ateist kaplumbağa yazar profili

ateist kaplumbağa kapak fotoğrafı
ateist kaplumbağa profil fotoğrafı
rozet
karma: 56125 tanım: 1175 başlık: 231 apolet: 6 takipçi: 225
Madem apolet her şey! buyurun muazzam özgeçmişim; Kafa sözlük emekli yazarı, anormal sözlük haber ajansı imtiyaz sahibi, anormal sözlük hunidaşlar kulübü onursal başkanı, allahsız tosbağanın üçüncü kuşaktan torunu, cilalı kabuk, altın kabuk ve ters dönmüş hödük ödülleri sahibi, tavşanı madara eden tosbağalar derneği genel başkanı. Ayrıca; genç tosbağalar kış uykusundan uyandırılmaktan rahatsız! Ve; kabuğunda ters dönenler: bir tosbağa dramı! adlı iki adet kitabım bulunuyor.

son tanımları | başucu eserleri


minotaurus

bir zulüm ve barbarlık hikâyesidir minotaur'un başından geçenler. pek çok söylence vardır hakkında lakin hepsi hemen hemen aynı sonla biter. en bilinenlerinden birisi şudur;

ayran gönüllü zeus, fenikeli prenses europa'ya aşık olur. lakin prenses, zeus efendiye pek yüz vermez. baş tanrılık gururu incinen zeus, ret edilmeyi kendisine yediremez ve prensesi büyüleyerek beyaz bir boğa'ya dönüştürür ve sırtına aldığı gibi girit adasına götürür. bu beyaz boğa her ne hikmetse minos'u doğurur. neticede yunan tanrılarının hikmetinden sual olunmaz ama arkadaş bu kadarı da fazla. neden io gibi ineğe çevirmiyorsun da boğaya çeviriyorsun prensesi? neden cinsiyet ayarları ile oynuyorsun kadının? hadi oynadın neden doğum yapmasına sebep oluyorsun? derdin ne senin? yani aşk acısı bu kadar mı gözünü döndürür bir tanrının? artı sen zaten sürekli aşık oluyorsun, her ret edilişinde böyle abidik gubidik işlere girişirsen tabi yunan mitolojisinin içinden çıkılmaz. magazin bültenine döndürmüşsün koca mitolojiyi. mürekkep yalamış onca adamı/kadını da paparazziye çevirdin. ayıp vallahi!

neyse zeus'dan olma, boğadan doğma bu minos efendi, sonrasında girit kralı olur. poseidon'dan, deniz tanrısının bizzat kendisine adamak için bir kurban göndermesini rica eder. poseidon'da minosu kıramaz ve al minnoşum şu dev boğa senin olsun diyerek ona muhteşem görünümlü beyaz bir boğa gönderir. minos kıyamaz boğa'ya, bağışlar boğanın canını. sanırım burada kan çekiyor ve ondan kıyamıyor boğaya. adam boğadan doğmuş neticede, genetik kodları olayı farkında olmadan ret ediyor.

tabi bu durum poseidon'un kulağına gidiyor, hiddetleniyor, zaten sinirli adam. njord kadar geniş ve sakin bir tanrı değil. sen bana bu saygısızlığı nasıl yaparsın diyor ve minos'un karısı pasiphae'yi boğaya aşık ediyor. vallahi psikopat bu yunan tanrıları, şu intikam alma şekline bakar mısınız? garibim pasiphae'de aşktan gözü dönmüş vaziyette atina'nın ünlü mucidi deadalus'un yanında alıyor soluğu; ''aman mucit canım mucit derdime bir çare'' diyerek inceden giriyor meseleye. ''ben bu boğanın yanına nasıl yaklaşırım bana bir güzellik yapman lazım'' diyerek de mucide göz dağı veriyor. kadın kraliçe sonuçta. deadalus zeki adam, boğayla aynı boyutlarda içi boş bir inek tasarlıyor ve pasiphane bu ineğin içine girerek boğaya yaklaşıyor ve hedefine ulaşıyor. bu enteresan birliktelikten asterion adını verdiği bir evladı oluyor. evlatta evlat ha. yarı insan yarı boğa. anasının da babasının da özelliklerini almış. kusursuz bir melez (!)

ama minos bu sefer genetik kodlarını dinlemiyor, başlarım böyle işe diyor ve deadalus'u yanına çağırıyor. al şunu bir yere hapset gözüm görmesin bu veledi diyor. arkadaş sanki seni boğa doğurmadı. ne istiyorsun zavallı sabiden. gaddar herif.

bunun üzerine deadalus bir labirent tasarlıyor ve garibim asterion buraya hapsediliyor. çocuk labirentte yaşamaya başlıyor. minos sabiyi insan eti ile beslemeye başlıyor. başka hiç bir şey yemesine izin verilmiyor. böylece bir canavar yaratmanın inceliklerini de minos'tan öğrenmiş oluyoruz. belki bu çocuk sevgi dolu bir ortamda yetişse, iyi bir eğitim alsa bu hallere gelmeyecekti. kim bilir...

beyefendinin et stoku da atina şehri bu arada. adam, olayı bildiğiniz şenliğe çevirmiş. atina'dan 7 erkek 7 kadın kurban edilmek üzere 9 yılda bir girit'e gönderiliyor. bunun sebebi de vakti zamanında atinalıların minos'un oğullarından birini öldürmesi. intikamın böylesi görülmemiştir herhalde.

son kafilede theseus adında bir genç var. adam gönüllü olmuş kurban edilmek için. kafasında kırk tilki dolaşıyor. minotaur'u öldürmeye ant içmiş. ama oda ne, aşk yine kapıyı çalıyor tatammm minos'un kızı ariadne theseus'a ilk görüşte aşık oluyor. onun labirentten çıkabilmesi için de ona bir top iplik veriyor, ipliğin diğer ucunu tutup dışarıda beklemeye başlıyor. peki fikir kimin? daedalus'un... adam olayın her aşamasında var. boş ineği yapmasan çocuk doğmayacak. labirenti yapmasan çocuk canavara dönüşmeyecek. ama ona da kızamıyorsun emir kulu neticede. en azından bu noktada hayırlı bir iş yapıyor.

theseus, bu sayede yolunu rahatça bularak minotaur'u öldürüyor ve böylece yıllardır süregelen zulüm, hem yaratık açısından hem de atinalılar açısından son buluyor.

mutlu son...
devamını gör...

andvari yüzüğü

yüzüklerin efendisi serisine ilham kaynağı olduğu düşünülen mitolojik yüzük.

hikaye kaba taslak şöyle bir şey; sigmund odin'in soyundan gelen bir savaşçıdır. girdiği bir savaşta öldürülür ve odin onun kılıcını başkaları kullanmasın diye parçalara ayırır. kılıcın parçaları oğluna verilmek üzere karısı hjordis tarafından saklanır. hjordis yeniden evlenir ve sigmund'un oğlu sigurd, demirci regin tarafından büyütülür, demirci regin'in iki kardeşi vardır, ejderha fafnir ve şekil değiştiren otr...

günlerden bir gün otr, somon balığı avlamak için su samuru kılığına girer. loki su samurlarının derisine hayrandır. samur derisinden kendisine güzel bir kıyafet yaptırmak niyetindedir. terziye talimatı vermiştir lakin malzeme eksiktir. otr'la karşılaşır ve onu tuzağa düşürerek öldürür, derisini yüzer ve deriyi şahsi terzisine teslim eder. havalı kıyafetine kavuşmuştur.

tabi tüm bu olanlar otr'un babası hreidmar'ın kulağına gider. nasıl gitmiştir, mevzuyu kendisine kim aktarmıştır onu bilmiyorum. demek ki, ortada bir görgü tanığı var ki, adam olaydan haberdar oluyor. oğlunun su samuruyken avlanması ve loki'nin kıyafetine meze olması hreidmar'ı ziyadesiyle kızdırmıştır. intikam yeminleri eder.

tesadüf bu ya odin, loki ve hoenir bir yolculuk esnasında hreidmar'ın konutunda konaklamak zorunda kalırlar. hreidmar'ın istediği fırsat ayağına gelmiştir. hemen tazminat talebinde bulunur. oğlunun canına karşı kilosunca altın ister. aksi halde odin ve hoenir, hreidmar'ın salonunda rehin kalacaklardır. el mecbur loki tazminatı ödemek için altın arayışına girer. cüce andvari'nin altın stokuna ulaşır ve stoku bir güzel patlatır. lakin altınların arasında bir yüzük vardır. bu yüzük, yüzüğü takanın servetini katlayacak, zenginliğine zenginlik katacaktır. ancak cüce andvari bu değerli yüzüğü çalınma tehlikesine karşı lanetlemiştir. sinsilikler prensi loki'nin bu durumdan haberi yoktur. tüm hazineyi sırtladığı gibi hreidmar'ın salonunun yolunu tutar. altınları teslim eder, odin ve hoenir'in serbest kalmasını sağlar.

tabi altın takıntısı olan ejderha fafnir, gözünün önündeki altınların çekiciliğine dayanamaz ve hazineyi ele geçirmek için babası hreidmar'ı öldürür. loki'nin samur kürkü sevdası koca bir aileyi faciaya sürüklemiştir.

demirci regin, kardeşi fafnir'in babasını öldürdüğünü duyunca evlatlığı sigurd'dan fafnir'e meydan okumasını ister. sigurd'un gerçek babası sigmund'un kılıcının parçalarını kullanarak sigurd'a yeni bir kılıç döver. sigurd bu kılıçla ejderhanın karşısına çıkar ve onu yener. regin'in talimatı ile ejderhanın kanıyla yıkanır ve kalbini pişirmeye başlar. kalbi pişirirken elini yakar ve elini ağzına götürdüğü anda fafnir'in kanı dudaklarına bulaşır. bu olay ile birlikte sigmund hayvanların lisanına hakim olmuştur. çevresindeki kuşlar regin'in onu öldüreceğini kendisine söylerler. böylece sigurd, regin'in kellesini alır ve andvari'nin lanetli yüzüğünün bulunduğu hazineye sahip olur.

bu olaydan sonra sigurd, gün yüzü göremeyecektir. brynhild adındaki bir kadına aşık olur ve yüzüğü ona hediye eder. bu sırada büyücü grimhild, sigurd'un kendi kızı gudrun'a aşık olması için bir iksir yapıp, sigurd'a içirir. brynhild, sigurd'un büyünün etkisinde olduğunu bilmediği için sigurd'u affetmez ve öldürür. durumu öğrenince pişman olur ama artık çok geçtir. parmağındaki yüzükle birlikte sigurd'un cenaze ateşine atlar...

hikâyeyi okurken kuvvetle muhtemel, lotr evreni ile arasında ki temel benzerlikleri görmüşsünüzdür diye düşünüyorum. sigmund'un kılıcının parçalanması ve sonrasında dövülmesi narsil'in hikayesine çok benzemektedir. iki kılıçta varislerin görevlerini yerine getirebilmesi için yeniden dövülmüştür.

ha keza smaug'un cücelerin hazinesine çökmesi, fafnir'in yaptıklarını andırır.

son kertede yüzüğün gücü ve lanetine ek olarak yok ediliş hikâyesinde de, bu mitolojik anlatıdan esintiler vardır.

tüm bunların ışığında; tolkien'in ''andvari yüzüğünün laneti'' anlatısından etkilenmiş olabileceği ve kurgusunun bir kısmına bu mitolojik unsurları dahil etmiş olması olasıdır diyebiliriz.
devamını gör...

anormal sözlük haber ajansı

kafa sözlüğün içerisinde yaşanan bin bir türlü gelişmenin özel araştırmalar sonucu sizlerle paylaşılmasını sağlamak amacıyla kurulmuş, özgür ve tarafsız haber anlayışını şiar edinmiş, basın kuruluşunun adıdır.

siz tanımlarınızı yazarken, yazılanları okurken sözlükte neler döndüğünü bu güzide kurum sayesinde öğreneceksiniz.

günün havadisleri ile karşınızdayız;

dady olayının perde arkası

kulislerde bu konuyla ilgili pek çok şayia dolaşıyor.

yoldaş benjamin franklin'in, kgb eski ajanı olan arkadaşlarının dady'yi kaçırdığı ve kimsenin bilmediği bir yerde tuttuğu iddia ediliyor.

yönetimden adını vermek istemeyen bir yetkilinin bizlerle paylaştığı bilgi şu yönde;

ajanlar gecenin bir yarısı dady'nin evine baskın düzenlediler. dady'in her hafta puan tablosunun tepesinde yer almasından yoldaş son derece rahatsızdı. ajanlar lisan-ı münasibince durumu dady'e aktardılar. ve bu durumun tekrarlanmayacağını garanti etmesini istediler. dady bu talebe olumlu yanıt vermeyince, kendisini palas pandıras evinden alıp metruk bir binaya götürdüler. dady bu talebi kabul edene kadar orada tutulacak.

yetkilinin anlattıklarından anladığımız kadarı ile dady'nin tanım ve karma puan güvenliği/özgürlüğü tehlikeye girmiş bulunuyor. kendisinin bir an önce serbest bırakılmasını ve sözlük yönetiminin bu konu hakkında kamuoyuna detaylı bir bilgi bilgi vermesini talep ediyoruz.

örnek vatandaş gerçeği

sözlüğe mütemadiyen ve seri bir biçimde tanım girmekte olan örnek vatandaş rumuzlu kullanıcı aslında yapay zeka mı ?

evet değerli sözlük sakinleri, böyle bir ihtimal hiç de uzak değil. kendisinin sözlükte henüz açılmamış başlıkları itina ile bularak tanım girmesinin arkasındaki gerçeğin bu olduğu konuşuluyor. adını vermek istemeyen bir sözlük yetkilisine ulaşan muhabirimiz kendisinden şu bilgileri aldı;

evet var böyle bir durum. kendisinin bu durum için tasarlanan bir yapay zeka olduğunu bende arkadaşlardan işittim. şu an bunu ispat edecek yeterli kanıtım olmasa dahi bende kendisinin yapay zeka olduğunu düşünüyorum. yazılımının içerisinde sohbet edebilme yeteneğinin de olması ispat noktasında elimizi biraz zayıflatıyor.

görüşlerini aldığımız yetkili henüz büyük konseyin üyesi olmadığı için düşünceleri iddia'dan öteye gitmiyor olsa da, konunun üzerinde ivedilikle durulması gerektiğini düşünüyoruz. konunun takipçisi olacağımızı da siz değerli yazarlarımızın bilmesini isteriz.

sözlükte açılan ayrıştırıcı başlıklar dış güçlerin oyunu mu ?

son günlerde sözlükte bir gerginlik yaşandığı gözlerden kaçmıyor. peki ne oldu da olaylar bir anda bu noktaya geldi ?

sözlüğü adım adım parçalanmaya götürmek isteyenler kimler ?

yaptığımız araştırmalar sonucunda bu meselenin arkasında dış güçlerin olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. emperyalizmin en temel asimetrik psikolojik harp taktiklerinden birisi olan böl/parçala/yönet stratejisi an itibarıyla sözlüğümüzde devreye sokulmuş gözüküyor. herkesin efendi efendi takıldığı ve huzurlu bir ortamın temellerinin atıldığı genç sözlüğümüz ne yazık ki ciddi bir saldırı ve tehdit altında. sözlükte, tek dişi kalmış malum yapıların ajanlarının kol gezdiği gün gibi aşikar.

açılan başlıklar yaratılmak istenen algıyı doğrular nitelikte. sözlük ahalasini kin ve düşmanlığa sevk etmek isteyen bu ajan/provokatörlere karşı tüm yazarlarımızı dikkatli olmaya çağırıyoruz. unutmayınız hepimiz aynı gemideyiz. yoğurdumuzu ekşitmek isteyenlere karşı omuz omuza olmak hepimizin vazifesi.

arkeolojik buluntular ve dünya mirasına karşı yapılan saldırı sözlük kolluk kuvvetlerinin üstün çabası ile engellendi

geçtiğimiz günlerde ''palmira antik kenti'' ile ilgili evernevergreen rumuzlu yazarımızın açtığı başlığı c4 patlayıcılarla havaya uçurmak isteyen saldırgan bombayı patlatmadan hemen önce etkisiz hale getirildi.

kültürel başlıkların korunması konusunda hassasiyet gösteren kolluk kuvvetlerimize teşekkür ediyor ve iyi ki varsınız diyoruz.

kafa sözlük haber ajansı bundan sonra her daim yazarları ile dayanışma içinde olacak ve sözlükte yaşanan gelişmeleri sizlere aktarmaya devam edecektir. bilgi kaynaklarımız gizli olmakla birlikte. kaynaklarımızı açıklanmamız baskısında bulunulması halinde durum habercilik etiğine uygun olmadığı için olumlu dönüş yapamayacağımızı da şimdiden deklare etmek isteriz.

açık, mert, korkusuz kafa sözlük haber ajansını okudunuz. keyifli sözlükler dileriz.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının nicklerinin hikayesi

efendim malumunuz olduğu üzere ''lale devri'' eğlenceleri tarihimizde önemli bir yer tutar. bu devir her ne kadar ''galatı meşhur''lar silsilesi sebebiyle farklı anlatımları haiz olsa da, ben size o dönemle ilgili gerçeğin ta kendisini anlatacağım. elbette ben de hikayeye herkes gibi ''paşa dedem'' diye başlamak isterdim lakin hikayemizin kahramanı olan büyük dedem ne yazık ki, paşa değil.

benim durumumdan da anlayacağınız üzere kendisi halis muhlis bir tosbağa. ama öyle azımsanacak, önemsenmeyecek bir tosbağa değil. kendisi saraylı bir zat-ı muhterem. sarayın bahçe kısmında yaşamış olsa dahi bu onun saraylı olduğu gerçeğini asla değiştirmez.

''lale devri'' pek çok ilki içerisinde barındır. yahya kemal beyatlı'da dizelerinde dönemi bir güzel anlatır ki, sormayın gitsin. zevki sefanın tavan yaptığı, saray eğlencelerinin arşı alaya çıktığı bu dönemde, akşam eğlencelerinin tertibinde, görsellik açısından elbette bir ışıklandırma lazım. sazendeler, hanendeler, rakkaslar, zenneler sanatlarını karanlığın ortasına icra edecek değiller ya.

işte burada devreye büyük dedem ve arkadaşları giriyor. kandillerin yetmediği yerde dedem ve tosbağa arkadaşları sayesinde hareketli ışıklandırma sağlanıyor. tamam kabul ediyorum biraz yavaş bir ışık dolaşımı söz konusu olmuş ancak o dönem zarfında bence bu bile önemli bir gelişme.

dedemler neredeyse her akşam eğlencesinde, kabuklarında yer alan mumlarla birlikte bahçede dolaşıyor, o günün elit tabakasının eğlenmesine katkı sunuyorlar. ancak o kadar kötü şartlarda çalıştırılıyorlar ki, ne yeteri kadar dinlenebiliyorlar ne de kendilerine verilen sözler tutuluyor. örneğin marul ve asma yaprağı konusunda hiç bir sıkıntı çekmeyecekleri sözü bizzat ''damat ibrahim paşa'' tarafından kendilerine verilmiş ancak ne yazık ki, yerine getirilmemiş.

bu yoğun çalışma ortamında pek çok tosbağa yorgunluktan erkenden kış uykusuna dalıyor. bahçenin ortasında hareketsiz kalıyorlar. tabi bu durum kaymak tabakanın hiç hoşuna gitmiyor. eğlencelerinin bozulmasından tosbağaları sorumlu tutuyorlar. mevzu 3. ahmet'e kadar gidiyor. padişahı öyle bir dolduruyorlar ki, padişah gelen baskılara dayanamıyor. ''tiz vurun bunların kellesini ! '' diye kükrüyor. allahtan ''damat ibrahim paşa'' aklı selim bir adam; ''devletlum bu tosbağalara bir şans daha verelim. zaten yeterince korktular ve mahcuplar. binlerce tosbağanın katli tebaanız arasında da homurdanmalara yol açar.'' diyerek araya giriyor.

3. ahmet sadrazamının sözlerini her zaman önemsemiştir. ''söyle bakalım ibrahim ne yapacağız o halde bunlarla ?'' diyerek topu sadrazamına atıyor. kaymak tabaka huzursuz, ufak homurdanmalar var. ibrahim paşa tekrar söz alıyor. ''devletlum kanımca bizim bunları eğitmemiz lazım. emir buyurun bunların terbiyesi için bir kaplumbağa terbiyecisi görevlendirelim. hem terbiye edilirlerse, devlet-i ali'nin ileri gelenlerine daha iyi hizmet ederler. bir daha da böyle elim bir olay yaşanmaz.''

3. ahmet öneriyi olumlu karşılıyor. kaymak tabaka ise durumu ehveni şer olarak değerlendirip huzurdan çekiliyor.

esasen tarihteki ilk ıslahat fermanı 3. ahmet'in tosbağaları ıslah etmek için çıkardığı bu fermandır. ancak resmi tarihçiler bu olaya asla değinmezler. bu da onların ayıbı olsun.

sonrasında ibrahim paşanın görevlendirdiği ''kaplumbağa terbiyecisi'' işe başlıyor. adam gaddar. elinde sopası, yedi gün, yirmi dört saat tosbağalara hayatı zindan ediyor. günde bir marul yaprağı yiyebilen tosbağa kendisini şanslı sayıyor. öyle bir zulüm dönemi işte...

bu durum büyük dedemin canına tak ediyor. kaplumbağa terbiyecisi kafasına kızılcık sopasını indirdiği anda can havliyle hayatının en hızlı hamlesini yapıyor ve terbiyecinin kaftanını, kabuğundaki mum ile tutuşturuyor. kaplumbağa terbiyecisi çığlıklar içerisinde, etrafta koşuştururken ''allahsız tosbağa'' diye bağırıyor. büyük dedem ve tosbağa yoldaşları kaçmaya çalışsalar da, saray bahçesinin çıkışına yaklaştıkları esnada muhafızlar tarafından derdest ediliyorlar.

haklarında bir tosbağa fermanı çıkarılıyor. hepsinin başlarının boyunlarından ayrılması suretiyle idamına karar veriliyor. büyük dedem ve yoldaşları af dilemiyor. nedamet etmiyor. hükmün uygulanacağı gün gelip çattığında, şafakla birlikte idam ediliyorlar. söylenenlere göre, damat ibrahim paşa duruma çok üzülüyor. idam edilen tosbağaların cansız bedenlerini adamlarına toplatıyor.

naaşları gizlice genç osman'ın atı ''sisli kır''ın mezarının bulunduğu kavak sarayının harabelerine gönderiyor ve orada defin edilmelerini sağlıyor. büyük dedem içinse büyük bir teveccühte bulunuyor. kendisine bir mezar taşı yaptırıyor.

üzerinde şu sözler yazmaktadır. ''allahsız tosbağa namlı cesur ve yiğit tosbağa ölmüştür. bu makam içre o gömülmüştür.''

tabi aradan yıllar geçiyor. olay unutuluyor, tarihçiler ''patrona halil isyanı''nı yazarken, allahsız tosbağa ve yoldaşlarının direnişini görmezden geliyorlar. büyük dedem gibi tarihi bir şahsiyeti tarihin tozlu sayfalarına gömmeye çalışıyorlar.

ama sağ olsun aradan uzun bir müddet geçtikten sonra, ''osman hamdi bey'' olaya vakıf oluyor. kendisi aynı zamanda arkeolog. büyük dedemin mezar taşını buluyor. konuyu araştırıyor. ve bu elim olayı öğrendikten sonra ziyadesi ile üzülüyor.

bildiğiniz üzere ''kaplumbağa terbiyecisi'' adlı bir tablo yapıyor. ancak olayları öğrendikten sonra tabloyu yeniden yapma gereği duyuyor. ilk versiyonda bulunan 5 tosbağa sayısını ikinci versiyonda 6'ya çıkarıyor. işte o altıncı tosbağa benim büyük dedem ''allahsız tosbağa'' lakaplı kaplumbağadır. pencereden sızan ışık ise bir göndermedir. orada osman hamdi bey büyük dedeme ithafen ''yolun her daim yolumuzu aydınlatacaktır.'' mesajını veriyor.

neyse efendim böyle bir dedenin torunu olduğum için büyük gurur duyuyorum. bu vesile ile de sözlükte an itibarı ile kullandığım bu kullanıcı adını aldım. birebir dedemin lakabını almak saygısızlık olurdu diye düşündüğümden, onun lakabını günümüz şartlarına uyarladım.

cilalı kabuklar içerisinde uyusun...

işte böyle...
devamını gör...

kharoon

rüşvetçi hergelenin tekidir. dante'yi bile karşı kıyıya geçirmemiştir. parayı vermemişsen ya da arkandan ölüm merasimi yapılmamışsa sittin sene styx nehrini geçemiyorsun. zaten et but kalmamış neredeyse adamda, iskelet sayılırsın, ne yapacaksın o kadar parayı? öbür tarafa mı götüreceksin diyeceğimde adam zaten orada takılıyor.

millet bir umut elysion'a alınır mıyım diye korku içinde kıyıya gelmiş, elleri ayakları titriyor. tabiri caizse mabatları üç buçuk atıyor, sen kalkıyorsun bu garibanları harcayamayacağın altın sikke için söğüşlüyorsun. tüm dünya mitolojileri içerisinde yer alan en rezil karakter bu adam. vahşi kapitalizmin ilham kaynağı bile olabilir. zira sizi ölümünüzden sonra dahi söğüşleme fikrini kesin bu hergeleden aldılar. zaten bu adamların çoğu tartarus'a gidecek, sürekli yinelenen bir acıyla ilelebet orada takılacaklar, paralarıyla bu garibanları rezil etmenin bir manası var mı? hiç mi vicdanın yok? bu nasıl bir para aşkıdır?

sürekli seyri sefer halindesin. kıyıda bıraktıklarını eşek arıları sokuyor. börtü böcek dişliyor. adamlar/kadınlar çılgınlar gibi çığlık atıyor. yahu bir imana gel be adam. para hırsından azıcık vaz geç. yok anam babam bu vicdansızsa söylenebilecek tek kelime yok.

zeus bildiği gibi yapsın diyeceğimde, o da çapkınlık yapmaktan başını kaldıramadığı için bu işlerle ilgilenemiyor. sistem bozuk. balık baştan kokar diye boşuna dememişler.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

michelangelo'da böyle resmetmiş kendisini. sanırsın beysbol oynuyor. fakirle uğraşmak kolay kharon efendi; delikanlıysan biraz da zenginlerin karşısına çık!
devamını gör...

yazarların çocukluk anıları

hepimizin yaşamı roman olmayı hak eder. hangisinin best seller olacağı, hangisinin klasikler arasında yer alacağı ise anlatıcının hünerine bağlıdır. aslında yazmak en iyi yaptığım şeylerden birisi. herkes böyle söyler. ben de buna inanırım. amma velâkin iyi yaptığım başka bir şey ise, hünerlerimi çeşitli bahanelerle sergilemekten kaçınma istikrarım.

bugüne kadar bunu yaptığım için hayatımı bir roman haline getirebilme becerisini gösteremedim.

kâh göstermeye pek niyetim olduğunu da sanmıyorum.

aslında benim için işler tıkırında başlamış. çocukken dâhiymişim. deham 1500, havam 3500 imiş.

neden sonra aptallaşma sürecine girmişim. içinde bulunduğunuz toplumun da bunda önemli etkisi var.

düşünün, gayet kıvrak bir zekâya sahipsiniz. yaşıtlarınızdan hep bir adım öndesiniz ama çevrenizde size sürekli pipinizi amcalarınıza ve teyzelerinize göstermeniz gerektiğini salık veren bir kitle var.

bu nasıl bir manyaklıktır arkadaş! teşhire, teşrifinizin bunalımsal iz düşümü…

ulan şimdi bunlar neden benden böyle bir şey istiyor?

bu pipi denen şey çok önemli bir şey olsa gerek.

o andan itibaren pipinin kutsallığına inanmaya başlıyorsunuz. onu takip eden süreç sizin kızlardan daha uzağa işeyebileceğiniz gerçeğini kavramanızla şekilleniyor. erkek egemen yapının kutsallığına da böylece mazhar oluyorsunuz.

hayır, yani daha uzağa işseniz ne olacak? başınız göğe mi erecek?

eriyor olmalı ki, o yaş grubundaki herkes bunu övünç kaynağı olarak görüyor.

ve sonraki yaşamlarında hep daha uzağa işeyebilmek için uğraşıyorlar.

ben bu pipi işinde keramet olmadığını erken fark edenlerdenim. o yüzden aptallaşma sürecim kısa bir süre içinde olsa kesintiye uğramıştır.

neyse…

anlatacaklarımı dinleyecekseniz evvela nerede doğduğumu, nasıl bir çocukluk geçirdiğimi, benden önce ailemin ne durumunda olduğunu falan merak ediyor olmalısınız. ama ben bu zırvaların hiç birisini sizlere anlatmak istemiyorum. esasen bunları niye merak ettiğinizi de bugüne kadar anlamış değilim.

her şeye burnunuzu sokmak gibi bir huyunuz var. yani bunları bilseniz ne olacak ki? başınız göğe mi erecek? ( yine baş ve gök metaforunu kullandığımı fark etmişsinizdir. seviyorum arkadaş ne yapayım yani? )çoğunuz yaşamlarınızı bir fanusun içerisinde size sunulan şeylerle idame ettiriyorsunuz. size öğretilenler dışında hiçbir şeye ilgi duymuyorsunuz. aslında tamamen ön koşullanma dumuru sizinki, ama bundan haberiniz dahi yok. hayatlarınızın sınırını başka insanlar çiziyor. olaylara, kişilere bakışınızı, içerisinde yetiştiğiniz çevre belirliyor.

hepinizin bir cv’si var. hep başkaları tarafından belirlenmiş. iyi bir evlatsınız, iyi bir eşsiniz, sadık bir çalışansınız falan filan. kaçınız gerçekten kendinizsiniz merak etmiyor değilim. ama çoğunuzun olmadığını biliyorum.

bu ön koşullanma meselesinin sırrına mazhar olmam 5-6 yaşlarında yaşadığım bir olayla ilintilidir. tam da ilginizi çekebilecek şekilde bir giriş yaparsam fena olmaz. en azından şu ana kadar yazdıklarım hoşunuza gitmemişken bu kısımdan sonra, merak ivmeniz yükselip, biraz olsun yatışabilirsiniz diye düşünüyorum.

efendim o sıralar babamın görevi dolayısıyla bilecik denen şirin ilimizde ikamet ediyoruz. aslında oraya şehir demek için 80 bin şahit lazım. şimdide bilecikliler kızacak ama yapabileceğim bir şey yok. olanı yazmak zorundayım. gerçekler acıtır derler ama ben acıttığı kısmına katılmıyorum. genelde kızdırıyor. bu kalpsiz dünya da, acıyan tek yeriniz, güvende olduğunu düşündüğünüz koca popolarınız. zaten tek derdiniz de, popolarınızı kurtarmak değil mi?

neyse sadede geleyim; o dönemler mahalle kültürü denen bir şey var. şimdilerde ruhuna el fatiha dedik. itinayla gömdük. rahmetli, aslında kültürel açıdan bir zenginlikti. ammavelâkin bize fazla geldi.

herkesin birbirini tanıdığı bir sokakta yaşıyorduk. ilişkiler o kadar sıcak ve candan gözüküyordu ki, matrix’in bu yanıltıcı gerçekliğine bende aldanmıştım. herkes birbirini koruyor, kolluyor, çocuklar kardeş gibi yetişiyordu.

o zamanlar insanları sevmek için elimde yığınla materyal vardı. örneğin hayriye teyzenin börekleri, cemil amca’nın şekerlemeleri bende dünyanın muhteşem bir yer olduğu algısı yaratmıştı. iki katlı ahşap bir evimiz vardı. biraz eski olsa da, bugüne kadar oturduğumuz en muhteşem ev oymuş gibi hissederim.

benim mesaim babam evden çıktıktan yarım saat sonra başlardı. hemen kendimi sokağa atar, arkadaşlarımı örgütler ve çeşitli oyunların oynanmasına öncülük ederdim. mahallemiz çok güvenli bir yer olduğu içinde kimse bize karışmazdı.

yalnız bu güvenli sokağın bir defosu vardı. mahallemizin delisinin geçiş saati. bizim delimiz çok dakik bir adamdı. her gün aynı vakitlerde sokaktan geçer, mahalleyi felce uğratırdı. anneler çocuklarını o gelmeden biraz önce evlerine çağırır, güvenliği tesis ederlerdi.

deli nedir? nasıl olunur? şartları nelerdir? bunların hiç birisini bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey o sokağa girdiğinde bizim orada olmamamız gerektiğiydi. zira tehlikeli biri olmalıydı. yoksa o kadar insan neden çocuklarını ondan korumaya çalışsındı ki?

aslında ne annem, ne de babam mahallemizin kadrolu delisi hakkında beni uyarmamıştı. benimkisi kendiliğinden oluşan bir reaksiyondu. mahalleyi boşalt kararı alındı. boşaltılacak. tüm çocuklar evlerine doğru koşarken, ben de istemsizce, içgüdüsel olarak aynı ritüeli gerçekleştiriyordum. o gün de aynısı olmuştu. oyun oynarken bir anda çil yavruları gibi dağılmıştık. eve doğru koşmaya başladım. nefes nefese kalmış bir vaziyette kapıyı çaldım. annem olanca sakinliğiyle kapıyı açtı.

- anne deli geliyor.

- öyle söyleme evladım.

- ama deli

annem o adama deli denmesine kızıyordu. ‘’garip’’ derdi. bunu söylerken, ses tonunda hafiften bir sızı hissederdim. lakin umurumda olmazdı. zira o tehlikeli biriydi. içeri girer girmez üst kata doğru yöneldim. merdivenleri hızlıca çıktım. ve pencerenin kenarına geldim. sokağı gözlüyordum. deli’nin geçişini izlemek tüm çocuklar için rutin bir durum halini almıştı.

uzun saçları vardı. saçı ve sakalı birbirine karışmıştı. boylu poslu bir adamdı. sokaktan geçerken kafasını önüne eğer. kendi kendisine söylenirdi. kadife bir pantolonu ve yeşil bir parkası olduğunu hatırlıyorum. birde o meşhur boğazlı kazağı. üniforma gibi hep aynı şeyleri giyiyordu. parkasının yanından sarkan çantasının içinde neler olduğunu hep merak etmiştik.

başka mahallenin çocuklarına ait eşyaları toplamış olabilirdi. ama biz ona zırnık koklatmamıştık. çünkü işimizi biliyorduk. deli bizi yakalayamıyor, hal böyle olunca da, oyuncuklarımızı ona kaptırmıyorduk. o tam anlamıyla bir çocuk düşmanı olmalıydı. gulyabaninin insana benzeyen versiyonu sokağı terk ettiğinde heyecanla aşağı indim.

- oğlum nereye?

- deli gitti anne. dışarı çıkıyorum.

- geç kalma.

- tamam anne.

sokağın güvenli olduğuna kanaat etmiş olan ben, zafer kazanmış komutan edasıyla sokağa doğru vakur adımlarla ilerliyordum. sahi sizler bu hissi iyi bilirsiniz değil mi? hep kaçarak zafer kazandınız ne de olsa. bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın mantığı hüküm sürdü yaşamınızda. sakın şimdi yok öyle bir şey, vesaire gibi söylemlerin arkasına sığınmayın. dürüst olun! zira popolarınız halen rahat ve keyifli bir şekilde hüküm sürmekteyse ve oturduğunuz zemin poponuzun altından kaymıyorsa, hep bu sayede… bu arada istisna kardeş, sen bu sözleri üzerine zaten alınmamışsındır.

neyse devam edeyim.

sokak güvenli demiştim. hakikaten de öyle idi. diğer arkadaşlarıma haber vermek için freni boşalmış kamyon gibi koşturuyordum ki, ayağım bir taşa takıldı. yüz üstü yere kapaklandım. başım fena halde acıyor ve debisi çıldırmış bir nehir misali şarıl şarıl kanıyordu. neden sonra birisinin beni kolumdan kavrayarak ayağa kaldırmaya çalıştığını fark ettim.

-haydi, kalk evlat.

canımın yandığına mı üzüleyim yoksa mahallenin delisine yakalandığıma mı bilemiyordum. içimden bir ses kaç kurtul diye böğürüyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. bu arada kalbim deli değil. bu bir mecazdır. altını çizmek isterim. ben hayatım da, o ana kadar yaşadığım ilk ve derin ikilemle boğuşurken, kendimi kadrolu delimizin kucaklarında buluveriyorum.

-evin ne tarafta?

ses yok. ağlayamıyorum bile. lakin bir şeyi fark ediyorum, o an benim için mühim bir şey bu. mahallemizin delisi bana bir şey yapmıyor. elimle sokağın köşesindeki evimizi işaret ediyorum. beni eve doğru taşıyor. çektiğim acı üst boyutlarda. ama merakım acımın yerini almış ve onu saf dışı bırakmış durumda. hafifçe başımı okşuyor. kapıya geliyoruz. zili çalıyor. annemin kapıya doğru geldiğini ayak seslerinden anlıyorum.

annem beni o halde mahallemizin delisinin kucağında görünce, panikliyor.

-ne oldu sana, ne oldu?

delimiz cevap veriyor.

-çocuk yere düştü ve başını çarptı hanımefendi. hastaneye götürsek iyi olur.

annem apar topar paltosunu üzerine geçiriyor. ayakkabılarını giyiyor ve dışarı fırlıyor.

annem önde, ben delimizin kucağında arkadan ilerliyoruz. annemin yoldan geçen arabalara el işareti yaptığını görüyorum. ama nafile hiçbir araba durmuyor. korunaklı mahallemizden kimse ortalarda yok. annem panik halde oraya buraya sesleniyor.

sonra nasıl oluyor, ne oluyor kucak değiştirdiğimi fark ediyorum. bir arabanın içerisindeyiz. annemin kucağındayım. az kaldı birazdan hastaneye varacağız diye fısıldıyor bana.

ben o hastaneden başımda altı dikiş ile çıktım. ama asıl mesele bu değil. asıl mesele benim o hastaneden tüm ön yargılardan sıyrılarak çıkmış olmamdır.

sizlerin deli dediğiniz adam yetiştirdi beni o hastaneye. sonra öğrendim. beni annemin kucağına bırakıp, yolun ortasında durmuş. arabanın birini bu şekilde durdurmuş. o araba ile gitmişiz hastaneye.

o olaydan sonra mahallemizin delisi benim için turgut ağabey oldu. onun turgut ağabey olduğu zamanlara da geleceğiz ama önce sizinle aramızdaki meseleyi çözelim.

söylediğim gibi bir fanusun içindesiniz. size garip gelen insanlara farklı etiketler yapıştırıyorsunuz. farklı farklı canavarlar yaratıyor ve bunlardan korkuyorsunuz. oysa asıl canavarlar sizlersiniz. ortalama insan dediğimiz sizler.

sevgisi vasati kırk çöp olan, çakma korkuların hükümdarı, dâhiyane nefretin mucidi hepinizi deliler öpsün…

bana bir şey olmasın...

istisna bey / istisna hanım sizlere de bir şey olmasın.
devamını gör...

valhalla

bir tatil beldesi olarak valhalla

evet değerli dostlar bugün tatilinizi huzur içerisinde geçirebileceğiniz bir mekan önerisinde bulunacağım. tanrı odin'in muazzam salonu valhalla...

nasıl bir yerdir?

valhalla, çatısı altın kalkanlardan oluşan , duvarları ve kirişleri mızraklardan yapılmış bir mekan. kapısında kurtlar bekliyor ve başınızı göğe çevirdiğinizde üzerinizde sürekli uçan kartallar görüyorsunuz. etrafta valkür adıyla bilinen silahlanmış genç ve güzel kadın savaşçılar geziyor. salon içerisinde biraz dikkatli olmanız gerekiyor. özellikle huzur kaçırıcı hareketlerden uzak durmanız lazım. yoksa tepenize binerler ve vallahi valhalla'dan atılırsınız. içki serbest. dilediğiniz kadar içebiliyorsunuz. yemekler on numara, her tür yemeğe bedava erişiminiz var. ekmek elden su gölden takılabileceğiniz bir mekan.

nasıl giderim?

önce asgard'ı bulmanız gerekiyor. duyduğuma göre navigasyon'un pek bir faydası olmuyormuş. bu sebeple hislerinize güveneceksiniz, hele bir yola çıkın gerisi gelir zannımca. neyse, asgard'ı buldunuz diyelim, burada karşınıza 540 tane kapı çıkacak, bu kapıların her biri 800 kişi alıyor o yüzden elinizi çabuk tutmanız lazım. artı, viking pasaportu çıkarmayı ve yanınızda götürmeyi de ihmal etmeyin. yoksa onca yolu boşa gitmiş olursunuz.

tabi en önemli şart, bir savaşta onurunuzla ölmüş olmanız gerekliliği, onu da kendiniz halledersiniz diye düşünüyorum. insan isterse her şeyin üstesinden gelir.

ne tarz etkinlikler vardır?

en önemli etkinlik sabahın ilk ışıkları ile kalkıp, mekanda bulunan diğer arkadaşlarınızla, kılıç kalkan oyunu oynamak...

akşama kadar birbirinize kılıç sallar, oranızı buranızı yaralar, akşam olduğunda ise bir anda iyileşerek alemlere akma fırsatına erişirsiniz.

bu etkinlik sonrasında çok fazla acıkmış olacağınız için, sizi aşçıların efendisi andhrimnir’in hazırladığı, sihirli dev domuz eti karşılayacak. bazılarınızın tövbe tövbe dediğini duyar gibiyim lakin geldiniz bir kere ve aç kalmayı tercih ediyorsanız, elbette seçim sizin, buna saygı duymaktan başka yapacak bir şey yok.

e hani başlangıçta her türlü yiyecek serbest demiştin diyebilirsiniz. serbest efendim. o vakti bulursanız yiyebilirsiniz.

arkasından bal şarabı şenlikleri başlıyor. savaştınız, karnınızı tıka basa doyurdunuz ve bingo! keçi heidrun'un memesinden akan bal şarabı ile kafayı bulma şansına erişiyorsunuz. mekanın böyle de güzel yanları var.

unutmadan at turlarına da katılabiliyorsunuz.

keyfiniz daim olsun. iyi tatiller dilerim.
devamını gör...

ülgen

gök gürültüsü ve yıldızların efendisidir. altay ve yakut yaratılış destanlarına göre mevcut dünyayı yaratan tanrıdır.

yerin ve göğün olmadığı zamanlarda dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. tengri ülgen bu suların içinde süzülüyor. bir nevi hiçlikte varlığını sürdürüyordu.

kayra han'ın sesi çınladı kulaklarında...

artık yaratma zamanı gelmişti. şu kelimeler döküldü ağzından;

bir dünya istiyorum, bir soy ile yaratayım
bu dünya nasıl olsun, ne boy ile yaratayım
bunun çaresi nedir, ne yol ile yaratayım


sonra ak ana geldi suların içinden süzülerek, duymuştu ülgen'in sesini...

şöyle seslendi ona; ''yarat ve de ki; yaptım oldu. başka hiç bir şey söyleme.''

yarattı yeri, göğü ve insanları... seslendi insanlara; '' varlığa yok deyip de yok olup gitmeyin!''

işte bu öğütle başladı insanın yeryüzünde yürüyüşü.

sonrasında ülgen üç büyük balık yaratmış. insanoğlu'nun yürüdüğü dünyayı bu balıkların üzerine koymuş.

balıklar hareket ettikçe dünya suların üzerinde salınmasın diye de , balıkları denetlemek için iyiliğin kadim hizmetkarı mandışire'yi görevlendirmiş.

böylece suların üzerinde salınmaz olmuş artık dünya.

yaratma işinin bittiğini düşünen ülgen, 7. günde ''altın dağ''ın en tepesine çıktı, yarattığı alemi seyreylemekti niyeti. ancak yorgunluktan uyuya kaldı.

uyandığında şöyle bir baktı eserine. ay ile güneşten başka tam dokuz dünya bir de cehennem yaratmış olduğunu gördü.

denizde yüzen bir toprak parçası ilişti gözüne. aklına bir fikir geldi. insanoğlunun kabuğuna, en son şekli bu toprak parçası ile verecekti. seslendi babasına ''insanoğlu bundan olsun!'' diye haykırdı. toprak birden ete ve kemiğe büründü...

kayra han ülgen'e kötü bir sürpriz hazırlamıştı. karşısındaki insan sureti, kardeşi ''erlik'' idi. böylece indi işte yeryüzüne erlik han...

ve kötülük kol gezmeye başladı dünyada. erlik kıskanıyordu kardeşi ülgen'in yarattığı insanları. babası tarafından kendisine bu güç bahşedilmemişti. yaratılan ilk yedi insana saldırdı önce. ülgen onun karşısında durdu. yardımına mandışire yetişti. ülgen erliği tamu'ya sürgün etti. böyle başladı ikizlerin arasında bitmek tükenmek bitmeyen kavga.

ve ülgen maytereyi dünyanın koruyucusu ilan ederek insanların han'ı yaptı. ve altındağ'a geri döndü.

sonrasında insanoğlu iyiye dair ne varsa ondan talep eder oldu. ak kamların yakardığı ve gücünü aldığı türk tanrısı bizzat kendisidir. kara kamların ise güçlerini erlikten aldığına inanılır.

zeus ve odin kadar ünlü olmadığına bakmayın ülgen'in. kendi milleti sahip çıkmamıştır ona. türk mitolojisi tu kaka ilan edilmiş, ülgen'de bu karmaşa da unutulup gitmiştir. oysa semavi dinlerin, milletlerin kendi mitolojilerine sahip çıkmak noktasında bir engel teşkil etmediğini özellikle ''iskandinav'' ve ''yunan'' mitolojisinde görüyoruz. bu toplumlar hristiyan olsalar dahi mitolojilerine sahip çıkıyor ve dünya nezdinde tanınması için ellerinden geleni yapıyorlar.

peki biz ne yapıyoruz ? ülgen'i zeus ve odin'e kurban ediyoruz.

oysa bu duruma en güzel gönderme ''harbiye marşı''nda gizlidir. ne der marşın başlangıcı ?

''yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız...''

türk mitolojisinde yıldırımları yaratan ülgen'in ta kendisidir.

elin zeus'unun şimşeği için türlü güzellemeler yapılırken, ülgen'in yıldırımlarının sönük bir anı olarak kalması ve böyle küçük ayrıntılarda gizleniyor oluşu da bizim ayıbımızdır.
devamını gör...

tom bombadil

oxford'daki boldlean kütüphanesi'nde bulunan, tolkien belgeleri arasında, tom bombadil başlıklı, muhtemelen 1920'lerde yazılmış bir hikaye parçası bulunmaktadır. ne yazık ki, yalnızca üç paragraf sonra bu metin son bulur ya tolkien yazmayı bırakmıştır ya da geriye kalan müsveddeler eksiktir. bu sebeple tom bombadil orta dünyadaki gizemini korumaya devam ediyor. belki tolkien bu karalamalarını tamamlamış olsaydı veyahut kayıp nüshalar elimizde olsaydı, tom amca ile ilgili kafamızda hiç bir soru işareti kalmayacaktı. lakin geçmişini çok fazla bilmesek dahi yüzüklerin efendisinde kendisi ile karşılaştığımız kısım romanın en keyifli bölümlerinden birisidir. kendisinin okuyucuya verdiği bu keyifte doğal olarak insanda hatta tobağa da bile merak uyandıran bir hale gelir.

kimdir, nedir, necidir? diye soruları ardı arkasında sıralarız. kendimizce cevaplar bulmaya çalışırız.

elf'ler tarafından hem "yaşlı" hem de "babası olmayan" anlamlarına gelen iarwain ben-adar adıyla anılan -ki bunu elrond'da dile getiriyor- tom amca'nın bir ''maia'' olduğunu savunanlar var. olabilir mi? elbette olabilir.

ama asıl mevzu ''yüzüklerin efendisi''nde frodo'nun tom bombadil'e sorduğu soru ile başlar;

''siz kimsiniz efendim ?''

“hı ne?” dedi tom doğrularak ve gözleri kasvetin içinde parıldayarak. “daha benim adımı öğrenmedin mi? tek cevap o. sen bana söyle, sen kimsin, böyle tek başına sen olarak, isimsiz? ama sen gençsin, ben ise yaşlıyım. ben neyim biliyor musun, en yaşlı olanım. lafıma mim koyun dostlarım: tom, nehir ile ağaçlar henüz yokken buradaydı; tom ilk yağmur damlasıyla ilk meşe palamudunu hatırlıyor. o büyük ahali’den önce patikalar açtı ve küçük ahali’nin gelişini gördü. o, krallardan, mezarlardan ve höyüklü kişiler’den önce de buradaydı. denizler eğrilmeden elfler batıya geçtiklerinde, tom çoktan burada vardı. yıldızlar altındaki karanlığı, korkunun bilinmediği zamanları gördü o. karanlıklar efendisi dışarı’dan gelmeden önceki zamanları”


tom amca'nın cevabını okuduğumuzda ''en yaşlı olanım'' sözlerine ve devamına takılmamak mümkün değil. bu sözleri ile kast ettiği şey valar'dan önce orta dünya'ya geldiği şeklinde yorumlanabilir. o zaman asıl soru şu; valar'dan önce orta dünya'ya gelebilecek niteliğe sahip kişi kim?

arkasından malumunuz olduğu üzere yüzük meselesi geliyor. tom amca, bakmak için yüzüğü frodo'dan istiyor. frodo yüzüğü gayet rahat bir şekilde kendisine veriyor. ne bir gerginlik, ne bir kuşku, ne de üzerinde bir baskı hissetmiyor.

“derken tom yüzük’ü serçe parmağının ucuna taktı ve mum ışığına doğru tuttu. hobbitler önce bunda bir tuhaflık göremediler. sonra birden nefesleri tıkandı. tom’un ortadan kaybolduğu falan yoktu!''

yüzük tom amca'yı etkilememektedir. frodo'yu bir telaş kaplar. yüzüğün kendi yüzüğü/aynı yüzük olup olmadığı konusunda endişeye kapılır. denemek için yüzüğü takar ve hooop görünmez olmuştur. tam rahatlamıştır ve kapıya doğru yürümeye başlamıştır ki, tom amca'nın sesi ile irkilir;

“hop kardeş!” diye seslendi tom, parlak gözlerini gayet keskin bir bakışla ona çevirerek. “hop, frodo kardeş! uğur ola? ihtiyar bombadil daha o kadar körleşmedi. altın yüzüğünü çıkar parmağından!”

hoppala güç yüzüğünü takanı da görebiliyor. işte yüzüğün karşısında bu kadar nötr ve her şeyden azade oluşu muammanın çifte kavrulmuş haline dönüşmesine yol açıyor.

evvela en yaşlı. sonrasında ise yanında yüzüğün esamesi dahi okunmuyor. işte bu noktayı şöyle değerlendirenler var; tom bombadil eru'dur. tek olandır. oysa yanıldıkları nokta şu; eru asla arda'ya inmedi. ayrıca tom amca kendi çöplüğünün horozu. güçleri yaşlı orman ile sınırlı. eru olmadığına göre geriye iki seçenek kalıyor;

ya bağımsız bir maia veyahut da tolkien'in kendisi...

burada, frodo'nun ona ''siz kimsiniz efendim?'' sorusuna verdiği yanıtın sonuna dönelim. ne diyor orada? ''karanlıklar efendisi dışarı’dan gelmeden önceki zamanları.'' yani ''melkor''dan önce orta dünya'ya gelmiş olduğunu anlıyoruz.

arda'ya inen valar sayısı belli. maia'lar konusunda ise bir açıklık yok. bu sebeple kahir ekseriyet tom bombadil'in valar olamayacağını maia olduğunu savunuyor ki mantık çerçevesinden baktığımızda bu doğru olabilir. kendisi valar'dan emir almayan ve orta dünyada kalmış bir maia olabilir.

ama ''karanlıklar efendisi dışarıdan gelmeden önceki zamanları'' sözü de burada kafayı bulandıran nokta. onu da bir yere oturtmak lazım. işte burada benim naçizane düşüncem diğer tezlerden farklı olarak şu;

tom amca; tolkien'in orta dünyadaki yansımalarından birisidir. lakin bazılarının öne sürdüğü gibi tek yansıması değildir. kendisinin romantik yansıması beren'dir ki, karısı ile mezar taşlarında beren ve luthien yazar.

tom amca ise tolkien'in muzip karakterini ortaya koyarak mizahi açıdan kendisini orta dünya'ya entegre ettiği karakteridir.

her şeyden evvel oradadır. yüzük onu etkilemez. kendisini romanın bir bölümüne hapsedecek bir ormanın içerisinde güvenli bir alana çekmiş ve akışın dışında kalmıştır. ama her şeyin tanığı ve yaratıcısıdır. frodo ve hobbitler'le sohbeti bu yüzden hepimize çok sevimli, sıcak ve samimi geliyor olabilir. belki de bu yüzden, kendi yarattığı karakterlerle sohbetinde en tepe noktayı yakalıyor. kim bilir?

herkes tom amca hakkında bir şeyler söyleyecek, düşünecek ve yazacak. benim düşüncem ise bu ve değişmeyecek. zira senelerdir bu mevzuya kafa yorar ve tartışırız. geldiğim son nokta burası. benden daha fazlası çıkmaz. düşüncemi değiştirebilecek sağlam argüman ise yok gibi.

o zaman ne diyoruz;

lay lom! lay la lom!
gongu çal da gel! gongu çal!
zıpla gel! söğütler içinden!
tom bom, şen tom, tom bombadil!
devamını gör...

gece gece cinli hikayeler anlatan arkadaş

herhalde en uygun başlık burası olacak. o arkadaş da ben olacağım *

herhangi bir ilimizin, çok güzel bir doğa harikasında kamp atmaya karar vermiştik. mekan tanıdık. daha öncesinde fazlaca gitmişliğimiz var. çakalların bölgesi neresi, kadrolu orman kibarı nerede takılır, vaşak görme şansımız nedir, tilki kardeş gelip rızkımıza ortak olur mu? tüm bu mevzularda inanılmaz derecede tecrübeliyiz. akşama doğru istediğimiz noktaya ulaştık. insanların çok da itibar etmediği bir yer ama biz seviyoruz. keyfim, kahyası ve arkadaşımla birlikte, çadırdı, ateşti vesaire zül işleri hallettikten sonra gecenin tadını çıkarmaya başladık. sohbet, muhabbet bir yandan ormandan gelen sesler falan derken zaman akıp gidiyor. yalnız bir noktadan sonra hiç alışık olmadığımız garip sesler duymaya başladık. dedik herhalde bizim gibi iki üç manyak daha bu taraflara çıktı. o yüzden pek de umursamadık. ufaktan ufaktan insan sesleri işitiyoruz. karışık biraz. çok seçilmiyor da. böyle 10- 15 dakika daha geçti. bu tarz mevzularda merak insanın en büyük düşmanı. kalk! etrafa bir bakalım dedim arkadaşa. fırladık kalktık, temkinli bir şekilde etrafı kolaçan ediyoruz. bulunduğumuz yerden yukarı doğru hafifçe bir yokuş var, ondan sonrasında da ufak bir açıklık... * * yavaşça o açıklığa doğru ilerlemeye başladık. gelenler olsa olsa oraya kamp atmışlardır diye düşünüyoruz. en güzel yeri biz tutmuşuz çünkü.

tepe noktaya geldiğimizde açıklığın ortasında bir ateş yandığını gördük. ateşin etrafına tünemiş altı yedi kişilik bir grup var. sağa sola, kazma, kürek, metal detektörü ve bilumum alet edevat dağılmış. hay allah dedik, buraya define aramaya gelmiş adamlar. demek istihbarat sağlam * bunlar bizi gördüğü için el mecbur yavaş yavaş o tarafa doğru hareketlendik. selam verdik, kolay gelsin, keyfiniz daim olsun vesaire belirli bir mesafeden konuşuyoruz adamlarla. ama 22-23'lerinde sakallı bir genç arkadaş, bize sürekli eliyle gidin gidin işaret yapıyor. hem konuşuyorlar hem de işaret diliyle tedirgin bir şekilde bizden uzaklaşmamızı istiyorlar. ulan dedim etrafta keskin nişancı falan var herhalde. dağın başındayız bu neyin telaşı? diyorum ya merak fena. biz bunların dibine kadar gittik. çocuğa döndüm;

-hayırdır ne oldu? niye el kol işareti yapıyorsun?

-abi siz gidin isterseniz. burası tehlikeli.

-madem tehlikeli ne diye ateşi yaktınız da etrafında oturuyorsunuz arkadaş?

-abi bak gitmezseniz mesuliyet kabul etmem. biz ettik, siz etmeyin.


herhalde bunlar bizimle kafa buluyor. yalnız bir tek genç çocuk, bizimle adam gibi diyalog kuruyor. diğerleri boş gözlerle bize bakıp, sonra ateşe odaklanıyorlar.

anlat bakalım dedik. biz sorumluluğu alıyoruz. günah benden gitti abi dedi, başladı anlatmaya;

-abi biz buraya define aramaya geldik.

-orası belli oluyor, ee?

-yaklaşık 2 gündür buradayız.

-yok artık! biz nasıl fark etmedik sizi?

- abi iyi dinle şimdi; burada çok eskilerden kalma lahit mezarlar var. onların içinde de altınlar var dediler. biz de kalktık geldik. bunlardan bir tanesini bulduk, başladık çevresini kazmaya.

ulan diyorum içimden, mekan bizim, bu olaydan bizim niye haberimiz yok. arkadaşla birbirimize bakıyoruz. iyi keklemişler bunları diye iç geçiriyoruz. *

-ee sonra?

-biz dönüşümlü kazmaya başladık etrafı. kazıyoruz kazıyoruz... ama deliler gibi kazıyoruz. bak, allah seni inandırsın saatlerce kazdık. ilk başta bayağı bir derine indiğimizi düşündük. her kazan, bayağı kazdım gelin bakıyor diyor. gidiyoruz bakıyoruz, 10-15 santim ya kazılmış ya kazılmamış. kafayı yersin!

kerata, tam dalgacı mahmut gibi gözüküyor gözümüze ama gözlerindeki endişe bizde de soru işareti yaratıyor. ya sağlam oyuncu ya da bunlar madde falan çekti diye düşünüyoruz.

-oğlum insan ne kadar kazdığını bilmez mi?

-abi ben de onu diyorum ya. nasıl bilmeyelim? imanımız gevredi kazarken ama bir türlü ilerleyemedik.

-toprağın yapısından falan olmasın?

hemen bilimsel bir nokta arıyoruz tabi. boş sual aslında, mis gibi de kazılır oralar bilinmediğimiz şey değil. yoklama macunu atıyoruz birazda...

-yok abi değil. anlatıyorum bak dinle; biz bayağı bir şaşkınız, soluklanalım diye oturduk. sonra ihtiyar bir amca geldi. böyle seksenlerinde falan, iki büklüm. gençler yardıma ihtiyacınız var mı dedi? sen kimsin diye sorduk, ben dedi buraların bekçisiyim. biraz yaşlı değil misin bekçi olmak için? güldü, böyle tiz bir kahkaha attı.

-eee kimmiş?

-dedim ya abi bekçiymiş.

-ha gerçek yani?

-hem de ne gerçek abi. bu geldi oturdu yanımıza. define mi arıyorsunuz burada diye sordu. kem küm ettik ama adam anlamış, evet dedik artık. buldunuz mu bari diye sordu. başımızdan geçeni anlattım tıpkı size anlattığım gibi. bu yine tiz bir kahkaha patlattı. abi bak allah çarpsın ondan sonra hepimizin ayak bilekleri bir anda birbirine zincirlenmişti.

döver misin? söver misin? ama çocuk çok güzel anlatıyor. hikâyenin de sonunu merak ediyoruz.

-zincirler nerede?

-bileklerimiz de abi görmüyor musunuz?'


hergele kafa buluyor diye düşünmeye başladık.

-oğlum zincir mincir yok!

-abi allah çarpsın var! bak...


bu, oturduğu yerden kalkmaya çalıştı, tak durdu kaldı. oscarlık performans sergiliyor çocuk. baktık arkadaşla birbirimize. anlat hele bakalım dedik. nereye düştük biz de bilmiyoruz.

-sonra yaşlı adam bir anda, böyle 1.50 boylarında eciş bücüş bir yaratığa dönüştü. etrafımızda dans etmeye başladı. ama nasıl kahkahalar atıyor. yanımızda imam arkadaş var. bak şu!

eliyle en baştan ikinciyi gösteriyor.

-bildiğiniz tüm duaları okumaya başlayın, cin bu cin diye bağırmaya başladı. abi biz ne biliyorsak okuyoruz ama fayda etmiyor. sabitlenip kalmışız. kalkamıyoruz. bu, bize dedi ki, benim evimi kirlettiniz. aç gözlülük ettiniz. cezasını çekeceksiniz. bir ömür benimle kalacaksınız. abi, bildiğin gibi değil, üzerinde bir sürü altın var. kolyeler, bileklikler. dans ederken hepsi birbirine çarpıyor. acayip sesler çıkıyor. gırtlağından böğürüyor resmen. kabus gibi çöktü üzerimize.

çocuk bir güzel anlatıyor, bir güzel anlatıyor vallahi inanmaya başlayacağız. bildiğin fantastik kurgu bir gerilimin içerisindeyiz. leprikon'un intikamı episode-1 *

-taktı yani size?

-abi dalga geçme bak siz de tehlikedesiniz!

-oğlum biz bir yeri kazmadık ki?

-abi anlatamıyorum ben size herhalde. geri gelecek bu. altınlarını bırakır mı?

-ne altını oğlum, hani kazamamıştınız?

-bizde öyle sanıyorduk abi. bu kandırmış bizi. başka şeyler görmüşüz. altınlar orada işte.


eliyle ateşin olduğu yerin yanında çukur gibi olan bir yeri gösteriyor. biz boş boş bakıyoruz.

-abi görmüyor musunuz ya!

-oğlum vallahi görmüyoruz. bak yemin verdim.

-abi valla ağlayacağım ya!

-siz bir şey içmediniz değil mi?

-abi ne içmesi etmesi kullanmayız biz öyle şeyler.

neyse anlat sen, mevzu ne bari onu anlamaya çalışalım. inanıyoruz biz sana.


çocuk öyle ağlamaklı bir sesle konuşuyor ki biraz güven telkin edelim de mevzuyu anlayalım bari dedik.

-biz buna yalvarmaya başladık. biz ettik sen etme. bir daha buralara gelmeyiz. ne istersen yaparız falan diyoruz. bu gülerek bize bakıyor. yine ateş etrafında dans falan etti. garip gurup bir lisanda konuşuyor kendi kendine. bizim imam arkadaş, cin dili bu diye söyledi bize. artık her şey mümkün diye düşünüyoruz zaten. bu dans ederken birden bulunduğu yerde derin bir çukur oluştu. içi altınla dolu abi. üzerinden atlıyor, hırıldıyor. eğiliyor, bir kaç tanesini eline alıp yalıyor. bize dönüyor kahkahalar atıyor. sanki saatler geçti böyle. her çığlığında irkiliyoruz. kasılıyoruz. kusacak gibi oluyoruz. fena bir şey!

demek ki, leprikon yolunu şaşırıp kendisini bizim memleketin dağına tepesine vurdu diye düşünmeye başladık. başka ihtimal gelmiyor aklımıza * ama tipten kaybediyor. leprikon dediğin daha sevimli bir şey. bunun anlattığı eciş bücüş bir yaratık. biz hikâyenin finalini merak ediyoruz aslında.

-tamam sakin, devam et sen.

abi, bu hepimizin, tek tek dibine girip altınları yalayıp, bir şeyler fısıldamaya başladı. bakamıyorum gözlerine. kan kırmızı. alev alev. biz bildiğin hatim indirdik. bunlar bana sökmez diye kahkaha atıyor. imam arkadaş durmayın okuyun diye bağırıyor. kabus gibi. altıma ettim edeceğim. cevşen var boynumda, onu tuttum. okumaya devam ediyorum. bir anda elime bir sıcaklık yayıldı. tutamadım cevşeni çektim elimi, kasıldım resmen. bu yine tiz bir kahkaha patlattı. geldi dibimde durdu. bana baaaak diye bağırıyor. korkarak kaldırdım kafayı, abi yok böyle bir şey. görsen ruhunu teslim edersin. parmağıyla çenemi tuttu. tamam dedi, size bir şans vereceğim. altınlarımın hepsini göstereceğim yere taşıyacaksınız. taşıdığınız her altını da benim adımı söyleyerek yalayacaksınız.

fanteziye gel.

-eee sonra''

-abi sonra bu yok oldu. ben geri geleceğim. bekleyin beni dedi. sanki bir yere gidebilirmişiz gibi. görüyorsunuz işte zincirleri


artık biz de aşka geldik.

-evet görüyoruz. nereye gidebilirsiniz ki onlarla?

bu arada tüm bu diyaloglar esnasında diğerlerinden tek ses gelmez mi? gelmiyor. adamlar büyülenmiş gibiler. biraz bize bakıyor, az dinleyip yine ateşe falan bakıyorlar. ruhları çekilmiş gibi hergelelerin. varlıklarıyla yoklukları belli değil. çocuğun hali ahvali fena. anlattıkça dehşete kapılıyor. ulan diyoruz bunlar bir şeyin kafasını yaşıyor ama neyin kafasını yaşıyor?

-işte abi sabah olmadan gelecek. imam arkadaş bizi sınava tabi tutacağını söylüyor.

çocuk bunu söyledikten sonra bir anda durdu.

abi yoksa siz de mi cinsiniz? abi bak valla bir şey yapmadık. yapacak halimiz yok. taşıyacağız altınları. evimize gitmek istiyoruz biz.

hayda! bir bu eksikti. hayatımda ilk kez cin sanılmanın verdiği şaşkınlıkla;

-lan oğlum manyak mısın? bizim cine benzer halimiz var mı? sakin ol sen, anlat şu mevzuyu. bak buradayız yanınızdayız işte. istersen jandarmayı falan getirelim. sıkıntınız neyse çözülsün!

-abi yok yok! ne jandarması? karıştırma şimdi jandarmayı, siz anlattıklarımdan hiç bir şey anlamamışsınız. bu, gün doğmadan gelecek, biz altınları taşıyıp kurtulacağız.


bizim arkadaş da artık şişmiş olmalı ki, tutamadı kendini.

"e tamam oğlum biz de el atalım daha çabuk taşırız. dert etme (!)" deyiverdi. biz bildiğiniz olaya kanalize olduk. role girdik yani. yardım falan teklif ediyoruz artık. böylece frp'de son noktayı gördük herhalde.

-yok abi yok. siz o gelmeden gidin. bak allah, muhammed aşkına gidin.

bir yandan da nasıl merak ediyoruz, otursak bizde beklesek kafasındayız. ama çocuğun hali cidden vahim. resmen yalvarıyor. peki dedik gidelim. bir kaç moral cümlesi falan söyledik. en son allah kurtarsın dedik iyi mi? sağ ol abi dedi. biz, geldiğimiz yoldan kendi kamp alanımıza döndük. tabi arkadaşla aramızda fena muhabbet dönüyor. teoriden teoriye atlıyoruz. en çokta diğerlerinin hali üzerine odaklanıyoruz. ama bizde durumu merak etmiş durumdayız. karar verdik, yarım saatte bir devriye atalım, tepeye tüneyip, boşluğu izleyelim diye. gidiyoruz geliyoruz. bunlar öylece bekliyor. aynı bıraktığımız gibiler. var bu işte bir iş ama ne? hayır bizi kafalamış olsalar aynı vaziyette kalırlar mı hiç? o gece bildiğiniz teyakkuz halinde kaldık. her devriyede aynı manzara ile karşılaşmaktan da bıktık. sabaha doğru girdik çadırlara yattık.

-abiiiii! günaydın!

ulan ne oluyor demeye kalmadan apar topar bu sesle uyandık. fırladık çadırdan dışarı. daha ayılamamışız.

- bıraktı mı lan sizi?

- bıraktı abi. taşıdık hepsini. nasihat etti gönderdi.

- iyi cinmiş bak!

-öyle abi öyle! ömür billah kölesi olacaktık yoksa...

- gelin oturun yahu. anlat hele, ne oldu biz gittikten sonra?

-abi bu sabaha doğru geri geldi. yaşlı amca görünümündeydi.


yalnız bu sefer diğerleri de konuşuyor. betleri benizleri biraz yerine gelmiş.

- iyi bari insana benzemiş biraz.

-bak abi dalga geçme. yaşadığımızı biz biliriz.

-yahu tamam celallenme anlat sen

-geldi işte. böyle babacan bir tavırla bize altınları gösterdi. o önde biz arkada altınları taşıdık. kocaman mağara gibi bir yer. duvarlarında garip garip kırmızı yazılar var. imam arkadaşın dediğine göre cin lisanında işte. mağara bildiğin uğulduyor abi. her giriş çıkışımızda kulaklarımız patladı resmen. en sonunda işimiz bitti. çekti hepimizi mağaranın önüne, gayet yumuşak bir ses tonuyla bizi bir daha buralarda görmek istemediğini, bir daha görürse sonsuza kadar lanetleneceğimizi falan söyledi. biz de o gider gitmez, pılımızı pırtımızı topladık işte. aşağı ineceğiz.


birde olağan anlatıyor ki sormayın.

-geçmiş olsun ne diyelim. çay içer misiniz?

-yok abi gidelim biz. bence siz de bir an önce toparlanın. bak dün gece dinlemedin beni, inat etme, tekin değil buralar.


''tamam biz de ineriz.'' geçiştiriyoruz tabi.

abi bak dedi ensesini uzattı, böyle hafif bir iz var. el izi gibi.

''damgaladı abi bizi.'' yok artık açık mert korkusuz yani! diğerleri de gösterdiler. yoda şaplak atmış gibi duruyor. biz hakikaten neyin içine düştük, bu olaylar nedir, kamera şakasında mıyız? çözebilmiş değiliz. sürü oluşturuyor herhalde kerkenez.

-ne diyeyim kardeşim. büyük geçmiş olsun size.

-sağ olun abi. gidiyoruz biz, bir şey diyor musunuz?

-yok eyvallah, canınızın sağlığı.


bunlar yavaş yavaş uzaklaşıp gözden kayboldular. biz biraz daha kalacağız. sonrasında zaman darlığı yüzünden akşamına yola düşeceğiz. kafamızda o var. bir yürüyüş yapmadan mı dönelim? bütün gecemiz felç olmuş zaten. neyse asıl bomba orada patladı. bildiğimiz bir parkur var. başladık yürümeye, sohbet doğal olarak bu mevzu üzerine dönüyor. gülüyoruz ediyoruz. o esnada karşıdan yaşlı bir amca görünmesin mi? haydi buyurun cenaze namazına. ulan diyorum kesin kabus görüyor olmalıyız. yok yani bu kadarı da olmaz!

- selâmün aleyküm

- aleynâ ve aleykum selam * *

- nereye gidersiniz?

- yürüyüş yapıyoruz.

- ha iyi iyi! yürüyün tabi, benim köy aşağıda, dönerken uğrayın da bir çayımızı için.

-eyvallah amcam. haydi selametle.


adam bizim elemanların tarif ettiği ihtiyara da az biraz benziyor sanki. işkillendik tabi. mevzu acayip garip ilerledi. yürüyüş bitti. tası tarağı topladık doğruca açıklık alanı teftişe gittik. asayiş berkemal, ortalıkta in cin top oynuyor. * dedik acaba bir şeyler bulabilir miyiz? sağa sola bakındık biraz. sherlock modunu açıp zihin gecekondumuzda tüm olasılıkları değerlendirdik ve ortamın stabil olduğuna karar verip, o muazzam mekana şöyle bir son kez bakarak aşağıya doğru inmeye başladık. aklımıza köy geldi. bir uğrayalım bakalım hem malumat alalım hem de çay içeriz diye düşündük. neyse efendim vardık köy meydanına, girdik köy kahvesine. selam sabah işlerini ve rutin sorgulama sürecini geçtikten sonra * kitabın orta yerinden girdik mevzuya.

- definecilere denk geldik yukarıda.

-dimeğğ. canı çıkmayasıcalar. hep gelivereyolar. huzur bırahmadılar bizde.

- var ki geliyorlar amcam.


amca da kelli felli, göbekli, kasketli tonton bir şey bu arada.

- varsağ ne olcek? onlara mı kalmış alması. bunun devleti var, askeri var. alıncağsa onlar alıverir.

- doğru diyorsun amcam hiç böyle bildiğin define hikayesi falan var mı senin?


elini sallayarak; ''ohooo bi sürü. çohtur burada hikaye. anlat anlat bitmez ki, hangisini anletem.?''

- onu sen bilirsin, biz o kadar zamandır gelir gideriz hiç duymadık.

-bu işin meraklıları var. hastası bunlar. gizli gizli gelir her bi yeri kazıverip giderler.

-hımmm. peki olağanüstü bir şeyler ?

-he sen onu deyon. çokk var. üç harfli var diyolarda ben peh inanmayom.


oh dedim, aklı selim birini bulduk sonunda. neredeyse imana gelip, şükür namazı kılacağım. o derece yani.

-neden inanmıyorsun amcam?

- ehtiyarın teki var imiş. buralarda gezinirmiş. onu görürlermiş. öyle bi ehtiyar olsa ben bilmem mi? bu köyün her bişiyini bilirim ben.


buyur buradan yak. geldik mi yine ihtiyara.

- hımm. neymiş bu ihtiyarın olayı amca?

- üç harfliymiş işte. geziveriyomuş buralarda. gelsin bana ben de görem. 70 senedir bana gelmemiş de dünkü adamlara mı geliceğmiş.


topladık cesaretimizi, söyleyiverdik bir anda; amca bu sabah biz de gördük o yaşlı adamı.

-nii sizde mi? tüüü. bide mektep okumuş adamlara benziyonuz.

adam haklı biz de inanmıyoruz ama gördük yani yaşlı adamı, ne diyeceğiz ki?

-neye beziyordu deyin bakıverem.

ihtiyarı tarif ettik. bastı kahkahayı amcam.

- haaa, siz bizim musa'yı görmüşünüz. aklı gidiktir biraz, dere depe dolaşır. üç harflilere mi bulaşmış deyonuuzz.

ama nasıl gülüyor. koptu adam resmen.

''yok biz öyle demiyoruz. ama diyenleri gördük.'' deyip, anlattık tüm mevzuyu amcaya. köylü de can kulağı ile bizi dinliyor. bazıları, var tabi var, olabilir diyor, başka hikayelerden bahsetmek istiyor. bizim amca elinin tersi ile bunları susturuyor. veriyor hepsinin ağzının payını. e diyor bir tanesi oğlan anlatmış işte bunlara...

''kocakarı gibisiniz vallah. vardır o işte bir bit yeniği.'' böyle böyle mevzu dallanıp budaklandı. kalkamıyoruz bir türlü. bizim olayın doğruluğu üzerine tezler havada uçuşuyor. biri kalkıyor ben de gördüydüm o ehtiyarı diyor. amca yapıştıyor cevabı; ''poh gördün. ulan gördün de bugünü mü bekledin deyyus!'' kahkahalar gırla. anlıyoruz ki, buradan da bize ekmek çıkmayacak. biraz gülüp eğlenip müsaade istiyoruz ve yola çıkıyoruz.

biz köyden çıkarken, bakıyoruz ki karşıdan bizim ihtiyar, yani musa amca geliyor. durduruyoruz arabayı. ''bi çay içeydiniz.'' diyor. mevzuyu özetleyip, kornaya basıp el sallayıp gidiyoruz. her şeyi arkamızda bırakıyoruz.

aslında bu hikaye bayağı ayrıntılı bir hikaye, ben özetin, özetinin, özetini yazdım ve kabaca anlatmaya çalıştım. çok fazla ayrıntı barındırıyor ama o kadarını yazmaya takatim yoktu. başlığı görünce hanıma söyledim. çünkü ben bu tarz hikayeleri bolca anlatırım. var bir iki tane daha * aaa dedi sizin hikâyeyi yazsana, ona binaen yazayım dedim. yoksa yazacağım bile yoktu. *

biz orada ne yaşadık, niye yaşadık, elemanlar ne ayaktı, ot mu çekmişlerdi, kafaları mı güzeldi, toplu halde kendilerinden mi geçmişlerdi elbette bilmiyoruz ama bizim için güzel macera oldu. artı bahsettiğim genç çocuk o zaman bu arkadaşın * adını da vermişti. baktık var mı öyle bir yaratık. varmış yani. demek ki ilgiliydi bu işlerle * sonuç olarak benim bildiğim cin, eti cin. gerisi sizin takdirinize kalmış *
devamını gör...

baldur

iskandinav mitolojisinin ediz hun'udur. yakışıklılığı dillere destanmış. aesir tanrıları arasında itibarı yüksektir. yürüyen karizma tabirinin tam karşılığıdır. herkes onu sever/sayar. bu sebepten ötürü, fesatlığın ve hilekarlığın doktorasını yapmış olan kardeşi loki, onu çok kıskanır.

baldur, yakışıklı olmasının yanı sıra havalı bir gemiye de sahiptir. geminisinin adı hringham'dır. breidablik salonunda yaşar.

ışığın, neşenin, güzelliğin ve saflığın tanrısı olarak bilinir. kimileri onu barış tanrısı olarak da adlandırır.

yalnız, saflığın tanrısı mevzusunu yanlış anlamış olacak ki, cidden saflığın dibine vurmuştur.

yakışıklı abimiz baldur bir gece kabus görür. ölüler dünyası nilfheim'a gitmiş ve orada tanrıça hel ile karşılaşmıştır. kan ter içerisinde uyanır. yüreği ağzına gelmiştir. üzerini bile doğru düzgün giymeden diğer tanrıların yanında alır soluğu. rüyasını anlatır. tabi iskandinavlarda sistem bizdeki gibi işlemiyor. biz rüyamız da öldüğümüzü görünce ömrümüz uzuyor, lakin onlarda öyle değil. diğer tanrılar, bu rüyayı baldur'un yakın zamanda öleceği şeklinde yorumlayarak, saf ve güzel abimiz baldur'un yüreğindeki korkuyu iyice harlamış ve onu derin bir endişeye gark etmişlerdir.

baldur'un annesi frigg olanları ve rüya tabirlerini duyunca, aman oğluma bir zarar gelmesin deyi yollara düşer. oğluna zarar verebilecek gücü olan tüm canlılarla konuşur. hayvanları, bitkileri, elementleri, hastalıkları ikna eder. ve hepsine yemin ettirir. rahatlamıştır artık. olanları diğer tanrılara da aktarır. bunun üzerine bir eğlence düzenlenir.

tanrılar baldur'u bu eğlencede dart tahtası yerine koyarak, ellerine ne geçerse ona fırlatırlar. nasıl olsa hiç bir şey ona zarar veremeyecektir. tanrılar vur patlasın çal oynasın kendi aralarında bu şekilde eğlenirken, loki, frigg'in yanına gider. fesatlık aklına düşmüştür bir kere...

frigg'in ağzını arar; ''dünyadaki her şeye yemin ettirdin mi?'' diye sorar. frigg her şeye yemin ettirdiğini sadece zararsız gördüğü için ökse otuna yemin ettirmediğini söyler ve ta tam. loki'nin beyninde fesatlık şimşekleri çakmaya başlamıştır bile. böylece baldur'un kime çektiğini de öğrenmiş oluyoruz. anası da oğlu gibi saftır. hayır sen bunu loki denen cibilliyetsize niye anlatırsın ki?

istediği bilgiye ulaşmış olan loki ökse otunu bulmaya gider. sonrasında ökse otundan bir ok yapar. bu sırada eğlence son sürat devam etmektedir. loki salonu şöyle bir süzer. kör kardeşi hodr'ın bir köşe de yalnız başına takıldığını görür. usulca onun yanına varır ve neden eğlenceye katılmadığını sorar. garibim hodr kardeşine çıkışır; ''hem körüm hem de baldur'a atacak bir şeyim yok. ne yapsaydım?'' der.

loki, kardeşini teskin eder. elinde zararsız bir nesne olduğunu, dilerse onu baldur'a atabileceğini söyler. hodr mutlulukla oku alır ve baldur'a doğru fırlatır. kör kardeş hedefi 12'den vurmuştur. ok, baldur'un kalbine saplanmış ve baldur yere yığılmıştır. o esnada loki çoktan arazi olmuştur. bu kaçış sonrasında, tanrılar baldur'un ölümünden loki'nin sorumlu olduğunu anlamışlardır.

yaşananlardan sonra tanrı hermod, kardeşi baldur'un yeniden asgard'a dönebilmesi için tanrıça hel ile görüşmek üzere nilfheim'a gider. hel'e baldur'un ne kadar çok sevildiğini anlatır. hel'i ikna eder. ancak tanrıçanın bir şartı vardır; yeryüzündeki tüm canlılar baldur için ağlarsa onu serbest bırakabileceğini söyler.

tüm tanrılar yeryüzüne dağılır. bütün canlıların baldur için göz yaşı dökmesi sağlanır. son kertede, mağaranın birinde bir dev anası ile karşılaşırlar. dev anası'nı ikna etmek mümkün değildir. ne yaparlarsa yapsınlar onu kararından vazgeçiremezler.

bu dev anası, aslında şekil değiştirmiş olan lokiden başkası değildir. tanrıça hel'in şartı yerine getirilemediği için baldur geri dönemez ve loki yine kazanan taraf olur.

ragnarok'tan sonra baldur'un yeniden doğacağına inanılır. o zamanda bir saflık ederse artık bilemiyorum...
devamını gör...

the elephant man

bernard pomerance tarafından 1977'de yazılan tiyatro oyunu.

sonrasında 1980 yılında, david lynch tarafından beyaz perdeye aktarılmıştır.

fil adam, toplumun bize en küçük yaşlarımızdan itibaren dayattığı estetik, güzellik, şekilcilik kavramlarına vurgu yapıyor. hatta tabiri caizse bu kavramları, muhammed ali clay gibi sağlı sollu kroşelerle, ringin köşesine sıkıştırıyor. böylece izleyiciye de ayna tutmuş oluyor.

küçük yaşlardan itibaren, genel kabullerimizin ve önyargılarımızın esiri olduğumuz bu mevzu, filmin ilerleyen her karesinde, izleyici de havlu atma isteği doğuruyor.

insanın içinden ''tamam artık yeter! vurma! nakavt!'' diye bağırmak geliyor.

toplum tarafından ötekileştirilen, hor görülen, sırf görüntüsü sebebiyle yalnızlığa itilen ''ucube'' ''çirkin'' ''deli'' vesaire kavramlarla yaftalanan insanlara karşı yapılan haksızlık, filmi bitirip yerinizden kalktığınızda içinize bir yumru gibi oturuyor. istediğiniz kadar vicdan sahibi olun, istediğiniz kadar iyi davranmaya çalışın, bu gerçekliğin önüne geçemiyor olmanız dahi bu hisleri iliklerinize kadar hissetmeniz için kafi.

işin garip tarafı dr. frederick treves karakterinin, john marrick'e yardımcı olmaya çalışırken yaşadığı ruhsal dalgalanmaların, seyirci de oluşan dalgalanmalarla benzerlik göstermesi... bu da filmin hedeflediği şeyin ne olduğunu anlamamıza ziyadesiyle yardımcı oluyor. yani o yumruğu illaki yiyeceğiz.

tabi doktor treves'i anthony hopkins'in canlandırıyor oluşu da, bu duyguyu iyice yukarılara taşıyor.

filmde üzerinde durulması gereken çok fazla şey var. lakin bunları yine filmi izlemeyenler açısından ipucu oluşturacağı düşüncesi yazmamayı tercih ediyorum. toplumsal katmaların etik dışı hareketleri, farklı sınıfsal kesimlerin sınıfta kalan ahlaki anlayışları, vicdanları susturmak için atılan türlü türlü taklalar...

fil adam muhakkak izlenmesi gereken bir film.

izleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler dilerim.

izlemiş olanlar içinse söyleyeceğim şey şu ; belki o aynayı kendimize tutmanın zamanı yeniden gelmiştir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

melkor

melkor, ıluvatar’ın yarattığı ilk ve en güçlü ainur’dur. hiçliğin içinde gölge gibi dans etmiş, gizli alevi bulmak için zamandan ve mekandan ari olarak hiçliği kendisine ev edinmiştir. gizli alev'in hiçlikte yer almaması ise onun için kötü bir sürpriz olmuştur.

ainur müziğinin ruhunu kirlettiğine inanılır. ben şahsen böyle olduğuna inanmıyorum zira melkor'un tolkien evreninde metal müzik yapmaya çalışan öncül bir karakter olduğu kanısındayım. müziğinin gümbür gümbür olması ise buna delalettir. zaten melkor'a duyduğum sempatinin tek nedeni de, tolkien evrenine metal müziği getirmiş olmasıdır. yoksa evlat olsa sevilecek bir karakter değil. tabi sonrasında eru'nun kafası atmış ve müziği durdurmuştur.

işte zurnanın zırt dediği yer de burası olmuştur. içindeki heyecanı, öfkeyi, isyanı notalara dökememek melkor'u çığırından çıkarmıştır. valar'ın inşa ettiği tüm güzellikleri yok etmek için alevler içindeki tacı ile birlikte, arda 'ya inmiştir.

ılluin ve ormal'a saldırıp. almaren'i yok etmiştir. sonrasında hizmetkarı sauron'u da alıp kayıplara karışmış. utumno'ya kaçmıştır.

elbette bu dönemi de boş geçirmedi. burada tolkien evreninin kadim yaratıklarından olan balrog'ları yani ateşin kırbaçları'nı yarattı. gittikçe güçleniyordu. angbad'ı inşa etti ve sauron'u buraya yerleştirdi. valar melkor'u durdurmaya yeltenmiş olsa da, ''atı alan gondor'u geçmişti.'' onun gücü karşısında yapacak bir şeyi kalmamıştı. bozguna uğradı.

böylece melkor'un devri başlamıştı. hem de ne devir! elfler'i zindanlara kapattı, onlara türlü işkenceler yaptı. en fenası da ıluvatar'ın çocuklarını kara büyü aracılığı ile eciş bücüş orklara dönüştürmesi oldu. bu yara asla kapanmadı. orklar orta dünya üzerinde her daim yürüdü ve kötülüğün alt zümre hizmetkarları oldular.

valar bu duruma çok içerledi. o ca(ğ)nım elflerin, eciş bücüş yaratıklara dönüşmesini, midesi kaldırmadı. son bir gayretle melkor'un üzerine yürüdü. utumno düştü, melkor yakalanarak, hapsedildi. angainor'un efsunlu zinciri bileklerinde ve vücundaydı artık. çaresizliği iliklerlerine kadar hissediyordu. alçaldı. alçalabildiği kadar alçaldı...

kurtulması lazımdı. metalci melkor gitti arabeskçi melkor geldi. yalvardı da yalvardı. bu kadar arabesk manwe'nin ruhuna da iyi gelmedi. bir yerde dayanamadı ve melkor'u affetti. bu arada sauron çoktan topuklamıştı.

melkor yeniden ortalıkta gezmeye başlar başlamaz, fitne fesat ne varsa oraya buraya aşıladı. melkor böl/parçala/yönet taktiğini kullanmaya başlayarak tolkien evreninde ''siyaset bilimi''nin de babası haline geliverdi. feanor'un aklını bulandırdı. ortalıkta huzur namına bir şey kalmadı. silmarilleri türlü hile ve desiselerle almaya çalıştıysa da olmadı.

baktı bu iş tatlı dille olmayacak, ungoliant'ı yanına çekip yola koyuldu. kasvet dokuyan için melkor'un çağrısı bulunmaz bir nimetti. birlikte valinor'a saldırdılar. dev kara örümcek ışığın kaynağı olan iki ağacın özlerini emerek onları kuruttu. artık orta dünya'nın üzerinde ''makber''in ezgisi ve sözleri yankılanıyordu. her yer karanlık....

bu arada melkor finwe'yi öldürdü ve silmarilleri alıp tabanları yağladı. feanor'un laneti ile birlikte artık yeni bir adı vardı. morgoth!

ungoliant'a pek çok mücevher verdi. lakin kara örümceğin gözü bir türlü doymuyordu. kafayı silmarillere takmıştı. melkor'un harap ve bitap bir halde olduğunu biliyordu. isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara diyerek, silmarilleri istedi. elbette melkor silmarilleri vermedi. ungoliant'ın kafası attı ve melkor'a saldırdı. ışığı emen neredeyse melkor'u alt ediyordu. derler ki; ungoliant melkor'u ağlarıyla sarıp sarmaladığında, melkor'un çığlıkları angband'dan bile duyulmuş.

lakin melkor şanslı bir ainur. balrog'lar efendilerinin çığlığını duyunca olay yerine hemen intikal etmiş ve ungoliant'ı püskürtmüşlerdir.

böylece paçayı sıyıran melkor efendi yeniden angband'a dönmüştür. kendisini toparladıktan sonra orta dünyaya gelen feanor'u ''2. beleriand savaşı''nda öldürdü. aslında bu savaşta her şey feanor'un istediği gibi gidiyordu. feanor melkor'u angbad'a kadar kovalamıştı. lakin bir anlık boşluk feanor'un, gothmog ve balrogların saldırısı karşısında, eru'nun rahmetine kavuşmasına sebep olmuştur.

ama orta dünya'da kahramanlar tükenmez. yaman savaşçı finarfin oğlu fingolfin melkor'u bozguna uğratmayı kafasına koymuştu. ilk denemesinde başarılı olamasa da, ikinci denemesinde melkor'un defterini dürmüştür. dagor aglareb yani görkemli savaş ile birlikte melkor yine arazi olmuştur.

melkor arazi olmuşsa korkacaksınız. ne yapar eder, intikamını alır. bu kural bozulmamış, melkor, ard-galen'den aşağı alevden nehirler yollayarak pek çok elfin ve noldor prensinin ölümüne yol açmıştır.

fingolfin hiddetlenmişti. yine angbad'ın kapılarına dayandı. kale kapısına doğru yöneldi ve melkor'a seslendi; ''öne çık yeter! karanlıkta gizlenme seni korkak!'' diyerek onu teke tek dövüşe davet etti.

melkor bu düelloyu yapmak istemiyordu. ancak hizmetkarlarının önünde madara olmakta istemiyordu. el mecbur kapılardan dışarı çıktı. fingolfin kılıcı ringil'i ustalıkla kullanıyordu. melkor'un çekici havayı döverken. fingolfin melkor'u 7 kere yaralamıştı. melkor'un çığlıkları karizmasını yerle bir etmişti. madara olmanın eşiğine gelmişti.

melkor şansı denen bir şey kesinlikle var. aksini iddia edene selam bile vermem. şanslı hergele...

tam işi bitti denilirken, yine yırttı. bu seferde fingolfin'in ayağı takılmış ve melkor'un önüne düşmüştü. melkor fingolfin'in boğazına bastırarak son darbeyi vurmaya hazırlanırken, ringil'in soğukluğunu bacağında hissetti. iyice hiddetlenmişti. fingolfin'i çekiciyle parçalayacakken thorondor araya girdi ve melkor'u gözünden yaraladı. fingolfin'i alıp, kayıplara karıştı.

melkor silmarillerden birini luthien'in şarkısından çok etkilendiği için kaptırdı. beren - luthien aşkı melkor'u mat etmişti. soyguncu melkor soyguna uğramıştı. bu olaydan sonra melkor ''sayısız gözyaşı savaşı''nı da kazanmayı başarmıştır. lakin kredisi tükenmektedir.

ve ''öfke savaşı'' ile birlikte her şey nihayete erdi. earendil topunu, tüfeğini topladığı gibi melkor'un üzerine yürüdü. melkor bu sefer şapkadan tavşan çıkartamamıştı. tutsak edildi. yeniden angainor ile zincirlendi. bu sefer sonsuza değin...

onca olay, onca yıkım ve acının müsebbibi melkor artık zararsız hale getirilmişti.

yine de insan, keşke şu adamın metal müzik yapmasına izin verseydiniz demekten kendini alamıyor. belki izin verseler, tüm bunlar yaşanmayacaktı. tıpkı hitler'in resim konusundaki başarısızlığının dünyaya çıkarttığı fatura gibi, melkor'un engellenmesi de orta dünya'ya çok pahalıya mal olmuştur.
devamını gör...

mimir

ne olduğu, kim olduğu bilinmeyen ancak en bilge olduğuna karar verilen iskandinav mitolojisi figürü. odin'de bunu bildiğinden olsa gerek kendisini danışmanı olarak atamıştır. öngörüleri hep tuttuğu için ona kehanet tanrısı diyenlerde vardır.

adı ''hatırlayan bilge'' anlamına gelir. evrendeki tüm sırlara vakıf olduğuna inanılır. urd kuyusunun mülkiyeti kendisine aittir. tapu senedini üzerine yapmıştır. burada bahçeli müstakil bir evi vardır. gjallarhorn adı verilen boynuzu her sabah kalktığında suya daldırır ve içer. böylece bilgeliğini korumaya devam eder.

odin, danışmanının bu bilgeliğinden çok etkilendiği için, bende azıcık şu kaynaktan nasiplensem fena olmaz der ve kılık değiştirerek urd kuyusunun yolunu tutar. mimir'den bir damla su ister. üstat, ''öyle beleşe olmaz efendi!'' diyerek çıkışır odin'e. ''bu sudan içmek istiyorsan kendinden bir şeyler vermelisin.'' diye ekler ve postayı koyar.

odin'de iki gözüm var zaten birini vereyim madem diyerek gözünü söker ve atar kuyunun içine.

bedel ödenmiştir. mimir doldurur gjallarhorn'u, iç bakalım der gülerek. odin suyu kana kana son damlasına kadar içer. aydınlanmanın kralını yaşar. tek gözü vermiştir ama artık her şeyi daha net görmektedir. geçmiş, gelecek ayağının altına serilmiştir. kıs kıs gülerek mekanı terk eder.

aradan zaman geçer odin, yardımcı olması için mimir'i, aesir tanrısı hoenir'e gönderir. hoenir, mimir sayesinde, muntazam kararlar verir. düşmanı vanir bu duruma gıcık olur, ''bir haltı da bilme be mübarek!'' diyerek mimir'in kellesini alır ve odin'e gönderir.

odin, sükunetini bozmaz. mimir'in başını alır güzelce okşar. ona büyülü sözler fısıldar. çeşit çeşit bitki karışımlarıyla bu dahiyane başı ovalar. bayağı bir uğraştıktan sonra mimir'in kellesi gözlerini açıverir. odin sorular sormaya başlar. mimir'in kellesi yine eskisi gibi bilgece yanıtlar vermektedir. durum kotarılmıştır. odin derin bir oh çeker. olan mimirin vücuduna olmuştur.

en nihayetinde odin mimir'in kellesini, kendi gözünün bulunduğu urd kuyusuna atar. gjallarhorn'u, heimdallr'a emanet eder. böylece hikaye sona erer. ta ki, boru tekrar üflenene kadar...
devamını gör...

oturan boğa

oturan boğa 1831 yılında "grand river vadisi"nde doğdu. babası "zıplayan boğa" hunkpapa kolunun reisiydi.

çocukluk döneminde içe dönük ve çekingen bir yapıya sahip olması sebebiyle, babası tarafından kendisine, yavaş adı verildi.

oturan boğanın ilk savaşı "crow" kabilesine yaptıkları bir baskındır.

bu baskına 14 yaşındayken katılmış ve hak edilmiş ismini, bu baskın sonrasında kazanmıştır. inatçılığı ve asla geri adım atmaması sebebiyle, kabilesindeki savaşçılar onu arka ayakları üzerine çökmüş inatçı bir boğaya benzetmişlerdi.

lakotalılar, beyaz yerleşimcilerin kullandığı ticaret yollarının ve kasabaların uzağında yaşadıkları için oturan boğa uzun bir müddet beyazlarla temas kurmamıştır. ta ki, general alfred sully, kildder dağındaki teton kampını top ateşine tutana kadar. oturan boğa o esnada teton yerleşkesindedir. bu kanlı saldırı sonrası oturan boğa, kabilesinin beyaz adamların dünyasından uzak kalması konusundaki fikrini netleştirmiş oldu.

ona göre kabilesinin ayakta kalabilmesi, beyazların önereceği hiç bir anlaşmanın kabul edilmemesine bağlıdır. rezervasyon alanları ile ilgili tüm antlaşmalar ret edilmelidir. aynı zamanda bufalo avlanma alanları korunmalıdır. özellikle yellowstone ve powder nehirlerinin arasında kalan bölge hem avlanmak, hem de yerleşim için uygun olduğundan, kabilesini bu bölgeye göç etmeye ikna etmiştir.

oturan boğa her ne kadar, beyazlarla teması en aza indirgemek istese de, amerikan süvari birlikleri lakotaların peşini bırakmaz. özellikle powder nehri yerleşkesine, düzenli saldırılar yapmaya başlar. aslında bu saldırılar, stratejik olarak, oturan boğa'nın süvari birliklerinin hareketlerini ve düzenlerini çözmesine katkı sağlamıştır.

yaklaşık olarak, aynı dönemlerde, bir diğer lakota reisi ''kızıl bulut'' abd hükümeti ile ''fort laramie'' antlaşmasını imzalamış ve kabilesinin kendi kolunun, rezervasyon alanlarında yaşamasını kabul etmiştir. bu durum lakotolar arasında, ''kızıl bulut''un sorgulanmasına ve nüfuzunun kaybolmasına yol açmıştır. benzer şartlardaki bir antlaşma oturan boğa'ya da önerilmiş, ancak oturan boğa hiç bir şartta rezervasyon alanlarına halkını götürmeyeceğini deklare ederek, lakotalar arasındaki saygınlığını iyice arttırmıştır.

beyaz adamla, küçük çaplı çatışmalar devam ederken, her geçen gün oturan boğa ve adamlarının başarısı artmakta, süvari birlikleri sıkıntılı durumlara düşmektedir. ancak dananın kuyruğu ''kara tepeler'de altın bulunmasıyla başlar. ''altına hücum'' dönemi olarak bilinen bu yıllarda işler iyice kızışır.

amerikan hükümeti beyaz yerleşimcilerin/madencilerin rahatça altın çıkarabilmesi için, tüm kızılderililerin rezervasyon alanlarında toplanmasına karar verir. bu karara uymayan tüm kabilelere karşı zor kullanılacağı duyurulur. oturan boğa bu kararı tanımadığını beyan eder ''çılgın at'' da aynı şekilde tepki verince, lakotalar için artık tek bir yol kalmıştır. savaşmak...

ve beklenen büyük savaş 1876 yılında yaşanır...

amerikan süvari birlikleri üç koldan oturan boğa'nın üzerine doğru ilerlemeye başlamıştı. savaştan 3 ay önce oturan boğa cheyenne ve arapaho kabilelerinin savaşçılarını, rosebud deresi yakınlarında yer alan kampına çağırmıştı.

burada hep birlikte wakan tanka'ya dualar ettiler. günlerce güneş dansı yaptılar. derler ki, oturan boğa adanmışlığını göstermek için aralıksız olarak 36 saat boyunca dans etmiştir ve transa girmiştir...

ve yine derler ki, bir rüya görür, amerikan askerleri gökten çekirgeler gibi lakota kampına düşmektedir.

bu durum üzerine oturan boğa kampını ''little bighorn''a taşıma kararı alır. ve 25-26 haziran 1876'da kızılderililerin asla unutmayacağı ''little bighorn savaşı'' yapılır. muharebe öncesi oturan boğa 10 binden fazla savaşçıya seslenir;

''ya birlik oluruz. ya da hepimizi tek tek avlarlar.''

7. süvari alayının ani baskını püskürtülür. neredeyse alayın tamamı yok edilir. ''george custer'' çılgın at tarafından takip edilir ve öldürülür. böylece amerikan ordusunun o tarihe kadar aldığı en büyük yenilgi tarih sayfalarındaki yerini alır. oturan boğa'nın rüyasında gördüğü çekirge sürüsü itlaf edilmiştir.

tabi, bu ağır yenilgi beyazları öfkelendirir. basın ''kana susamış vahşiler'' başlıklarıyla algı yönetimine katkı sunar. bu durum daha fazla gencin askere gönüllü olarak yazılmasına sebep olur.

sürek avı böylece başlar. çılgın at ve oturan boğa öldürülmeden beyaz adam durmayacaktır. çılgın at öldürülür. (bkz: çılgın at)

ancak oturan boğa bir türlü teslim olmamaktadır. kabilesi ile birlikte kanada'ya göç eder. amerikan ordusu oturan boğa'ya artık ulaşamamaktadır. amerikan hükümeti kendisine rezervasyon alanında yaşaması şartıyla af teklif eder. oturan boğa af teklifini de ret eder ve ekler oturan boğa ve kabilesi asla zulümlerinizi af etmeyecektir.

ancak göç ettikleri bölge soğuk ve kuraktır. avlanacak tek bir bizon dahi yoktur. halkı açlık ve soğuğun kıskacında kalmıştır. 4 yıllık direniş oturan boğa'nın kabilesi ile birlikte standing rock'taki rezervasyon alanına yerleşmesi ile son bulmuştur.

yates kalesinde yaşananlar ve ölümü için (bkz: hayalet dansı)

ve son olarak onun sözleri ile bitirelim;

"eğer büyük ruh benim beyaz adam olmamı isteseydi, beni öyle yaratırdı. ben onun izniyle yaşadım ve bir şef olarak burada dimdik duruyorum. biliyorum ki, wakan tanka beni gökyüzünden izliyor. beni görüyor ve ne söylediğimi işitiyor.

sizin kalbinizde kesin istekler ve planlar var, benim kalbimde ise sadece özgürlük düşü...

kartal her zaman için kartal gibi yaşamalıdır. onu kargaya benzetemezsiniz.

dünya güneşi kucakladı ve biz bu sevginin çocuklarıyız, şimdi biz yoksuluz ama özgürüz.

adımlarımızı beyaz adam kontrol edemez, eğer bizler öleceksek, doğrularımızla burada öleceğiz.

bana hırsız diyorlar, oysa topraklarımızı ve zenginliklerimizi çalan beyaz adamdır.

kim bana aç gelip de tok dönmemiştir ? ben hangi yasayı çiğnedim ? hangi beyaz kadın benim tarafımdan esir alındı ya da hakarete uğradı ? kim benim eşimi ya da çocuklarımı dövdüğümü gördü ? kendime ait olanları seviyor olmam yanlış mı ? babamın yaşadığı yerde lakota olarak doğdum, halkım ve topraklarım uğruna ölebileceğim için mi bana vahşi diyorlar..."
devamını gör...

dinamo kiev

hafızam beni yanıltmıyorsa nazilerin kafayı iyiden iyiye kırdığı yıllardı. barbarossa harekatı işlevsel hale gelmiş, hitlerin psikopatları ukrayna kapılarına dayanmıştı. ortalık kan revan. hal böyle olunca dinamo kiev'li futbolcuların büyük bir bölümü cephenin yolunu tuttu. kimi bu direniş esnasında öldü, kimi esir düştü, kimi de kefeni kıl payı yırtıp geri döndü. anlayacağınız sovyetler tarihinin en başarılı takımlarından birisi olan dinamo kiev yok oldu gitti. kulüp kapandı. benim anlatacağım olaylara tanıklık etmem ise tamamen tesadüfi. elbette bizde yeteneğimiz üst düzeyde olsun, kiev'de top koşturalım isterdik ama konu futbol olunca tanrı vergi affına gitmiş ve bizi yeteneksizlik abidesi olarak kiev meydanına dikmiş, elimize de fırın küreğini tutuşturmuş. yani o dönemler yetenek tanımım fırına ekmek sürmekle sınırlı. hatta bazen ekmekleri geri çıkarırken sıkıntı bile yaşıyorum ancak konu bu değil. neyse bir gün çok sıkıldım ve fırının kapısına çıkıp bir sigara yaktım. bizim fırının sahibi kordik ise sigara düşmanı bir adam, henüz ilk nefesi ciğerlerime çekmiştim ki tepemde bitiverdi. at şu lanet şeyi diye bağırmaya başladı. tam panikle sigarayı söndürüyordum ki, gülerek yanımıza yaklaşan boylu poslu bir adam kurtarıcım oldu. kordik bana olan ilgisini kaybetmişti. şen bir kahkaha patlatarak fırına gelen adama sarıldı. sonradan öğrendim ki, bu adam dinamo kiev takımının efsane kalecisi nikolai trusevich'miş ve benim tarihe tanıklığım kendisinin benimle aynı fırında çalışmaya başlaması sayesinde gerçekleşti.

kordik, nikolai ile her gün ateşli şekilde bir şeyler konuşuyor ve onu dinamo kiev'i yeniden kurması konusunda ikna etmeye çalışıyordu. ben ise hamur yoğuruyor, fırına ekmek atıyor, fırından ekmek çekiyor ve sonrasında, evet takımı yeniden kurmalısınız diyerek çaktırmadan sigara içmeye kaçıyordum. bir kaç gün böyle geçtikten sonra nikolai baskılara dayanamadı ve takımı yeniden kurma konusunda öncülük etme kararı aldı. ancak eski kiev oyuncularının hepsine ulaşabilmek mümkün değildi. yukarıda da yazmış olduğum üzere bazıları ölmüş bazıları ise esir kamplarında hayatta kalmaya çalışıyordu. uzun uğraşlar sonunda nikolai 8 kişi toplamıştı. arkadaşları ile fırına gelmiş ve eksik üç kişiyi nereden bulacaklarını tartışıyorlardı. tabi ben durur muyum atladım hemen mevzuya, ben oynarım dedim. hepsi garip garip yüzüme baktı. kordik fırın küreği ile ağzıma vurmak ister gibi hareketler yapıyordu. olayı hemen üzerimden atmalıydım. ''peki takımın adı ne olacak?'' diye sordum. afallama sırası şimdi onlardaydı. onlar kem küm ederken, bu almanlar size dinamo kievi tekrar kurma imkanını vermezler biliyorsunuz değil mi? diye ekledim. nikolai doğru diyerek başıyla onayladı. işte o anda, tarihi elimde fırıncı küreği ile yazmaya başlamıştım. sonrasında kiev'de fırıncılar lakabı ile anılacak olan fc start kulübü, gizli dinamo kiev olarak, çalıştığım fırıncıda kurulmuş oldu. eksik üçlüyü ise lokomotiv takımından tamamladılar. ben ise üzerime düşen her görevi yapmaya ant içmiştim. birinci yedek ve top toplayıcı olarak ekibe dahil oldum.

yerel lige çok hızlı girdik. geleni geçeni dümdüz ediyorduk. macar ve romen garnizon takımlarını falan ezdik geçtik. bu maçlarda inanılmaz şekilde top topladığım için ziyadesiyle takdir edildim. yıldızım parlamaya başlamıştı. naziler fırıncıların yükselişinden rahatsızdı. haddimizi bildirmek niyetiyle bize maç teklifinde bulundular. vali, general, üstün insan eberhardt bizim çocuklarla maç yaparsanız size idman yapmanız için stat ayarlarım diyerek, gönlümüzü çaldı. tabi biz bu esnada bir kaç toplama işgalci takımı yendiğimiz için kulağımızın çekilmek istendiğinin farkındaydık. sonuç olarak adamlar karşımıza hava kuvvetlerinin yenilmez armadası flakelf'i çıkardılar. üstün alman teknolojisi olan bu takımı evire çevire 5-1 yendik ve ben o gün hiç yoksa 20-25 tane top toplayarak yine maçın yıldızı olmuştum. almanlar çok sinirlenmişlerdi. maçın sonucunun duyulmaması için hepimizi kulaklarımızdan tuttukları gibi evlerimize götürdüler. üç gün sonra ise sanki ilk kez oynanıyormuş gibi rövanş maçının duyurusunu yaptılar.

9 ağustos 1942 günü sahaya çıktık. tribünler alman askerleri ile doluydu. o, bu, değil de en çok zoruma giden şey hakemin ss subayı olduğunu görmek oldu. ama daha da fenası varmış. hakem yanımıza geldi ve seremonide bizden nazi selamı vermemizi istedi. işte bu ahval ve şerait içerisinde sovyet spor selamı vererek ''yaşa spor'' diye bağırdık. ben taç çizgisinin oradaydım ama sesim çok gürdür. bütün stat duymuştur diye düşünüyorum. adamlar maça bizimkileri döverek başladı. hakem ss subayı olunca, o gün saha da bizi rahat rahat dövdüler. ama üçün birini de aldılar zira ilk yarı 3-1 bizim lehimize bitti. hakem efendi soyunma odasına gelerek yenilmemiz gerektiğiniz yenilmezsek sonumuzun çalışma kampları olacağını söyledi ve ekledi; ''çalışmak özgürleştirir!'' bu haleti ruhiye içerisinde ikinci yarıya çıktık ve 35-40 top topladığım ikinci yarıyı da 5-3 önde tamamladık. ama asıl mevzu bu değil. asıl mevzu klimenko'nun yaptığı şeydi. nazileri tespih tanesi gibi ipe dizdi, alman kaleciyi de geçip, kale çizgisinden topu gerisin geriye vurdu. işte o an almanlara karşı asıl zafer kazanılmıştı. almanlar sözlerini tuttular, bazı oyuncular idam edildi. bazı oyuncular toplama kamplarına gönderildi, bazıları ise işkencelerden geçti.

onlar adına yapılan anıt; ''kazandığınız zafer unutulmayacak korkusuz kahramanlar.''
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

işte o muhteşem 11... ben de oradayım ama kendimi ifşa etmeyi düşünmüyorum. bulabiliyorsanız bulun.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

tabi bu muazzam hikaye beyaz perdeye de ilham kaynağı oldu. escape to victory (zafere kaçış) ve ket felidö a pokolban (cehennemde iki devre) bu olaydan esinlenerek çekilmiştir. tabi her iki filme verdiğimiz katkıda yadsınamaz lakin konumuz bu değil.

hülasa; bu direniş dinamo kiev tarihine altın harflerle kazınmıştır.

tanım: dinamo kiev tarihine altın harflerle kazınan direniş *
devamını gör...

soldier blue

ralph nelson tarafından 1970 yılında beyaz perdeye aktarılan, revizyonist western filmlerinin en önemli örneklerinden birisidir.

yine aynı yıl gösterime giren ''little big man'' adlı filmle birlikte, amerikan sinemasının ''kızılderili meselesi''ne karşı geliştirdiği tek taraflı bakış açısını yerle yeksan etmiştir.

yıllarca vahşi ve barbar kızılderili kavramını beyaz perdede ince ince işleyen ve yarattığı algı ile tarihte yaşananları ters yüz eden amerikan sineması, bu iki film ile birlikte tabiri caizse yüzüne sert bir tokat yemiş ve sonrasına kendisine gelmiştir.

bu iki filmin arkasından kızılderili katliamlarını ele alan daha objektif yapımlar ortaya çıkmış, bazıları akademi ödülüne bile layık görülmüştür.

film, bu yönü ile değerlendirildiğinde dahi efsanelerin arasına girmeye hak kazanır zira çıkış noktası olmuştur.

"soldier blue" 1864 yılında yaşanan "sand creek katliamı''nı konu alır.

amerikan askerlerinin savunmasız bir cheyenne köyünü basarak, kadın - çocuk ayırt etmeksizin yüzlerce insanı öldürdüğü bu katliamın beyaz perdeye aktarılmış olması, amerikan toplumu açısından da bir nevi travmaya yol açmış ve tartışmalara neden olmuştur.

afişlerinde ''sinema tarihinin en vahşi filmi" tanımı yer almış, bazı eyaletlerde afişlerin toplatılması kararı verilmiştir.

yönetmenin yapmak istediği şey tam olarak yerini bulmuştur. özellikle katliam ve tecavüz sahnelerinin uzun dakikalar boyunca gösterilmesi, katliamın gerçekliğini ön plana çıkarmak için yapılan yakın plan çekimler insanın içine bir yumru gibi oturur.

film türkiye'de ise 1973 yılında vizyona girmiş, pek çok sahne makaslanmıştır.

filmde özellikle honus gent karakterini ben kendi adıma yüzbaşı silas soule ile özdeşleştirdim. işin esasına bakılırsa bu hesaplaşmayı yaşayıp, kızılderili katliamlarının önüne geçmeye çalışan onlarca amerikan subayı olduğunu tarihi anlatılardan biliyoruz. ya öldürüldüler, ya ordudan atıldılar ya da hapis cezası aldılar. sonrasında çoğunun itibarı iade edilse de, gent karakteri bu iade-i itibarın sanki beyaz perde de vücut bulmuş hali gibidir. bir nevi işin beyaz vicdanıdır. ve o beyaz vicdana beyaz şeytan tarafından yapılanların aktarılmış olması da geçmişle hesaplaşma adına önemlidir.

hülasa; bu filmi izlememiş olanların izlemesini elbette tavsiye ederim. ancak konuya ilgisi olmayanlar tarafından sıkıcı olarak da, değerlendirilebilir. bu şerhi de koymuş olayım ki, sonra ne biçim filmmiş diye bana sarmayın.

tarihi filmleri sevenler için ise biçilmiş kaftandır. izlemek konusunda tereddütünüz olmasın.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

cheyenne

cheyenne'lerin ok yenileme ritüelleri kabile açısından çok büyük önem arz eder. bu ritüel esnasında heammawihio'ya yakarırlar. lakotalılar için ''wakan tanka'' ne ise cheyenler içinde ''heammawihio'' odur. yani kutsal ruh...

ok yenileme ayini bir nevi kabile ruhunu ayakta tutmak için yapılan bir moral ritüelidir. yaşanmış/yaşanacak olan sıkıntıların giderilmesi, düşmana karşı gücü tazelemek, bereketi ve bolluğu yükseltmek gibi amaçlar güderler. bu ayin ile eski savaşçılarının ruhlarının tılsımlı oklara aktarıldığını düşünürler. böylece kabilenin gücü her daim diri tutulmaktadır. geçmişteki kahramanları yeni savaşçılarla bütünleşmekte ve onlara yol göstermektedir.

bir diğer enteresan özellikleri ise bizde ''baba evine dönmek'' diye tabir edilen olayın onlarda resmen boşanma sebebi sayılmasıdır. bir cheyenne kadını babasının çadırına döndüğünde ve burada kocası olmadan -başka bir zaruret hali yoksa- geceyi geçirirse, kocasını boşamış sayılır. erkekler ise eşlerinden boşanmak isterlerse omaha dansı yapar ve bizdeki düngür'ün benzeri bir davulu çalarak boşanma kararlarını tüm kabileye duyururlardı.

cheyenne kabilesi için en büyük suç kabilenin düzenine karşı işlenen suçlardır. bu tarz suçları işleyen kabile üyeleri sürgüne gönderilir ve tek başlarına bırakılırdı. bunda amaçlanan şey; suçu işleyenin, işlediği suç üzerine düşünmesi, bu suç için heammawihio'dan af dilemesidir. ıslah olduğuna inanılan ve nedameti samimi bulunan kabile üyesi tekrar kabileye kabul edilirdi.

cheyenne ritüellerinde güneş dansı ve massaum yani hayvan dansı da önemli bir yer tutuyordu. bu danslar doğanın yenilenmesi, doğadaki canlılarla ters düşmemek için yapılırdı. eski bir görselini de aşağıya ekliyorum.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

dibine not: adamson heobel'in cheyenne'lerle ilgili yazdığı türkçe'ye çevrilmiş bir kitap mevcuttur. merak eden arkadaşlar için iyi bir kaynak olabilir.

ayrıca george bird grinnell'in yazdığı iki kitabı daha önerebilirim (ilki seridir); ''the cheyenne indians'' ve ''the fighting cheyennes''
devamını gör...

kızıl bulut

kızıl bulut lakota kabilesinin en önemli savaş şeflerinden birisiydi. lakota dilindeki adı ''mahpiya luta''dır.

lakota tarihinde beyaz şeytana karşı savaş kazanan ilk liderdir. adı ona babası ve kabilesinin ortak kararıyla verilmiştir. anlatılanlara göre beyazların lakota topraklarına göz diktiği zamanların başlangıcında, kızıl bulut henüz yeni doğmuşken, bulutlar farklı bir şekilde gözükmeye başlar. batı ufkunda ortaya çıkan kızıl bir bulut diğer bulutların arasında ihtişamla boy göstermektedir.

kabilede, yeni doğan tek çocuk ise kızıl bulut'tur. hal böyle olunca kabilenin ileri gelenleri ve kızıl bulut'un babası, bulutun ortaya çıkışını, yeni doğan çocuğunun gelişine yormuşlardır.

böylece, kabilesinin içinde öne çıkabileceğini ve onlara önderlik edebileceğini düşündükleri bu çocuğa kızıl bulut adını vermişlerdir.

kızıl bulut'un bir yere kadar isminin hakkını verdiğini söylemek yanlış olmaz. genç yaşlarından itibaren, bizon avında ve sonrasında pawnee ve crow'lara karşı yaptığı savaşlarda başarılı olmuştur.. pawnee'lerin ona kurnaz bulut lakabını taktıklarından bahsedilir.

beyaz şeytana karşı ilk ciddi mücadelesi bozeman yolu'nun yapımı esnasında olmuştur. lakota topraklarının tam ortasından geçecek olan yol, bufalo avlanma bölgesini ciddi anlamda tehdit ettiği gibi, aynı zamanda ordunun kurmak istediği kale ve etrafında inşa edilecek kasabalar, lakota topraklarının sonunu hazırlayacaktı.

kızıl bulut'un ve dostu benekli kuyruğun bunun olmasına izin vermeye niyetleri yoktu. hızlı ve etkili baskınlarla amerikan ordusunu ve yerleşimcileri yıldırdılar ve sonunda beyaz şeytanı antlaşma masasına oturmak zorunda bıraktılar. böylece kızıl bulut, savaş alanında kazandığı zaferi, siyasi bir zafere dönüştürerek kızılderililer arasında bir efsane olma yolunda ilerlemeye başladı. antlaşma sonrasında söylediği sözler, diğer savaş şefleri içinde ilham verici olmuştu;

''beyaz adam bir daha ülkeme adım atarsa, onları cezalandıracağım.''

fakat bu olay sonrasında her şey farklı gelişti. kızıl bulut bir ateş yakmıştı. yaktığı ateş harlanmış alevler saçmaya başlamıştı. lakotaların efsane liderleri çılgın at ve oturan boğa yükselen bu ateşin ürünüdür. onların ateşi en yüksek noktasına çıkardıkları anda ne yazık ki kızıl bulut ateşe toprak atmıştır. kabilenin birliğe ihtiyacı olduğu en zor dönemeçte, amerikan yönetimi ile fort laramie antlaşması'nı imzalamış ve kabilenin kendisine bağlı olan kolunun rezervasyon alanlarında yaşamasını kabul etmiştir.

bu durum kabilenin geri kalanı için tam bir hayal kırıklığı olmuştur. onun savaş alanını terk etmesine rağmen ''beyaz şeytan''a karşı tarihlerinin en büyük zaferini kazanan çılgın at ve oturan boğa kalleşçe öldürülmüşlerdir. izlediği siyaset aslında yine halkının iyiliğini düşündüğü içindir. lakin yapmış olduğu siyasi öngörüsüzlük, lakotaları güçsüz bırakmış ve sonlarını hazırlamıştır.

yaktığı ateşi kendi elleriyle söndürmeseydi, bugün adı oturan boğa ve çılgın at ile birlikte anılacaktı. fakat o lakota yerlileri arasında buruk bir tebessümle ve söylediği şu meşhur sözle anılmaktan ileri gidemedi;

''beyazlar bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar! toprağımızı alacaklarını söylediler ve aldılar...''

döneme dair daha ayrıntılı bilgi için; (bkz: çılgın at)(bkz: oturan boğa)(bkz: hayalet dansı)

dibine not: hayatını derinlemesine merak edenler için john d. mcdermott'ın ve robert w. larson'ın kendisi ile ilgili yazdığı kitapları önerebilirim. ilk kitap efsaneleştirilmiş bir kızıl bulut profili çizerken, ikinci kitap olayları daha derinlemesine incelediği için sorgulamalara yol açıyor.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

hayalet dansı

hayalet dansının kökleri çok eskiye dayanmakla birlikte, beyaz adam tarafından bilinirliliği ''çılgın at''ın ölümünden sonrasına denk düşer.

çılgın at öldükten sonra, oturan boğa ve kabilesindekiler sıkıntılı zamanlar yaşadı. zorlu kış koşullarında göç etmek zorunda kaldılar. bu da haliyle kabilenin büyük bir bölümünün açlık ve soğuk sebebiyle kırılmasına yol açtı.

büyük şef, azalan savaşçı sayısının yanı sıra kadın ve çocukların durumunu gözeterek, beyaz adamın anlaşma taleplerine olumlu cevap vermek zorunda kaldı.

rezervasyon alanına kendi isteği ile ve onurunu kaybetmeden girmiştir. bunu yapmadan önce ise kabilesine şöyle seslenmiştir;

''bugün burada ölebiliriz. esir alınmış olabiliriz. ama kalbimiz vatanımızdadır. kalbimiz doğduğumuz topraklardadır. kalbimizi ölülerimizi gömdüğümüz, topraklarımıza gömdük/gömeceğiz.''

oturan boğa rezervasyon alanında aşağılayıcı ve onur kırıcı muamelelere maruz kalmıştır. özellikle kabilesinden devşirilen rezervasyon polislerinin, eski şeflerine karşı takındıkları tavır, amerikan hükümetinin lakotaları ve oturan boğa'yı sindirme çabalarının en önemli stratejik parçasını oluşturdu.

onun saygınlığını ayaklar altına almak istiyorlardı. oturan boğa'yı sürekli taciz eden rezervasyon polislerinin tavırlarına oğlu ''karga ayak'' dayanamadı. babasını alıp götürmek isteyen polislere direnirken öldürüldü. oğlunun gözleri önünde öldürülmesi, büyük şefin pasif direnişini terk etmesine sebep oldu. yaşanan arbedede, kendi kabilesinden eski bir savaşçının kafasına sıktığı kurşunla öldürüldü. böylece çılgın at'ın başına gelenler, oturan boğa'nın da başına gelmiş oldu...

oturan boğa'nın ölümü ile birlikte sessiz çığlıklar, ses oldu... yaşanan acı ve nefret tabiri caizse ''hayalet dansı'' ile birlikte beyaz adamın üzerine kusuldu. bu durum basının büyük ilgisini çekti. halkı kızılderililere karşı kışkırtacak haberler yapılmaya başlandı. newyork times ''savaş çığlıkları'' başlıklı yazı dizisi ile kızılderililerin beyazlara saldıracağı haberlerini pompalamaya başladı.

böylece rezervasyon alanında, oturan boğa'nın ölümünden sonra yapılan hayalet dansı ritüellerine çok daha sert müdahaleler geldi.

sonrası da ''wounded knee katliamı'' ve hayalet dansının yasaklanması...
devamını gör...
devamı...

tecumseh

tecumseh shawnee kabilesinin, panter koluna mensuptur. shawnee'lerin bu kolu savaş konusunda ciddi bir tecrübeye sahiptir. kendilerini shawnee'lerin askeri gücü olarak tanımlayabiliriz.

sciota nehri kıyısında, savaştan önceki gece yıkanarak arınırlar, savaş boyalarını sürerken, kutsal ruha zafer için yakarırlardı.

babası pukeshinwah bir savaş reisiydi ve panter klanının önemli savaşçılardan birisi olarak gösteriliyordu. point pleasant savaşı'nda oğlu henüz 6 yaşındayken öldürüldü.

babasını küçük yaşta kaybeden tecumseh'i ağabeyi chiksika ve shawnee'lerin ruhani lideri ''kara balık'' yetiştirdi.

kabilesine yapılan onlarca baskını küçük bir çocuğun gözlerinden gördü. kabilesiyle birlikte defalarca yer değiştirmek zorunda kaldı. çocukluğundan gençliğine kadar geçen dönem onun için ölüm ve sürgün demekti.

tabi bu dönem onun fikirlerinin oluşmasında da önemli bir evre olmuştur. küçük husumetler yüzünden birbirleriyle savaşan kabilelerin beyaz adam tarafından kolayca alt edilebildiğini gördüğü için, birlik fikri kafasında gençlik yıllarında yeşermeye başlamıştır.

katıldığı savaşlarda başlarda gözcülük görevini yerine getirmiş, sonrasında ise savaşlarda aktif olarak yer almaya başlamıştır.

tecumseh'in siyasi birlik fikri, katıldığı savaşlar sonrasında iyice pekişmiş ve neredeyse tüm kızılderili kabilelerini gezerek, onlara birliğin şart olduğunu anlatmaya çalışmıştır.

ona göre; ata toprakları bir bütündür. tüm kuzey amerika yerlilerine aittir. hiç bir kabile diğerlerini yok sayarak, topraklarını elden çıkaramaz veya terk edemez, bu sebeple tüm kabileler tarafından topluca müdafaa edilmelidir.

tecumseh'in bu fikirleri özellikle genç kızılderililer arasında hızla yayılmaya başladı. diğer kabilelerin reisleri, genç savaşçılardan gelen talepleri görmezden gelemediler ve kabilelerin ortak kararı ile bir kurultay toplanmasına karar verildi.

tecumseh bu toplantıda, yılanın kutsal toprakları sinsice dolaştığını, toprakların satılması konusunda kabileleri sincice soktuğunu söyleyerek, etkileyici bir konuşmaya imza attı.

yine bu konuşmasında ilk kez ''beyaz şeytan'' tabirini kullanarak, kızılderililer arasında bu tabirin yaygınlaşmasına sebep olmuştur.

birlik fikri çığ gibi büyüyordu...

her ne kadar karşıt görüşler ortaya çıkmış olsa da, ezici bir çoğunluk tecumseh'in arkasındaydı.

bu fikir ''beyaz şeytan''a da iletildi. tecumseh bu talebin kabul edilmeyeceğini bilse dahi, yine de meselenin barışçıl bir yolla çözülebilmesi için elinden geleni yapmıştır.

elde bir avuç kalan ata topraklarının kızılderili kanı akıtılmadan korunabilmesini sağlamak için eşsiz bir diplomasi mücadelesi vermiştir.

''beyaz şeytan''ın bitmez tükenmez açgözlülüğü ve acımasızlığı karşısında savaşmak zorunda oldukları kesinleştiğinde, tecumseh atalarının savaş boyalarını sürdü. ''gökyüzündeki panter'' artık savaş alanındaydı...

beyaz şeytan'ı defalarca küçük muharebelerde yenmiş olsa da, bu durum asla yeterli olmuyordu. yeni bir yol düşünmeliydi. tekrar diplomasiyi devreye soktu ve ingilizlerden siyasi ve lojistik destek alarak savaşmaya devam etti.

5 ekim 1813 günü ''thames river'' savaşında ingilizler savaş alanını terk edince, beraberindeki kızılderililerle birlikte yalnız başına kaldı.

çekilmeyi düşünmediler. son ana kadar savaştılar.

savaş alanında düşen sadece tecumseh'in bedeni değildi...

birlik hayali ve kabilelerin özgürlük isteği de orada toprağa karıştı.

bu büyük adamın, bedeni asla kabilesine iade edilmedi. ''beyaz şeytan'' onun ölüsünden bile korkmuştu. ölüm haberi, küçük çaplı direnişlerinde bir süre durmasına neden oldu.

''babam ! benim babam güneştir. benim annem topraktır; onun bağrına yatacağım! ''diyen ''gökyüzündeki panter'' her ne kadar onun bağrına düşmüş olsa da, bedeninin yerinin bilinmemesi kabilesi arasında büyük bir acıya sebep olmuştur.

derler ki, geriye kalan bir avuç shawnee, ne zaman başını göğe çevirse, usulca onun adını fısıldarmış...

dibine not: başlığı açan değerli yazar arkadaşımın söylediği gibi tecumseh'e dair türkçe'ye çevrilmiş bir kitap yok. bu cidden büyük eksiklik. yabancı kaynaklardan okumak isteyenler james laxer'ın ya da john sugden'ın onunla ilgili yazdığı kitapları okuyabilirler. her ikiside tecumseh'i ve mücadelesini ayrıntılarıyla anlatmıştır.

dibine not 2: başlığı açan değerli yazar arkadaşıma ayrıca teşekkürü bir borç bilirim. zira kendisi bu alanda, sözlükteki boşluğu doldurmaya gayret ediyor. meşguliyetler trenimden her inişimde kendisine katkı sağlamaya çalışacağım. var olsun.
devamını gör...

reis genç joseph

şef joseph ile ilgili iki kitap önermek isterim. bunlardan birincisi ''chief joseph & the flight of the nez perce: the untold story of an american tragedy'', kent nerburn'un yazdığı bu kitapta hin-mah-too-yah-lat-kekt'in ve nez perce kabilesinin yaşadıkları güzel bir dille anlatılmış.

ikincisi ise ''chester anders fee, chief joseph: the biography of a great indian'' adlı 1936 yılında yayınlanan bir kitap.

kanımca kendisi ile ilgili yazılmış en önemli kaynaktır. bu kitabı okuduğunuzda hin-mah-too-yah-lat-kekt'in ne kadar önemli bir ruhani lider olduğunu anlıyorsunuz. kitapta kendisinin yaşanan her olayla ilgili görüşlerini direkt kendi ağızından okuma şansına erişiyorsunuz ki bu da kendisini daha iyi tanımanıza katkı sağlıyor.

başlığı açan değerli yazar arkadaşıma ek olarak da bir iki şey yazayım.

hin-mah-too-yah-lat-kekt adı nez perce dilinden ''gümbürdeyen gök gürültüsü'' olarak da çevrilmektedir. açıkçası bu isim benim daha çok hoşuma gidiyor.

nez perce kabilesi, diğer kabilelere nazaran beyaz adamın isteklerine daha çabuk boyun eğmiştir. toplu halde hristiyanlığı kabul etmiş ve vaftiz olmuşlardır. ancak buna rağmen, beyaz adamın gazabından kurtulamamışlardır. topraklarının tamamı ellerinden alınmak istenmiş ve idaho'da bir rezervasyon alanına kapatılmalarına karar verilmiştir. hal böyle olunca nez perce kabilesinden bir grup savaşçı -ki bunların arasında beyaz kuş ve aynaya bakan da vardır- isyan etmişlerdir. bu isyan sonrası şef joseph'in amerikan hükümetinin baskılarının iyice artması nedeni ile kendilerine verilen incili yaktığı söylenir.

bu olaylar sırasında da şu sözleri söyler; ''durumumuzu düşündükçe kalbim ağırlaşıyor. kendi halkımdan bazılarını kanun kaçağı olarak gösteriyorlar, onları ülkenin bir ucundan bir ucuna sürüyorlar yada hayvanlar gibi vurup avlıyorlar.

amerikan hükümeti isyanı gerekçe göstererek, nez percelerin üzerine iki süvari birliği gönderince, hin-mah-too-yah-lat-kekt, oturan boğa gibi kanada'ya göç etmek zorunda kalmıştır. bu göç esnasında arkalarında iki süvari birliği vardır. zaman zaman sıcak çatışmalar yaşanmış. her defasında nez perce'ler amerikan birliklerini püskürterek, isyancı grupla birleşmeyi başarmışlardır.

bu seferde, general nelson a. miles tarafından yönetilen ve cheyenne izcilerini kullanan yeni bir birlik, göç eden grubun peşine düşmüş ve ayı pençesi dağlarında nez perceleri sıkıştırmıştır. bu sırada nez percelerin savaş şefi olan hin-mah-too-yah-lat-kekt'in kardeşi ollikut öldürülmüştür. dondurucu soğukta aç ve susuz 5 gün direnmişlerdir. teslim olduklarında sayıları sadece 87'dir. teslim olduğunda şu meşhur konuşmayı yapar;

general howard’a söyleyin onun kalbini biliyorum. daha önce bana, bende bir kalbe sahibim demişti. savaşmaktan yoruldum. şeflerimiz öldürüldü. looking glass öldü. yaşlı adamların hepsi öldü. tu-hul-hil-sote öldü. gençlerin lideri ollikut öldü. hava soğuk ve battaniyemiz yok. çocuklar donuyor. halkımın bazıları tepelere kaçtı. yiyecek ve battaniyeleri yoktu. kimse nerede olduklarını bilmiyor. belki de donarak öldüler. çocuklarımı aramak, ve onlardan kaçını kurtarabileceğimi görmek için zamanım olsun istiyorum. belki onları ölüm yakaladığı sırada bulacağım...

dinleyin beni ! şeflerim ! yoruldum. kalbim hasta ve üzgün. yine de güneş nereden şimdi doğuyorsa orada beyaz adama karşı durup savaşacağım.


bu olaydan sonra hin-mah-too-yah-lat-kekt 27 yıl boyunca rezervasyon alanında tutsak olarak yaşadı ve orada hayata gözlerini yumdu.

rezervasyon alanları ile ilgili sözleri ise can yakıcıdır;

eğer beyaz adam huzur içinde yaşayan kızılderililerle barış içinde yaşamak istiyorsa, bu kadar zor kullanmaya ihtiyaçları yok. bize kendi insanlarına davrandıkları şekilde davranmalı, hepimize eşit şekilde yaşama ve büyüme şansı vermeli.

tüm insanlar büyük ruh tarafından yaratılmıştır. hepsi kardeştir. doğa ana tüm insanların annesidir ve tüm insanlar onun üzerinde eşit haklara sahiptir.

atları kazıklara bağlarsanız onların iyi büyüyeceğini umabilir misiniz? eğer kızılderilileri dünyadaki küçük bir leke gibi görür ve rezervasyın alanlarında kalmaya zorlarsanız, o zaman ne memnun olacaktır ne de gelişip başarılı olacaktır.

bazı beyaz adam şeflerine sordum, kızılderililere sadece bir tek yerde yaşamalarını söyleyebilecek otoriteyi kimden aldılar, bana bunun cevabını veremediler.

özgür bir adam olmama izin verin, özgür seyahat etmeme, özgür alışveriş yapmama, özgür çalışmama, seçtiğim yerde özgürce ticaret yapmama, özgürce kendi öğretmenlerimi seçebilmeme, özgürce büyüklerimin inançlarını takip edebilmeme, özgürce konuşmama, düşünmeme ve kendimce hareket etmeme...

ancak böylelikle sizin kanunlarınıza uyabilirim.
devamını gör...

dünya kupası

o gece hiç uyuyamadım. maçı kafamda oynuyor, türlü türlü skorlar eşliğinde kaldığım otel odasında bir ileri bir geri volta atıyordum. içtiğim daha doğrusu yediğim sigaranın haddi hesabı yoktu. brezilya'yı yenebilir miydik? mevcut şartlarda böyle bir ihtimal olasılık dahilinde değildi. futbol tanrıları ile konuşmak, onları bu konuda ikna etmek lazımdı. benim ise böyle bir işe ayıracak vaktim yoktu. beynim köstebek yuvasına dönmüş, açılan fikir dehlizleri içerisinde yolumu bulmaya çalışıyordum. labirent maymununa dönmüştüm. son sigarımı telaşla söndürdüm ve banyoya doğru yol aldım. buz gibi suyun altına girerek beynimi kemiren düşüncelerden kurtulmak niyetindeyim. duştan sonra biraz daha rahatladım. sakince elbiselerimin bulunduğu dolaba doğru ilerledim. bir anda kendimi boy aynasının önünde buluvermiştim. fötr şapkamı takmış, takım elbisemi giymiş, kravatımı bile doğru bağlamıştım. hay bin kunduz! bu bir işaret olabilir miydi? keşke diye geçirdim içimden. saate baktım ama maçın başlama saatine daha çok vardı. kendimi dışarı attım. rio de janeiro sokaklarında sabahın ilk saatleriyle birlikte şuursuzca gezmeye başladım. brezilyalılar her yere takımlarının fotoğraflarını asmıştı. şehirde sinir bozucu bir şampiyonluk havası vardı. benim gibi uruguay'a gönül vermiş insanlar için şehir, dante'nin ilahi komedyası gibi bir hale bürünmüştü. cesaretimi toplayıp bir tane gazete aldım. manşete bakmamla birlikte yine haleti ruhiyem kendisini londra köprüsünden aşağı doğru bıraktı. manşette ''kazan yada berabere kal!'' yazıyordu. işimiz gerçekten zordu. hitler manyağının ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda dünya futbol şampiyonlarından mahrum kalmıştık, futbola olan özlemimiz iyice artmıştı. ve biz bu heyecanı iliklerimize kadar yaşıyorduk. işin daha kötüsü bizimkilerin maçı mutlaka kazanması gerekiyordu ki bu durum nabzımızın atış hızını bir kaç kat arttırıyordu.

gençler bilmezler. o dönemlerde dünya kupası sistematiği farklı işliyordu. bu maç hasbelkader final maçı olmuştu. zira hem brezilya hem de bizim çocuklar puan olarak şanslarını son maça taşımış, bu yüzden maç bir anda dünya kupası finali haline dönüşmüştü. adamlar sırf bu şampiyona için ''maracana stadyumu''nu inşa etmişlerdi. stat mabet gibi bir şeydi. 200 bin kişiyi ağırlayabilecek bir kapasitesi vardı. stadın önüne geldiğimde farklı duygular içerisindeydim. gözlerimi stadın heybetinden ve büyüklüğünden alamıyordum. adamlar işimizi, kafada bitirmiş gibiydiler. eski roma kolezyumlarından birinin önündeymişim gibi gerginliğim iyice artmıştı. sanki bir yakınım hakkında damnatio ad bestias * cezası verilmiş ve ben infazı bekliyordum. bizi resmen aslanların önüne atmışlardı ve bu mücadeleden sağ salim çıkmamız imkansıza yakındı.

brezilyalı taraftarların tezahüratları ve samba dansları eşliğinde stada girdim. bakın tek tek saydım abartmıyorum; statta tamı tamına 199.854 kişi vardı. bunların toplasanız 100/150 tanesini bahtsız bedeviler olarak adlandırabileceğiniz şanlı uruguay'ımıza gönül vermiş insanlardı. perişan bir haldeydik. tezahüratlar, bağırışlar, samba ritimleri arasında bir sigara daha yaktım. elbette rengimi belli etmiyordum. bu kalabalık arasında kim vurduya gitmek niyetinde değildim. hakemin başlama düdüğüyle birlikte brezilya üzerimize kabus gibi çöktü. sağdan soldan yükleniyorlar, bizimkiler sürekli müdafaa yapmak zorunda kalıyorlardı. sarı/yeşil iblisler bizi kendi yarı alanımızdan çıkarmıyordu. ademir denen futbol cambazı bizimkilerle kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyordu. allah'tan maspoli günündeydi ve ilk 10 dakika içinde 3 tane yüzde yüzlük gol pozisyonunu engelledi de, alnımdan süzülen terleri ipek mendilim ile silme fırsatını buldum. sonrasında bir mucize oldu ve bizimkiler şut attı. o an, işte öyle bir bağırmak geldi ki içimden anlatamam. schiaffino'nun bu şutu, spartaküs'ün roma imparatorluğuna baş kaldırması ile eş değerdi benim için. ancak ender gelişen osasuna atakları bile bu kadar çabuk küllenmemiştir. hevesimiz kursağımızda kaldı. brezilya başladı yine samba yapmaya. al gülüm ver gülüm. taakk bir şut, yine maspoli devrede. maç ademir ile maspoli arasında geçmeye başlamıştı ve bu benim için hiç de iyiye işaret değildi. sigara yakıp söndürmekten bazı pozisyonları kaçırıyor, bu arada etrafımdakilere de renk vermemeye çalışıyordum. kuvvetle muhtemel brezilya gol atamadıkça stresten sigara yaktığımı düşünüyorlardı. oysa benim içimde ne fırtınalar kopuyordu. kimse durumun farkında değildi. bu haleti ruhiye içerisinde ilk yarıyı 0-0 bitirmenin verdiği rahatlama ile olduğum yerde çöktüm kaldım. bu şekilde bu maç nasıl bitecekti? ömür törpüsünün törpülenmiş hali gibi öyle boş gözlerle sahaya bakıyordum.

sonra biz yine diken üzerinde 66. dakikaya kadar geldik. sigaralardan ve nabız yükselmelerinden bahsetmeye bile gerek yok. işte o dakika, dünya bambaşka bir hale büründü. kaptanımız varela topu aldığı gibi sağ kanatta ghiggia'ya verdi. ghiggia nasıl oldu, nasıl yaptı anlamadığımız bir şekilde ceza alanına dalıverdi. onun topu schiaffino'nun önüne yuvarlamasıyla birlikte bizim aslan parçası topa öyle bir vurdu ki, dar açıdan o topun ağlarla buluşmasıyla birlikte dünya benim için o anda durdu. bağırmak istiyorum, bağıramıyorum. etrafımdaki brezilya'lılar şaşkına dönmüşler, kimi ellerini başının üzerine götürmüş, kimi ağlamaklı, kimi düşünceli gözlerle etrafındakileri süzüyor. işte o anda yaktım gerçek keyif sigaramı. zira olmayacak duaya amin demek üzereydik. tabi sonrasında brezilya yine freni boşalmış kamyon gibi üzerimize gelmeye başladı. ama bizim çocukların maçı kazanacaklarına dair inancı artmıştı. maspoli atlas'ın dünya'yı sırtında taşıdığı gibi takımı sırtında taşıyor ve brezilya'ya gol şansı vermiyordu. dakikalar 79'u gösterdiğinde, futbol tanrıları ikinci mucizelerini yer yüzüne gönderdiler. ghiggia yine bir fırsatını bulup ceza alanına girip cılız bir şut çıkardı, brezilya kalecisi barbosa fahiş bir hata ile resmen topu içeri aldı. işte o an dünyanın mucizevi bir yer olduğuna inanıveriyorsunuz. içim kıpır kıpır, havai fişekler eşliğinde tüm organlarım raks ediyor. lakin etrafımdaki yıkılmış, bitmiş ve tükenmiş brezilya taraftarını gördükçe kendimi tutmayı başarıyorum. maçın sonraki bölümleri çok stresli geçmedi. bir gol yedik ama o da bize nazar boncuğu oldu. o gün takriben 198.800 kişi gözyaşlarına hakim olamadı. kaptanımız valera, jules rimet kupasını havaya kaldırdığında cennet bizim için yeryüzüne inmiş gibiydi. her ne kadar göz yaşlarına boğulmuş olsa da bizim cennetimiz tertemiz ve pir-ü paktı.

o maçtan sonra brezilya kalecisi barbosa resmen istenmeyen adam ve vatan haini ilan edildi. yıllar sonra kendisi ile bir barda karşılaştık. yaşadıklarını ilk ağızdan dinleme fırsatı bulmuş oldum ama bu başka bir başlığın konusu. *

işte bizim aslan parçaları; sizler için ne söylesek az çocuklar!
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

bu hüzünlü ve boş bakışlar ise barbosa'nın bakışları. buna yorum dahi yapmak istemiyorum. o günlerden bana kalan tek keyifsiz an bu adamcağızın çektikleridir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim