janjan yazar profili

janjan kapak fotoğrafı
janjan profil fotoğrafı
rozet
karma: 1765 tanım: 55 başlık: 11 takipçi: 36

son tanımları


azalarak yok olan şeyler

kaygısız, maks stresimin matematik yazılısı olduğu günler.
devamını gör...

ve sonra dans ettik

abi nasıl bu filme entry girilmemiş
o zaman it is my time to shineeee
pardon girilmiş

film öncellikle gürcistanda geçiyor ve queer filmi kategorisinde değerlendiriliyor. peki neden gürcistan'da bir lgbtq+ farkındalık filmi çekilmiş, sadece bu farkındalığı yayamak için mi, pek de değil aslında.

gürcistan güney kafkasya'da yer alan de facto bağımsız bölge olarak geçiyor. dolayısıyla gürcistan kültürleri bir dönem hem batı hem de rusya ile arada sıkışmış iken yavaş yavaş yerle bir olmaya başlıyor ve adamların elinde neredeyse bir tek dansları kalıyor. hepsinin sonucunda gürcistan dansının gürcü milletini sembolize etmesi söz konusu olmaya başlıyor. homofobi zaten rus siyasetinin gürcistan'ı içten feth etmesi açısından elindeki en önemli kozuydu dolayısıyla hem siyasi etki hem de toplumsal baskı ile erkeklerde maskülinite ve tek cinsel yönelim normal, başka türlüsü anormal ve kültüre saygısızlık olarak değerlendirilmeye başlanıyor.

film de tam olarak bunu,"kendi kültürümüzü" koruyalım adı altındaki ayrıştırıcılığı sorguluyor.

bu filmin yazanı ve yöneteni gürcü asıllı isveçli levan akın her zaman gürcistan'da bir film çekmek istediğini fakat onu asıl bu işe tetikleyen şeyin 2013 teki nerdeyse ilk onur yürüyüşünde yaklaşık 50 çocuğa binlerce kişi tarafından müdahale edildiğini haberlerde görmesi olduğunu söylüyor. durum bu kadar kötü olduğu için ve 2020'de de değişen de pek bir şey olmadığı için gürcistan'daki filmin ilk gösterimi sağcılar tarafından basılıp protesto edilirkeni neyseki isveç ile ortak yapım olduğu için, isveç'in adayı olarak gösterilerek avrupa'da bir çok kategoride ödül topluyor. adam yani filmde işlediği konuyu bizzat gürcistan'daki gösterim günü yaşıyor.

konusu da merab adlı ergenlikteki bir genç adamın kendini keşfetmesi. merab ulusal gürcü dans topluluğunda bir dansçı. orda da geleneksel gürcü dansı yapılıyor. merab'ın da tek hayali o dans topluluğunun asıl dans grubuna katılmak ve belki de gürcistan'dan gidip bu sayede dünyayı gezmek. fakat şöyle bir sorun var merab hiç toplumun ve hocalarının da beklediği gibi maskülen dans edemiyor. oysa ki hep çivi gibi, heykel gibi olması gerekiyor. bu sırada topluluğa ırakli adında yeni bir genç adam geliyor bu kişi merab'ın rakibine dönüşüyor fakat aynı zamanda da ona kendini kaptırıyor.

öncelikle merab ve ırakli arasındaki kimya çok başarılı ve doğal. bunun yanında ilişkilerinde açıklanamaz bir masumluk var ve içiniz hep sıcacık oluyor bu sayede. levan da röportajlarından birinde bunu belirtmişti. merab'ı oynayan levan g. instagram'da keşfedilmiş ve sadece modern ve gürcü dans geçmişine sahip biriymiş. levan'da konusu itibariyle riskli bir film olduğu için 5 kez teklifi reddetmiş, en son ailesi onu desteklediğinde kabul etmiş. bu kadar şeye rağmen levan akın ikisi arasındaki doğal uyum ve tabii ki merab'ın oyunculuk yeteneğini gördüğü için onu seçmiş.

ayrıca sinematografi oscarlıktı. özellikle arkada robyn'den honey'nin çaldığı sahne. muhtemelen 10 kere filan izlemişimdir o sahneyi. mekan, ışık, merab ile bir olan gürcü kalpağı ve o sahnenin duygusu ve rengi için yazılmış gibi olan honey şarkısı. oscarlıktı. ve o sahne tamamen levan g. doğaçlamasıydı. sen ekran önünde olmak için doğmuşsun eeey levan g!!!

bir de ırakli'yi oynayan bachi, aslanım, tamamen nesnel görüşüm bu arada, heykel gibisiniz efenim. sağlığınız, sporunuz, dansınız ve oyunculuğunuz daim olsun.


son sahnede geleneksel gürcü dansı ile modern dansın birleşmesi gayet başarılı ve vurucu bir koreografiydi. bir tek sorun hem son dansta hem de film boyuncaki tüm danslar biraz daha üzerinde çalışmış ve daha profesyonel olsaydı daha akıcı, etkileyici ve gerçekçi olabilirdi.


son eklemek istediklerim: mutlaka, mutlaka ve mutlaka izleyin, çok başarılı bir film.
call me by your name filan çok yapay kalıyor bu filmin yanında, filmin o tarza yakın "tatlı" bir havası olduğunu iddia edenler için söylüyorum.
devamını gör...

boyhood

film bir kitleye çok iyi bir şekilde hitab ederken ve neredeyse 3 saatlik filmin içine rahatça çekebilirken diğer tarafa da tamamen sırtını çeviriyor. before triology’de de bu vardı bence çünkü yönetmen diğer çalışmalarından farklı bir bakış açısıyla veya amaçla film çekmemiş. yine doğal, ayakları yere basan kurguya sahip, melodramdan uzak gerçek hikayeler senaryodan tamamen uzak diyaloglarla aktarılıyor. richard linklater’ın (yönetmen) 1 filmini izlediyseniz diğer filmlerinden birine de onun yönettiğini bilmeden denk gelirseniz direk adamın yönettiğini tahmin edebilirsiniz.

filmin konusu amerikalı 6 yaşındaki bir çocuğun (mason’un) 12 yıllık gelişimini anlatıyor. bu süreçte de tüm oyuncular ile 12 yıl boyunca çalışılıyor. örneğin her sene ayda 1 kere buluşup filmin bir bölümünü çekiyorlar ve 12 yılın sonunda da film bitmiş oluyor. bu açıdan bir kere çok değerli bir film ve neredeyse kumar oynanmış üzerine. çünkü bu kadar riskli, belirsiz bir projeye kafa yormak hem delilik hem de aklıselim olmayı gerektiyor. helal olsun. sonucu güzel çıktığı için de tüm kadroya helal olsun demek lazım. peki bu hikaye çocuğun yaşadığı “dönüm noktaları” verilerek mi anlatılıyor. pek de değil aslında. kendimizden düşünelim, çocukluğumuz ile ilgili neler hatırlarız? ailecek gittiğimiz plajda ne kadar keyifli olduğumuzu mu yoksa plajda amcanızın içip içip saçma sapan konuştuğunu mu? veya bir anda aklımıza trt çocuk kanalının 2011’deki jeneriği filan gelir di mi? işte film de aynen bu şekilde ilerliyor. sanki çocukluk dönemini atlatmış bir gencin hafızasını yokluyor. bu yüzden ana karakter ile daha kolay bağlanıyor ve çocuğun geçmişini izlerken kendi geçmişinizi de yokluyor oluyorsunuz. bu yüzden bana ve bence bir çok kişiye çocukluğumuza gittiğimiz bir terapi seansı gibi gelmiştir.

ana karakter mason’a ethan hawke’ın yanında çok sönük kalmış diyenler var. pek katılmıyorum bu görüşe. mason derinliği olan ve yaşıtlarına göre daha olgun bir genç olarak yazılmış dolayısıyla bunu aktarması için çok durağan bir yapıyı oynamak zorunda. hayatın, yaşanan “her şeyin” anlamını babasına sorduğu sahnede en çok kendimle özdeşleşmiştim. çünkü ben de tam onun yaşlarındayken anneme benzer sorular sorup benzer yanıtlar almıştım. bunun gibi daha bir çok sahnede onda kendimi buldum bu açıdan ne kadar öznel olsa da, yine de beni çocukluğuma ve yaşadıklarıma götürebilen bir oyuncu bence ethan hawke’ın yanına çok yakışmış.

çok uzun oldu çünkü çok acemiyim ama sadece çok değerli bir film olduğunu anlatmaya çalıştım. eğer before sunrise’ı izlediyseniz kesinlikle buna da bakmanızı öneririm. izlemediyseniz de şöyle söyleyebilirim, gözlem yapmak hoşunuza gidiyorsa veya saatlerce konuşmak o zaman mutlaka izleyiniz.
devamını gör...

american psycho

izlemediyseniz kesinlikle izlemeniz gereken, eksiksiz tatminiyat veren bir filmdi. izledikten sonra da bir gram bile film analizi yapsanız çok mutlu olursunuz çünkü ne kadar ince işlenmiş bir film olduğunu anlamış da oluyorsunuz.

öncellikle ana karakter christian bale rolünü döktürmüş. çok çok iyiydi, resmen bu rol ile doğduğundan beri yatıp kalkmış. kendini hem fiziksel hareketleriyle, hem de bakışlarıyla hem de duygu aktarımında nokta atışı ifade etmiş.


özellikle sevişirken aynada sadece kendine bakarak tatmin olduğu sahne öff. o sahnede hem adamın içindeki hiçliği görüp ona acıyorsunuz hem de kendini bu kadar beğendiğini görünce sahne boyunca kıkır kıkır gülesiniz geliyor.


bana sorarsanız film hem psikolojik gerilim hem de komedi. özellikle kartvizitlerini yarıştırdıkları sahne. 80lerdeki materyalistliği temiz bir kara komedi ile anlatmışlar. çok sevdim. ha bir de karşılaştırdıkları şey kartvizit olduğu için aralarında nerdeyse hiçbir fark yok ama patrick'in ruhu o kadar sığ ve boş ki en iyi kartizite sahip olmayı en iyi uyum sağlayan, görünür kişi olmaya bağlıyor ve ufacık bir detay gördüğünde çok fena takıyor ve inanılmaz terlemeye başlıyor. çok iyi.

ayrıca american psyho 80ler dönemini anlattığı için çok doğru bir mekan ve isim. çünkü 80lerde walkmannler, marka takımlar, kravatlar havada uçuşuyor. wall street journal'da çalışan "yuppie"ler oluyor bunlar. zenginler ve ruh dışında her şeye sahipler ve tek umursadıkları maddiyat.
mesela bazen arkadaşları ile sohbet ederken laf arasında cinayetten, öldürmekten bahsediyor ama kimse bu cümleleri dikkatte almıyor, sanki duymuyorlar bile. tek umursadıkları kendileri, kendi sahip oldukları şeyler. ve patrick'in uyum sağlamak için yanıp tutuştuğu ortam da bu.

cinayetler kurgu mu değil mi diye soracak olursanız? bence çoğu kurgu. özellikle sokak ortasında sürekli sinek öldürür gibi, polis veya sivil ödürmesi, kızı tüm apartman boyunca kanlar içinde testere ile kovalaması ve sonra merdivenlerin en tepesinden aşağı atarak kadına isabet ettirebilmesi. bence bunlar net kurgu.

zaten patrick'i ara sıra bu sahneelri çizerken, veya çizmiş halde görüyoruz. bence bu sahneelrin veriliş amacı seyirciyie krugu olduğunu anlatmak.

peki neden sekreterini ve ona ilgi duyan homoseksüel arkadaşını hayalinde öldürmedi? bence onlarda kendini sevdiğini gördü. başkalarının patrick'e koşulsuz cinsel veya duygusal sevgisi patrick'in sisteminde hata verdi ve onlar hayalinde ölmedi.
devamını gör...

lost in translation

filmin yönetmeni sofia coppola filmden bahsederken söylediği bir alıntı aslında tüm filmi özetliyor. "hiç tahmin edemeyeceğiniz biri ile geçirdiğiniz güzel günler vardır hayatta. fakat sonrasında gerçek hayatınıza geri dönmek zorundasınızdır, fakat siz eski halinize dönmezsiniz, o birkaç gün ruhunuzda bir iz bırakır. işte bu karşılaşmaları da bu kadar keyifli ve etkili yapan budur."

film tokyo'da bir otelde ruhen mahsur kalan ve yaş farkına sahip charlotte ile bob'un birbirinden etkilenmesi ile başlıyor. öncellikle tokyo mekan olarak bence seçilebilecek en doğru mekan. çünkü amerikalılar "muhtemelen sadece ingilizce bilen kapitalistler" belki latin alfabesine sahip başka bir ülkede olsalar biraz da olsa ortama adapte olabilirlerdi. veya kendi kültürlerinin aşılandığı bir ülkede olsalardı kendilerini daha az izole hissedebilirlerdi. fakat japonya kültürü ve japonca iki amerikalı mahsura tam anlamıyla hiç bir şey ifade edemediği için ikisi de ortamdan izole ve uyumsuzlardı. filmin başları da buna değindiği için komedi kategorisine girerdi. bunun dışında filmin mekanı tanıtması çok etkileyiciydi. her şey bob ve charlotte'nin deneyimleri ile seyircilere iletiliyordu dolayısıyla sokaklar, japon kültürü ve insanı hep karakterlerin gözünden aktarılıyordu. karakterler de seyirciler tarafından özümsendiğinde bizzat tokyo'da keşfe çıkmış gibi hissediyorsunuz.

charlotte ve bob'a geri dönersek, ikisinin de ayrı ayrı uzun ilişkileri ve birinin tamamen diğerinin de nispeten oturmuş bir hayatı var. dolayısıyla ikisi de eski hayatlarına vicdan azabı duymadan geri dönmemek için fiziksel olarak kimse kimseyi aldatmadı. fakat birbirleri ile geçirdikleri her anda tam anlamıyla bağlandıklarını hissetmeleri fiziksel olmayan ama fizikselden daha öte gerçek bir aldatmaydı. sadece vicdan azabı da sevişmelerine engel değildi aslında. bence ne bob ne de charlotte birbirlerinden fiziksel anlamda etkilenseler dahi hiçbiri fiziksel temas istemiyordu. yani ikisi de aralarındaki o çok çok ince olan o çizgiyi arıyordu ve kalsın istiyordu aynı zamanda. çünkü onlar için en değerlisi artık aynı kafada olan insanlarla konuşabilmekti. sadece göz teması ile bağlandıklarını hissetmek ve aynı zamanda birbirinden etkilenmek.

peki en sonunda ne mi yaptılar? eski sıkıcı hayatlarını bırakıp tokyo'da evlendiler ve sonsuza kadar evli mutlu çocuklu yaşadılar.

hayır.
gerçek hayatta ne olurdu? 15 yıllık karısını ve çocuklarını nasıl bırakıp sırf 30 yaş sendromu yüzünden ilk defa veya yıllar sonra ilk defa bağlandığını hissettiğin 20 yaşındaki bir kadınla evlenemezsin. eski hayatına geri döneceksin. fakat biraz daha huzurlu bir bob ve charlotte olarak. hayatın daha katlanılabilir ve daha ilgi çekici olacak. yani her şey eskisine dönmeyecek sende illaki bir etkisi kalacak. ve işte asıl değer de bu bence. illa bağlandığını veya bir bakışla iletişim kurabilidiğini hissetiğin insanlarla hayat kurman veya onları bir şekilde hayatınının içinde tutmana gerek yok. anılarında olsun, "büyüdüğünde" en olgun halinin bir parçası olsun.

adam olana çok bile.


son olarak filmin sonu çok yanlıştı bence. tesadüfen kızı tam şehirden ayrılırken buluyor. onun yanına gidiyor öpüyor ve kulağına coppola'nın bile yazmadığı repliği mırıldanıyor charlotte "ok" diyor ve ağlayarak birbirlerinden uzaklaşıp eski hayatlarına dönüyorlar. bob ne mırıldandı? bunu charlotte'yi oynayan kadın bile bilemiyor zaten sanırım bob'u oynayan bill murray de gibberish konuşmuş. amaç şey "ne dendiğinin bir önemi yok hayatları ayrıldı ya önemli olan o" coppola baban kadar yetenekli değilsin işte açık ol son repliği yazmaya korktun işte itiraf et... :p


boş konuşmamı geçtiyseniz çok iyi yaptınız hayatınızdan 1 dk filan çalmamış oldum. özetle izleyin. insana dair keyifli şeyler anlatıyor hiç bunaltmıyo
devamını gör...

arayış (dizi)

konusu hastalığa yakalanan nisan ve arkadaşının doktorda tedavi görmek yerine "şifa ve arayış" adlı tarikata katılması ile başlıyor yalnız tarikata katılması için evini vakfa bağışlaması falan gerekiyor ve tarikatla birlikte izmir'deki sadece tarikatın yaşadığı kalem adası'nda yaşaması gerekiyor. buralarda zaten mantığın ötesinde bir dizi olacağını yavaş yavaş kavrıyoruz.

öncelikle dizi kesinlikle sürükleyici bazı bölümler 20 dk gibi hissettiriyor bunun sebebi de olayların ardı ardına patlıyor olması dolayısıyla sıkılmıyorsunuz.

fakat fantastik hikayelerde bile oluşturulan bir mantık çerçevesi vardır ya. en basitinden spider-man herhangi bir örümceğin değil üzerinde çalışılan bir laboratuvar örümceğinin peter'ı ısırmasıyla oluşuyor. ama burada o diziye ait mantık tabanı yok bu da can sıkıyor, seyirci ile özdeşleşmiyor olaylar ve karakterler.


en sinir olduğum saçmalık mesela azra adadan hem bebeği hem de kamera kayıtlarını almış kaçarken tam tünel gibi düz bir yerde nisan azra'yı yakalıyor ama sadece bebeği alıp kaçıyor. sonra azra tünelden çıkıp kayalıklara gelip teknesini beklerken azra tekrar gidiyor herhalde kafasına dank ediyor kayıtlar :/ ve orada kayıtları elinden almaya çalışırken kayalık olduğu için azra'nın ayağı kayıyor ve pat öldürdü. bu en detay kısmı ama en saçması bence azra'nın ölmesi için bu saçmalığa gerek var mıydı?.


oyunculuklara gelirsek, cem karakterini oynayan onur ünsal bence azra'yı oynayan defne kayalar ile yarışır ve bi de bu ikisi baş karakterleri oynayan mehmet günsür ve aslı enver'ı bu dizide net geçti bence.

yönetmen emin alper de yine başarılı bir iş çıkarmış bence ama en iyi işlerinden biri demem kesinlikle. tabii bunlar benim gibi herhangi bir vatandaşın düşünceleri (halgız biz halg!). sonuç olarak bu vatandaş size diziyi önerir 1 gecede biter zaten 6 bölüm. 2. sezon daha gelmemiş
devamını gör...

hedonutopia

öncellikle kalamış yaz festivalini düzenleyen kadıköy belediyesine teşekkür ederim yoksa muhtemelen grubun adını hiç veya çok sonra öğrenirdim.

normalde ben bugün baba zula'nın konserine gidecektim ve 1 haftadır filan evde tamamen baba zula dinledim sanki her akşam konseri varmış gibi o kadar motive olmuştum yani etkinliğe fakat konser ertelendi hem de 3 ay kadar. ben de bunu bugün sabah öğrenmiştim bu yüzden o kadar hevesim düştü ki dedim ulan ben yine de bir konsere gideceğim ve seni yeneceğim istanbuuul!!! dedim ve hedonutopia'nın bu akşamki kalamış konserini buldum internetten hemen aldım ve gittim konsere. yani hiçbir şarkısını bilmeden sadece marmaray'da 2-3 hit şarkısını 1 kere dinleyerek konsere gittim dolayısıyla tamamen uzaktan bir göz olarak aktaracağım size düşüncelerimi:

1. solistin ses tonu anadolu'dan geliyor bazen, bazen de thom yorke gibi fena haz veren bi tiz yapıyor. sesi çok çok başarılı ve profesyoneldi bu yüzden bence.
2. canlı performansları kayıttaki dinlediğim müziklerine göre kat kat daha güzeldi bence siz de grubu tanımak için direk herhangi bir konserine gidebilirsiniz.
3. ben çoğu şarkılarından radiohead tadı aldım ve bu bence kanıtlanabilir yani gözümü kapattığımda sanki fırat değil de thom yorke "lalalalalla" derken arkadan guitar riffleri çalıyordu. bu gruptan esinlendikleri kesindir yani ki öyleymiş zaten radiohead dışında the cure, dead can dance ve sigur ros'tan da esinlenmişler.
4. kalabalık çok güzeldi. sadece havasını almak için bile gidilir. grubun tüm dinleyicileri grup kadar tatlı gözüküyordu.

özetle mutlaka bir tadına bakın bahsettiğim gruplara ilginiz varsa.
devamını gör...

bir köpeğin fantastik hikayesi

konusu melez bir köpeğin sürekli kararsız insanlar tarafından sahiplenip ve tekrardan terk edilmesini anlatıyor. bunu anlatırken köpek tarafından serüvenini öğreniyoruz. sanki köpeğin hissetikleri ve gözlemlediklerini birebir biz yaşıyoruz. bu hissiyatı doğrudan alabilmemizin sebebi de bence animasyonun tüm sınırlarını aşarak hep yaratıcı ve canlı şekilde seyirciye aktarılması. her bir sahne tablo gibi ve sadece konusuz bir şekilde bile izlenebilecek kadar büyüleyici, akıl dışı efektler var.

örneğin köpeğin ilk sahibi akrobat bir adamdı. akrobasi hareketleri müthiş gösterilmişti. onun dışında insan vücudunu aşan daha çok sıvı bir maddeye kaçan yapısı vardı. kolunun vücudundan uzun veya kısa olması hiç dert edilmiyordu tam tersi bir rüya gibi çok çok uzun veya çok çok kısa ve hep kıvrak gösteriliyordu. aslında tüm film birden çok rüyadan esinlenilmiş kadar baş döndürücüydü.

fakat filmin konusu maalesef dekorun çok çok arkasında kalmıştı. ha belki ilkokulda olsaydım tamamiyle filmden etkilenebilirdim ama şimdi bana pek hitab eden bir tarafı yoktu, sadece köpekle 90 dk boyunca empati kurdurdu film. sevgiyi aktarmak dışında bir amacı yoktu benim anladığım kadarıyla...

itici bulduğum nokta ise en son sahip köpeğini evine getirdiğinde evde yaşayan kedinin her daim huysuz ve sevimsiz gösterilmesi. köpeğin her bir hareketinin nedenini anlaşılır şekilde açıklayan film kedinin basit içgüdülerini açıklamaya üşenmiş. sonra evdeki dede köpeğini gezdirirken köpekle seni niye evden atayım sen koltukları yırtmıyorsun ki tarzı konuşuyor ve köpeği gerçekten seviyor mesajını veriyor sonrasında yani köpekleri bize itaat ettikleri için kedilerden daha çok seviyoruz diyor filan. buralarda ise hikaye bana çok çok uzak kalmaya başlıyor ve sadece görsellere odaklanıyorum.

sonuç: eğer animsyonlar görsel açıdan sizi çok tatmin ediyorsa mutlaka izleyin ama göze hitab edilmesi sizi çok tav etmiyorsa bence gerek yok. verilmek istenen mesaj: köpekleri veya genel olarak hayvanlara bakamıyorsanız, bir diğer değişle kendinize anca zor bakıyorsanız onları eve hapis etmeyin evinizin önüne bir kap su ve mama koyun daha iyi olur onlar için.
devamını gör...

kurak günler

öncelikle filmi kesinlikle öneririm eğer izlemediyseniz. artık sanırım ücretsiz de verilmeye başlanıyor özellikle belediyelerin düzenlediği açık hava sinemaları vasıtasıyla. tavsiye etmemin sebeplerinden ilki filmi yazan ve yöneten emin alper'dir. bana sorarsanız tarzı ve en azından bana ulaşması nuri bilge ceylan'a göre daha kolaydır ve daha vurucudur. bir de tabii ki emin alper'in her filmi izlenmeli bence özellike abluka çok temiz bir gizemdir ve çok güzel akar hem de zaman ve mekan algısını vermeksizın yapar bunu.

filmin içine girmeye başladığınızda anadolu'nun kendisi ile bizzat yüzleşmeye de başlıyorsunuz. bu yüzden de film aniden size klasikleşmiş birkaç romanı hatırlatıyor ki yönetmen emin alper de bunlardan esinlenerek bu filmi yazdığını röportajlarında söylüyor. filmin hatırlattığı romanlar da yaban, çalıkuşu veya binboğalar efsanesi serisi gibi kitaplar. özellikle yaban'ı okurken veya bitirdiğinizde o an aklınızdan geçmiş düşünceleri film ile tekrar hatırlamış oluyorsunuz o kadar eşleşiyor kafanızda yani.

film ile ilgili mükemmel bir okuma videosu var daha doğrusu detaylı bir analiz diyebilirim. eğer filmi izlediyseniz kesinlikle buna göz atmanızı öneririm çok akıcı ve zevkli hem de sinema kültürünüzü aynı anda geliştirebilecek bir video. buradan izleyebilirsiniz analizi. videoda adam analizlerinden birinde filmin 3. dakikasında savcı'nın odasında otururken beyaz bomboş bir kağıdı karalamasının aslında kendi ölüm fermanını yazmasını sembolize ettiğini ve böylece seyiriciyi uyardığını, bu metaforun da sinema tarihindeki önemlibirçok filmde kullanıldığını söylüyor ve filmleri sıralamaya başlıyor filan vee bir bakmışsınız ki film analizi 101 almışsınız o yüzden mutlaka bakın.

film analiziniz tamam ise bir de emin alper'in film ile ilgili röportajlarını da özetlemek isterim.
emin alper karakterleri yaratırken özellikle emre ve başkan arasında iyi ve kötü gibi kesin bir ayrım yapmak istememiş bu yüzden yaşanan olayların film bitse bile belirsiz kalmasını istemiş. bunun sebebi de şu: film sırasından seyirci başrol ile bir şekilde özdeşleşiyor ve verdiği bir çok kararda kendini bulmaya başlıyor.

bu yüzden eğer karakterin kıza tecavüz etmediği ortaya çıkarsa seyirici rahatlıyor ve karakteri zaten kendi ile özdeşleştirdiği için farklı bir duruma kendini sokmaya, empati kurmaya cesaret gösteremiyor ve rahatlayarak daha doğrusu günahlarından arınarak sinemadan çıkıyor. oysa ki savcı'nın tecavüz etme ihtimali ile sinemadan ayrıldığında seyirci kendinde de o ihtimalin barınıp barınmadığını sorguluyor. ben orada olsaydım ne yapardım şeklinde.
özetle kötü var ama iyi diye bir olgu bu filmde yok çünkü "iyi" diye gözükenlerin bile o an o koşulda kötüyü yapma ihtimali var.

emin alper şunu bir de sürekli söylüyor daha doğrusu uyarıyor. hikaye bir bl değildir. yani savcı ve gazeteci arasındaki aşk gibi bir durum yok aslında emin alper burada homofobiyi herhangi bir azınlık kesime uygulanan baskı türlerinden biri olarak filmde kullanıyor ve biz de türkiye'de yaşadığımız için din de özellikle anadolu'da hassas bir konumda olduğu için tabii ki gerçeklerden birini yani homofobinin varlığını aktarıyor.

bunun dışında emin alper filmi bitirdiğinde film 3.5 saatlikmiş sonra yöneten kendi kendine kesip biçerek 130 dk'ya düşürmüş sağ olsun. senaryo değişikliği olunca kültür ve turizm bakanlığı hop bakalım napıyorsunuz deyip desteğini geri çekmiş oysa ki filmin üretim akışı budur yani senaryo tabii ki değişir. bunlar da magazin kısmıydı.
devamını gör...

radiohead

gruba muhtemelen sadece %10 hakimim ama yine de hakkında konuşmak isterim.
bir tane site radiohead için aşağı yukarı şöyle bir tanım yapmış ordan başlayayım:

yapay seslerden oluşan kompleks bir sisteme sahip ve büyüleyici sonik katmanları düzenleyerek sunan bir grup. bence çok temiz bir tanım ve yaptıkları tüm müziklere uyuyor türü fark etmeksizin.

ve tanımın gerçekten hakkını veren adamlar olduğu için kesinlikle dinlenir, hangi tür dinleseniz bile. sesler çok ilginç ve özenle birleştirilmiş. bu yüzden yaptıkları tam bir deha işi. ve işin tuhaf kısmı, duyduğunuz sesler tek başına tuhaf ve yapay geliyor ama bu yapay ve tuhaf sesler bir araya geldiğinde bir de tüy gibi hafif sese sahip olan thom'un sesi ile birleştiğinde tam olarak istediğiniz ve kendi sesiniz gibi benimsediğiniz doğal bir sese dönüşüyor.

şimdi bu kadar balladım yağladım gidip de creep açmayın ilk defa dinleyecekseniz. creep de güzel bu arada ama adamların bin basacak fazlasıyla şarkıları varken bence overrated. ben paranoid android ile başlamanızı öneririm, şarkı tek başına tam bir radiohead serüveni. ardından my iron lung, the national anthem ve idioteque'i öneririm. sonrasında dinlemeye devam ettiğiniz albüm ilginize göre şekilleniyor.

albümlere değinmişken albüm kapaklarından da bahsetmek isterim (biri beni durdursun). albüm kapaklarını, bildiğim kadarıyla hepsini, düzenleyen asıl kişiler thom yorke (solist) ve ressam arkadaşı stanley donwood. ikisi birlikte buluşup "brainstorming" yapıyorlar sonra böyle müthiş albüm kapakları ortaya çıkıyor. genelde thom yorke aklındakiler söylüyor ressam çiziyor şeklinde gitmiş. ve çıkan sonuçlar çok çok çok başarılı ben tüm kapaklara hayran kaldım. bu nasıl yaratıcılıktır kardeşim.

onun dışında bir de muse ile aralarındaki "olay" dan da bahsedeyim. genelde radiohead dinleyenleri muse'un vokalisti matt bellamy'i thom'un sesini taklit etmekle suçlar daha doğrusu grupla dalga geçerler. zaten bazı müziklerindeki türler de çakışıyor öyle olunca işler iyice kızışıyor filan. matt her zaman "yok öyle bişi ne diyoniz iki farklı türüz biz" diyor ve adam doğru aslında. matt temiz bir space ve punk rock yaparken thom yorke experimental ve art rock yapiyi.

radiohead: ponitidi pontidi pum pum bliiing (electro sesler) (kendi sesinmiş gibi çok samimi bir sesle haykırış)
muse: drmmm dım dım dım drmmm dım dım dım (full gitar ve bass) (gitar sesini taklit eden sonra operaya dönen yukarılardan gelen ilahi bir ses)

son olarak.
solist thom yorke ile ilgili fun fact:
sahnelere çıkmayı sevmiyor. çünkü müziklerinde çok fazla electro sesler olduğu için bununla canlı bir şekilde uğraşmak baya zor oluyor(muş. öyle diyorlar anladığım kadarıyla). bu yüzden kendisi bir çok kez idioteque başlarken seste sıkıntı olunca sahneyi direk terk ediyormuş.

sonra sahnede genelde kendisi seyircilerden birine küfür ediyor sonra seyirciler de "hahaah evet canına oku onun" filan diyor böyle tuhaf da bir durum var?? ya da mesela biri arkadaşıyla konuşuyor adam "ne konuşuyonuz olm müzik çalıyoz burda" diye öğretmen gibi triplere giriyor. biraz toksik bir birey yani.

gereksiz magazin de yaptım ohhhhhhhhh
devamını gör...

zeytinyağlı yaprak sarma

yarım kilosu garanti iki dakikada gömülen lezzetlerimizden biridir. yağı azsa ve yaprak taze değilse de tatminiyatı büyük oranda düşer ama yine de aynı gramajda gomulebilir.
devamını gör...

black mirror

6. sezonu birkaç gün önce çıkmıştır ve bence ilk 4 sezonun seyircide verdiği etki artık iyicene kaybolmuş. 5. sezon kadar büyük bir hayal kırıklılığı yaşamadım (andrew scott'un katkısını hariç tutuyorum) ama yine de eskisi gibi hayran kalarak izlemedim net. 6. sezon ile ilgili düşüncelerim kısa kısa şu şekildedir:

6. sezon birinci bölüm joan is awful tamamen dramdan ve karakomediden ibaretti tamam günümüze dokunur bir çok açıdan teknolojiyi ele almışlar ama eh.

6. sezon ikinci bölüm çok güzel bir noktaya değinmiş, kanımca bir çok netflix'in katiller ve sapıklar ile ilgili hazırladığı belgesellere referanstı çünkü gerçek sapıkları yakışıklı ve çekici bulan bir kitle oluşmuştu sosyal medyada, bölümün sonunda bu psikopatlığı aktarması inceydi bence. onun dışında yine dram ve gerilim olmuş bence yeterli bir "mindfuck" yaşamadım açıkçası. distopik, etkisinde uzun süre kalacağım, klasik bir black mirror bölümü değildi.

6. sezon üçüncü bölüm aaron paul'un şaheseri olmuş bence. aslanımın gözleri yeter bu nasıl oyunculuktur? bir de nostaljik de hissettiriyor, tv'ye de çok çok yakışıyor, bu adamı niye sık göremiyoz biz? neyse, nesnel yorum yapmak gerekirsek ilk 20 dk'da sonunu tahmin edebiliyorsunuz aşağı yukarı. mantık hataları da bence çok var. o yüzden konusu beni hiç mi hiç tatmin etmedi. ama görsel şölen ve oyunculuk temizdi.

devamını güncellerim

devamını izlemiyorum bölümlerin yorumları çok üzücü direk izlemekten vazgeçtim
devamını gör...

balkonsuz ev

balkonsuz ev neeey kim nnnolamaz
devamını gör...

günde 6 saat kitap okumak

nası yapıcaz abla onu be?
devamını gör...

radiohead açıp zombi gibi amaçsızca kaydırmak

leeenet olsin dostum bütün bir nesil benzin pompalıyor

veya

this is a marketing holocaust! 24 hours a day for the rest of our lives powers that be hard at work are dumbing us to death!

gibi alıntılar
devamını gör...

syk pike

orijinal adı syk pıke (norveççeden türkçeye hasta kız diye çevrilir), sinemalarda ilgi manyağı diye geçer, ingilizceye de sick of myself diye çevirmişler kim bilir diğer dillerde hangi ismi uydurdular.

konusu signe adında bir kızın sürekli kendini basit sebepler kullanarak ilgi çekmek istemesiyle başlıyor. signe arkadaşlarından istediği ilgiyi bir şekilde alabilse de erkek arkadaşından istediği yeterli ilgiyi alamıyor. böyle olunca da artık basit sebepler yeterli kalmıyor ve yeni bir şey deniyor. kızımız yasaklı bir ilaç keşfediyor, bu ilacın depresyona iyi geldiğini fakat yan etki olarak ciltte felaket yaralara ve şişliklere sebep olduğunu öğreniyor bu pek bilinen bir ilaç da değil bu arada. sonra bu ilacı gizlice alıyor, kullanıyor ve cildinde özellikle de yüzünde yaralar ve şişlikler oluşunca da istediği tüm ilgiyi yavaş yavaş ama tabii ki çoğunlukla "acıma duygusu" ile toplamaya başlıyor da farkında olmadan kendine tahmin ettiğinden fazlasıyla zarar veriyor bu da filmi daha tuhaf bir yere taşıyor.

filmde en sevdiğim ve beni en güldüren kısım signe'nin kafasında kurduğu hayallerin, senaryoların aktarılış şekliydi. başına tam anlamıyla "felaket" geliyor, kız bunu nasıl ileride ilgi çekmek için kullanırım diye düşünüyor ve hayallere dalıyor ardından film o hayali canlandırmaya başlıyor. bu açıdan tam bir karakomedi ve gayet eğlenceli. konuyu güzel değerlendirmişler yani.

bir konuda uyarmak isterim filmde ciltteki yaralar, şişlikler çok detaylı bir şekilde yapılmış acayip de gerçekçi duruyor, böyle şeylerden rahatsız oluyorsanız izlemeyin çünkü filmin nerdeyse yarısında detaylıca o yaraları görebiliyorsunuz. özetle, eğer bir filmden verim almak yerine iyi vakit geçirmek ve film biçiminden tatmin olmak isterseniz kesinlikle öneririm.
devamını gör...

close

lukas dhont gibi yönetmenleri görünce diyorum ben kendi hayatımla napıyorum şu an? abimiz 31 yaşında ya 31 yaşında ve art arda yaptığı filmlerin ikisinde de grand prix alıp dönüyor ya!! harika bir adam. genç bir yönetmen olsaydım depresyona girerdim herhalde bu adam yüzünden.

filmin konusu acayip hassas bence, bu konuyu sinemaya dönüştürürken herkes bence incecik bir ip üzerinde yürüyormuş gibi hissediyordur. çünkü karakterlerin yaşadığı duygular kolay bir şekilde sömürülerek aktarılabilirdi ama bence çok yerinde aktarılmış. özellikle leo karakterini oynayan genç çocuk bu yaşta nasıl bu kadar derin, 30 yıl yaşamış gibi, bakabiliyor? leo'nun resmen konuşmasına, ağlamasına veya gülmesine gerek yok çocuk gözleriyle tüm duygularını aktarabiliyor. bayıldım ona. sırf bu genç yetenek için bile izlenirdi ama çok fazla başarılı oyuncu ve vurucu bir konu olunca proje zaten izleniyor ve haliyle ödülle dönüyor cannes'dan.

dipnotlarrr:
1- yönetmenimiz başarılı oyuncu eden ,leo'yu oynayan kişiyi, ilk defa trende görüyor ve o an yanına gidip filmde oynamak ister misin diye soruyor. yani çocuk oyunculuktan bir haber iken lukas sayesinde yeteneğini pekiştiriyor ve en iyi şekilde gösterme şansını yakalıyor.

2- lukas abimiz casting seçerken ince eleyip sık dokuduktan sonra ortalama 20 çocuk seçiyor. bunları bir odada yalnız bırakıyor ve oyun oynamalarını istiyor. en sonunda leo ve ram'nin birbirleri ile oynadığını fark ediyor, zaten lukas onları birlikte gördüğü an kafasında eşleştirmişti bir de bu doğal uyum kanitlaninca adam onlari hemen castinge almis

3- film belçika'da çekiliyor am belçika'nın yaygın dillerinden flemenkçe ve fransızca dışında çok nadir bir dil olan flaman dili de konuşuluyor
devamını gör...

the whale

ışıklandırmadan oyunculuğa kadar her şey çok gerçekçiydi. ışıklandırmanın altını çizerim yalnız, çünkü ben çok başarılı buldum. perdeler hep kapalı, ışıklardan sadece abajürler açık. etrafta yığın yığın kitaplar, çamaşırlar, dar koridorlarla birlikte hapishaneyi andırıyordu. çok başarılıydı dekor.

konusu ise filmdeki tüm boğuk havayı alıyordu. özellikle sonlara doğru ilerledikçe iki duyguyu çok baskın hissetmeye başlıyorsun: umut ve üzüntü. brendan fraser kendi karakteri için şuna benzer bir cümle kurmuştu "bir hapisanenin içinde herkese umut ışığı dağıtan çok güzel bir adamı canlandırdım. bunu yaparken de hem fiziksel hem de duygusal olarak yaşadığı zorlukları taşıyordu dolayısıyla çok güçlü de bir adamdı." bundan daha güzel ve şiirsel konuştu da detayları hatırlayamadım. final sahnesi ise anca bu kadar tatmin edebilirdi beni ve ancak bu kadar ağlatabilirdi. çok güzeldi. bugün 2 kere gözlerim doldu finali düşünürken. çok güzel vuruyor ve sarsıyor adamı bu film. kesinlikle öneririm.


tek takıldığım nokta: kurye charlie'yi görünce hemen kaçıp gidiyor. neden? ben adamın duygularını tam çözemedim. neden kaçtı? yazarın bize burada anlatmak istediği şey nedir acep?


filmin yönetmeni darren aronofsky, black swan ve requiem for a dream'i izlediyseniz zaten başarılı bir dramın ortaya çıkacağını tahmin edersiniz. izlemediyseniz sadece black swan'i öneririm diğeri geceleri gördüğüm kabuslardan farksız derece germişti beni gerek yok.

dipnot: darren bu filmi yapmak için 7 yıl beklemiş, 7 yılın sebebi de charlie için istediği oyuncuyu bulamamış olmasıymış. röportajında şunu demişti "aklınıza gelebilecek her film yıldızını düşündüm, hepsini tek tek düşündüm ama hiçbiri charlie rolü ile kafamda eşleşmedi. sonra brendan'ı bir filminde spesifik bir karakteri oynarken gördüm ve o an her şey kafamda oturdu. sonra covid geldi işler biraz sarktı ve eninde sonunda 7 yılda filmi yaptım".

ikinci dipnot: film aslında samuel d. hunter'in yazdığı the whale isimli tiyatrodan uyarlamadır.
devamını gör...

ruben östlund

cannes film festivalindeki ödülleri force majeure, triangle of sadness ve the square ile kapıp 2023'te jüri tahtına oturmuş isveçli yönetmendir. isveçli olduğu için çok tatlı ve kulağa samimi gelen bir aksanı vardır ama aksanına rağmen anlaşılır, basit ve akıcı bir ingilizce konuşur. bana en farklı gelen ise kendini ifade ederkenki enerjisi bence diğer röportajlarını izlediğim yönetmenlere göre çok ilgi çekici ve daha samimidir bu yüzden neredeyse tüm röportajlarını keyifle izlemiştim.

bu kadar röportajını izledikten sonra da ister istemez adamın ilginç yanlarını da öğrenmiş oldum aklımda kalanları da sizle paylaşmak isteirm şimdi.

1- filmi çekerken yanına gong alıyormuş. ilk başta bi 50 kere falan bir sahne çekiliyormuş sonra ruben "tamam çok iyiydi şimdi bi 15-20 dk mola moladan sonra da son 5 kere daha çekim yapacağız" diyor bu sayede de herkesi bu sahneye konstanre ve hevesli hale getiriyor çünkü artık iş bitse de gitsek e dönüyor. sondan 5. çekime başlamadan gong'u vuruyor danggg diye ses çıkıyor ve artık herkes bu işkencenin bitmesini istediği için ve ilk 50 tekrarda da artık herkes sahneyi "kendi doğalına" göre değiştirip özümsediğinden genelde hep sondan ikinci ve üçüncü sahne en iyi performansla çekilen sahne oluyormuş ve filme konuluyormuş yani, 53. çekimler genelde hep filmde olanlar.

2- ruben östlund sosyoloji hayranı. sosyologların uyguladığı deneyleri neredeyse her röportajından kendi repliğini ezberlemiş gibi anlatıp duruyor. yönetmen olarak amacı da aslında filmlerinde bu tarz bir deney ortamı yaratmak dolayısıyla hem oyuncular için hem de filmdeki karakterler için bir deney ortamı yaratıyor ki bence bu yönetmenliğin gerektirdiği otoriteyi en güzel şekilde kullanmaktır.

3- sürekli youtube'da geziniyor. dolayısıyla sürekli tuhaf ve ilginç komik videolardan bahsediyor bu videolarda da insanlar aslında istenmeyen durumlara düşüyor ve ruben'da bu videolardaki gözlemlerini hep röportajlarında paylaşıyor ve bunları filmlerinde ilham olarak kullandığını söylüyor.

4- filmi çekmeden önce senaryoyu canlandıracak oyunculara senaryonun ona gerçekçi gelip gelmediğini soruyor. eğer oyuncu senaryoyu özümseyemediyseoyuncu kendi istediği şekilde senaryo ile oynayabiliyor.

özetle ruben sayesinde tuhaf durumların aslında ne kadar normal, gündelik olduğunu ve bir seyirci gibi incelenip, öylesine irdelemek gerektiğini hatırlamış oldum. tuhaf bir durumun içindeyseniz veya tuhaf ve komik bir davranışınızdan ölesiye utanç duyuyorsanız, ruben amcanızı örnek alın ve kendinizi bir karakomedi filminde gibi veya bir deneyde gibi hayal edin. şıp diye geçer utancınız.

isteyenler için sevdiğim bir röportajından kesiti sunayım.buyrunuz
devamını gör...

the square

ruben östlund'un yönettiği ve cannes film festivali ödüllü filmidir. zaten ruben östlund denince artık kafada belli şablonlar oluşuyor bende. en bilinenler ve benim de izlediğim force majeure veya triangle of sadness'i izlediyseniz bunun da biraz yoracak ve sonra çok eğlendirecek sonunda da kafa karıştıracak ince bir karakomedi olacağını tahmin edersiniz.

the square "modern toplumu" dışarıdan bir gözlemci gibi değil de tam da onların bir parçasıymış gibi bize aktarıyor. modern toplumun veya entellektüel kesimin "bakın biz de sizden (halktan) biriyiz" diye bu halktan ilham alarak ürettiği eserlerin en sonunda aslında ne kadar dramatik ve bir o kadar da komik bir duruma düştüğünü bize aktarıyor.

spoiler vermeden filmi açacak olursam, dekor ne kadar değerli ve dikkat çekici olsa da hem ruben'in hem de izleyicinin ilgisini çeken farklı durumlarda insanın verdiği tepkiler oluyor dolayısıyla filmde bunlara odaklanıyorsunuz. zaten yönetmen sosyolojiye hayran bir adam, benim hazırlık döneminde zorunlu olarak okuduğum sosyoloji deneylerini adam keyif için okumuş, ki okunur aslında da, neyse sayfalarca okumuş, 2010 youtube'unun viral videoları izleyip durmuş ve aslında bunları topluca bi filmine uygulamak istemiş bence.

biraz uzun bir film bu arada 2 saat 31 dk uzunluğunda ki bu haline bile getirebilmek için çok fazla ve çok da sevdiği sahneleri atmak veya başka filmerinde kullanmak için saklamış. o yüzden bazı sahneler alakasız ve film gereksiz uzun kalıyor bence.

en en en güzel sahne ve bence cannes'da ödül alacağını kesinleştiren sahne oleg'in entellektüel topluma karışıp, kendi oyununu sergilediği sahnedir. çok çok güzel bunu nası düşünmüş bu yönetmen ya nasıl. bu sahneyi kalabalık kocaman bir ortamda izlemeyi çok isterdim. herkeste tüyler diken diken olurdu herhalde.

yaz yaz bitmiyor ya. ne yaptın bize ruben amca. yine parmaklarım ve türkçem yetmiyor.
o yüzden izleyin, tavsiyem yanınızda aileniz veya arkadaşlarınız olsun. bu tarz hem düşündürücü hem de komik filmleri birlikte izlemek daha eğlenceli oluyor hem gereksiz uzunluğa katlanmak için yanınızda bir motivasyon oluyor

filmi izlediyseniz metaforların büyük bir çoğunluğunun ve güzel akıcı bir eleştirinin yapıldığı videoyu izlemenizi tavsiye ederim buradan
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim