(bkz: hafızadan çıkmayan reklam jingleları)
devamını gör...

konuşmayı unutmuş biri olabilir. insan konuşmaya konuşmaya unutuyor haliyle ve konuşmak isteyince de kelimeler birbirine girebiliyor. bu da konuşma fobisini doğuruyor.
gerçekten acı bir durum.
devamını gör...

yoldaş benjamin franklin de bizi görecek mi?
devamını gör...

insanoğlu için büyük öneme sahip olan hafıza kelimesinin, kelime olarak değerlendirildiği eş anlamlısı. yazılış ve okunuşları farklı olan bu iki sözcük, aynı anlamı karşıladığından ikisi de tercih edilebilir.
devamını gör...

niyetimin bu yönde olduğu uygun bir insan denk geldiği anda değerlendireceğim, kişinin kendi ailesini kurma yolunda attığı önemli adım. birlikte çalıştığım 30 larinin sonuna gelmiş elemanlar var bu adamlar bekâr hala ergen veletler gibi elde telefon karı kız düşürme peşinde..bir erkek olarak ne ağırlığı var ne insan saygı duyuyor. tam bir berduş.
bekarlık sultanlıktir tatavasini yapan, sorumluluk alamayacak korkak tiplemelerdir. bir erkek evlenmeden gerçek manada adam da olamaz. çevremde bu toksiklerden pek çok var ve konuşmaya başladığı zaman daha insanın kusasi geliyor.
devamını gör...

çok basit bir dil bilgisi hatasının "ne olmuş yani böyle yazılmışsa?" minvalinde ya da olabildiğince alakasız örneklerle savunulduğunu görmek beni üzüyor. ana dilinizi, yıllarca süren yaşantınızdaki temel iletişim gerecini yanlış kullanmanın savunulacak tarafı yoktur. elbette kimse kimseden filolog olmasını, her kurala riayet etmesini, detay sayılabilecek dil bilgisi kurallarının hemen hepsini bilmesini beklemiyor ama en azından okuduğu metnin kaliteli yazılmasını (ve bu sayede kolayca okunabilmesini) beklemek herkesin hakkı.

zamanında anlattım: (bkz: bulunma hal eki).
devamını gör...

faturası gelen yazar dramı. off ki ne off...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

aşkın üç rengi
bölüm 2

prens ve prenses; maskeli yüzlerin, katrana bulanmış kalplerin, kem gözlerin, haset dolu sözlerin yarattığı karanlığı bile aydınlatacak ışığa ve umuda sahip aşklarını yaşıyorlardı. aşklarının yoğunluğu zamanın akışını yavaşlatıyordu. kalpleri bir araya geldiğinde bir zaman tutulması yaşanıyordu sanki. ayrılığı hatırlatacak hiçbir kelime akıllarının ucundan geçmiyordu. ilgilendikleri tek şey gözlerinden yansıyan, yüreklerindeki yangının görüntüsüydü. bu yangın sadece ve sadece kendilerini yakıyordu. el ele tutuştukları vakit bu yangın sönmek yerine daha da alev alıyordu. ayrıca yaşadıkları mutluluk hissi ve neşe her yere bulaşıyordu. canı yürekten gülüşüyor olmalarından mütevellit, duyan herkese hayat enerjisi aşılanıyordu. ülkeye küsen doğa bile bu iki aşık için uykusundan uyanıyordu. kuşlar onlar için şarkı söylüyor, çiçekler onlara selam vermek için boynunu eğiyordu. doğanın tüm sakinleri onlarla birlikte bir müzikaldelermiş gibi dans ediyordu. aşkın en parlak halini bulmuş olan bu iki sevenin aklından ahmed arif'in o güzel dizeleri geçiyordu. "körsem, senden gayrısına yoksam, bozuksam, can benim, düş benim, ellere nesi."

birbirlerine yüce bir aşkla bağlı olduklarından dolayı kimsenin ne dediğini umursamıyorlardı. önemsedikleri tek bir şey vardı: çipil çipil aşk dolu bakan gözlerinin, yüreklerinde bıraktığı o his. birbirine çok uzak iki krallığın varisleri olmaları nedeniyle her gün görüşemiyor olmalarına rağmen aşkları güneşin doğuşu ve batışıyla daha da büyüyordu. aslında bu uzaklıklar onları daha da yakınlaştırıyordu. sonuçta "mesafe uzaklıkta değil, mesafe fedakarlıkta"*

gökte dolunayın dünyayı sahte bir güneş gibi aydınlattığı yalancı bir gün kıyafeti giyen gecede, prenses balkondan dışarıyı seyrediyordu. aklında sevdiceğinin aşk dolu bakan gözleri, kalbinde mevsim sayısını üçe düşürecek bir yangın... onu çok özlüyordu, ömür borcunu yavaş yavaş tahsil ediyor olmasına rağmen prens gelemiyordu.
prens de aynı duyguları yaşıyordu. hasreti, tüm ülkenin görüşünü kısıtlayan ulu dağlar kadar büyüyorken artık yüreğine söz geçiremiyordu. zamanın ne kadar geç olduğuna aldırmadan, dolunayın aydınlattığı yollara kendini vuruyordu...

prenses yüreğinden: "şu an yanımda olmanı çok isterdim. ama değilsin. sen oradasın; ve orası ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor."* diye geçiriyorken, yüreğinde hep zuhur eden o dileğinin aslında çoktan kabul olduğunu, kafasını gökten yere çevirdiği vakit prensi görünce anlıyordu. kendini o kadar mutlu hissediyordu ki, yüzünde yüzlerce çocuğun neşesine eş değer bir gülüş oluşuyordu. bu oluşan müstesna gülüş ile kanadı kırık kuşların bile uçabileceği söyleniyordu.

dolunayın sahte ışıklarını bile gölgede bırakabilecek bir ışıltıya sahip gözlerin sahibi prensesi gören prens başlıyor serenadına:
"ne alemdesin yaşama sevincim benim".*
prenses de başlıyor prensin yüreğini kelepçeleyecek güzel sözlerine: "her şey seni bekliyor, her şey gelmeni. içeri girmeni, senin elinin değmesini, gözünün dokunmasını, ve her şey tekrarlıyor; seni nice sevdiğimi..."*
prens gülümsüyor ve devam ediyor:
"dün de görüşemedik... iki yüzyıl görüşememişiz gibi geldi ve üç yüzyıllık göresim geldi seni."*
prenses: "benim aklım fikrim sende, senin gelişinde, seni ne zaman göreceğimde, seni nasıl göreceğimde, beni görür görmez ne diyeceğinde."*
prens duraksıyor çünkü kalbi krallıkta uyuyan herkesi uyandırmaya yetecek bir ses çıkarmak istercesine delicesine çarpmaya başlıyor, bu heyacanın etkisiyle söyleyeceklerini unutuyor. derin bir nefes alıyor ve yapmış olduğu serenadı şu sözlerle sonlandırıyor: "adresim oldun benim, biliyorsun değil mi, alınyazım oldun. korka korka çaldım kapını. ne yapayım sevdim seni. sensin artık ne varsa."*
prenses sevincinden yerinde duramıyordu. koşa koşa kendisine serenad yapmak için bunca yolu tepmiş olan aşığının yanına iniyordu ve birbirlerine öyle bir hasret ve tutku ile sarılıyorlardı ki, onlara uzaktan bakan biri yüzyıllar boyunca birbirlerini görememiş, geçen bu yılların etkisiyle dayanılmaz hale gelen özlemlerini azaltmak isteyen iki sevdalı görüyordu. büyük tutkularının kırmızısıyla sarf ettikleri sözler de "öyle bir aşığım, öyle bir aşığım ki ancak fuzuli şairin yüreği böyle aşkla çarpabilmiştir."* oluyordu.
tabii gece onlar için daha yeni başlıyordu. elleri sımsıkı kenetlenmiş bir şekilde bahçede yürüyüşe çıkıyorlardı. bu güzel seranad sonrası konuşmaktan, güzel güzel sözler söylemekten yorulduklarını sanmayın sakın. aksine bizim aşıkların en sevdiği şey birbirlerine güzel sözler söylemekti... kalplerinin atışı gecenin sessizliğini inletiyordu, boş olan bahçe bu iki aşığın yüreklerinin çarpma sesiyle doluyordu.
prens: "yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? ne güzel yaşlanırsın sen."*
prenses gülüyordu. gülümserken şu cevabı veriyor:
"ölmezsem, ki buna hiç niyetim yok, seninle çok güzel günler göreceğiz."*
prensin aklına bir gün önceki konuşmalarında yaşadıkları tartışma geliyordu. istemeden de olsa onu kırdığını düşünüyordu ve şu soruyu soruyordu: "son tartışmamızda seni kırmak istemememe rağmen sana karşı sesimi yükselttiğim için özür dilerim, bana çok kızdın mı?"
prenses:
-"ben sana kızsam, kendime küserim."* ama üzüldüm de açıkçası. söylediklerinden dolayı değil, özlemimden dolayı. sonra "çocuk gibi ağladım. o kadar hiç, o kadar boş, manasız. öyle haksız yere uzağım ki senden..."* oturdum, ağladım bende çok özlediğimden.
bu cevap sonrası prens daha da sıkı sarılıyor sevdiğine. tatlı bir yelin esmesiyle prenses ufak bir titreme yaşıyordu. bunu fark eden prens:
"üşüdüysen söyle sevgilim, seni bir kat daha seveyim."* dedi.
prensesin ona tatlı tatlı baktığını görünce de cümlelerin arkası kesilmiyor ve yenilerini eklemeye devam ediyor:
"sevmek az gelirse korkma, sana ölürüm."*
prenses ne diyeceğini bilemiyordu. evet, biraz üşüyordu fakat prens öyle güzel sözler söylüyordu ki prensesin yüreğindeki yangını adeta körüklüyordu bu sözler ve bu sıcaklık onun tüm vücuduna yayılıyor olmasından dolayı artık hiç üşüme hissetmiyordu. sadece alev alev yanan yüreğini hissediyordu. onun da bu sıcaklığı hissetmesini istercesine daha da sıkı sarılıyordu prensine.
bu sıcaklığın etkisiyle prensesimiz başlıyordu konuşmaya:
"sana ne demeliyim bilmiyorum. güneşim desem güneş batıyor. hayatım desem, hayat kısa. gülüm desem, o da soluyor. sana 'canım' demeliyim. çünkü bu can seninle yanıyor."*
bizim prensimiz de çok romantik olduğu için aklında hep güzel sözler oluyordu. yıllarca bu aşk için biriktirdiği tüm güzel sözleri prensesinin gönül yollarına seriyordu.
prens: "sen oradan bir canım dersin. benim kalbim kaburgamın altına sığmaz burada."*
prenses yüreğinin rengini yansıtan yanaklarını gizlemek istercesine yüzünü çeviriyordu çünkü bu güzel sözler karşısında çok utanıyordu.

yürümeye devam ederlerken prenses saate bakıyor ve zamanın çok çabuk geçtiğini fark ediyordu. artık geri dönme vakti geldiği için içinde bir hüzün oluşmaya başlıyordu.
prense dönüp: "zaman sen olmayınca geçmiyor, sen olunca da yetmiyor."* dedi.
prens : üzülme sevgilim hem "seni görmek bir insan gözünün yapacağı en güzel iş"*. seni gördüğüm bu birkaç saat de bana yeter. ayrıca "şu kâinat denen nesnenin içinde en çok sevdiğim yürek, üstüne en çok titrediğim insan kalbi senin göğsündekidir."* diye cevap veriyordu.
prenses bu sözlerle mest oluyordu olmasına fakat bu sözler dönüş yolunda sessizliğe bürünmesine mani olamıyordu. o yol hiç bitmesin istiyordu. prensesin dalgın ve düşünceli olduğu gören prens ona bir sorun olup olmadığını sorduğu zaman prenses her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek şöyle bir cevap veriyordu:
"ne var ki elimizde, yaşamaktan ve çocukça sevmekten başka"*. yaşam sevmeyince anlamsız aslında. ben "seviyorum seni. denizi uçakla ilk defa geçer gibi. istanbul'da yumuşacık kararırken ortalık, içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni, 'yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.* sensiz olmak gibi bir düşüncem yok artık. ama bazen korkmuyor da değilim. ya bu bir rüyaysa ve her şey bir anda kayıp giderse elimizden.
olumlu ve güzel sözler söylemesine rağmen prensesin üzgün bir ifadeye sahip olduğunu gören prens yüreğine bir hançer saplanmış gibi hisseder ve dilinde tuttuğu sözlere özgürlüklerini verircesine:
"lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. canım, birtanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuş. bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden."* korkma artık sende. hem keyfini çıkar bu güzel zamanların "yan yanayız ve şehir böyle mucize görmedi."* ayrıca "yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim. yaşamak: seni sevmek gibi ciddi bir iştir."* der.
kulaktan kalbe hızlıca ulaşan bu sözler prensesin asılan yüzünün tekrardan gülümsemeye başlamasına sebep olmuştu. prens sonuna kadar haklıydı, sevince insan sevdiğine kaybetmekten korkmamalıydı. ne kadar çok korkarsa kaybetmekten sevdiğini, o kadar hızlı yaklaşırdı kaçınılmaz sona. sevmek ciddi bir duygudur ve o duygunun olduğu yerde ne korku olur ne gurur...

gecenin ortasında parlayan yıldızların yanına mutluluklar asan bu iki aşık onları uzaktan uzaktan gözleyen o kötü gözlerden habersiz özlemlerini gideriyordu. aşıklarımız bu durumu fark etmese bile bu, kötü niyetli gözlerin gizliden gizliye onları gölgeleri gibi izlediği gerçeğini değiştirmiyordu.

prensesine şatosuna kadar eşlik eden prensimizin artık geri dönme vakti geliyordu gelmesine fakat prenses onu hiç bırakmak istemiyordu. yeryüzünde sel oluşturacak bulutların içerisinde bekleyen yağmurlar gibi bekliyordu prensesin gözyaşları. hüzünlü bakışlarının arasından şu kelimeler bir bir döküldü ağzından:
"gitme. çünkü kaybolmuş gibi hissediyorum sen gidince. bilemiyorum ellerimi nereye koyacağımı. boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum. çünkü bir ağrı saplanıyor ciğerlerime, dayanamıyorum.
gitme. seninle güzelleşiyorum ben. kaybettiğim kimliğimi buluyorum kokunda... baharlar buluyorum, sebepler buluyorum, yarınlar buluyorum."*
prensin de gözleri doldu. sımsıkı sarıldı bir kez daha, öptü prensesi hiç bırakmak istemezcesine.
dudakları ayrılıyordu fakat bu sefer elleri bir türlü bırakamıyordu birbirini. sanki bir daha görüşemeyeceklermiş gibi hiç ayrılmak istemiyorlardı. ellerinden sonra gözleri daha da zor ayrıldı. sonuçta "ilk bakışta değil, son bakıştadır aşk. yani ayrılırken sana nasıl bakıyorsa, o kadar sevmiştir seni."* onlar da birbirlerini o kadar çok seviyorlardı. o kadar aşıklardı birbirlerine.

hem bu sadece saf değil aynı zamanda çocuksu bir aşktı çünkü ilk ve son aşklarıydı. bazen çocuklaşıyorlardı, bazen kıskanıyorlardı, bazen de küsüyorlardı ama bunların hepsi sevgilerinin içindeki küçük tatlı oyunlar gibi oluyordu. onlara ayrı bir tatlılık katıyordu. hem onlar sadece sevgili değildi. aynı zamanda da en yakın arkadaşlardı. bu yüzden belki de bu kadar bağlılardı. bakmayın onların çok iyi anlaştıklarına aslında ayrıldıkları çok konular vardı fakat onlar bunları dert etmiyordu. her farklı fikri aşk bahçelerine ektikleri yeni bir çiçek gibi görüyorlardı ve bu yüzden o bahçe bu kadar güzel bu kadar renkli ve bu kadar vazgeçilmezdi...

prenses şatoya gözleri yaşlı gidiyorken, prens evine doğru yol almaya başlıyordu. prens gözden kaybolana kadar arkasından tatlı bir tebessümle gizlice onu izliyordu prenses. içlerinden "ben bugün yine doludizgin, tasnifsiz ve çerçevesiz ağışım. ne mutlu bana."* diye düşünüyor, bir sonraki buluşmalarını heyecanla bekliyordu ikisi de.
her şey güllük gülistanlık peri masalı gibiyken o kaçınılmaz hazin olayların başladığı ana yaklaşıyorlardı...

edit: eveett merhabalar tekrardan. yazımızın ikinci bölümünün ilk kısmıyla karşınızdayız. bu aslında özel bir bölüm. dün sevgili şairlerimizden ahmed arif'in bugün de nazım hikmet'in ölüm yıldönümü. biz de hem onlara hem de şiirleri, sözleri yüreğimizi okşayan o çok sevdiğimiz şairlerimize özel bu bölümü yazdık. yeni bölümün bugün gelmesinin sebebi de buydu. onların o güzel sözlerini kullanarak bir bölüm hazırlayalım istedik ve umarım beğenmişsinizdir*.
şairlerimizi sevgi ve rahmetle anıyoruz. onlar olmasaydı edebiyat hep bir eksik kalırdı...
haftaya görüşmek üzeree.
devamını gör...

sürekli karalıyorum.önce bir çizik sonra bir tane, bir tane daha. çok çarpık, eğri büğrü şekiller... bunların bana faydası yok iç güdüsel oluyor bazı şeyler.
karalamalarıma bakıyorum hırsla hınçla öfkemi kusarcasına o an rahatlıyorum ama sonra anlamsız geliyor. kendime öfkeleniyorum sana,ona,buna,şuna ne varsa önüme çıkana.hepsini düm düz ediyorum.siliyorum, tekrar çiziyorum.kapatıyorum defteri, tekrar açıyorum. yırtıyorum atıyorum sonra gidip yenisini alıyorum. ben anlamlı şeyler yazamıyorum sadece karalıyorum.kendimle savaşıyorum.iç çekişmelerim iç çekmelerimle sonlanıyor.

bir gün anlamlı şekiller çıkarmaya inancımı kaybetmeyerek savuruyorum içimde kalanları boş gördüğüm yollara. içim içime sığmadığı zamanları öfkeye değil coşkuya bırakmakla meşgulum bu ara.
devamını gör...

şu an kızılay otobüs durağında dinlediğim yayındır. yolculuğuma anlam katacak oluşu da harika. ı lav ye bebeklerim.*

edit: otobüse bindim. girift radyo yayını her zaman her yerde fav.*
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

olmayan sorunsaldır.

60ından sonra hayata yeniden başlayan bir kadının kızı olarak konuşuyorum. hayat her an yeniliklere gebe.
devamını gör...

ilk günden yapılmaması gerekilen tespittir.
biraz sakin olun ve benjamin amcaya güvenin.
devamını gör...

kimseyi ilgilendirmeyen farktır.
devamını gör...

çok sevgili yazarımız ve usta ressamımız pablo mellisho ile uzun görüşmelerimiz sonucu gartic phone etkinliği düzenleme kararı aldık. yine aynı günde ve aynı saatte, yani cumartesi günü 22:00'da gerçekleşecek olan bu etkinliğe katılmak için "ben varım" yazmanız yeterli.
oda maksimum 30 kişi olabiliyor aklınızda bulunsun.

oyundan kısaca bahsetmek gerekirse,
tıpkı bugün oynadığımız gartic oyununda olduğu gibi amacımız yine resim çizmek ve çizilen resimleri tahmin etmek lakin ufak bir farkla. bu sefer önce her oyuncunun bir cümlelik bir hikaye başlatması gerekecek. örneğin "trollerden bıkmış kafa sözlük yazarı", "kırmızı oje süren tavşan" gibi. nasıl bir hikaye oluşturacağınız tamamen size kalmış durumda. hayal gücünüzü sonuna kadar kullanın. daha sonra oluşturmuş olduğunuz hikaye rastgele olarak bir başka kullanıcının ekranına gelecek ve o kullanıcı da sizin hikayenizi resmedecek. daha sonra çizilmiş olan resim yine bir başka kullanıcının ekranına gelecek ve o kullanıcı da resimde ne anlatıldığını tahmin edecek. döngü bu şekilde sürüp gidiyor. herkes çizimlerini ve tahminlerini bitirdiğinde odanın yöneticisi çizimleri ve tahminleri bir albüm şeklinde gösterime sunacak. bir bakıma kulaktan kulağa gibi. ortaya çok eğlenceli senaryolar ve çizimler çıkacağına eminim. oyunda ne yazık ki chat yok tek kötü özelliği belki de bu. ve kesinlikle ses kullanma özelliği yok. sesinizi açmak veya konuşmak zorunda kalmayacaksınız içiniz rahat olsun.

katılımcıların adını buraya ekleyeceğim
odayı kurduğumda belirlediğimiz saatten (22:00) 10 dakika önce katılımcılara oda linkini atacağım. böylece tam zamanında başlamış ve beklememiş olacağız.
son olarak herhangi bir sorunuz, aklınıza takılan bir şey olursa portakal atmaktan çekinmeyin.

katılımcı listesi:
devrin
bengaripsengüzeldünyaumutlu
je-
mementomori
evernevergreen
merdumgiriz_
summer queen
devamını gör...

çok güzel gelişen ve büyüyen sözlüktür.

6 senedir sözlük platformlarında yazan biri olarak naçizane tavsiyem, trollük yapanlar derhal banlanmalıdır. önce uyarı cezası alır. 1 hafta entry yazamaz, tekrarlarsa hesabı silinir gibi. örneğin hiçbiri bilgi, anekdot içermeyen başlık ve entryler var. örneğin başlık portakal. "kışın yerim" gibi entryler mevcut. bunlar sözlüğün kalitesini aşağıya çeker, çekiyor.

naçizane uyarmak istedim. gün geçtikçe sayıları artıyor bu tiplerin. uludağın sonunu da bu tipler getirmişti.
devamını gör...

'zekasını beğendiğin birisinin görüntüsünü merak etme. zekasını kullanmayan birinin ise görüntüsünden etkilenme.' demiş, yerinde bir tespit yaparak gönülleri fethetmiş bir filozoftur kendileri..

'sonsuzluğu düşünürken kendimizi yokluğu düşünürken bulduğumuzu, yokluğu düşünürken de sonunda sonsuzluğu düşünür hale geldiğimizi' söyleyende yine bu amcamızdır.

stuttgart'ta dünyaya gelmiş, tübingen'de ilahiyat okumuş, bern ve frankfurt'ta felsefe öğretmenliğine başlamış, 1805 yılında jena üniversitesinde profesör olmuştur.

kendisini taktir eden francis herbert bradley*, jean paul sartre* ve karl marx* gibi düşünürler ve belden alta vurmak dahilinde kendisini eleştiren soren aabye kierkegaard*, arthur schopenhauer*, friedrich wilhelm nietzsche*, martin heidegger* ve friedrich schelling* gibi farklı düşünürler üzerinde geniş bir etki oluşturarak yaşadığı çağın bilim ve felsefesini büyük ölçüde etkilemiştir.

başlangıçta friedrich schelling'in öznel idealizm* felsefesine inanmış olsa da, sonradan kendine diyalektik mantık felsefe sistemini kurup onun savunmasını yapmaya başlamıştır.

phänomenologie des geistes isimli kitabında oluşturduğu diyalektik mantık sistemini anlatmıştır. immanuel kant'ın felsefesine inanmakla birlikte onun fikirlerini yetersiz bulmuş, kant'ın aksine insanların her şeyi öğrenebileceklerini savunmuştur. kant belirsizliği yenme gayreti içerisinde belirsiz kalmıştır fakat hegel daha nettir 'yazılmamış düşünce düşünülmemiş sayılır' demiştir.

hegel’e aklın azmanı denseymiş daha doğru olurmuş. ruhtan bu kadar söz edip de bu kadar kesin bir şekilde aklın soğukluğunu temsil etmek her filozofun harcı değildir. hegel'in felsefesi ağır ve sağlam bir hukuki felsefedir. işin özünde hegel felsefenin hukukçusudur..
devamını gör...

bu tarz olaylara karışmayı hiç istemiyorum ve doğru bulmuyorum. bu konuda fikrimi söyleyip söylememe konusunda ikilemde kalmış olsam da sanırım söyleyeceğim. açıkçası ben bu durumdan gerçekten rahatsızlık duyuyorum. aranıza yeni katılmış bir yazarım, kimseyi tanımıyorum ve buraya adapte olmaya çalışıyorum. daha ilk haftada sol tarafta saçma sapan birbirine laf sokmalı başlıklar görmek beni hayal kırıklığına uğrattı gerçekten. insanların sizin aranızda geçen olayı bilmesi neden bu kadar önemli? bilmesi diyorum ama o benim nezaketimden, yaptığınız şey bir olayı açıklamak ya da ortaya çıkarmak da değil, sadece bizlere ilkokul esintisi yaşatacak şekilde birbirinize başlıklar altında laf sokmak. öte yandan bugün çokça başlıklar altında şahit olduğum bir durum var; olayla en ufak bağlantısı olmayan tanım girdiğimiz başlıkların altına sırf sorun yaşanılan yazar yazdığı için tanım girmek. üstelik o tanımın başlıkla uzaktan yakından alakası yok, amaç sadece üstteki yazara laf sokmak. bu yaptığınız şey o başlığı açana, başlık altına tanım giren bizlere ve tüm sözlük halkına terbiyesizliktir. sizin aranızda geçen muhabbetlere şahit olmak zorunda değiliz, bize ne? ya da sadece kendi fikrimi belirteyim, bana ne? avukat değilim ki birilerini savunayım, hakim değilim ki birilerini yargılayayım. keyif kaçırıyorsunuz burada saatlerini harcayan emek veren insanlara haksızlık etmeyin, lütfen.
devamını gör...

müzik; size hissettirdikleri kadar güzeldir ve bi' zehirdir.
devamını gör...

tipik işçi lojmanlarıdır. küçüktürler; genelde bir oda bir salon. sovyetlerden ve yugoslavya'dan ayrılan bütün ülkelerde vardır. binalar mutlaka yeşil alanla çevrilidir. çocukların oyun oynamaları, spor yapmaları düşünülmüştür. birbirine çok yakın değildir. ankara'da örnek mahallesindeki eski toplu konutlara benzerler.
yazlık ya da tatil evi gibi olanlar da vardır. deniz kenarında ya da orman içinde dağlarda bulunurlar. onlar da gösterişsiz ve küçüktür.
bu ülkelerdeki konutlar hala küçüktür. 40 metrekare ev normaldir.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim