayı başaracak ve o saatten sonra ciddi bir hasta muamelesi görecektir. okulda her hafta kendi yazdığı, yönettiği ve ana rolünü oynadığı tiyatro oyunları sergilese de 17 yaşına geldiğinde, bütün gün can sıkıntısıyla oturmak zorunda kaldığı okulla bağını koparacaktır.

liv ullmann'ın çocukluğuna dair bu anılarını 1988 yılında yazdığı, türkçe'ye "değişim" şeklinde çevrilen przemiany adlı kitabından öğreniyoruz. çocukluk ve gençliğinden kesitlerin sanat dünyasında yaşadıkları ve hissettikleriyle iç içe geçtiği bir anlatım üslubuyla yazılan kitap, ilk elde daha çok ullmann'ın ingmar bergman ile olan ilişkisi bağlamında merak ediliyorsa da okurunu birçok açıdan etkilemeyi başarıyor. henüz elli yaşındayken yazdığı kitabında; hayatı filmlerde rol yapmak, sektörün gerektirdiği ilişkilerde çeşitli maskelerle yaşamak zorunda kalan bir kadının ruh dünyasına konuk oluyor, görünenin ötesine, maskelerin ardındaki iç alemine tanıklık ediyoruz. kitabın içeriği, sanat yaşamında yüzlerce kez verdiği" ingmar ile çalışmanın ne kadar fantastik olduğu" temalı röportajlardaki gibi bir yüzeysellik ve maske barındırmıyor.

ingmar bergman'la yaşadığı beş yıllık ilişkinin meyvesi olarak doğan ve yeterince ilgilenemediği için hayatı boyunca acı çektiği kızı linn'e ithaf ettiği kitabında bergman'ı anlatının tamamına içkin olarak görmek mümkün. ullmann'ın bergman'la olan büyük ve sancılı aşkı, kitaptan pek çok anekdotun kullanıldığı 2012 yapımı liv & bergman adlı çarpıcı belgeselde de izlenebilir.

liv 17 yaşında londra'ya tiyatro öğrenimi için gider on sekizinde oslo'ya döner. her şeyi öğrendiğini, oyunculuğu çözdüğünü düşünmektedir. lakin oslo'daki tiyatro okulu sınavında ilk ona giremez, sınavı kazanamaz. isminin yer almadığı on kişilik listedeki tüm isimleri ezberleyinceye kadar bakakalır. ama eve dönmez, günübirlik işler bulur, çalışır. ta ki küçük bir taşra tiyatrosunda onun yaşında birine gereksinim doğana kadar bir şekilde oyalanır. ilk rolü anne frank, yıllık kazancı 600 dolar olacaktır. saatlerce hiç usanmadan yapılan provalar, perde açılmadan salondan yükselen uğultu, izleyiciler, ışık, heyecan, gerilim... dünyada en çok olmak istediği yer sahnedir ve artık oradadır. değerin, başkalarının beklentilerine uygun yaşayıp yaşamaman ve kadın olarak seni beğenenlerin sayısıyla ölçüldüğü piyasada kısa sürede tanınır, ardından sinema serüveni başlar ama tiyatroyla bağı her daim devam edecektir.

liv ullmann henüz televizyonun olmadığı bir çocukluk geçirmiş, dini hassasiyetleri kuvvetli muhafazakar bir çevrede büyümüştür. o nedenle onun sahne sanatlarına gönül vermesi, meslek olarak oyunculuğu seçmesi ve giderek beyazperdede görülecek olması ailede skandal olarak karşılanır. seçtiği meslek küçümsenir, ullmann adına yakıştırılmaz. bazı akrabalara göre babası onun bu hallerini görmeden ölmekle iyi yapmıştır. başka bir amca ise ilk filminin gösterimini durdurabilmek için oslo sinemaları müdürüne gidecektir. liv ullmann onlara göre sahnenin tuzağına düşmüştür ve artık kendilerinden biri değildir. o ise hiçbirine kulak asmadığı gibi tüm bunları yıllar sonra "benim zamanımda 'kadın özgürlüğü' henüz trondjhem'e ulaşamamıştı." diyerek tolore etmeyi tercih edecektir.

kısa süre sonra ünü ve iş hacmi artacak bir yandan norveç tiyatrosunda ibsen'in damga'sını oynarken isveç'te bir amerikan filmine başlayacak arada üç kez los angeles'a yolculuk yapacaktır. ayrıca masada okunacak senaryolar, daktiloda yazılacak kitap beklemektedir. yalnızca bir saatlik huzur için yalvaracak, hiçbir şey yapmamanın özlemini çekecektir. bu süreçte en çok vicdanını rahatsız eden küçük kızı linn ile ilgilenememek olacak, kendini yetersiz ve kötü bir anne olarak görecektir. belki de liv'in kızı linn ile olan bu ilişkisi bergman'ın güz sonatı filminin kanavasını oluşturacaktı. güz sonatı'nda liv ullmann kendisi ve kız kardeşiyle ilgilenmeyip bencil bir yaşam yaşayan piyanist annesiyle hesaplaşırken aslında belki de kendi anneliğini yargılıyor, kesip biçiyordu. o filmde ingmar bir de kendi babalık performansını masaya yatırsaymış belki daha çarpıcı bir film çıkabilirmiş. zira liv'in dediğine göre ingmar, fiziksel olarak kızının yakınında fakat ilgi alaka olarak çok uzağında bir babalık profili sergiler.
(linn büyüyünce gazeteciliği seçer. aynı zamanda altı romanı olan bir edebiyatçıdır. babası ile anılarından yola çıkarak, anı ile kurmacayı harmanlayarak yazdığı otobiyografi niteliğindeki huzursuzlar adlı kitabı yapı kredi yayınları tarafından türkçeleştirilmiş, okumak lazım.)

liv ullmann'ın 1988'de yazdığı kitap; sanatçının tüm o ışıltılı yaşam içinde yalnızlığını, güvensizliğini, korkularını, aşklarını, yaşadığı değişime etki eden önemli olayları duygu dünyasını ortaya sererek ilginç bir kurgu ile aktardığı değerli çalışma olmuş. söz uzadı o yüzden hayatına en büyük etkiyi yapan ingmar bergman ile ilgili olarak anlattığı anekdotları ilgilisi liv & ingmar adlı belgeselde bulabilecektir.
devamını gör...

sinemam ve ben

perde gerisindeki maskesiz türkan şoray'la tanışamadığımız, daha çok yeşilçam efsanesi türkan şoray'ı yüzeyinden okuyabildiğimiz 480 sayfalık bir çeşit otobiyografik kitabı.
türk sinemasının sembollerinden bir sanatçının geride bıraktığı kitabın, yapmacık bir üslupla verdiği ve filmlerinin içeriklerinden, katıldığı festivallerden, aldığı ödüllerden, çalıştığı insanların her birinin ne kadar mükemmel şahsiyetler olduğundan bahsettiği söyleşilerden daha derinlikli olmasını bekliyor insan.
koca kitapta sinema oyuncusu türkan şoray'ı görüyoruz fakat çocuk doğurduğu ve uzun süre setlerden uzak kaldığı süreç hariç iç dünyasına dair bir şeyler okuyamıyor, sahne dışındaki şoray'la müşerref olamıyoruz. on yıllarca "seyircim ne der" kaygısıyla farklı bir şey yapmaktan korkan ve kendisinin de şikayetlendiği gibi her filmde aynı karakteri ezbere canlandıran birinin, ileri yaşlarında kendi yalnızlığına çekildiği döneminde aynı minval üzere devam ederek derinlikli sorgulamalardan, hesaplaşmalardan, iç alemini açığa vurmaktan kaçınmasını normal karşılamak lazım sanırım.
devamını gör...

liv & ingmar

liv ullmann'ın ingmar bergman'la olan büyük ve sancılı aşkını konu alan 2012 yapımı çarpıcı belgesel.
meyvesi ullmann'ın tek çocuğu olan linn ve çok güçlü filmler olan derin bir aşkın belgeseli. ullmann'ın bergman ile yaşadığı aşka ve iş ilişkisine dair pek çok bilgi ve duyguyla karşılaşabileceğiniz belgesel, bergman filmlerinden kesitlerle güçlendirilmiş.
kendi anlatımından dinlediğimiz belgeselde ullmann'ın, her ne kadar hem psikolojik hem de fiziksel şiddetine maruz kalmış olsa da bergman'a olan büyük aşkını görebilmek mümkün. mektuplarından çıkardıklarımıza ve filmlerinin içeriğine sinen boyutuyla değerlendirildiğinde belli ki bergman da onu çok sevmiş.

böylesi iki üst düzey sanatçının birbirine duyduğu aşkın normal ve sıradan olması beklenemezdi zaten. biri kusurlu, kıskanç ve bencil tarzıyla severken diğeri de huysuz, talepkâr ve usandırıcı tarzıyla sevmişti.

bergman, liv'e "sen benim stradivarius'umsun." diyerek liv'in sanatsal üretimine katkılarını ve verdiği ilham boyutunu dile getirirken liv için de bergman yaşadığı büyük değişim dönüşümün baş mimarıydı.

birlikte sadece beş yıl yaşayabildiler, birbirlerine ancak bu kadar süre tahammül edebildiler. ancak sanatsal birliktelikleri ve üretimleri bergman'ın son filmi saraband'a kadar yaklaşık elli yıl boyunca devam etti.

bergman ona karşı bazen çok zalim olabiliyordu. liv'e olan öfkesinin zirveye çıktığı zamanlar film çekimlerinde sanatı öfkesine alet edebiliyordu. mesela yangın sahnesinde neredeyse ateşin içine sokacak kadar ilerlemesini isteyebiliyor, eksi 30 derece soğukta üstünde sadece ince bir ceketle teknenin içinde saatlerce kalmasına neden oluyor, mola anlarında bile kıyıya çıkmasına izin vermiyordu. liv'e olan kızgınlığının bedelini teknedeki diğer kişi olan max von sydow da ödüyordu. liv'in bergman'a olan nefreti de bu şartlarda katmerleniyor, içinden sürekli "onu terk edeceğim." cümlesini terennüm ediyordu.

güçlü karakterlerin aşkları da hem güçlü hem sorunlu oluyor. içinde hem onulmaz bir nefreti hem de bitimsiz bir şefkati barındırıyor. o yüzden liv ullmann bu hastalıklı aşkın her ikisini de tüketeceğini görerek çok kanırtıcı bir yalnızlık sürecini göze alarak erken bir zamanda ilişkinin birliktelik kısmını bitirmiş ve adadan ayrılmayı başarmış. belki liv bunu başarabildiği için yıllar içinde pek çok filmde birlikte çalışabildiler, sıkı bir dostluğu devam ettirebildiler. liv vaktinde noktayı koyup ingmar'ın tüm geri dön yakarmalarına olumsuz yanıt veremeseydi; belgeselde sesi titreyerek, boğazı düğümlenerek güçlükle okuduğu bergman'dan kalan son notta "seninle tanışmanın hayatta bana verdiklerini çok az insan tecrübe eder. sana aşırı derecede düşkünüm." yazmayabilirdi.
onlar, ilk tanıştıklarında bergman'ın liv'e söylediği gibi birbirlerine acı ile bağlıydılar gerçekten fakat içinde büyük bir sevgiyi, bağlılığı, şefkati barındıran bir acıydı bu.
devamını gör...

psikolojizm

psikolojinin indirgemeci bir tutumla etki gücünün abartılması, fetişleştirilmesi, her durumu açıklamaya yetecek kadar sığlaştırılıp içinin boşaltılmasıdır.
devamını gör...

duvardaki testi

doğu'da kilise, cami gibi yapıların duvarlarına testi gömmek eski bir âdet, bir mimari gelenektir. bu yolla akustik sağlanır. duvarlar sesi saklar, güçlendirir.
murathan mungan'ın stüdyo kayıtları kitabının duvardaki testi başlıklı yazısı bu geleneği konu alır.

mungan'ın , alacanım adlı şiirinin girişinde de duvardaki testi içkindir:

ah, nerde benim altından avaze sesim!
yankısı bir duvara gömülmüş testide kaldı
avaze sesim!

şimdi başkalarının kalplerinde yankılanan
bir zamanlar içinden geçtiğim aşklardı
feryattan kimseler ölmez, denirken
duvarlardan geçtim
artık kimseyi sevemez aşktan ölmüş yürek, derlerdi
şimdi kulağını dayadığın duvarda inleyen testi
bir zamanlar feryatlarda unuttuğum avaze sesim!
devamını gör...

rauf

havada uçuşan kurşunların koyu karanlık geceyi aydınlattığı bir çatışmanın dinmesini, ahırdan bozma evlerinde çocuğunu kucağına bastırarak korkuyla bekleyen bir anne...
ertesi sabah, çatışmada hayatını yitiren ölülerini defnetmek üzere metanet ve teslimiyetle bekleşen köylüler...
hemen ardından kar kapatmış yollarda zorlukla yürüyerek okula giden ve hep bir ağızdan andımızı okuyarak sınıflara giren çocuklar ve vatan ve millet bilinci kuşanabilmeleri için tarih anlatmak üzere sınıfta kendilerini bekleyen kör bir kore gazisi...

bu görüntülerle açılan 2016 yapımı film, oldukça netameli ve üzerine söz söylerken dikkat edilmesi gereken hassas bir meseleyi hiçbir özne belirtmeden, detaya girmeden 7-8 yaşlarındaki bir çocuğun dünyasından ele alıyor.

küçük kahramanımız rauf'la, kore gazisinin sınıftaki coşkulu anlatımı sırasında tanışıyoruz. derme çatma sıralardan ve yıpranmış bir karatahtadan oluşan sınıfta, aynı sırayı paylaştığı iki arkadaşı kavgaya tutuşunca onları aralamak isteyen öğrenci, rauf'un ta kendisidir. fakat arkadaşlarını ayırma çabasına rağmen, öğretmen tarafından sorgusuz sualsiz, milli duygularını yükseltmek için yaptığı etkinliği sabote etmekle suçlanarak sınıftan atılan ve evine gönderilen de rauf olur. o gün rauf'un okul hayatının son günü olacaktır. pedagojinin temel inceliklerinden ve çocuk psikolojisinden bîhaber öğretmen tarafından eğitimden koparılan rauf'u, boy boy tabutlar üreten bir marangozhanede ustasının getir götürünü yapacağı bir çıraklık beklemektedir.

acı, tatlı, masum çocukluğundan kesitler izlediğimiz; büyük, derin ve kederli aşkını yaşayışına ve erkenden büyüyüp çocuk yaşta yaşlanmasına tanıklık ettiğimiz rauf, belki de erken bir zamanda okuldan kurtulmakla şanslıydı. değil mi ki zorunlu kitlesel eğitim zihinlerde kitlenmelere yol açıyor, ilk öğrenmelerin kurduğu barajla sonradan bir şey öğrenemez hale getiriyor. değil mi ki sistem, beton bağlamış yargılar yüklediği çocukları bir zamanlar öğrendiklerinin kapanında kısılı bırakıyor.
dolayısıyla rauf'un iç dünyasını zenginleştirmek, kabullerini genişletmek için bunları baskılayacak ve onu sürünün bir parçası haline getirecek olan sistemin dışına çıkması, yüzeyde gezinmekten sıyrılıp derinleşebilmesi için bir fırsat olacaktı. ancak bu ne kadar mümkündü ve okulun alternatifi ne kadar bunları sağlayabilecek nitelikteydi. yanına çırak olduğu ustanın madde madde sıraladığı yapmaması gerekenler listesinin başında çocukluk ve şımarıklık geliyordu. henüz ana kuzusu olan rauf'un hızla büyüyüp olgunlaşması çocukluğunu yaşamadan, şımarmadan, oynamadan büyümesi gerekiyordu. keza büyüyecekti rauf, hatta küçücük yüreğiyle kocaman adam gibi sevecek, aşkını değme yetişkinden daha güçlü yaşayacaktı.

içine doğduğu coğrafyanın yakıcı sorunlarının, farkında olmasa da tüm yaşamına giydirildiği rauf, farklı renklerin yaşam şansı bulamadığı köyünde aşkını sembolize eden pembenin peşine düşecektir. ustasının, kendinden epeyce büyük kızı zana'ya aşık olacak, kızın pembe rengi sevdiğini öğrenince onu mutlu etmek için pembe çiçekli yazma almanın derdine düşecektir. ama önce, sorduğu hiç kimsenin nasıl bir renk olduğunu izah edemediği pembeyi öğrenmesi gerekecektir. aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu da kendi arkadaşlarına sorup öğrenecek olan rauf, nefesini tutup ölmediğini gördüğünde aşık olduğunu idrak edecek ve sevgisini yüreğinde kendi başına besleyip büyütecek, aşkını layıkıyla yaşayacaktır...

memlekette olumsuz olan her şey nasıl ki güncelliğini koruyorsa o bölge köylülerinin de yazgısında kırk senedir bir değişiklik olmadı. yılın büyük bir bölümünde kar altında kalan köyün gençlerinin bir kısmı yaşı geldiğinde askere giderken terör örgütünün etkisinde kalan diğer kısmı da 18-20 yaşına geldiğinde dağa çıkıp örgüte katılıyor. anaların ve ninelerin gece gündüz uzaklara bakarak yolunu gözlediği bu gençlerle hasret giderebilmeleri ancak dağdan getirilen cesetlerine sarılarak olabiliyor. filmin yönetmenleri soner caner ve barış kaya her şeyin siyah veya beyazdan ibaret kılınarak gri alanların yok sayıldığı; devletle örgüt arasında preslenmişliği ve iki arada bir derede kalmışlığı iliklerine kadar yaşayan bir coğrafyanın sorunlarını naif bir dille, mayınlı bölgelere girmemeye çalışarak aktarmayı tercih ediyor.
devamını gör...

paradise (film)

üzerine söz söylenebilecek sağlam bir konuyu vasat altı bir senaryo ve kötü bir kurgu ile ıskalayan 2023 model, alman yapımı netflix filmi.

film, tarihsel süreç içinde önce doğaya diz çöktüren, sonraki aşamada da hesaplaştığı tanrıyı devre dışı bırakan insanın, bilim ve teknolojiyi kullanarak yaşlanma ve ölümün üstesinden gelme çalışmalarına ilgi çekici bir çerçeveden yaklaşıyor.

aeon adlı şirket, dna'ları uyuşanlar arasında kişiden kişiye zaman aktarımını geliştirmiş, zenginler parayı bastırıp yaş satın alarak ömürlerine ömür katarken sosyal atık olarak görülen göçmenler, yersiz yurtsuzlar bu şirketin zaman havuzu haline getirilmiştir. sefalet içinde çöplük gibi mekanlarda yaşayan kaçak göçmenler ömründen 15-20 hatta 40 yılını satarak gençliklerinden olup bir iki gün içinde hızla yaşlanırken; yaşlarını sattıkları zengin yaşlılar da satın aldıkları yeni ve genç yaşamın tadını çıkarmaktadır.

şirketin yeni teknolojiyi sunumu oldukça cezbedici ve albenilidir: "wolfgang amadeus mozart 35 yaşında öldü. zamansız ölümü bizi hangi başyapıtlardan mahrum etti. mozart’ın 80 yaşına kadar yaşadığını, 120, 150 yıl yaşadığını düşünün. friedrich schiller'i düşünün. frida kahlo, nelson mandela, marie curie, başka neler başarırlardı. insanın topluma katkı süresini yaşın değil kişinin kendisinin belirlediği bir dünya. şimdiki ve gelecekteki tüm nobel ödülü sahiplerinin bugün itibariyle alıcı veri tabanımıza dahil edildiğini büyük bir mutlulukla ilan ediyorum..."

lakin insanlığın faydasınaymış gibi sunulan bu yeni teknolojinin ardındaki sistemin ne kadar karanlık ve vahşi bir yapılanma olduğu kısa sürede ortaya çıkacak ve olaylar, şirketin yılın en çok bağış toplayan çalışanının başına gelenler üzerinden gelişecektir.

hep daha fazlasını, daha iyisini, daha lezzetlisini arzulayan insanoğlunun sonsuz bir iştihayla geliştirdiği kontrolden çıkmış teknoloji, bu tarz distopik filmlerde yapılan gelecek öngörülerini kuru bir kehanet olmaktan çıkarıyor doğrusu. çünkü nereye gittiğini bilemediğimiz ve ayak uydurmakta zorlandığımız, aşırı yüksek tempoda bir değişim-dönüşüm yaşıyoruz.

piramidin en tepesinde yer alan, emir verip itaate zorlayan kesimlerin tetiklediği değişim dönüşüm eşitsizliği, sınıfsal uçurumu artırırken ahlaki yozlaşmayı, etik körlüğü, duyarsızlaşmayı beraberinde getirmiş bulunuyor. zulme alıştırılan geniş yığınlar direnişi, mücadeleyi düşünmediği gibi artık sisteme itaatkarca uyan bu alt sınıflar da büyümeden, gelişmeden, teknolojinin nimetlerinden yararlanmak, hazzın ve mutluluğun peşinden koşmak istiyor. haliyle doyumsuzluğu öğretleyen, sürekli yeni ihtiyaçlar üreten bu kaotik sistem kutsanıyor, hayatı anlamlı ve zevkli kılan değerler kolayca hasıraltı edilip yaşamaya ve takdir edilmeye değer yaşam modelleri kolayca geri plana itilebiliyor. bu vesileyle mutluluk ve anlamsızlığı aynı toprağın çocukları olarak birbirlerinden ayrılamaz olarak niteleyen albert camus'yu anmış olayım.

insanlığın büyümeye, gelişmeye olan takıntısı, onu önüne çıkan her türlü engeli yok etmeye ayarlı bir vahşiye dönüştürüyor. sosyal adaleti tesis etme, ekolojik dengeyi koruma, aile bağlarını gözetme gibi her türden değer bu vahşi tarafından bir çırpıda gözden çıkarılıyor. zira her şeyi tüketim ve haz formuna indirgeyen insan tanrılaşmak, her şeye hükmetmek, mutlak cenneti yeryüzünde yaşamak istiyor. kanaat etmek yerine daha fazlasını arzulayan insan bunu yaparken, halledilmesi gereken teknik bir sorun olarak gördüğü ölüme savaş açıyor, zombi yaşamı evetliyor. dolayısıyla mekanikleşiyor, kendi kendisine yabancılaşıyor. anlamdan vazgeçen insan merhametten, güzellikten ve ahlaktan kopardığı dünyayı belirsizlik ve karmaşanın egemen olduğu puslu, gri, mekanik bir yere dönüştürüyor.

genetik mühendisliği, onarıcı ilaçlar, nanoteknoloji, yapay zeka, biyoteknolojiler ve bilgisayar algoritmaları yardımıyla hayatımıza hükmeden dataizm üzerinden hem beyinlerimiz ve zihinlerimiz hem de bedenlerimiz şekillendiriliyor. giderek belki de sürümü yükseltilmiş süperinsanlar üretilecek ve insanlık anlamdan yoksun, hiçlikten üreyen dipsiz bir uçuruma yuvarlanacak.

yuval noah harari'nin yazdıklarına kulak verirsek bunun hiç de ütopik bir heves olarak kalmadığını görürüz. ona göre kimi biliminsanları ve düşünürler, modern bilimin öncü gelişmelerinin ölümü yeneceğine ve insanlara sonsuz gençlik bahşedeceğine inanıyorlar. google'un mühendislik yönetimine atanan ve google'da "ölümü çözmeyi" hedefleyen calico adlı bir şirket kuran mucit ray kurzweil ve yine google ventures yatırım fonlarını yönetmek üzere atanan ve insanın 500 yıl yaşamasının mümkün olduğunu iddia eden ölümsüzlük savunucusu bill maris bunlardan sadece ikisi. yine silikon vadisinin diğer girişimlerinden paypal'ın kurucularından olan ve ölümle savaşmayı ve ölümü yenmeyi planladığını iddia eden `peter thiel`'i de bunlara eklemek mümkün. milyar dolarlara hükmeden bu kişilere göre 2050 yılına kadar, her on yılda bir ölen dokuları yenileyip el, göz ve beyinleri biraz daha iyileştirecek ve insanı yeni baştan yaratacak tedaviler geliştirecek klinikler inşa edilecek. böylece şişkin cüzdanlara ve banka hesaplarına sahip herkes kefeni yırtıp ölümsüzlüğü yakalayabilecek. bütün bunlar olup bittiğinde insan artık iradesi, duyguları, vicdanı olan özgür bir birey olarak tanımlanmaktan çıkacak. bedeni algoritmalardan oluşan organizmaya, benliği de matematiksel örüntülere indirgenmiş biyokimyasal bir sistemler toplamı olarak görülmeye başlanacak insanlar.

ölümü kabullenerek insanca yaşamı dışlayan insan, hayatta kalmak uğruna aslında kendisini canlı canlı gömüyor, ölümsüzlük uğruna yaşamı feda ediyor. oysa chul han'ın ifadesiyle "ölümden bir kirmiş gibi kaçınan yaşam kendi boşaltımlarında/ifrazatında boğulmak zorunda kalacaktır."

yine byung chul han ile bitireyim: "yaşama evet demek, ölüme de evet demektir. ölüme hayır diyen yaşam kendine de hayır demiş olur. bizi zombi yaşamın paradoksundan kurtaracak tek şey, ölümü yaşama geri veren yaşam biçimidir."
devamını gör...

konuşma (film)

volkan girgin'in yönettiği, güçlü kadrosu ve çarpıcı alt metniyle dikkat çeken, 2020 yapımı beş dakikalık kısa film.

film, kendisini hiç görmediğimiz, olan biteni gözünden izlediğimiz karakterimizin, bebekliğinde onu konuşmaya zorlayan anne babasının bebeğe baba dedirtmeye çalıştığı sahne ile açılıyor.

anne-baba: hadi konuş yavrum baba de, baa-ba. konuş hadi babbabbab...
çocuk biraz büyüdüğünde aynı anne-baba: misafirlikte konuşulmaz, baba deyip durma, konuşma artık, koo-nuş-ma...
topunu kesen kızgın bakkal: konuş! sokakta top oynanır mı? konuş lan!!!
histerik öğretmen: konuşma, derste konuşulmaz, burası okul...
ayrılmak üzere olduğu sevgili: konuşmayacak mısın, lütfen konuş. bak bu ayrılık ikimize de iyi gelecek...
mahalle kabadayısı: konuşmayacaksın, burada kimin konuşup kimin konuşmayacağına ben karar veririm...
dekan: burası üniversite burada istediğiniz her konuda konuşabilirsiniz.
sorgulayan polis: konuş, konuşsana oğlum, konuş!
farklı zamanlarda karısı: "konuş lütfen, yeter artık konuş!" "konuşma, yeter artık lütfen konuşma!"
psikiyatrist: konuşmazsanız problemlerinizi çözemeyiz...
...ve hazin son!

bağlamdan uzaklaşmayı göze alarak da olsa, filmin uyandırdığı duygular ve yazmaya kışkırttığı düşünceler neler oldu bir bakalım.

ebeveynlerin, akranların, öğretmenlerin, patronların ve dahi her türlü otoritenin mutlu edilmesi gereken bir hayat yaşıyoruz.
kırmamız gereken pek çok zincirin, karşılamamız gereken sayısız beklentinin dayatıldığı bu hayatta çoğu zaman karşılanamayan beklentilerin felce uğratan hayal kırıklıkları ile boğuşuyoruz.
suçlu ve aşağılık hissettiren, kapana kısılmışlık duygusuyla boğan, kurtulup özgürleşemediğimiz prangalarla bağlanmışız.
müfredatla biçimlendiriliyor, yetişkinlerin ve devletin her şeye kadir otoritesi, denetim ve gözetimi ile disipline ediliyor, itaate alıştırılıyoruz.
her birimiz toplumun arzu ve istekleri uğrunda çalışan işçi arılara dönüştürülüyoruz.
eylemlerimiz kişiliğimize ihanet ettikçe benimseniyor, seviliyoruz.
otoritenin kurallarına uyduğumuzda ödüllendiriliyor, kuralların dışına çıktığımızda cezalandırılıyor, tam bir itaate zorlanıyoruz.
yani edimsel koşullanma yöntemiyle olumlu veya olumsuz pekiştireçlerle bir deney hayvanı gibi koşullandırılıyor, kendimiz olmaktan çıkarılıyoruz.

dönüştürüldük ve içine doğduğumuz toplumun, normları içselleştiren uysal bir üyesi olduk fakat kendimiz olmaktan çıktık; silik, donuk, cansız bir renge büründürüldük.
kritik kararlar almamız gerektiğinde far görmüş tavşan gibi donup kalıyoruz zira karakterimiz baskılandı.
hevesli bir çalışan, pasif bir tüketici olduk.
kendi gerçek kişiliğimizi yadsıdık, başımızdaki bir sürü gardiyanın yanı sıra bizzat kendimizin gardiyanı olduk.
herkesleştik, nötrleştik, kayıtsızlaştık, heyecanı yitirdik.

dayatılan roller, bel büken şişirilmiş beklentiler, yüksek sorumluluklar ve kendimiz olmamıza izin vermeyen toplumun yıkıcı baskıları altında ezildik.
toplumun bizim için belirlediği hedeflere odaklandık, birilerini memnun etme uğrunda özgürlüğümüzden, özerkliğimizden feragat ettik.
sorgulamayı unuttuk, mekanikleştik; sömürüye açık bir biçimde hayır diyemez hale geldik.

giyimimiz, bakışımız, sigara içişimiz, saç kesimimizden tut tarihe, hayata, kutsala bakışımıza kadar her şeyimiz, algılara içkinleşmiş klişeleri mutlak hakikat zanneden kolektif bilinçaltı tarafından belirlendi.
başkaldırmak, isyan etmek, öfke dolu haykırmak; sistemin dışına çıkmak ve savrulmak olarak görüldü, delilik göstergesi sayıldı.
hasta bir topluma uyum sağlamak sağlık ölçütü kabul edildi.

beyinlerimize deli gömleği giydirilmesine rıza gösterdik. o yüzden kapatıldığımız bir kafes olan toplumsal normlara boyun eğdik, mahalle baskısına yenildik, eğilip bükülebilir elastiki bir hal aldık.
eğitim; aydınlatıcı, sorgulatıcı ve asi yönlerimizi öne çıkarıcı bir rol oynaması gerekirken zorunlu eğitim sistemi tarafından törpülendik, pasifleştik, sinikleştik.
dolayısıyla içimizdeki özgür ruh katledildiği için razı olduğumuz hayatları yaşayamadık.

sığlığın, zevksizliğin, düzeysizliğin, yüzeydeliğin, yarı aydın egemenliğinin hüküm sürdüğü, kişiselliğin gelişmediği yığın kültürünün egemen kodlarına kıstırıldık.
kitleleri peşinden sürükleyen mitosların, toplumsal mitlerin, anlamdan kopuk sentetik tutkuların bizi kıskıvrak yakalayıp kötürümleştirmesine maruz kaldık.

ezber bozacak takatimiz bırakılmadı.
tabir yerindeyse farkında bile olmadan dokularımıza değin sinen ve gizlenen faşizm, en umulmadık anlarda verdiğimiz refleksle kendini gösterdiğinde sıradan bir ruha, düzayak bir insana dönüştüğümüzü, kaybolduğumuzu fark ettik.
ruhsal gerçekliğimizi reddedip maddi gerçekliğe sıkışıp kaldık. ne öldük ne onduk.

"sistem" kendimiz olmamıza izin vermedi; umutlarımız ufalandı, yıllarımız çalındı.
asimile edildik, uslandırıldık, uyumlu hale getirildik fakat ne kadar mutlu olduk?
olmamız istenen kişi olarak başkalarını mutlu ettiğimiz kesin lakin olmak istediğimiz kişi olamamak bizi mutlu etmek şöyle dursun ne hale getirdi, neye dönüştürdü sorgulamak lazım.
sorgulamamızı sağlayacak duyargalarımız ne kadar sağlıklı kaldıysa artık...
devamını gör...

geber anne

üslubu, içeriği ve işlediği birbirinden ilginç temalarla tam bir sezgin kaymaz klasiği. kaymaz bu eserinde de ölüm, reenkarnasyon, zaman, rüya, paralel yaşamlar gibi meseleleri fantastik bir tarzda, güçlü bir kurguyla aktarıyor ve mizahi üslubunu yine ihmal etmeyerek soluk soluğa okutuyor.
ölüm, zaman ve rüya gibi ele aldığı kavramlara farklı yaklaşımlar getiren romanda merak duygusunu sonuna kadar diri tutarak okurlarına eğlenceli bir okuma vaat ediyor. sık sık, özellikle de olayın aydınlandığı kısımda okurun satır atlayarak okuma arzusunu kamçılıyor. hızlı bir giriş yapan anlatı aralarda sıkça yapılan tekrarlarla sıkıyorsa da gerçeği, rüyayı ve en önemlisi de zaman kavramını sarsıcı biçimde sorgulatıyor. bittiğinde de okurunu uzun süre etkisinde tutabilmeyi başarıyor.

otoriter anne melek hanım, baba şükran bey, oğullar tufan ile tayfun ve köpekleri sarı'dan oluşan ismailoğlu ailesinin merkezinde yürüyen hikaye karmaşık, komik, heyecanlı kurguya sahip.
hayatta en sevdiği varlık olan annesini vakitsiz geldiği evde uygunsuz bir durumda yakalayan bir çocuk, son anda saklanmaya çalışan bir adam, gardıroptan sarkan pantolon paçası, yerde uzanmış bir çorap, dağınık bir yatak ve darmadağın bir kadın.
çocuğun doğum günü annesinin de ölüm günü olacak, hikaye içinde çetrefilli bambaşka pek çok hikaye yaşanacaktır...

sezgin kaymaz'a özgü bir kaç özlü cümle ile bitirelim:


"açlığın sefaletini, tokluğun rezaletine tercih ederim."

"aşk, sevdiğinin kapısında, o kapı sana hiç açılmasa bile çökekalmaktır".

"saygı; üzmekten, kırmaktan, sıkıp bunaltmaktan, kaybetmekten, gözden düşmekten, elden kaçırmaktan ve bir daha onun gibisini bulamamaktan korkmaktır. onun için saygı sizin dediğiniz şey değil."

"kuduz köpek gibi hırlayarak dolaşan, bir aslanın pençesinde can verir."

"onursuz, haysiyetsiz şekilde karşında affedilmek uğruna küçülmeye razı gelen, bil ki ilk fırsatta aynı şeyi veya daha beterini yine yapacaktır
devamını gör...

upgrade (film)

testere filminin senaristi leigh whannell 'in ilk yönetmenlik tecrübesi olan 2018 yapımı sıkı film. zihinde uçuşturduklarını şöylece resmetmeye çalışayım:

insan; doğaya diz çöktürüp kainata egemen olmayı, bitmeyen hazlar geliştirip küresel mutluluk seviyesini zirveye çıkarmayı, yeryüzüne cenneti ikame ederek sonsuz yaşama ulaşmayı arzuluyor. filmin, bu amaçlarla yola çıkan insanın nihayetinde tanrı mertebesine yükselme arzusunun insanlığı getirdiği noktayı net şekilde resimlemeyi başardığını söylemek mümkün.

yuval noah harari'nin önemli eseri homo deus'ta ele aldığı gibi insan tanrılaşmak istiyor.
her şeye muktedir olmak, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, zihin okumak, zihinleri yönlendirebilmek ihtiraslarıyla yanıp tutuşan insanoğlu en nihayetinde ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak istiyor.
insanoğlu yedeğine aldığı bilim yoluyla; bedeninin genetik kodunu yeniden yazmaya, beyindeki devreleri yeniden bağlamaya, biyokimyasal dengesini değiştirmeye ve hatta yeni uzuvlar geliştirmeye çabalıyor.
bunun için katalizör olarak kullandığı yapay zekadan faydalanıyor. yapay zeka üzerinden sadece insana yönelik bir değişim dönüşümü değil dünyaya yönelik bir değişim dönüşümün mümkünlüğünü savunuyor.

peki ebedi mutluluk, ölümsüzlük ve ilahi güçler peşinde teker teker özelliklerini değiştirerek insan olmaktan adım adım uzaklaşan insan, dünyayı nasıl bir yer haline getirdiğinin farkında mı?

film, görmek isteyene bunu göstermek istiyor sanırım. yemyeşil doğanın, masmavi gökyüzünün yerini renksiz, gri bir atmosfere bıraktığı mekanik bir evren; duygudan, ruhtan ve maneviyattan arındırılmış, birer karakter ve şahsiyet olmaktan çıkarılmış, yarı insan yarı elektronik aksam formatına sokulmuş, birtakım güçler tarafından determine edilen sosyal kuklalar haline getirilmiş insanlar...

oysa hümanizm, tanrının rolünü insana devrederek süperinsana ulaşmak ve manadan yoksun dünyaya anlam kazandırmak amacıyla yola çıkmıştı. hümanizmin hizmetindeki ideolojiler tarafından tek tip insan, homojen toplum, monolitik ulus yaratılarak ana hedefe ulaşılmak istendi. süreç içinde yüksek teknolojiye yaslanarak homo deus'a varılacaktı.
peki sonuç?
buyrun size sürekli büyüme ve gelişme iştihasının, hikmetten kopuk bilimin, yüksek teknoloji tutkusunun insanı getirdiği kaos ve yeryüzü cehennemi...
devamını gör...

kişisel verilerimizin sürekli çalınması

abd'de üç yüz milyon kişinin kişisel verilerini elinde bulunduran veri şirketi. bu şirketin abd vatandaşları hakkındaki bilgisinin fbı'ınkinden fazla olduğu söyleniyor. acxiom'un reklam sloganı "size müşterilerinize 360 dereceden bakma imkânı sunuyoruz."dur. insanı bir çeşit meta olarak sunar.
acxiom, insanları 70 kategoriye ayırıyor. toplum dijital bir sınıflamaya tabi tutuluyor yani. en alt kategoride ekonomik değeri çok düşük olan insanlar yer alıyor ve bunlar çöp-atık olarak tanımlanıyor. bunlara kredi filan da verilmiyor.

byung-chul han, tüm verilerimizi toplayarak bunlardan hem seçmen profili çıkaran hem de ticari olarak yararlanan big data'nın; internette yaptığımız her tıklamayı kayda geçiren, internetteki her adımımızı gözleyen dijital bir panoptikon olduğunu, insanların kendilerine ait bilgileri gönüllü olarak verdiklerini, bunun da tam olarak özgürlüğün sonu anlamına geldiğini belirtir. çünkü burada kendini gönüllü olarak sergileyen insanların özgürlüğü sömürülür.
devamını gör...

duel

garajından çıkıp şehir içi trafiğine giren araba, bir müddet sonra şehirden uzaklaşarak güney kaliforniya çölündeki uçsuz bucaksız otoban yolunda seyretmeye başlar. arabanın içinde lüzumsuz haberlerin seslendirildiği radyo açıktır ve biz seyirciler yaklaşık dört dakika boyunca sadece arabanın gözünden yolu ve akan trafiği izleriz. nihayet çöl yoluna girdiğimizde geniş çekimle çevreyi ve dikenli çitlerin arasından içinde bulunduğumuz kırmızı arabayı görürüz. bir müddet sonra da dikiz aynasından önemli bir iş görüşmesi için yüzlerce mil yol yapması gereken şoförümüzle tanışırız. karısıyla kavgalı bir şekilde evden çıkan sürücümüz, geceki eğlencede karısını taciz eden bir arkadaşına haddini bildirememiş olmanın ve karısına karşı küçük düşmenin sancısını yaşamaktayken manidar biçimde radyoda, karısının evin reisi olmasından yakınan bir adamın kendi kendisine hayıflanmalarını dinlemektedir.

sürücümüz david mann kafasında kendi gündelik sorunlarını tartışarak çöl yolunda seyrederken önüne oldukça ağır ilerleyen eski, kirli, paslı, ürkütücü boyutlarda bir akaryakıt kamyonu çıkar. bacasından yaydığı simsiyah dumanla harika manzarayı kirleten kamyonu geçmek için hoşnutsuz yüz ifadesiyle fırsat kollayan david, bu fırsatı bulduğu bir anda kamyonu sollayarak yoluna ve zihnindeki tartışmaya devam eder. fakat bir fark eder ki az önce geçtiği dev kamyon hemen arkasında, yol istemektedir. david tedirgin olur ancak herhangi bir tehdit sezmediği için yol verip kurtulmak ister. tehdit sezmez çünkü sollama yaparken kamyon şoförüne herhangi bir hareket veya saygısızlık yapmadığı gibi sürücüyle göz göze dahi gelmemiştir.

kamyon ve araba birkaç kez birbirlerini geçerler. ancak kamyonun geçmeleri david'in küçük kırmızı arabasını yoldan çıkaracak denli tehlike içerir. david, kamyondan kurtulmak için çareyi bir benzinlikte mola vermekte bulur. fakat kamyon da mola yerine girer, hemen yanı başındaki akaryakıt pompasına park eder. david'de tehlikede olduğu hissiyatı yavaş yavaş belirginleşmeye başlar.

mola sonrası david'in önüne geçen kamyonun, ona yol vermemek için zikzaklarla yolu kapatması ve koluyla geç işareti yaptığında da karşıdan gelen araçla kafa kafaya çarpışma tehlikesi atlatmasına neden olması, kamyonun niyetinin onu öldürmek olduğunu açığa çıkarmıştır. mola yerinde karısıyla telefonda konuşurken çamaşır makinesinin kapağının arkasından izlediğimiz david, aile yaşamında çamaşır makinesine hapsolmuşçasına bunalmışken aynı zamanda kendini öldürmek isteyen bir makine yüzünden çölün ortasında, ıssız bir yolda kapana kısılmıştır.

onu öldürmek isteyen şoförü hiç görmeyiz. sürücü bilinemezliğin ardına gizlenmiştir ve david için, kendisini nedensizce öldürmek isteyen sürücü değil kamyondur artık. bu çok daha korkutucu bir haldir, zira karşısında gözüne bakabileceği, restleşebileceği, anlayabileceği dolayısıyla da sınırlarını belirleyebileceği bir muhatabı yoktur. aksine kişileşmiş, cinayet silahına dönüşmüş, akıllı bir makine tarafından sebepsiz yere hunharca öldürülmek istenmektedir. takım elbiseli, kravatlı, gözlüklü modern kent insanı ile onun hizmetini görmesi için üretilmiş makine karşı karşıya gelmiştir ve tüm çirkinliği, kirliliği ve kıyıcılığı ile paslı makine hem moral olarak hem de kuvvet olarak üstün konumdadır.

david yarım saat önce gündelik basit mevzulara dalmış sakin bir yolculuk içindeyken şimdi hiçbir diyalog kuramadığı katil bir kamyon tarafından çölün ortasında öldürülmek istenmektedir. david'in ruh halini tasvir eden en iyi kelime "dehşet"tir. ki bu dehşet küçücük arabasıyla kamyon ve tren arasında yani iki ürkütücü makine arasında kaldığı çarpıcı sahnede zirveye çıkacaktır. bu tip ölüm kalım durumlarında yarım saat önceki sakin, dingin ve statükonun değişmemesi için alttan alma ve savunmada kalma ruh haliyle devam etmek aptallık olacaktır. artık korkmaktan vazgeçmesi, tehlikeden sıyrılma psikolojisinden çıkması ve karşısındaki kamyonla ölümcül bir savaşa girmesi gerekmektedir. aklını ve cesaretini kullanarak girişeceği bu savaş, karısına ve hayata karşı ezik bir duruşa sahip olan david için aynı zamanda karakterini inşa edeceği bir savaş olacaktır.

steven spielberg'in ilk uzun metrajlı filmi olan ve 1971 yılında bir tv kanalı için çekilen ancak daha sonra 20 dakikalık bir bölüm eklenerek sinemalarda da gösterilen film, tamamı gündüz saatlerinde geçmesine rağmen gerilimi ve dehşet duygusunu tüm gerçekliğiyle yaşatmayı başarıyor. kamyonu bir şahsiyete ve karaktere dönüştüren çekim açıları, birkaç yıl sonra `jaws`'ta da kullanacağı düşmanın görünmezliği ve bilinemezliğinin yarattığı korkuya dayalı kurgusu, ses efektleri ve müziklerle çok basit ve sıradan bir hikâye iz bırakan bir film haline getirilebilmiş.
devamını gör...

the son

yönettiği ilk film olan the father ile büyük bir başarı elde eden tiyatro yazarı florian zeller ikinci filminde yine aile üzerinden yürüyerek ergen depresyonu ve baba-oğul ilişkisini ele almış. film venedik film festivali'nde ağır eleştirilere maruz kalmış fakat beni derinden etkilemeyi başaran filmin bu kadar gömülmeyi hiç de hak etmediğini düşünüyorum.

baba, birkaç yıl önce boşanmış ve kendisine yeni bir hayat kurmuş, yeni eşinden bir oğlu olmuş. işine fazla odaklanan ve zaman harcayan biri olmakla birlikte huzurlu bir aile ortamı kurmuş. başarılı bir avukat ve önü açık bir siyasi danışman. bu başarısını annesine ve babasına kötü davranan babasına rağmen çok çalışarak elde etmiş.

oğul ise boşanma sonrası annesinde kalmış fakat anne'nin boşanma sürecini fazla acılı yaşaması ve dağılması çocukta derin ve kalıcı izler bırakmış. film de zaten anne'nin çocuğun son bir aydır okula gitmediğini söylemek üzere eski kocasının kapısına gitmesiyle açılıyor.

baba, vakti değerli bir plaza insanı ama kendi babası gibi olmak istemeyen; çocuğunu anlayan ve önemseyen bir baba olma çabası içerisinde elinden geleni yapmaya çalışıyor, yıllardır hayalini kurduğu kariyerinde sıçrama yaptırtacak fırsatı oğluna zaman ayıramama riski nedeniyle reddedebiliyor.
yeni karısı da oğula evini açacak, ona yardımcı olmaya çalışacak kadar iyi biri esasen. pek de sevimli olmayan çocuğu sevemese de kocasına olan aşkı onu çocuğa karşı iyi olmaya zorluyor da diyebiliriz.

baba'nın ve yeni karısının çocuğu kazanma gayretleri çocuğun ruh halinin değişmesine dönemsel katkıda bulunsa da genel anlamda sorunları çözmeye yetmiyor. filmin analizlerinde çocuğun akıl hastası olduğu şeklinde yorumlar ağırlıkta olsa da o ruh halinde yaşayan pek çok genç görmüş biri olarak sorunun, yeni jenerasyonun dünyaya bakışı, hayatı okuması ve hayata uyum problemi bağlamında ele alınması gerektiğini düşünüyorum. 16-17 yaşında, az konuşan, duygularını belli etmeyerek sabit bakan, sorununu ve yaptıklarının nedenini izah edemeyen, sosyalleşme ve arkadaş edinme sorunu yaşayan, kendisini çok yorduğunu düşündüğü hayata intibak edemeyen, empati yoksunu ve özgüveni ciddi oranda kırık gençler. anlamayı hiç düşünmedikleri ebeveynlerine karşı öfkeli ve onlardan hep alacaklılar.

çocuğun haklı olduğu noktanın, babasının ona yardımcı olma biçiminin çocuğun ruh dünyasına etki edememesi olduğunu söyleyebiliriz. baba çocuğun düzenli olarak okula gitmesini çok önemsiyor; ödevlerini, testlerini, gireceği sınavları gündem ediyor, başarılı olma ile mutlu olmayı özdeş göstermeye çalışıyor.
çocuğun, yıkıcı iç geriliminden kurtulmak için kollarına çizik attığını, hayata anlam yükleyemediği için yaşamanın acı verdiğini, okulun veya başarının zerrece umurunda olmadığını, içinde hapsolduğu yalnızlık ve yalıtılmışlığın tercih gibi görünmesine rağmen anlam eksikliğinden kaynakladığını göremiyor veya görmek istemiyor.
hayat, dünyayı karamsar ve kasvetli ruh haliyle algılayan çocuğa cehennem gibi geliyor. bir önceki neslin kutsalları olan okumak, başarmak, kariyer yapmak onun için çok manasız kalıyor. okul; onu boğan, bunaltan, hapishaneden veya kışladan farksız bir kapatılma ve biçimlendirme mekânı olarak çok sevimsiz geliyor.

hayatı belli bir anlam ufkuna oturtamayan, dünyaya yabancılaşmış, intihara meyilli böylesi gençlere; kendini gerçekleştirme, başarma, motivasyon, mutlu olma vb. kişisel gelişim yaklaşımları etkili olmuyor. hatta etkili olamadığı gibi bu yaklaşımdaki ebeveynle çocuk arasındaki mesafenin açılmasıyla sonuçlanıyor. eskinin "disiplin toplumu"nda emir-yasak-ceza ile yapılmaya çalışanı şimdi bu tür makyajlanmış "olumlu düşünme" ifadeleriyle yapıyoruz. ama derin depresyon yaşayan ve ruhunun katmanlarına inilemeyen çocuk için bunlar laf-ı güzaftan öte anlam taşımıyor. bir anlamda kanser bürümüş bünyeyi ağrı kesicilerle tedavi etme mesabesinde kalıyor.

yukarıda betimlemeye çalıştığım genç sanılmasın ki istisnai bir vakıa. o yaşta evladı olanların deneyimlediği üzere genel anlamda yeni yetişen jenerasyon buna yakın bir ruh haline sahip. anne babalar aynı filmdeki baba gibi yardımcı olmak istiyor, çocuklarının etrafında, o mutlu olsun diye, pervane oluyorlar. fakat teşhis yanlış konulduğu için uygulanan tedavi yöntemleri pek bir işe yaramıyor. hatta aşırı hassas davranılıp "kıyamamak" biçimindeki yaklaşımlar ters tepip daha kötü sonuçlara yol açabiliyor.

baba karakterinin, anthony hopkins'in canlandırdığı kendi babasıyla olan diyaloğu, kuşaklar arasındaki baba-oğul ilişkisinin nasıl bir değişim-dönüşüm yaşadığını göstermesi bakımından önemliydi. ilgisiz baba elinde büyüyen çocuk kendi çabalarıyla, okuyarak-çalışarak başarıyı yakalamış, kendince anlamlı bir dünya kurmuştur. ancak ilgili baba, hayata kayıtsız kalmış kendi evladına deva olamamaktadır. babası gibi olmamak için yaptığı hiçbir olumluluk çocuğu üzerinde işe yaramamaktadır çünkü çok farklı bir kuşağın ideal bir örneği ile muhataptır. filmde ebeveynlerinin boşanmasının çocuk üzerindeki etkisine vurgu yapılmakla birlikte boşanmamış ailelerde de benzer yapıdaki gençlerin aynı sorunları yaşıyor olması meselenin genel, problemin ciddi olduğunu gösteriyor.

not: belirtmeden geçersem içime sinmeyecek, laura dern bu nasıl kötü bir oyunculuk, nasıl rahatsız edici bir olmamışlıktır. evladı oynayan zen mcgrath ile birlikte filmin meselesine de hugh jackman'ın sıra dışı performansına da gölge düşürmüş, filmi aşağı çekmişsiniz.
devamını gör...

kuru kız

hayatı hiç görmediği, gezmediği istanbul'da geçmiş, hiç trene, uçağa, şehirler arası otobüse binmemiş, dünya haritası üzerinde ayak bastığı alan ancak ortaçağ'da yaşamış zavallı bir hizmetçi kızınki kadar dar olan; ortalamanın çok üzerinde uzun boylu, zayıf, çirkin, hayatsız bir kızın, kötülerin dünyasında kendine her şeyi tersinden yaşayabileceği yeni bir dünya ve hayat arayışını konu edinen ayfer tunç romanı.

"ayfer tunç, insanından umudunu kesmiş." dedirtecek netlikte bir karamsarlığa sahip olmakla birlikte güçlü kadın imgesini de elden bırakmak istemeyen bir roman olmuş.

kuru kız, insanların iyiliklerine olmasa da uymak zorunda oldukları, güçlülerin gücünü koruyan bir düzenin içine doğmuştu. kendisini hilkat garibesi olarak gören çevresi, bu düzenin ürünü olan her biri birbirinden kötücül baba, kardeş, akrabalar ve komşularla doluydu. ya deliye vuracak bunlara teslim olacak ve hayatsız hayatını bir böcek gibi yaşayacaktı ya da karşı çıkıp direnecek, bu düzene rağmen eşsiz güzelliklerle bezeli dünyada hayat nasıl güzel yaşanır herkese gösterecekti.

ana karakterin insanları iyi mi kötü mü şeklinde sınıfladığı roman, üç kağıtçılığa, sahtekarlığa, ketenpereye argoda yaklaşık 100'e yakın sıfat kullanan (yazar hepsini tek tek saymış) bir toplumun kötücül damarına odaklanıyor. bu kötünün kim olduğu ve kötülük yaptığı kişiye olan yakınlık derecesi fark etmiyor. iyilik görünümlü kötülükler, ikiyüzlülükler, çıkarcılık, hasetlik, kıskançlık vb babasından, kardeşinden de geliyor, akrabasından komşusundan da.

romanda kimsenin adı yok. çünkü hepsi küçük, silik, soluk hayatlar yaşayan gölge ve hayalet tiplemeler. her biri ancak cirmi kadar yer yakıyor, en fazla en yakınındakine zarar veriyor.

son romanlarında pek altı çizilecek cümle kuramayan ayfer tunç'un altını keyifle çizip yanına yıldız işareti koyduğum tek paragraf okula dair olandı:
"dersler de çok sıkıcıydı, hiçbir derste hayal gücüne yer yoktu. okula ruh mezbahası dendiğini duymuştu, nereden duyduğunu bilmiyordu, iyi biri mi kötü biri mi, nasıl biri olduğuna karar veremediği öğretmeni söylemiş olabilirdi. birtakım yetkili yetişkinlerin genç ruhları hadım etmek için var güçleriyle çalıştıkları yerlerdi okullar."

aynı günde bitirilebilecek denli akıcı, basit bir üslupla yazılmış, ana karakterin ruh halini ve çevresine bakışını, insanın dışarıya göründüğüyle iç gerçekliği arasındaki farkı ilgi çekici biçimde aktarabilmiş ama ayfer tunç külliyatı içinde zayıf kalmış bir roman.
devamını gör...

life of galileo

bertolt brecht'e ait bir tiyatro oyunu.
bu oyundan bir bölümü besim dellaloglu şöyle aktarır:
"galileo, dünya güneşin etrafında dönüyor dediği için yargılanır. idamdan kurtulması için engizisyon mahkemesinin tek şartı, galileo'nun bunu inkâr etmesidir ve o da inkâr eder. galileo'nun yamağı bu inkârı görünce "kahramanları olmayan topluma yazıklar olsun." der. galileo ise şöyle cevap verir: "asıl kahramanlara ihtiyaç duyan topluma yazıklar olsun."
devamını gör...

erdemsizler ülkesi

hikaye, "kitap ülkesi"nde geçmektedir.
alfabe toplumunun oluşturduğu bu ülkede kadın sesliler ve erkek sessizler büyüklü küçüklü hep bir arada yaşamakta, birlik ve beraberlik içerisinde satırları, paragrafları, sayfaları oluşturmakta, birbirlerine destek olarak "anlam"ı meydana getirmektedirler. hanımların ve beylerin aynı değerde olduğu bu ülkede "anlam"ın oluşmasında herkesin görevi ve bu görevden doğan sorumluluğu vardır ve harflerin atası soru işareti'nin "bir arada olmak erdemdir" hikmetli ifadesinde vücut bulan bir anlayışa sahiptirler.

bir gün civar alfabe toplumlarından üç yabancı misafir gelir kitap ülkesine. sonraki zamanlarda "büyük felaket günü" olarak anılacak o gün gelen konuklar bay q, bay w ve bay x'tir ve nereden geldikleri bilinmeyen bu üç yabancı, şeref konuğu olarak en güzel satırlarda, en özel sayfalarda ağırlanırlar.
ancak kitap ülkesine huzur ve mutluluğu çok gören yabancılar gıpta ile baktıkları birlik içindeki alfabe toplumuna "mukayese" yapmayı öğretirler. giriş meydanı'nda yapılan veda töreninde konuşma yapan bay büyük x, konuşmasını bayan büyük a'nın bu toplumun efendiliğine çok yakıştığını, bayan sesliler olmasa bay sessizlerin iki lafı bir araya getiremeyeceğini ifade ederek bitirir.
böylelikle huzur toplumuna mukayese virüsü bulaşmıştır.

mukayese tanrısı zihinleri kısa sürede ele geçirecek, önce bayan büyük a'nın önderliğinde bayan sesliler üstünlük ve efendilik ayrımı koyacaklardır. sessizlerin buna güçlü itirazıyla da toplum iki ana kanada bölünecektir: sesliler ve sessizler! aldıkları kat'i karar gereği birbirlerinin üstünlüğünü kabul edene kadar her iki taraf da aynı satırda bulunmayacaktır.

aslında üçüncü bir taraf daha vardır: azınlıktaki bay büyük yumuşak g ve küçük yumuşak g farklıdırlar, farklı hissetmektedirler. erildirler ama bayan seslilere daha yakın hissetmektedirler. dışlanmaları için fazla sebep aramaya gerek duyulmayacaktır.

kitap ülkesinin önsöz, giriş ve sonuç meydanları hararetli toplantılara sahne olmakta, sesliler bayan büyük a'nın liderliğinde buluşmuşken sessizler bir türlü efendilerinin kim olacağına karar verememişlerdir. ta ki bay büyük k'nın mukayese yaparak kendi vücudunun yamuk olduğunu fark etmesi ve yamuk harfleri bir araya getirip "yamukçuluk" ideolojisini kurmasına kadar. hatta bayan sesliler arasında da yamuk harfler bulunması kitap ülkesini yeni ayrımların ve yeni paydaların beklediğini göstermektedir.

bölündükçe manipüle edilmeleri de kolaylaşmaktadır. sabit ve istikrarlı bir "biz" olmadığı için değişen koşullara göre "öteki" üretilmektedir. sesli olmakla birlikte yamuk olmadıklarını fark eden bayan küçük a ve e yaptıkları mukayese sonucu oval olmanın ne kadar erdemli olduğunu keşfedecek ve "ovalcilik" ortaya çıkacaktır. yamukçular da ovalciler de ben'i, biz'i olumlayarak öteki'ni aşağılama veya öteki'ni aşağılayarak kendini yüceltme taktikleriyle içeriyi manipüle etmektedir.

alfabe toplumu yamukçular ve ovalciler arasında yeni bir katmana bölünürken kuytu satırlarda buluşan yuvarlak harfler, hem oval hem de yuvarlak olduklarının farkına varıp iki kere erdemli oldukları iddiasıyla yuvarlakçılığın, düz çizgi şeklindeki harfler çubukçuluğun, noktalı harfler de noktacılığın peşine düşecektir.

yeni ayrımlar inşa edilmiş, mikro milliyetçilikler üremiş, fraksiyonlar türemiştir. hemen herkes diğerini ayrıştırıp dışlarken ayrıştırmanın faili yaptığının doğal ve meşru olduğundan şüphe duymamaktadır. her grup merkeze kendi grubunu alıp çevreyi kendi grubuna referansla değerlendirmektedir. parçası olunan taraf erdemin merkezi iken öteki olan nefretin öznesi haline getirilecek, ihanet suçlanacak, lanetlenecek olandır. iyiliği veya kötülüğü, erdemi veya erdemsizliği bir coğrafyaya, bir düşünce grubuna, bir din, mezhep ya da cemaate aidiyetle ilişkilendirmek gibi hastalıklı bir düşünme biçiminin sonucu toplum dağılmış, birlik çözülmüş, anlam yitmiş, erdem ortamdan savuşmuştur. ben bizi alt etmiş, derinlik yüzeyselliğe feda edilmiştir.

artık anlam tamamen buharlaşmıştır. hiç kimse "anlam"ı müzakere etme, sorunu kavrama ve çözme derdinde olmayıp her grup "istenmeyen hemşehriler" oluşturmakla meşguldür. ta ki büyük felaket gününün failleri olan üç yabancı, kitap ülkesine tekrar uğrayıncaya kadar. üç yabancı huzur toplumuna mukayese aşısının tuttuğunu görmüştür ve kendi aralarında kitap ülkesinin içine düştüğü acziyeti istihza ile aşağılamıştır lakin bu üçlünün kitap ülkesi hakkındaki planları henüz bitmemiştir...

yukarıda bir bölümünü betimleyerek yorumladığım sıra dışı kurgusuyla öne çıkan roman, akademisyen yusuf çifci'ye ait bir eser. maarif mektepleri yayınları koleksiyonundan çıkan eserin ön sözünü "toplumsal ve politik olarak köleleştirici olan ve erdemli olan diyalektiğine işaret eden bu anlatının 'erdem' merkezinde okunması ve 'erdem peşindeki hayatlara' dokunması dileğiyle..." bitiren yusuf çifci her şiirin, şarkının, filmin, romanın bir cümleden ibaret olduğunu düşünüyor ve bu eserinde şu iki cümlenin diyalektiğindeki çatışmanın peşine düşüyor:
"erdem siyasete kurban edilebilir" ya da "siyaset erdeme kurban edilebilir"
erdemin kurban verildiği bir süreci farklı bir anlatıyla, keyifli bir üslupla ve yaşadığımız gerçeklikle örtüştürerek ibretle okumak için "erdemsizler ülkesi" sizi bekliyor.
devamını gör...

ak parti seçmenini anlama çabası

muhalefet seçmeninin 14 mayıs akşamı seçim yasağı kalkıncaya kadar yaşadığı kazanma coşkusu, sonuç rakamlarının açıklanmaya başlandığı an itibarıyla yerini travmatik bir hayal kırıklığına bıraktı. açık ara kazanılacağı düşünülen bir seçimin böyle sonuçlanması gerçekten inanılır gibi değildi. uzunca süre devam eden inkar psikolojisi yerini sabaha karşı kabullenmeye bıraktı.

nasıl olurdu da ülkeyi 21 yıldır yöneten, bilhassa son 10 yılında berbat biçimde yöneten; yorulmuş, yıpranmış, kirlenmiş bir parti ve o partinin lideri halkın teveccühünü bu derece diri tutabilmişti.

o parti ve lideri ki; yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar ile mücadele etmek için gelmişlerdi fakat tüm bu "y"leri halka fazlasıyla yaşattıkları gibi üstüne siyaseti ve kurumları da yozlaştırmışlardı.

orman yangınlarını söndürememiş, deprem felaketi sonrasını yönetememiş, ilk üç gün hiçbir şey yapmadığı gibi yapana da engel olmuşlardı.
bir de yetmemiş gibi her çıktıkları ekranda hakaretamiz bir üslupla halkı azarlayan, paylayan, tehdit eden bir dil geliştirmişlerdi.

2018'den beri rayından çıkan ekonomiyi olabilecek en kötü biçimde yöneterek enflasyonun üçlü rakamlara ulaşmasına neden olmuş, hayat pahalılığı ve gelir adaletsizliğinin zirveye çıktığı, geniş tabanın fukaralaştığı üst sınıfın inanılmaz zenginleştiği, orta sınıfın yok olduğu, nüfusunun yarısının açlık sınırının altında yaşam savaşı verdiği, ev-araba almanın sabit gelirli için imkansız hale geldiği bir ekonomik gerçekliği dayatmışlardı.

asgari ücret ortalama ücrete dönüşmüş, sadece yakasızlar ve mavi yakalılar değil beyaz yakalılar da güvencesizleşmeye tabi tutulmuş yani prekaryalaştırılmıştı.

tüm kararların tek kişinin ağzından çıktığı, tüm imzaların tek kişinin kalemiyle atıldığı, istişarenin ve yetki dağılımının ortadan kalktığı bir tek adam rejimine gidilmiş; otoriter bir eğilim ağırlık kazanmış, kuvvetler ayrılığı prensibi rafa kaldırılmıştı.

medyanın yüzde 90'ından fazlası yandaşlaştırılmış, özgürlükler daraltılmış, yasaklar artırılmış, toplum kutuplaştırılmıştı.

hukuk sistemi siyasallaştırılmış, eğitim sistemi işsizlik üreten bir diploma dağıtım mekanizmasına indirgenmiş, sağlık sistemi randevu alabilmenin bile mucize haline geldiği işlemez bir yapı haline getirilmiş, tarım ve hayvancılık göçmüş, çiftçi perişan olmuştu.

din, siyasi istismar aracı olarak kullanılmış, camiler miting alanı yapılmıştı.

öğretmenler, doktorlar, hemşireler, avukatlar başta olmak üzere pek çok meslek grubu her fırsatta hem ekonomik hem de mesleki açıdan bilinçli bir itibarsızlaştırmaya tabi tutulmuş, bu mesleklerin itibarını korumakla yükümlü sendikalar-odalar-barolar birer parti örgütü veya hükümetin ön bürosu işlevi gören etkisiz yapılar haline getirilmişti.

yukarıda saydığım ve sayamadığım bu minvaldeki sayısız olumsuzluk ve kötü yönetim aylardır dile getiriliyor ve yapılacak ilk seçimde mevcut hükümetin dramatik bir yenilgiyle hüsrana uğrayacağı bekleniyor hatta yenilgiyi kabullenemeyecekleri, sivil bir darbeyle yönetimi bırakmak istemeyeceklerine dair uzun uzadıya tartışmalar yaşanıyordu.

ama gelin görün ki yapılan seçimde cumhur ittifakı meclis çoğunluğunu ve üstünlüğünü aldığı gibi mevcut cumhurbaşkanı, sinan oğan oyları bölmese çok rahat bir şekilde seçimi ilk turda kazanacaktı. ittifakın zayıf ortağı da anketlerde yüzde 7 barajını bile geçemezken yüzde 10'u rahatça geçiyor, 2018'deki oy oranını koruyordu.

bu nasıl olabilirdi? halk nasıl bir akıl tutulması yaşamıştı?

önümüzdeki günler bunun analizleri hükümet taraftarları tarafından şevkle, muhalefet kanadı tarafından da burukluk ve kırıklıkla ziyadesiyle yapılacaktır. bir taraf milletin sağduyusunu ve hikmetini öne çıkarırken diğer taraf halkı aşağılayacak, beter olması için beddualarla yad edecektir.

onları kendi haline bırakıp ilk elden soğukkanlı bir analiz yapmak gerekirse neler söylenebilir bir bakalım.

aşk boyutu

klasik seçmen kitlesinin erdoğan'a duyduğu aşk boyutundaki güçlü duyguların ve inancın olumsuz her ne yaşanırsa yaşasın, hangi olumsuz bilgiyi alırsa alsın görmezden gelmeye, yok saymaya neden olması önemli bir faktör olarak öne çıkıyor.
zira inanmak ve sevmek bilmekten önce gelir. inanç ve bilgi bir arada yaşayabilse de inanca ve aşka zarar verecek bir bilgi her daim kenara itilir.
aşık aşkına sahip çıkar, yalanlara kolayca inanır, manipüle edilmeyi direnmeden kabullenir. duygusal bağ kurulan kişiye dair öğrenilen yeni bilgi ve hakikatler onunla ilgili olarak oluşmuş algıları kolay kolay değiştirmez. dolayısıyla bilgi ve gerçekler aşkın gölgesinde kalır. duygular gerçekleri önemsizleştirir ve reddeder.
ilişkinin devam etmesi arzusu ve tutkuyu diri tutma isteği kişiyi inkar ve kasıtlı cehalete iter.
normalde de insan psikolojisi, rahatsız eden bilgiyi görmezden gelmeyi tercih eder ki, bu bilgi özdeşleştiği lider hakkında ise pekâlâ gözünü yumar, kulaklarını ve ağzını kapatır.
aksi taktirde titizlikle inşa ettiği, kendini korunaklı ve güvende hissettiği sütun çökecek, bina yerle bir olacaktır.
george orwel bu psikolojiyi 1984 romanında "koruyucu aptallık" olarak tanımlar. herhangi bir sokak röportajına baktığınızda veya çevrenizdeki samimi bir ak parti seçmeniyle konuştuğunuzda koruyucu aptallık düzeyindeki bu inkar ve kasıtlı cehaleti gözlemlemeniz mümkün olacaktır.

bu kasıtlı cehaletin bir boyutu da duyulan aşkın gözleri kör etmesi gibi maşukun söylediği her sözün aşığın muhayyilesinde hakikat etkisi yapması ve onun her iddiasına gönül rahatlığıyla inanılmasıdır. bunu hükümet kanadının seçim kampanyasını üstüne kurduğu kara propagandada görmek mümkün.
kılıçdaroğlu, pkk ile işbirliği suçlamasına maruz kalmamak için hdp'li siyasilerle bir araya gelmemek, birlikte fotoğraf vermemek için azami çaba göstermesine rağmen "chp'nin pkk'lıları meclise taşıyacağı, apo'yu serbest bırakacağı, fetöcüleri yeniden bürokrasiye dolduracağı" vb söylemler ak partili seçmende derin bir iz bıraktı. herhangi bir delil aramaksızın derhal inanmayı tercih etti. chp'nin seçim klibine terör örgütü liderinin montajlanarak mitinglerde ve tv programlarında izletilmesinde de herhangi bir tuhaflık sezinlemedi, "chp böyle bir şeyi yaparak neden intihar etsin" diye de düşünmedi. sadece güvendi ve inandı.

lider kültü ve itaat kültürü

bu aşkın temellerine baktığımızda türk toplumunun genlerine nüfuz etmiş olan kutsal devlet anlayışı, karizma ve lider kültü ile itaat kültürünü görüyoruz.
lider ile teba arasında osmanlı'dan kalma padişah-kul, efendi-köle ilişkisi kalıtımsal olarak bugünlere dek geldiği için bireyselliği pek geliştiremedik. ülkemizde karizmatik lidere aşırı bağlılık tapınma boyutuna varabiliyor.
batıda siyaset ilişkisi daha çok gemi- kaptan ilişkisi çerçevesinde yürürken bizde çoban-sürü ilişkisi biçiminde yaşanıyor. demokrasinin siyasal yaşama tam olarak oturtulamamasının nedenini bu olguda aramak gerekir.
devleti ebed müddet ilkesiyle kurulan tüm türk devletlerinde devlet kutsanmış, kutsal bir varlık olarak görülmüştür. hikmeti hükümet anlayışından hareketle devlet yüceltilmiştir.
muazzam bir varlık olan devleti yöneten de o kutsamadan hissesini alır ve vatandaşa hizmetkar olmak için gelen liderler vatandaşı tebaa olarak görür, el öptürür. sünni kültür gereği "zalim de olsa ululemre itaat farzdır." ve vatandaş lidere itaat edecek, koyun gibi güdülmeyi, at gibi terbiye edilmeyi kabullenecektir.
lidere itaat, her şeyin kontrol altında olduğu güveni ve konforu da sağladığı için oldukça emniyetli bir anlayış olarak halk tarafından bilinçli tercih edilir.
21 yıldır yöneten ve huyunu suyunu bildiği, alıştığı bir lider dururken bir bilinemeze oy atmak, altılı yedili bir koalisyonun riskli gözüken liderliğine onay vermek seçmenin bu konformist tutumuna da, muhafazakar yapısına da, genlerinden miras aldığı itaat kültürüne de aykırı düşecekti; o yüzden riski göze almadı, alıştığından şaşmadı.
kılıçdaroğlu'nun yürüttüğü kucaklayıcı, hoşgörülü, helalleşmeci seçim kampanyası bizim toplum için fazlasıyla nahif kaldı. emredilmek, üst perdeden ilişki kurulmak, yeri geldiğinde azarlanmak, örselenmek isteyen bir bilinç için fazla demokrat bir kampanyaydı ve görüldüğü kadarıyla fazlaca bir karşılık bulmadı.

ayrıca yeri gelmişken şunu belirmekte fayda var. türkiye'de cemaatçi anlayış egemen olduğu için nasıl ki bireyselleşme gerçekleşemediyse aynı nedenle sivil yapılar da gelişemiyor. kurulan sivil toplum örgütleri ve özel kurumlar kısa sürede emir almaya başlıyorlar ve devletleşiyorlar. haliyle vatandaşlık bilinci oluşamıyor, demokrasi serpilemiyor.

milliyetçi refleks

son olarak mhp'nin seçimin en büyük sürprizini gerçekleştirmesine değinmek gerekirse; seçmenin, iktidar kanadının yürüttüğü pkk ile işbirliği içerikli kara propagandayı satın alması olarak görülebilir.
yaklaşık 5 milyon seçmenin ilk defa oy kullandığı bir seçimde yaşı 80'e dayanmış ve gaflarıyla karikatür bir figüre indirgenmiş birinin yönettiği, yıpranmış ve adı cinayete karışmış bir partinin beklenenin iki katı oy almasını yeni yetişen jenerasyonun milliyetçi reflekslerine bağlamak gerekiyor .
oğan'ın aldığı yüzde 5'i, mhp'nin aldığı yüzde 10'u, iyi parti'nin aldığı yüzde 9,69'u toplandığında yüzde 25'lik milliyetçi-aşırı sağ bir seçmen kitlesine ulaşılıyor. hatta kürt milliyetçiliğini bünyesinde taşıyan yeşil sol parti'nin yüzde 8.8'ini de bu istatistiğe eklemek mümkün.
bu milliyetçi gerçeklik, yeni seçmenin yöneldiği yeri gösteren bir veri olarak tarafların ikinci tur için hangi söyleme yükleneceklerini gösteriyor.
ak parti'nin 2010'a kadar "ayaklar altına" aldığı milliyetçiliği 2018 seçimlerinde cumhur ittifakının ideolojisi olarak kullanması da, erdoğan'ın ümmetçi söylemden "tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" söylemine dönmesi de halktaki bu hassasiyetin siyasetteki izdüşümünü gösteriyor.

yaşlı ve yorgun 21 yıllık bir iktidarın, bu kadar kötü yönetimin ardından artık değişmesi gerektiğine ve çok rahat kazanılacak bir seçimle değişeceğine inanan muhalif seçmenin anlam veremediği sonuçları, iktidara oy veren seçmenin psikolojisini ve ruh halini ana hatlarıyla bu şekilde yorumlayabiliriz.
devamını gör...

tully

başrolünde iz bırakan bir performansla charlize theron'un yer aldığı, 2018 yapımı jason reitman filmi.

filmin ana mesajı olan "kadınların orta yaşlarında yaşadığı kaçıp gitme hissiyatı" üzerinden biraz fikir jimnastiği yapmak gerekirse neler söyleyebiliriz bir bakalım.

2009 yılında yani henüz "çok satan yazar" olmadığı için sıra dışı romanlar yazabildiği dönemde kaleme aldığı "anarşist aşklar" adlı yazısını, aşağıya alacağım şu cümlelerle bitirmişti elif şafak:


"öyle günler oluyor ki, 'çekip gitsem,' diyor kadın içinden. 'yeniden başlasam hayata, tazelensem, yenilensem. otuz beş yaşına kadar habire didişiyorsun, ya ailenle akrabalarınla, ya arkadaşlarınla, ya sevdiğinle, ya bedeninle.
otuz beş kırk arası yavaş yavaş duruluyorsun. ama esas kırkından sonra başlıyor kadınlık. kadın ancak o yaştan sonra pişiyor, olgunlaşıyor, kendini buluyor.
bunca zaman kocamı ve çocuklarımı kırmamak için hep alttan aldım ama artık çocuklar büyüdü, kocam da kendine yeter. hem kadın olmanın avantajları var. erkekler nedense yalnız kalamıyorlar. ürküyorlar yalnızlıktan. karanlıktan korkan oğlan çocukları gibiler. halbuki kadınlar yalnız yaşayabiliyor. yalnız ve bağımsız. bir kez dul kalan kadın kolay kolay evlenmiyor. biz kadınlar erkeklerden daha dayanıklıyız. gidebilirim istersem. bir gün belki…'
gitmek ama nereye? tası tarağı toplayıp ege'de bir köye mi gitmeli? bodrum'a, kaş'a ya da adı sanı duyulmamış bir sahil kasabasına mı çekilmeli? sırtta çanta, elde tren bileti dünyayı mı dolaşmalı yoksa? yahut uzakdoğu'ya, hindistan'a filan mı gitmeli, mümkün olduğunca uzağa, kendinden kaçarcasına?
kaç hayat yaşayınca yorulur insan? kaç seneden sonra yaşlı, kaç hezimetten sonra bezgin, kaç sevdadan sonra kalpsiz, kaç kelimeden sonra lâl olur kişi?
ne adam göze alabiliyor çekip gitmeyi, ne kadın. kalıyorlar aynı yerde, tıpatıp aynı şekilde. evlilikleri orada burada konuşuluyor, ´en başarılı evlilikler´ arasında sayılıyor. parmakla gösteriliyorlar. bunca senedir mutlu bir evlilik yürütmenin sırrını soranlara 'karşılıklı sevgi ve saygı' diyorlar gülümseyerek. diyemiyorlar ki 'karşılıklı sevgi ve saygı ve bir de karşılıklı bir türlü çekip gidememek…'
günler günleri kovalıyor. günler günleri aynen tekrarlıyor. yoruluyorlar. yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar."


romanlarda ve filmlerde sık sık ele alınan, kadınların orta yaşlarında yaşadığı bu hissiyatı şöyle tasvir edebiliriz:

zaman soğuk bir şekilde akıp giderken hayatı ıskaladığını düşünen ve içinde patlamalar yaşayan kadın, yaşarmış taklidi yapmaya başlamıştır. her gelen günü tüm sahteliğiyle kabullenip yaşamaktadır. ev, iş, eş, eşya, çocuk vb. bir sürü prangayla kuşatılmıştır. evliliği heyecanını kaybetmiş, alışkanlığa dönüşmüştür. yaşadığı sıkıcı rutinin getirdiği huzur dahi rahatsız edici hale gelmiştir. gençliğindeki hayaller ömür tezgâhında kıyılıp gitmiştir. hayatın başka yerlerde daha güzel aktığı veya "her şey bambaşka olabilirdi" hissi ruhunda dipsiz bir boşluğa neden olmuştur. bir yandan anlamsızlaşmış ve kurulaşmış bir yaşama kilitlendiği düşüncesi bunaltırken diğer yandan başka birinin arzularının çerçevesi içine hapsolduğuna inanmaya başlaması onu kendine yabancılaştırmıştır. dolayısıyla "insan mı kaderini seçer, kader mi insanı seçer?" ikilemine saplanmıştır.

içinde bulunduğu labirentte kaybolmak ruhunun bedenine dar gelmesine neden olmaktadır, bu da kadını çekip gitmeye zorluyordur ancak bir türlü çekip gidememenin acısı da ağır gelmektedir. çekip gitmeyi başarabilse, ah bir geçip giden trenin son vagonuna atlayabilse artık kendisi olarak yaşayabilecek; yılların boğuşmasından, gürültüsünden, keşmekeşinden kaçıp sükunete kavuşacak, kendisiyle barışacak, bir şeylere katlanmaya dönüşen hayatına bir mânâ katacaktır.

yukarıda betimlediğim ruh halini muhafazakar ya da seküler, batılı ya da doğulu fark etmeksizin tüm anlayış ve yaşam biçimlerinde görmek mümkün. mesela muhafazakar camianın önemli öykücüsü mustafa kutlu'nun chef adlı uzun hikâyesinde de bu kadını benzer duygular içinde kaçmak isterken görürüz. hatta büyük oranda kabuğunu da kırmasına şahitlik ederiz. aynı şekilde ayfer tunç, elif şafak gibi yerli edebiyatçıların romanlarında veya klasik addedilen romanlarda da bu kadına sık sık rastlarız. bir gürcistan filminde rastlayabildiğimiz gibi hollywood yapımı veya bağımsız bir filmde de karşımıza çıkan önemli bir karakterdir bu kadın.

"mutsuz bir evliliğe hapsolmuş kadın, evliliğin verdiği güvenlik hissini kaybetmekten korkar."
aralarında, yuval noah harari'nin dile getirdiği bu genellemeyi marriage story'deki nicole gibi kırabilenler olduğu gibi, revolutionary road'daki april gibi daha derin kuyulara gömülenler de vardır. zira april ne o kadar güçlüdür ne de şanslı. aslında hem kocasının hem de kendisinin kısıldığı yaşamlarında hayallerinden vazgeçtiklerini düşünen april, başka bir ülkede yeni bir başlangıca yelken açmak üzere kocasını ikna edebilmiştir. lakin süreç içinde yaşanan gelişmeler onun bu ideallerine engel olunca o da başka şeylere engel olmaya karar verecektir. zira tıkanmış hayatına devam edecek olması yani paris'te yaşayacağı "yeni bir hayat" hayalinin suya düşmesi onun için varoluşsal bir sorundur.

chemi bednieri ojakhi'deki, yorgun ve mutsuz bir kadın olan edebiyat öğretmeni manana ise, "ben artık oynamıyorum!" diyerek kendine ayrı bir ev tutup geniş ailesini terk edebilecek denli güçlü bir kadındır. geniş ailenin halalar ve amcalardan oluşan daha geniş kısmının da baskı dolu ricalarına rağmen geri adım atmaz ve bir anlamda kendi özgürlüğünü tercih eder. dayatılan ve zorunda bırakılanı değil huzur dolu olan, seçtiği bir hayatı yaşamak üzere atlar trenin son vagonuna.
aldığı karar ve gösterdiği kararlılıkla, manana şu sorulara çok net şekilde cevap vermiş olur:
sırtına yüklenen bagajlardan kurtulup ruhunu arındırmak kadının hakkı değil mi?
kadın, anne olunca yakınındaki erkeklerin veya çocukluktan çıkmış çocuklarının tüm sorumsuzluğunu ve lakaytlığını çekmek zorunda mıdır kalan ömrü boyunca?
çevresinde hâmisi rolünü oynayan erkekler için saçlarını süpürge etmek kadına yazılmış değişmez bir kader midir?

peki ya tully'deki marlo'ya ne demeli?

genç ve güzel marlo, hayatının erkeği olduğunu düşündüğü bir adamla evlenmiş, iki çocuk doğurmuş ve 22 kilo almış, hem gençliğini hem de büyük oranda güzelliğini çocuklarına feda etmiştir. davranış bozukluğu semptomlarıyla hayatını zorlaştıran oğluyla uğraştığı aşamada yeniden hamile kalıp bir kez daha doğum yapmıştır.
ikinci çocuğunu doğurduğu süreçte ciddi bir depresyon süreci yaşayan marlo'yu son doğumda çok daha derin bir ruhsal yıkım beklemektedir. marlo, ilgisiz kocasıyla cinsel bağı tamamen, duygusal bağı da kısmen kopmuş; yalnızlık ve tükenmişlik içinde boşlukta salınmaktadır.

(finali sürprizli olduğu için bundan sonrasına spoiler uyarısı vereyim)

gidecek bir yeri yoktur marlo'nun. öyle bir niyeti de yoktur aslında. gençliği aşıp orta yaşlarına geçerken; hayallerini, kimliğini, heveslerini ve dahi onu farklı kılan tüm yönlerini de yol üzerinde birer birer bırakmak zorunda kalmıştır. o kadar ki, iç dünyasında kurguladığı yaşam bile özgür ve bağımsız olmayı başaramaz. kendisinden o denli feragat etmiştir ki hayalinde yarattığı genç gece bakıcısına bile kocasının cinsel fantezisini karşılatır, çocuklarına kek yaptırır. kimsenin kendisi için bir şey yapmasına alışmamıştır zira.
marlo'nun yukarıda bahsettiğim benzerlerinden farklı olarak yüzü geleceğe yönelik değil geçmişe dönüktür. "kendisi" olduğunu hissettiği yıllarına, gençliğine sığınır marlo. onu terk eden gençliğine "ben sensiz ne yapacağım" diye sorar. gençliğinden terapi alır, gençliği eliyle tazelenmeye çabalar, gençliğiyle kurduğu dostlukla, gençliğinden aldığı telkinlerle hayatına, rutinine tutunmaya, manasızlaşan yaşamına yeni bir pencereden bakmaya ve ailesine sahip çıkmaya çalışır... fakat şunu asla bilemeyiz: marlo gerçek anlamda iyileşmiş midir yoksa biraz daha iyi görünmesi yaralarını kapatıcıyla kapatmasından mı kaynaklanmıştır?..

tekrar yazının başına döneyim.
içinde bulunduğu labirentten kaçıp kurtulmak ve yeni bir hayatta özgürleşmek isteyen bu kadını edebiyat ve sinemadan daha pek çok örnekle betimleyebiliyoruz. peki, bu kadın gitmeyi başardığında gerçekten daha mutlu, daha özgür ve daha manalı bir hayata kavuşabilecek midir?
hangi yol daha tutarlıdır? kalmak ve farklı pencereler açmak mı, yoksa gitmek mi? gideceğimiz yer bizden bağımsız bir yer midir?
yeni bir hayat mümkün müdür?

ölümsüzlük adlı müthiş eserinde şu tespitleri yapan milan kundera haklı mıdır, yanılmakta mıdır, bilemiyorum. üzerine düşünmek lazım:


"hayatınızın orta yerinde, sıfırdan başlayarak öncekiyle hiç ilgisi olmayan 'yeni bir hayat' kurabileceğini iddia etmek tam bir hayalciliktir. hayatınız daima aynı malzemeyle, aynı tuğlalarla, aynı sorunlarla inşa edilecek ve başlarda 'yeni bir hayat' olarak görebileceğiniz şey, çok geçmeden daha önce yaşanan hayatın basit bir çeşitlemesi olarak ortaya çıkacaktır."
devamını gör...

holy spider

iran'ın kutsal şehri meşhed'de, şii hacılar imam rıza'nın türbesini ziyaret ederek hacı olurken şehrin yoksulluk üreten kenar semtlerinde, evine ekmeği vücudunu pazara çıkararak götürmek zorunda bırakılan mazlum kadınlar birer birer tüyler ürpertici cinayetlere kurban gitmektedir.
cenneti garantilemek için yıllarca iran-ırak savaşı'nda cephede mücadele etmiş olan fakat savaşta ölüp şehit olamadığı için hayıflanan saeed, hemen her gece motosikletiyle günahkâr avına çıkmakta ve motosikletinin terkisine bindirdiği kadınları evine götürüp başörtüleriyle boğmaktadır. kimisi hamile, kimisi çocuklu, çoğu afyon bağımlısı bu kadınları gecenin karanlığında boş bir tarlaya atan saeed, ardından da gazeteyi arayıp cesedin yerini söylemekte, "kokmadan alın oradan" demektedir.

katil, fuhuşa karşı cihat ilan ederek, işlediği seri cinayetlerle ahlaksızlığı sokaklardan temizleme azminde iken meşhed polisi adaletin bir şekilde tesis edildiği düşüncesiyle faili meçhul cinayetleri çözmek için çok da ciddi bir soruşturma yürütmemektedir. o yüzden kadın kurbanların akıbetini sorgulamak ve meselenin üzerine gitmek kadın bir gazeteci olan rahimi'ye kalacaktır.


bir iran filmine göre oldukça sert ve cüretkar bir film olan holy spider, 2000-2001 yılları arasında 16 kadın fahişeyi katleden saeed hanaei'nin hikâyesine dayanıyor.
kurbanlarına bıraktığı işaretle "kutsal örümcek" olarak tanımlanan, üç çocuklu bir aile babası, dindar bir şii ve savaş gazisi olan hanaei, sıradan bir inşaat işçisi ve son derece normal bir insandır. film boyunca seri katilin ev yaşamını, çocuklarıyla ve eşiyle olan ilişkisini, arkadaşlarıyla muhabbetini izliyoruz ve görüyoruz ki saeed bazı cinayetlerde tecavüze yeltenme bağlamında gitgeller yaşasa da ne bir sapık ne de onulmaz bir sadisttir.
hannah arendt'in eichmann'a yaklaşımındaki gibi saeed'de şeytani ve uğursuz bir derinlik aramak beyhudedir. ortada dehşet verici biçimde normal olan biri vardır ve arendt'in yıllar önce adını koyduğu kötülüğün sıradanlığıdır bu.
nasıl ki eichmann nazi partisinin programını bilmiyor ve kavgam'ı da okumamışsa saeed de belli ki kur'an'ı hiç okumamıştı ve tüm dini bilgisi kulaktan dolma fıkhi malumatlara dayanıyordu. zira ancak bu boyutta bir cehalet, saeed'in kendini hakikatin temsilcisi ve kutsal adaletin sağlayıcısı yerine koymasına neden olabilirdi.
saeed, kadınları o derekeye düşüren sebeplere, yoksulluğu üreten sisteme değil de bizzat kadınlara savaş açmıştı ve adaleti savunmasız kadınları boğarak sağlayabileceğini vehmediyordu.
akıl ve izandan yoksun bir iman, onu ruhsuz ve kalpsiz biri haline getirmiş, daha da ötesi kesin inançlı bir ölüm makinesine dönüştürmüştü. saeed'in ana hedefi cennete gitmekti. bunu da literal yaklaşımla ele alınan bazı ayetlerle cihad algısı, kahramanlaştırılan bazı tarihi figürler üzerinden de şehitlik bilinci oluşturup karanlık dehlizlerine salındığı şehri ahlaksızlık ve kötülükten arındırarak kazanmayı düşünüyordu. saeed uç bir örnek değil maalesef. islam dünyası, içinde düşünce barındırmayan duygular üzerinden fikirsiz bağlılıklar yaratılarak zihni iğdiş edilmiş, bir makineye dönüştürülmüş sözüm ona cennet yolcusuyla dolu maalesef.

katilin yöntemlerini ve kim olduğunu, nasıl yaşadığını baştan itibaren bildiğimiz için daha çok cinayetleri neden işlediğine ve yakalanıp yakalanmayacağına odaklanıyoruz. bu da filmi sıradan bir polisiye-gerilim filmi olmaktan çıkarıp iran'daki molla rejimini sorgulayan ve toplum eleştirisi yapan gerilim dozu yüksek bir film haline getiriyor. topluma dair eleştiri daha çok, yakalanması sonrasında katilin halk kahramanı ilan edilerek serbest bırakılması için kampanya başlatıldığı süreçte yapılıyor. 16 kadının katilini büyük bir iştiyakla destekleyen halk onu allah adına şehri fuhşiyattan temizleyen bir mücahit olarak görüyor. saf cehalet ve pürüzsüz kötülük halkın bu tutumunda da tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.

iran rejimine ve kadına yönelik baskıcı tutumuna yönelik eleştirel yaklaşım ise cinayetleri soruşturan ve çözmek için kendini yem olarak kullandırmaktan çekinmeyen kadın gazeteci rahimi üzerinden getiriliyor.
bekar bir kadının iran islam cumhuriyet'inde otel odası kiralayamaması, çalıştığı gazetenin patronu tarafından tacize uğrayıp üstüne bir de iftira atılarak işten kovulması, aynı şekilde polis tarafından kötü kadın muamelesi görüp tacize uğraması, gece dışarı çıktığında fahişe olarak algılanarak kovalanması ortadoğu'da kadın olmanın zorluklarını gösteren detaylar olarak dikkat çekiliyor. rahimi bir anlamda güçlü karakteri, cesareti ve kararlılığıyla son dönemde iran rejimine karşı başlayan protestolarda öncülük eden kadınları sembolize ediyor.

iran asıllı yönetmen ali abbasi, filmde hakim rolündeki karaktere, fuhşun dini değil toplumsal bir sorun olduğunu ve yoksulluğun kadınları buna zorladığını söyletip sistemin içinde iyi insanların da olduğu imasında bulunarak dengeyi korumaya çalışsa da bu, filmin çok sert bir sistem eleştirisi olmasını engelleyemiyor.
filmin gerilim atmosferi, cinayetlerin işlenmesindeki rahatsız edici sertliği, bazı sahnelerdeki çıplaklık dozu ve gerilimi yükseltmede önemli rol oynayan etkileyici müziği, filmi klasik iran filmlerinden ayıran bir rol oynuyor.
oyuncuların inandırıcılığı ise filmin meselesini inandırıcı ve ikna edici kılıyor. iran izin vermediği için ürdün'de çekilen filmin uluslararası pek çok ödül alan yönetmeni ali abbasi ve cannes film festivali'nden en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönen zar amir ebrahimi ölüm tehditleri almaktan bu nedenle kurtulamadı. film derdini çok etkili anlatabildiği için iran'da yasaklandı ve filme katkısı olan herkes seyahat yasağına uğradı ve film rejim tarafından salman rushdie'nin şeytan ayetlerikitabına benzetildi.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim