johannes - tüm tanımları (2. sayfa)
1.
setna yükseliyor lanetli mezar
orijinal adı les enquetes de setna- la tompe maudite olan lanetli mezar, 4 ciltten oluşan setna yükseliyor serisinin ilk kitabıdır. ramses serisi ile ün salmış fransız mısır bilimci christian jacq tarafından kaleme alınmıştır. antik mısır tarihi ve mitolojisini sürükleyici bir kurguyla yorumlayarak kaleme aldığı romanları dünya üzerinde yüksek okuma rakamlarına ulaşmayı başarmıştır. bu kısımdan sonrası spoiler içermektedir.
kitap 2. ramses döneminde (mö 1303 – mö 1212) hititler ile yapılan kadeş savaşı sonrası huzur ortamının sağlandığı zaman aralığında geçmektedir. lanetli mezar ise öteki dünya ve cenaze tanrısı osiris'in gizemini taşıyan vazoyu barındırıyordu . bu vazonun mısır’ın ve firavunların kaderini belirleyen bir büyüye sahip olduğu düşünülüyordu. bu önemli sembol, kara büyülerle ve sıkı güvenlik önlemleriyle yerini firavun dışında yalnızca yetkili birkaç kişinin bildiği bir tapınak mezarda saklanıyordu. bu mezara girmenin, kara büyüler ve içerdiği lanetler nedeniyle imkansız olduğu düşünülüyordu. ancak olağanüstü kötücül güçlere sahip bir kara büyücü, muhafızları ve lanetleri aşarak buraya girmeyi başardı. vazo'yu ele geçirmenin tek yolu özenle saklanan "hırsızlar kitabı"nı ele geçirmek ve burada yazan talimatları başarıyla uygulamakla mümkün olabilirdi. tüm ülkenin ve firavunun kaderini tersine çevirecek bu tehlikeli objeyi bulmak ve suçluları yakalamak lazımdı.
ramses’in kraliçe unvanı olan nefertari dışındaki diğer karısı iset’ten olan iki oğlu vardı. bunlardan biri savaşçı yetenekleriyle öne çıkmak isteyen hırslı kişiliğe sahip büyük oğul ramesus idi. diğeri ise kendini makam hırsından arındırmış olan sadece aldığı zorlu katiplik dersleriyle okuma ve yazmaya, zorlu hiyaroglifleri yorumlamaya adayan setna idi. setna orduyu yönetmek istemiyordu fakat bu konuda da yetenekli olduğunu kanıtlamıştı. ramesu ise hırsıyla ön plana çıkıyordu. babası 2. ramses’in kadeş savaşında hititleri geri püskürtmesindeki başarısını devralarak ülkeyi babasının halefi olarak kendi yönetmek istiyordu. kardeşi setna’nın kendini kapatması ve sadece derslerle ilgilenmesi onu rakip olarak görmesinin önüne geçmişti.
seket ise kraliyet ambarını yöneten, zenginliği ile tanınınan keku’nun kızıydı. keku’nun kabiliyetlerinden haberdar olan ramses’in onu ekonomi bakanı yapacağı konuşuluyordu. bu sebeple keku, ramses ailesiyle arasını iyi tutmaya çalışıyordu. kızı seket ise ülkede güzelliği ile nâm salmıştı. o da kahinlik ve doktorluk mesleğinde ileriye gitmek için durmaksızın gayretle çalışıyordu. kara büyüleri bozmak, hastaları iyileştirmek gibi konularda giderek uzmanlaşıyordu.
ramesu, seket’e onu görür görmez vurulmuş ve onunla evlenmeyi kafaya koymuştu. seket’in babası keku da bu durumu lehine kullanarak görevde yükselmek için kızının bu evliliğini basamak olarak kullanmak istiyordu. lakin antik mısır’da babaların kızlarının hayatları üzerinde bir tahakkümü yoktu. önemli olan seket’in kararıydı. seket ise ramesu’dan hiç hoşlanmıyordu. ramesu’nun tüm şanına rağmen geri kafalı olduğunu düşünüyor ve onunla girdiği ortamlardan kaçarak umut vermek istemiyordu. babasına da bu durumu aktarmıştı.
setna ise papirus çalışmalarına yoğun şekilde devam ederken bir gün seket ile karşılaştı. seket bu mütavazi kişiliğin kralın oğlu olduğunu düşünmemişti bile. ancak öğrendiğinde onun kişiliğinden ve ramesu’nun tam tersi olan entelektüel gayretinden hayli etkilendi. setna da seket’in güzelliğinden ve birikiminden etkilendi. ve büyük aşk başladı. fakat önlerinde iki engel vardı setna, kardeşi ramesu'ya durumu izah etmeli ve babası kral ramses'ten evlenmeleri için onay almalıydı.
vazo'nun çalındığını duyan kral ramses hemen yüksek güvenlik önlemleriyle oğlu ramesu ve başarılı komutan setna'nın kankası çed'e emir vererek suçlunun bulunması talimatını verdi. uzun araştırmalar sonucu kalaş isiminde suriyeli bir deniz tüccarı tarafından hırsızlar kitabının çalındığı sonunca varıldı. peki kalaş bu kitabı kime vermişti? bu adama ulaşmak için setna'nın boynundaki aslan başlı muskasının koruyucu gücüne ve seket'in kara büyüleri çözmekteki ustalığına ihtiyaç vardı.
kitabın sonunda bu kara büyücünün kim olduğunu öğreniyoruz fakat ramses ve ekibi bu kişiyi bilmiyor. onlar "hırsızlar kitabı"nı çalan suriyelinin peşine düşerler...
kitap 2. ramses döneminde (mö 1303 – mö 1212) hititler ile yapılan kadeş savaşı sonrası huzur ortamının sağlandığı zaman aralığında geçmektedir. lanetli mezar ise öteki dünya ve cenaze tanrısı osiris'in gizemini taşıyan vazoyu barındırıyordu . bu vazonun mısır’ın ve firavunların kaderini belirleyen bir büyüye sahip olduğu düşünülüyordu. bu önemli sembol, kara büyülerle ve sıkı güvenlik önlemleriyle yerini firavun dışında yalnızca yetkili birkaç kişinin bildiği bir tapınak mezarda saklanıyordu. bu mezara girmenin, kara büyüler ve içerdiği lanetler nedeniyle imkansız olduğu düşünülüyordu. ancak olağanüstü kötücül güçlere sahip bir kara büyücü, muhafızları ve lanetleri aşarak buraya girmeyi başardı. vazo'yu ele geçirmenin tek yolu özenle saklanan "hırsızlar kitabı"nı ele geçirmek ve burada yazan talimatları başarıyla uygulamakla mümkün olabilirdi. tüm ülkenin ve firavunun kaderini tersine çevirecek bu tehlikeli objeyi bulmak ve suçluları yakalamak lazımdı.
ramses’in kraliçe unvanı olan nefertari dışındaki diğer karısı iset’ten olan iki oğlu vardı. bunlardan biri savaşçı yetenekleriyle öne çıkmak isteyen hırslı kişiliğe sahip büyük oğul ramesus idi. diğeri ise kendini makam hırsından arındırmış olan sadece aldığı zorlu katiplik dersleriyle okuma ve yazmaya, zorlu hiyaroglifleri yorumlamaya adayan setna idi. setna orduyu yönetmek istemiyordu fakat bu konuda da yetenekli olduğunu kanıtlamıştı. ramesu ise hırsıyla ön plana çıkıyordu. babası 2. ramses’in kadeş savaşında hititleri geri püskürtmesindeki başarısını devralarak ülkeyi babasının halefi olarak kendi yönetmek istiyordu. kardeşi setna’nın kendini kapatması ve sadece derslerle ilgilenmesi onu rakip olarak görmesinin önüne geçmişti.
seket ise kraliyet ambarını yöneten, zenginliği ile tanınınan keku’nun kızıydı. keku’nun kabiliyetlerinden haberdar olan ramses’in onu ekonomi bakanı yapacağı konuşuluyordu. bu sebeple keku, ramses ailesiyle arasını iyi tutmaya çalışıyordu. kızı seket ise ülkede güzelliği ile nâm salmıştı. o da kahinlik ve doktorluk mesleğinde ileriye gitmek için durmaksızın gayretle çalışıyordu. kara büyüleri bozmak, hastaları iyileştirmek gibi konularda giderek uzmanlaşıyordu.
ramesu, seket’e onu görür görmez vurulmuş ve onunla evlenmeyi kafaya koymuştu. seket’in babası keku da bu durumu lehine kullanarak görevde yükselmek için kızının bu evliliğini basamak olarak kullanmak istiyordu. lakin antik mısır’da babaların kızlarının hayatları üzerinde bir tahakkümü yoktu. önemli olan seket’in kararıydı. seket ise ramesu’dan hiç hoşlanmıyordu. ramesu’nun tüm şanına rağmen geri kafalı olduğunu düşünüyor ve onunla girdiği ortamlardan kaçarak umut vermek istemiyordu. babasına da bu durumu aktarmıştı.
setna ise papirus çalışmalarına yoğun şekilde devam ederken bir gün seket ile karşılaştı. seket bu mütavazi kişiliğin kralın oğlu olduğunu düşünmemişti bile. ancak öğrendiğinde onun kişiliğinden ve ramesu’nun tam tersi olan entelektüel gayretinden hayli etkilendi. setna da seket’in güzelliğinden ve birikiminden etkilendi. ve büyük aşk başladı. fakat önlerinde iki engel vardı setna, kardeşi ramesu'ya durumu izah etmeli ve babası kral ramses'ten evlenmeleri için onay almalıydı.
vazo'nun çalındığını duyan kral ramses hemen yüksek güvenlik önlemleriyle oğlu ramesu ve başarılı komutan setna'nın kankası çed'e emir vererek suçlunun bulunması talimatını verdi. uzun araştırmalar sonucu kalaş isiminde suriyeli bir deniz tüccarı tarafından hırsızlar kitabının çalındığı sonunca varıldı. peki kalaş bu kitabı kime vermişti? bu adama ulaşmak için setna'nın boynundaki aslan başlı muskasının koruyucu gücüne ve seket'in kara büyüleri çözmekteki ustalığına ihtiyaç vardı.
kitabın sonunda bu kara büyücünün kim olduğunu öğreniyoruz fakat ramses ve ekibi bu kişiyi bilmiyor. onlar "hırsızlar kitabı"nı çalan suriyelinin peşine düşerler...
devamını gör...
2.
yaşıyoruz sessizce
şükrü erbaş'ın eşi hatice hanım öldükten sonra yayımladığı şiir kitabıdır.
"ömür hanım", "beni onurundan doğuran kadın" diyerek seslendiği rahmetli karısının ardından ona olan hasretini dile getirdiği büyük bir acının haykırışını içeren bu şiirleri okurken insanın ıstırabı kalbine duruyor. eline alınca incecik duran bu kitap, okumaya başlayınca boğazına diziliyor insanın, midesine oturuyor, nefesini kesiyor.
her dizesinde eskiye özlem, yokluktan doğan boşluk hissi ve saygıyla andığı kadının ardından onurlu bir bekleyiş vardır ölümü.
bir gün, "benim için şiir yazdın mı hiç." demiştin. göstermiştim, "şu heves sensin, şu incinmiş gurur sen, şu utangaç aşk, şu posta caddesi'ndeki daktilo sesi, çocukların okul dönüşü sevinci sen." kuşkuyla bakmıştın yüzüme. kirpiklerim içime dökülüvermişti. susarak büyümüş iki çocuktuk biz, kendisini sevmeyi bilmeyen. yanımızda birisi olmadan sevincimizden utanırdık...
"tanrı yalnızlığı senden yaratmış" diye ifade eder o derin yalnızlığını; özlemini, " ellerinden tutuyorum, birden ölüyorsun." diye. bazen öyle bir zaman gelir ki hatice'ye haykırmak gelir içinden: "nereye gidiyorsun bırakıp beni/ güzelliğin tanrısı, nereye..."
bir hastane odasında ümit dolu bekleyişle geçen uzun günlerin sonunda kapıyı çalan ölümü ve bilahare gelen gerçeği kabullenişi anlattığı "ölüm yok dünyada"şiirinin sonunda yer alan hatice hanım'ın sözleri, şairin kalbine batan dikenler gibidir. okuyanın da acıtır bir yerlerini:
(...)
kirpiklerin açıldı kapandı
doktorlar bembeyaz susuyorlar
ben sana inanıyorum
ölüm yok dünyada!
son bir gök damlası ağzının burcunda
girdi içeri.
kirpiklerin kapandı, kapandı
ilaçlar bitti, uykular bitti
dudakların kurumuyor, ayakların şişmiyor
soracak sorumuz kalmadı
hepimizin canından yapılmış bir ölüm
girdi içeri:
- ciwan beni hatırlayana kadar yaşasaydım.
- ölecekmişim gibi ağlayıp durma.
- tedaviyi neden kestiler ki?
- ölürsem çocuklarımı üzme.
- iyi ki seninle yaşadım bu dünyayı...
o son sözler, belli ki hep durur bir köşede. arada, onları çıkartıp bir zamanlar sevilmiş olmanın gurur dolu ifadesi olarak serer kendi önüne şair. ama o boşluğu hiçbir örtü dolduramaz nihayetinde:
"boşluk kendine çevirdi beni. her şey ağırlaşıyor. her şey soğuyor. belki de hiçlik bu. sen orada yalnız kalma diye burada konuşup duruyorum. canımın burcu. kirpiksiz gülüm. merhametine sığındığım kadın. senden bir parmak yüksekte aldığım her soluk kalbimi kurutuyor."
ömür hanım, iyi ki ben de seninle yaşadım bu dünyayı...
böyle sevgi ancak şiirlerde şarkılarda olur, dediği olmuştur çoğumuzun. sevmeye ve sevilmeye olan inançsızlığımız bizi böyle genel bir kabule sürüklemiştir. lakin şükrü erbaş'ı okuyunca da insanın sevesi, sevilesi gelmiyor değil.
"ömür hanım", "beni onurundan doğuran kadın" diyerek seslendiği rahmetli karısının ardından ona olan hasretini dile getirdiği büyük bir acının haykırışını içeren bu şiirleri okurken insanın ıstırabı kalbine duruyor. eline alınca incecik duran bu kitap, okumaya başlayınca boğazına diziliyor insanın, midesine oturuyor, nefesini kesiyor.
her dizesinde eskiye özlem, yokluktan doğan boşluk hissi ve saygıyla andığı kadının ardından onurlu bir bekleyiş vardır ölümü.
bir gün, "benim için şiir yazdın mı hiç." demiştin. göstermiştim, "şu heves sensin, şu incinmiş gurur sen, şu utangaç aşk, şu posta caddesi'ndeki daktilo sesi, çocukların okul dönüşü sevinci sen." kuşkuyla bakmıştın yüzüme. kirpiklerim içime dökülüvermişti. susarak büyümüş iki çocuktuk biz, kendisini sevmeyi bilmeyen. yanımızda birisi olmadan sevincimizden utanırdık...
"tanrı yalnızlığı senden yaratmış" diye ifade eder o derin yalnızlığını; özlemini, " ellerinden tutuyorum, birden ölüyorsun." diye. bazen öyle bir zaman gelir ki hatice'ye haykırmak gelir içinden: "nereye gidiyorsun bırakıp beni/ güzelliğin tanrısı, nereye..."
bir hastane odasında ümit dolu bekleyişle geçen uzun günlerin sonunda kapıyı çalan ölümü ve bilahare gelen gerçeği kabullenişi anlattığı "ölüm yok dünyada"şiirinin sonunda yer alan hatice hanım'ın sözleri, şairin kalbine batan dikenler gibidir. okuyanın da acıtır bir yerlerini:
(...)
kirpiklerin açıldı kapandı
doktorlar bembeyaz susuyorlar
ben sana inanıyorum
ölüm yok dünyada!
son bir gök damlası ağzının burcunda
girdi içeri.
kirpiklerin kapandı, kapandı
ilaçlar bitti, uykular bitti
dudakların kurumuyor, ayakların şişmiyor
soracak sorumuz kalmadı
hepimizin canından yapılmış bir ölüm
girdi içeri:
- ciwan beni hatırlayana kadar yaşasaydım.
- ölecekmişim gibi ağlayıp durma.
- tedaviyi neden kestiler ki?
- ölürsem çocuklarımı üzme.
- iyi ki seninle yaşadım bu dünyayı...
o son sözler, belli ki hep durur bir köşede. arada, onları çıkartıp bir zamanlar sevilmiş olmanın gurur dolu ifadesi olarak serer kendi önüne şair. ama o boşluğu hiçbir örtü dolduramaz nihayetinde:
"boşluk kendine çevirdi beni. her şey ağırlaşıyor. her şey soğuyor. belki de hiçlik bu. sen orada yalnız kalma diye burada konuşup duruyorum. canımın burcu. kirpiksiz gülüm. merhametine sığındığım kadın. senden bir parmak yüksekte aldığım her soluk kalbimi kurutuyor."
ömür hanım, iyi ki ben de seninle yaşadım bu dünyayı...
böyle sevgi ancak şiirlerde şarkılarda olur, dediği olmuştur çoğumuzun. sevmeye ve sevilmeye olan inançsızlığımız bizi böyle genel bir kabule sürüklemiştir. lakin şükrü erbaş'ı okuyunca da insanın sevesi, sevilesi gelmiyor değil.
devamını gör...
3.
üç nokta yerine iki nokta kullanmak
iki nokta konusunda hiç tahammülüm yoktur. hatta küçükken mahalledeki arkadaşlarım “senin ne kadar da iki nokta konusunda hiç tahammülün yok öyle.” derlerdi. bu vesileyle bazı yazım hataları hususunda kafası karışanlara kuralları hatırlatmak isterim:
1- yaya geçidi olmayan bir yolda karşıya geçerken önce sola, sonra sağa bakıp en son tekrar sola dönecekken sağdan bir aracın geldiğini görüp hareketinizi yarıda keserek sağdaki aracın geçmesini beklemek anlamındaki yerlere üç nokta konulur.
2-esnaf lokantasında yemek yedikten sonra kürdanla dişinizi karıştırırken oluşacak kötü görüntüyü engellemek için diğer elinizi ağzınıza siper etmeniz anlamında kullanılan -ki ayrı yazılır.
3- diş macununu elinize aldığınızda sizden önceki kişinin macunu ortadan sıktığını fark edip en alttan bastırarak ortadaki çukuru dengelemeye çalışmak anlamında kullanılan -de, -da ayrı yazılır.
4-schopenhauer böyle, nietzsche böyle yazılır.
1- yaya geçidi olmayan bir yolda karşıya geçerken önce sola, sonra sağa bakıp en son tekrar sola dönecekken sağdan bir aracın geldiğini görüp hareketinizi yarıda keserek sağdaki aracın geçmesini beklemek anlamındaki yerlere üç nokta konulur.
2-esnaf lokantasında yemek yedikten sonra kürdanla dişinizi karıştırırken oluşacak kötü görüntüyü engellemek için diğer elinizi ağzınıza siper etmeniz anlamında kullanılan -ki ayrı yazılır.
3- diş macununu elinize aldığınızda sizden önceki kişinin macunu ortadan sıktığını fark edip en alttan bastırarak ortadaki çukuru dengelemeye çalışmak anlamında kullanılan -de, -da ayrı yazılır.
4-schopenhauer böyle, nietzsche böyle yazılır.
devamını gör...
4.
bıyık yorgunluğu
kaç gündür düşünüyordum. muazzam bilgi kutucuklarıyla dolu hafızamın tüm odalarını tek tek karıştırdım günler boyu. bu sözlüğe öyle bilgi dolu bir tanım yazmalıydım ki hem okuyanlar okudukları bu bilgiyi gönül rahatlığıyla ortamlarda satabilmeli hem de bu varoluşçu seksi bedenin şânı hep önünden yürüyebilmeliydi. ve sonunda buldum. gerekli literatür taramalarını yaptım ve yazıyorum.
yaşasın şekilizm!
bıyık yorgunluğu yahut diğer adıyla bıyık stresi, kedi bıyıklarında görülen kırılma yahut bükülmelerle ortaya çıkan bir tür deformasyona verilen isimdir.
biliyorsunuz ki vibrissae (kedi bıyığının bilimsel ismidir. kafadan atmıyoruz yani. ayrıca cümleye biliyorsunuz diye başladım, böylece bilmeyen cahilleri aşağılıyorum burada) kedilerin hem dengelerini sağlamaları hem de etrafındaki maddeleri algılamaları için büyük bir önem taşıyor. hususiyetle mama veya su kaplarının dar olmasından mütevellit kedilerin bıyıklarında yıllara sâri bu tür bozulmalar oluşması muhtemel görünüyor.

bu durumun önüne geçmek için uzmanlar, mama ve su kaplarının dar tutulmamasını, kedi bıyıklarına zarar verecek çekiştirmelerden uzak durulmasını salık veriyor.
kedilerin bıyıklarını ve sevdiklerinizin kalbini kırmamamız temennilerimle,
saygılarımla arz ederim.
yaşasın şekilizm!
bıyık yorgunluğu yahut diğer adıyla bıyık stresi, kedi bıyıklarında görülen kırılma yahut bükülmelerle ortaya çıkan bir tür deformasyona verilen isimdir.
biliyorsunuz ki vibrissae (kedi bıyığının bilimsel ismidir. kafadan atmıyoruz yani. ayrıca cümleye biliyorsunuz diye başladım, böylece bilmeyen cahilleri aşağılıyorum burada) kedilerin hem dengelerini sağlamaları hem de etrafındaki maddeleri algılamaları için büyük bir önem taşıyor. hususiyetle mama veya su kaplarının dar olmasından mütevellit kedilerin bıyıklarında yıllara sâri bu tür bozulmalar oluşması muhtemel görünüyor.

bu durumun önüne geçmek için uzmanlar, mama ve su kaplarının dar tutulmamasını, kedi bıyıklarına zarar verecek çekiştirmelerden uzak durulmasını salık veriyor.
kedilerin bıyıklarını ve sevdiklerinizin kalbini kırmamamız temennilerimle,
saygılarımla arz ederim.
devamını gör...
5.
son kuşlar
sait faik'in aynı adı taşıyan bir hikayesini de muhteva eden 19 hikayeden oluşan kitabıdır. burgazada'nın denizinin mavisinden, rüzgarından, kırlangıcından, kahvelerinden ve tabi ki insanından ebemkuşağı misali rengarenk manzaralar taşıyan güzelim hikayelerin bulunduğu bir kitap bu.
hikayelerde daha çok çeşitli meslek erbaplarına odaklandığını görüyoruz sait faik'in. balıkçıdan, kürekçiye, kahveciden, duvar ustasına ve dondurmacı çırağına kadar çeşitli mesleklerle uğraşan ada halkının sıkıntıları, sevinçleri, mesleklerine bağlılıkları onların yanında sıkı bir gözlemci olan yazarımız tarafından ayrıntısıyla anlatılır hiç sıkmadan, sıkılmadan.
hikayeleri okurken günden güne ilerleyen yozlaşmaya, değer yargılarının değişimine, doğanın insana küskünlüğüne ve nihayet hep var olan baş belası geçim derdine tanık oluruz.
"dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri gördük. sizin için kötü olacak. benden hikayesi."
hayatın derdi çilesi bitmez düşününce. bu varoluşçu kabulleniş, hikayelerdeki anlatılan insanların yaşama sımsıkı tutunmalarını engellememiştir. yaşamanın kıymeti belki de dert ile yoğrulmuş o gülüşlerde saklıdır:
"bir insan yüzüne doğuştan gelip oturmuş gülüş, üzülüş, düşünüş gibi şeylerin hiç uçmaması lazım. uçtu muydu, sanki kişi ölmüş demektir."
en güzel hikayelerden biri, bir marangoz ustası ve sanat erbabı olan mercan usta'nın hikayesidir. mercan usta öyle bir adamdır ki tesadüfi bir şekilde sait faik'in dostu bedri rahmi de anlatmıştır hikayesinde bu burgazada'nın sanat ehlini. yazarın sevdiği gibi sevesiniz geliyor mercan ustayı; hiç görmeden, istanbul ilinde yaşadığını bilmeden, birdenbire, zanaatından ve adından sevesiniz...
"canım mercan ustam! ellerinden hürmetle öperim.biz de zanaat ehliyiz: yazı yazıyoruz a. ne mercan usta'ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne çeşmibülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. saygı duymadık da ne oldu? dünyayı birbirine kattık işte... sofralarımızı, kapılarımızı, gönüllerimizi kapadık. kapadık da ne ettik? dünyayı birbirine kattık."
hikayelerde daha çok çeşitli meslek erbaplarına odaklandığını görüyoruz sait faik'in. balıkçıdan, kürekçiye, kahveciden, duvar ustasına ve dondurmacı çırağına kadar çeşitli mesleklerle uğraşan ada halkının sıkıntıları, sevinçleri, mesleklerine bağlılıkları onların yanında sıkı bir gözlemci olan yazarımız tarafından ayrıntısıyla anlatılır hiç sıkmadan, sıkılmadan.
hikayeleri okurken günden güne ilerleyen yozlaşmaya, değer yargılarının değişimine, doğanın insana küskünlüğüne ve nihayet hep var olan baş belası geçim derdine tanık oluruz.
"dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri gördük. sizin için kötü olacak. benden hikayesi."
hayatın derdi çilesi bitmez düşününce. bu varoluşçu kabulleniş, hikayelerdeki anlatılan insanların yaşama sımsıkı tutunmalarını engellememiştir. yaşamanın kıymeti belki de dert ile yoğrulmuş o gülüşlerde saklıdır:
"bir insan yüzüne doğuştan gelip oturmuş gülüş, üzülüş, düşünüş gibi şeylerin hiç uçmaması lazım. uçtu muydu, sanki kişi ölmüş demektir."
en güzel hikayelerden biri, bir marangoz ustası ve sanat erbabı olan mercan usta'nın hikayesidir. mercan usta öyle bir adamdır ki tesadüfi bir şekilde sait faik'in dostu bedri rahmi de anlatmıştır hikayesinde bu burgazada'nın sanat ehlini. yazarın sevdiği gibi sevesiniz geliyor mercan ustayı; hiç görmeden, istanbul ilinde yaşadığını bilmeden, birdenbire, zanaatından ve adından sevesiniz...
"canım mercan ustam! ellerinden hürmetle öperim.biz de zanaat ehliyiz: yazı yazıyoruz a. ne mercan usta'ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne çeşmibülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. saygı duymadık da ne oldu? dünyayı birbirine kattık işte... sofralarımızı, kapılarımızı, gönüllerimizi kapadık. kapadık da ne ettik? dünyayı birbirine kattık."
devamını gör...
6.
flörtleşmek
yanlış flörtleşme üzerine:
son yıllarda flörtleşme olayı veba gibi yayılıyor. yanlış flörtleşme yüzünden binlerce insanın kalbi paramparça vaziyette. acilen bu zalimliğe birileri dur demeli.
flört döneminde yapılan yanlışlardan biri, sürenin uzun tutulması. tarafların tatlı bir heyecana kapılıp birbirlerine tam olarak açılmaması yahut var olan ileriye dönük kuşkularını rahatça söylememeleri nedeniyle sonu yıkımla biten vakaları sıkça gözlemlemek mümkün. o nedenle bu sürenin sakız gibi uzayıp gitmemesi için taraflardan biri acilen devreye girmeli ve sormalı: şimdi biz neyiz?
diğer yandan, yalnızlığın getirdiği can sıkıntısı nedeniyle başlayan flört girişimleri hüsranla bitmeye mahkum. biliyorsunuz kierkegaard’ın da dediği gibi “can sıkıntısı tüm kötülüklerin anasıdır.” kim kimin âhını aldıysa hemen yerine koysun. kimse üzülmesin.
demem o ki duyguları rafa kaldırdık. ama raflar sağlam değil. sahtelikle ve yapmacıklıkla bir işe girişip kimseyi oyalamanın da anlamı yok.
son yıllarda flörtleşme olayı veba gibi yayılıyor. yanlış flörtleşme yüzünden binlerce insanın kalbi paramparça vaziyette. acilen bu zalimliğe birileri dur demeli.
flört döneminde yapılan yanlışlardan biri, sürenin uzun tutulması. tarafların tatlı bir heyecana kapılıp birbirlerine tam olarak açılmaması yahut var olan ileriye dönük kuşkularını rahatça söylememeleri nedeniyle sonu yıkımla biten vakaları sıkça gözlemlemek mümkün. o nedenle bu sürenin sakız gibi uzayıp gitmemesi için taraflardan biri acilen devreye girmeli ve sormalı: şimdi biz neyiz?
diğer yandan, yalnızlığın getirdiği can sıkıntısı nedeniyle başlayan flört girişimleri hüsranla bitmeye mahkum. biliyorsunuz kierkegaard’ın da dediği gibi “can sıkıntısı tüm kötülüklerin anasıdır.” kim kimin âhını aldıysa hemen yerine koysun. kimse üzülmesin.
demem o ki duyguları rafa kaldırdık. ama raflar sağlam değil. sahtelikle ve yapmacıklıkla bir işe girişip kimseyi oyalamanın da anlamı yok.
devamını gör...
7.
ben ve öteki
ben ve öteki üzerine:
kimse her sabah uyanınca aynaya baktığında kendini görmeyeceği hususunda kuşkuya kapılmaz. herkes sağlıklı bir şekilde uyuduğu taktirde yarın yine aynada kendiyle karşılaşacağını bilir. hayatı boyunca hep aynı beniyle yaşadığını sanır. ancak gerçekte, yaşadıkları olaylar benlerini önüne katıp giden nehir gibidir.
peki her gün yeni bir benle yaşıyorsak nasıl oluyor da ömür boyunca hep aynı benle yaşadığımız izlenimine kapılıyoruz? ben bunu, sistemin bizim lehimize çalışmasında açıklıyorum. bazısı var ki hep kendi olmaktan gayet memnun. "ben hiç değişmedim" diye mahrur bir edâ ile gezinir ortalıkta. farkında değil ötekinin dışa vurduğu benliği üzerine giydiğinin. farkında olsa rahatının kaçacağı muhakkak.
çünkü insan, kendi konumunu isabetle veya eksik, bir şekilde belirlemişse ve bu belirlediği konumu ötekinin dışa vurduğu benlikten elde etmişse bu iki insan arasında gerçeğin ortaya konulması için bir çalışma başlamış demektir.
ötekinden aldığımız şeyi kendimize giydirmişsek ötekinin konumunu yeniden tesise de sorumlu sayılırız. hele bir de öteki "sen ben olduğuna göre ben kimim?" diye soracak kadar sevgi sunmuşsa...
kimse her sabah uyanınca aynaya baktığında kendini görmeyeceği hususunda kuşkuya kapılmaz. herkes sağlıklı bir şekilde uyuduğu taktirde yarın yine aynada kendiyle karşılaşacağını bilir. hayatı boyunca hep aynı beniyle yaşadığını sanır. ancak gerçekte, yaşadıkları olaylar benlerini önüne katıp giden nehir gibidir.
peki her gün yeni bir benle yaşıyorsak nasıl oluyor da ömür boyunca hep aynı benle yaşadığımız izlenimine kapılıyoruz? ben bunu, sistemin bizim lehimize çalışmasında açıklıyorum. bazısı var ki hep kendi olmaktan gayet memnun. "ben hiç değişmedim" diye mahrur bir edâ ile gezinir ortalıkta. farkında değil ötekinin dışa vurduğu benliği üzerine giydiğinin. farkında olsa rahatının kaçacağı muhakkak.
çünkü insan, kendi konumunu isabetle veya eksik, bir şekilde belirlemişse ve bu belirlediği konumu ötekinin dışa vurduğu benlikten elde etmişse bu iki insan arasında gerçeğin ortaya konulması için bir çalışma başlamış demektir.
ötekinden aldığımız şeyi kendimize giydirmişsek ötekinin konumunu yeniden tesise de sorumlu sayılırız. hele bir de öteki "sen ben olduğuna göre ben kimim?" diye soracak kadar sevgi sunmuşsa...
devamını gör...
8.
deliliğe övgü
kitaba geçmeden önce; hany, rahmetli kayahan çılgınım isimli şarkısında diyor ya:
"ben deli
sen benden deli
yakarız gemileri
hiç düşünmeden"
işte o biçim bir kitap bu.
---------------
rotterdamlı desiderius erasmus'un orijinal adı encomium moriae olan, taşlama niteliği taşıyan eseridir. kitabın adının türkçe'ye tam olarak çevirisinin "ahmaklığa övgü" olması gerekirken ilk basımın bu adla çıkmasından ötürü adı bu şekilde kalmıştır.
kitabın yazılış hikayesi ilginçtir. italya'dan hareket ederek eyer üstünde ingiltere'ye dostu thomas morus'a giderken ona ithafen yazmış erasmus bu eseri. kitabın adında geçen moria(ahmak) sözcüğünün morus'un karakteriyle tezat oluşturduğunu söyler.
kitapta erasmus bir kadın rolünde, stultitia yani delilik kılığında çıkıyor kürsüye ve öylece başlıyor vaaz vermeye uzun uzun. hicivli bir dille kendini överken ironik bir dille karşıyı taşlıyor. ciddiyetten uzak olduğunu düşünen diğer yazarları dalgaya alarak "eğer kibir beni için için kemirmiyorsa o vakit diyebilirim ki: budalalığa övgüler yağdırdım, ama tamamen budalaca da değil." diyor.
zamanın entelektüelleri, din adamları, filozoflar, tüccarlar, avukatlar, öğretmenler, yöneticiler ve zeki geçinen herkes hedefi oluyor stultitia'nın. stoacıları yerden yere vuruyor. insanların bilgisinin arttıkça ciddiyete yaklaştığını, toplumdan uzaklaşarak adeta inzivada gibi yaşadıklarını; çirkinliklerin, çirkefliklerin, ahlaksızlıkların, aldatmacaların, hırsızlıkların farkına varmasıyla birlikte derin bir yalnızlığa ve huysuz bir beğenmezlikle müşkülpesent bir hâle büründüklerini söylüyor. ancak bu kişilerin hayatlarından tat almadan ölüp gitmelerine gönlü razı olmayan stultitia sayesinde ahmaklığın eğlenen, hayattan haz alan, düzene direnmeden ayak uyduran, haksızlıkları görmezden gelebilen, yeri geldiğinden insanları kandırabilen daha mutlu bir toplum var oluyor.
yaşlılığı, bir tür olgunluk ve hayatın bilge çağı olarak görenleri eleştiriyor. çocuk kalmanın, farkındalık seviyesi düşük şekilde yaşamanın daha kıymetli olduğunu savunuyor ve ekliyor: "sadece budalalıktır gençliği miskinliğe iten baş belası yaşlılığı defeden."
hayatın tadına varanların tutkularıyla hareket edenler olduğunu savunan bu budalalık tanrısı şöyle diyor:
"tutkuların budalalığın demirbaşı olduğunu inkâr eden hiçbir filozof yoktur. nitekim bizzat onlardır bilgeyle budalayı bu şekilde ayrı tutan: birine akıl, öbürüne ise tutku yön verir."
tarihteki bilge insanların fikirleri uğrunda ölmelerini ise " bilgenin kellesine mâl olan, ahmağın diline pelesenk olur." diyerek eleştiriyor. aynı şekilde, ahmakların hayatını daha mutlu yaşadıklarını savunuyor:
"ahmak şansı meselesine geri dönmek gerekirse: haz ve neşe içinde geçen hayatlarının ardından ölümden azıcık olsun çekinmeden doğrudan elysium(cennet) yolculuğuna çıkarlar, çıkarlar ki tanrının rahmetine kavuşup orada ebedi şölenler düzenleyen kulları birbirlerini bilumum herzeleriyle eğlendirsinler. pekala, bir bilgenin alın yazısıyla bizim ahmak tayfasının kaderini karşılaştıralım: kafanızda bir bilge örneği canlandırın ve onun yanına dikin! çocukluğu ve gençliği avucundan kayıp gitmiş, onca bilimi öğrenecek diye kıymetli yaşamı uykusuz gecelerde kafa patlatmakla geçmiş biri olacaktır bu ister istemez. ona baktığınızda yine yaşamı boyunca neşe kadehinden bir yudum olsun içmemiş, her zaman eli sıkı, yoksul, kederli, içine kapanık olduğu gibi, kendine karşı hırçın ve insafsız, etrafındakilere karşı ise usandırıcı ve aykırı bir adam göreceksiniz. dahası soluk benizli, sıska, hastalıklı ve yarı kördür; zamanından önce yaşlanmış, hayattan elini eteğini çekmiştir - şimdi sorarım size: zinhar yaşamamış birinin ölmesi de ne demek oluyor? alın size bilge tasviri!"
"ben deli
sen benden deli
yakarız gemileri
hiç düşünmeden"
işte o biçim bir kitap bu.
---------------
rotterdamlı desiderius erasmus'un orijinal adı encomium moriae olan, taşlama niteliği taşıyan eseridir. kitabın adının türkçe'ye tam olarak çevirisinin "ahmaklığa övgü" olması gerekirken ilk basımın bu adla çıkmasından ötürü adı bu şekilde kalmıştır.
kitabın yazılış hikayesi ilginçtir. italya'dan hareket ederek eyer üstünde ingiltere'ye dostu thomas morus'a giderken ona ithafen yazmış erasmus bu eseri. kitabın adında geçen moria(ahmak) sözcüğünün morus'un karakteriyle tezat oluşturduğunu söyler.
kitapta erasmus bir kadın rolünde, stultitia yani delilik kılığında çıkıyor kürsüye ve öylece başlıyor vaaz vermeye uzun uzun. hicivli bir dille kendini överken ironik bir dille karşıyı taşlıyor. ciddiyetten uzak olduğunu düşünen diğer yazarları dalgaya alarak "eğer kibir beni için için kemirmiyorsa o vakit diyebilirim ki: budalalığa övgüler yağdırdım, ama tamamen budalaca da değil." diyor.
zamanın entelektüelleri, din adamları, filozoflar, tüccarlar, avukatlar, öğretmenler, yöneticiler ve zeki geçinen herkes hedefi oluyor stultitia'nın. stoacıları yerden yere vuruyor. insanların bilgisinin arttıkça ciddiyete yaklaştığını, toplumdan uzaklaşarak adeta inzivada gibi yaşadıklarını; çirkinliklerin, çirkefliklerin, ahlaksızlıkların, aldatmacaların, hırsızlıkların farkına varmasıyla birlikte derin bir yalnızlığa ve huysuz bir beğenmezlikle müşkülpesent bir hâle büründüklerini söylüyor. ancak bu kişilerin hayatlarından tat almadan ölüp gitmelerine gönlü razı olmayan stultitia sayesinde ahmaklığın eğlenen, hayattan haz alan, düzene direnmeden ayak uyduran, haksızlıkları görmezden gelebilen, yeri geldiğinden insanları kandırabilen daha mutlu bir toplum var oluyor.
yaşlılığı, bir tür olgunluk ve hayatın bilge çağı olarak görenleri eleştiriyor. çocuk kalmanın, farkındalık seviyesi düşük şekilde yaşamanın daha kıymetli olduğunu savunuyor ve ekliyor: "sadece budalalıktır gençliği miskinliğe iten baş belası yaşlılığı defeden."
hayatın tadına varanların tutkularıyla hareket edenler olduğunu savunan bu budalalık tanrısı şöyle diyor:
"tutkuların budalalığın demirbaşı olduğunu inkâr eden hiçbir filozof yoktur. nitekim bizzat onlardır bilgeyle budalayı bu şekilde ayrı tutan: birine akıl, öbürüne ise tutku yön verir."
tarihteki bilge insanların fikirleri uğrunda ölmelerini ise " bilgenin kellesine mâl olan, ahmağın diline pelesenk olur." diyerek eleştiriyor. aynı şekilde, ahmakların hayatını daha mutlu yaşadıklarını savunuyor:
"ahmak şansı meselesine geri dönmek gerekirse: haz ve neşe içinde geçen hayatlarının ardından ölümden azıcık olsun çekinmeden doğrudan elysium(cennet) yolculuğuna çıkarlar, çıkarlar ki tanrının rahmetine kavuşup orada ebedi şölenler düzenleyen kulları birbirlerini bilumum herzeleriyle eğlendirsinler. pekala, bir bilgenin alın yazısıyla bizim ahmak tayfasının kaderini karşılaştıralım: kafanızda bir bilge örneği canlandırın ve onun yanına dikin! çocukluğu ve gençliği avucundan kayıp gitmiş, onca bilimi öğrenecek diye kıymetli yaşamı uykusuz gecelerde kafa patlatmakla geçmiş biri olacaktır bu ister istemez. ona baktığınızda yine yaşamı boyunca neşe kadehinden bir yudum olsun içmemiş, her zaman eli sıkı, yoksul, kederli, içine kapanık olduğu gibi, kendine karşı hırçın ve insafsız, etrafındakilere karşı ise usandırıcı ve aykırı bir adam göreceksiniz. dahası soluk benizli, sıska, hastalıklı ve yarı kördür; zamanından önce yaşlanmış, hayattan elini eteğini çekmiştir - şimdi sorarım size: zinhar yaşamamış birinin ölmesi de ne demek oluyor? alın size bilge tasviri!"
devamını gör...
9.
mona roza
sezai karakoç'un üniversitedeyken sevdalandığı muazzez akkaya'ya yazdığı şiiridir. monna rosa, "tek gül " anlamına denk düşmektedir. okulda düzenlenen bir şiir gecesinde, sezai karakoç bu şiiri okuduğunda muazzez akkaya da dinleyenler arasındaymış. yıllar sonra verdiği röportajında "bu şiiri yazdığını da biliyordum ama ben aynı yakınlığı duymamıştım." diyor muazzez hanım. hâsılı, karşılıksız bir aşkın öyküsünü barındırıyor bu şiir.
şiir 4 bölümden oluşuyor ve her bölüm farklı bir bakış açısıyla yazılmış:
1- aşk ve çileler
2-ölüm ve çerçeveler
3-pişmanlık ve çileler
4-ve monna rosa
ilk bölümde şair, bir aşıktır. haykırır sevdiği kadına aşkını. bir yandan da onu ikna edip tereddütlerini gidermeye çalışır. kadının ihtişamı karşısında o kadar aciz durumdadır ki ondan aşkına karşılık bir yardım eli beklemektedir adeta:
"açma perdelerini çek:
monna rosa, seni görmemeliyim.
bir bakışın ölmem için yetecek;
anla monna rosa, ben öteliyim...
açma pencereni, perdeleri çek."
ikinci bölümde, dışarıdan bir gözle, kısmen nesnel bir bakış açısından anlatılır bu aşk. adam intihara sürüklenmektedir:
"bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,
açıyor elini göğe bir kadın.
uzuyor, uzuyor altın saçları
uğrunda ölünen güzel kızların..."
üçüncü bölüm, kadının ağzından yazılmıştır. aşkına karşılık veremediği için pişmanlık duyan bir kadındır bu. sanki adam aşkından ölmüş de onun arkasından yazılmış gibidir. işte bu bölümden alıntılar:
"yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır,
şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın..."
---------------------------
(i: "gönüller yanarak kavuşacaktı;
yüzdeki ıstırap, çile ocağı,
onun ocakta yanan toprağı,
bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı;
gönüller yanarak kavuşacaktı."
------------------------------
"benim gözlerim yeşildir, evet evet, onun gözleri kara;
ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara..."
- o derin yeşil su gözlerin batsın muazzez ya da ben. demeden geçemeyeceğim.
---------------------------------
"ayaklarımın altından geçiyor bir deniz
ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
siz beni ne anlarsınız siz!"
son bölüm, "ve monna rosa" da ilahi bir bakış açısı hakimdir. âşık genç, adeta mezarın içinden, ruhlar aleminden seslenir sevdiğine:
"ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!
ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
sana da, monna rosa, taş bebeği bıraktık,
ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.
senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;
senin hatıran kadar allah ve şeytan işi...
ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!"
şiir 4 bölümden oluşuyor ve her bölüm farklı bir bakış açısıyla yazılmış:
1- aşk ve çileler
2-ölüm ve çerçeveler
3-pişmanlık ve çileler
4-ve monna rosa
ilk bölümde şair, bir aşıktır. haykırır sevdiği kadına aşkını. bir yandan da onu ikna edip tereddütlerini gidermeye çalışır. kadının ihtişamı karşısında o kadar aciz durumdadır ki ondan aşkına karşılık bir yardım eli beklemektedir adeta:
"açma perdelerini çek:
monna rosa, seni görmemeliyim.
bir bakışın ölmem için yetecek;
anla monna rosa, ben öteliyim...
açma pencereni, perdeleri çek."
ikinci bölümde, dışarıdan bir gözle, kısmen nesnel bir bakış açısından anlatılır bu aşk. adam intihara sürüklenmektedir:
"bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,
açıyor elini göğe bir kadın.
uzuyor, uzuyor altın saçları
uğrunda ölünen güzel kızların..."
üçüncü bölüm, kadının ağzından yazılmıştır. aşkına karşılık veremediği için pişmanlık duyan bir kadındır bu. sanki adam aşkından ölmüş de onun arkasından yazılmış gibidir. işte bu bölümden alıntılar:
"yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır,
şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın..."
---------------------------
(i: "gönüller yanarak kavuşacaktı;
yüzdeki ıstırap, çile ocağı,
onun ocakta yanan toprağı,
bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı;
gönüller yanarak kavuşacaktı."
------------------------------
"benim gözlerim yeşildir, evet evet, onun gözleri kara;
ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara..."
- o derin yeşil su gözlerin batsın muazzez ya da ben. demeden geçemeyeceğim.
---------------------------------
"ayaklarımın altından geçiyor bir deniz
ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
siz beni ne anlarsınız siz!"
son bölüm, "ve monna rosa" da ilahi bir bakış açısı hakimdir. âşık genç, adeta mezarın içinden, ruhlar aleminden seslenir sevdiğine:
"ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!
ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
sana da, monna rosa, taş bebeği bıraktık,
ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.
senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;
senin hatıran kadar allah ve şeytan işi...
ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!"
devamını gör...
10.
dinle küçük adam
wilhelm reich'in insanlardan hiçbir sempati , kendisine karşı olumlu bir kavrayış beklemeden oldukça sert ve direkt ifadelerle okura seslendiği bu eseri, 120 sayfalık kısa bir kitap gibi görünse de her cümlesiyle okurun yüzüne tokat gibi çarpan içi dolu ifadelerle onu şamar oğlanı yapmaya yetecek ölçüde.
yazar, "ruhsal vebalı" olarak tanımladığı; faşist ruhlu, cinsiyetçi, siyaset kurumu tarafından kafaları uyuşturulmuş, iktidar hırsıyla yaşayan, kendi fikirleri yerine çoğunluğun fikirlerine ayak uydurmaya çalışan insanlara sesleniyor.
muhtemelen çoğu okur kendisine seslenilmediğini, kendinin asla yazarın bahsettiği niteliklere sahip olmadığını düşünerek kendini "büyük insan" olarak görecektir. ne de olsa çoğu insan, kendiyle ilgili her konuda şüpheye düşse de zekası ve kavrayış yeteneği konusunda asla kendini eleştirmeye açık değil. ancak arayan, kendisiyle ilgili bir noksanlığı muhakkak bulacaktır.
yazar, fizyolojik rahatsızlıklarını yenmeye çalışırken ruhunu görmezden gelen bu vebalı insanları eleştirirken gelenekçi değerlerin aslında ne kadar anlamsız ve şekilci olduğuna dikkati çekmek istiyor. eğitim, aile, evlilik, siyaset gibi bir çok konuda doğru bilinen, dokunulmaz zannedilen değerleri çok sert bir dille yerden yere vuruyor.
" 'evli olmayan anne' yi ulaşabildiğin her yerde, ahlaksız yaratık diye kovuşturmuyor musun küçük adam? 'evlilik' yani doğru dürüst çocuklarla, 'evlilik dışı' yani bozuk çocuklar arasında kesin bir ayrım yapmıyor musun? ey, bu uydunun mihnet hanesindeki zavallı adam! kendi sözlerini kendin anlamıyorsun.
isa bebeğe saygı gösteriyorsun. isa çocuk, nikah kağıdı olmayan bir anne tarafından doğuruldu. böylece, farkında olmadan isa çocukta kendi cinsel özgürlük özlemine saygı gösteriyorsun, ey, evlilik bağımlısı küçük adam..."
diğer yandan vatansever olduğu için kendini herkesten üstün görenlere de bir lafı var reich'in. "sen ebedi göçmen ve mültecisisin. böyle kalacaksın." diye başladığı sözlerini şu şekilde sürdürüyor:
"yanıyorsun sevgi diye, işini seviyor ve ondan geçiniyorsun. senin işin de benim ve başkalarının bilgisinden yaşıyor. sevginin, iş ve bilgeliğin vatanları, gümrük sınırları, üniformaları yoktur. sen ama, gerçek sevgiden korktuğun için ve bilgiden ölesiye korktuğun için küçük bir vatansever olmak istiyorsun."
kitabın sonuna geldiğimizde yazar "küçük adam" ın "büyük adam" olması yolunda bazı tavsiyelerde bulunuyor. kendi bireysel yaşamının nasıl koca bir toplumu değiştireceği hususunda tereddütte kalanlara, şahsi yaşamlarına aynen devam etmelerini ancak çocuklarına sevgiyle yaklaşmasını, birbirini kucaklamasını, bilgiden yolunuzu şaşmamasını, namuslu ve çalışkan bireyler olarak toplumu değiştirebileceklerini söylüyor. sanırım bu varoluşçu yaklaşımında haklılık payı oldukça fazla.
yazar, "ruhsal vebalı" olarak tanımladığı; faşist ruhlu, cinsiyetçi, siyaset kurumu tarafından kafaları uyuşturulmuş, iktidar hırsıyla yaşayan, kendi fikirleri yerine çoğunluğun fikirlerine ayak uydurmaya çalışan insanlara sesleniyor.
muhtemelen çoğu okur kendisine seslenilmediğini, kendinin asla yazarın bahsettiği niteliklere sahip olmadığını düşünerek kendini "büyük insan" olarak görecektir. ne de olsa çoğu insan, kendiyle ilgili her konuda şüpheye düşse de zekası ve kavrayış yeteneği konusunda asla kendini eleştirmeye açık değil. ancak arayan, kendisiyle ilgili bir noksanlığı muhakkak bulacaktır.
yazar, fizyolojik rahatsızlıklarını yenmeye çalışırken ruhunu görmezden gelen bu vebalı insanları eleştirirken gelenekçi değerlerin aslında ne kadar anlamsız ve şekilci olduğuna dikkati çekmek istiyor. eğitim, aile, evlilik, siyaset gibi bir çok konuda doğru bilinen, dokunulmaz zannedilen değerleri çok sert bir dille yerden yere vuruyor.
" 'evli olmayan anne' yi ulaşabildiğin her yerde, ahlaksız yaratık diye kovuşturmuyor musun küçük adam? 'evlilik' yani doğru dürüst çocuklarla, 'evlilik dışı' yani bozuk çocuklar arasında kesin bir ayrım yapmıyor musun? ey, bu uydunun mihnet hanesindeki zavallı adam! kendi sözlerini kendin anlamıyorsun.
isa bebeğe saygı gösteriyorsun. isa çocuk, nikah kağıdı olmayan bir anne tarafından doğuruldu. böylece, farkında olmadan isa çocukta kendi cinsel özgürlük özlemine saygı gösteriyorsun, ey, evlilik bağımlısı küçük adam..."
diğer yandan vatansever olduğu için kendini herkesten üstün görenlere de bir lafı var reich'in. "sen ebedi göçmen ve mültecisisin. böyle kalacaksın." diye başladığı sözlerini şu şekilde sürdürüyor:
"yanıyorsun sevgi diye, işini seviyor ve ondan geçiniyorsun. senin işin de benim ve başkalarının bilgisinden yaşıyor. sevginin, iş ve bilgeliğin vatanları, gümrük sınırları, üniformaları yoktur. sen ama, gerçek sevgiden korktuğun için ve bilgiden ölesiye korktuğun için küçük bir vatansever olmak istiyorsun."
kitabın sonuna geldiğimizde yazar "küçük adam" ın "büyük adam" olması yolunda bazı tavsiyelerde bulunuyor. kendi bireysel yaşamının nasıl koca bir toplumu değiştireceği hususunda tereddütte kalanlara, şahsi yaşamlarına aynen devam etmelerini ancak çocuklarına sevgiyle yaklaşmasını, birbirini kucaklamasını, bilgiden yolunuzu şaşmamasını, namuslu ve çalışkan bireyler olarak toplumu değiştirebileceklerini söylüyor. sanırım bu varoluşçu yaklaşımında haklılık payı oldukça fazla.
devamını gör...
11.
goriot baba
honoré de balzac'ın 1834 yılında yayımlanan eseridir. 1789'daki fransız devrimi sonrası 1830'da yaşanan temmuz devrimi ile tekrar krallık rejimine dönen fransa'nın bu yıldan sonraki yeni monarşik yönetiminde geçen paris hayatına tanıklık ettiğimiz bu eser, madam vauquer'ın işlettiği derme çatma pansiyonda kalan misafirler üzerinden toplumun sınıfsal durumuna müşahitlik yapmamızı sağlıyor.
3 kattan oluşan bu pansiyonda üs katlarda ekonomik durumu kısmen daha iyi pansiyonerler kalırken alt katlarda daha kötü durumda olanlar kalıyor.balzac, böylece sınıfsal bir toplum düzenini tanımlıyor. tabii pansiyonun roman için en önemli müşterileri, eskiden zengin bir şehriyeci olan gizemli ve sessiz halleriyle tanınan goriot baba ve paris hayatına yeni atılan bir hukuk öğrencisi olan eugene de rastignac.
rastignac, paris sosyetesinin çarpık ilişki ağlarıyla örülü şaşalı hayatına atılmak isteyen ihtiraslı bir genci temsil ediyor. paris'te kuzeni vikontes madam de beauseant'ın rehberliği ve yardımıyla bu camiaya girmeye çalışan eugene'i aşk, ihtiras ve para üçgeninde hareketli bir hayat bekliyor. madam de beauseant'ın rastignac'a verdiği tavsiyeler, rastignac için paris aristokrasisinin tehlikeli hayatı hakkında birer ders niteliği taşıyor:
"iki varlığı tek bir varlıkta bir araya getiren yardımseverlik, tıpkı gerçek aşk gibi anlaşılmaz ve nadirdir. yardımseverlik de gerçek aşk da ince ruhların savurganlığıdır."
diğer yandan eugene'nin aklını çelmeye çalışanlardan biri de vauquer pansiyonunda kalan misafirlerden biri olan yaşlı kurt vautrin. vautrin, rastignac'ın sosyateye girebilmesi için gerekli olan serveti kazanmanın yollarını anlatarak genç öğrenciyi erdem-para ikileminde bir akıl karışıklığıyla baş başa bırakıyor. "iki tür cinayet vardır; birinde kan dökülür, diğerinde kan verilir." diyen vautrin karşısında rastignac kendince bir çıkış yolu arıyor:
erdemliliğe sadık kalmak ve yüce bir mağdur olmak! hadi canım! herkes erdemliliğe inanıyor ama erdemli olan var mı? halklar özgürlüğe inanıyor ama dünyada özgür bir halk var mı? gençliğim hala bulutsuz bir gök gibi mavi! soylu ya da zengin olmayı istemek yalan söylemeye, eğilip bükülmeye, sürüklenmeye, yeniden doğrulmaya, dalkavukluk etmeye, kişiliğini gizlemeye boyun eğmek değil midir? yalan söyleyenlerin, eğilip bükülenlerin, sürüklenenlerin uşaklığını kabullenmek değil midir? suç ortakları olmadan önce onlara hizmetkarlık yapmak gerekir. o zaman, hayır! ermişler gibi gece gündüz asilce çalışmak, servetimi sadece emeğimle elde etmek istiyorum. en yavaş elde edilen servet olacak, ama her gece başımı huzurla yastığa koyacağım. hayatını hayranlıkla izlemek ve onu bir zambak gibi arı bir halde bulmak kadar güzel bir şey olabilir mi? ben ve yaşam, genç bir erkek ve nişanlısı gibiyiz. vautrin bana on yıllık evlilikten sonra ne olacağını anlattı. lanet olsun, kafam karışıyor! hiçbir şey düşünmek istemiyorum, yürek iyi bir rehberdir!
goriot baba'nın bütün servetini hatta sağlığını feda edecek şekilde düşkün olması ,lakin maruz kaldığı vefasızlıklar karşısında yine de kalbinin sesini dinlemeye devam etmesi, biz okuyucuların yüreklerini parçalarken rastignac için tanık olduğu hayatta madalyonun diğer yüzünü görmek anlamına geliyor.
romanın başlarındaki yoğun mekan ve kişi tasvirleri sıkıcı olsa da ihtiva ettiği fikri çatışmalarıyla okuru içine alan, aynı zamanda iş bankası yayınlarının başarılı çevirisinin güzelliğiyle edebi niteliğini koruyabilmiş bir eser olduğunu düşünüyorum.
3 kattan oluşan bu pansiyonda üs katlarda ekonomik durumu kısmen daha iyi pansiyonerler kalırken alt katlarda daha kötü durumda olanlar kalıyor.balzac, böylece sınıfsal bir toplum düzenini tanımlıyor. tabii pansiyonun roman için en önemli müşterileri, eskiden zengin bir şehriyeci olan gizemli ve sessiz halleriyle tanınan goriot baba ve paris hayatına yeni atılan bir hukuk öğrencisi olan eugene de rastignac.
rastignac, paris sosyetesinin çarpık ilişki ağlarıyla örülü şaşalı hayatına atılmak isteyen ihtiraslı bir genci temsil ediyor. paris'te kuzeni vikontes madam de beauseant'ın rehberliği ve yardımıyla bu camiaya girmeye çalışan eugene'i aşk, ihtiras ve para üçgeninde hareketli bir hayat bekliyor. madam de beauseant'ın rastignac'a verdiği tavsiyeler, rastignac için paris aristokrasisinin tehlikeli hayatı hakkında birer ders niteliği taşıyor:
"iki varlığı tek bir varlıkta bir araya getiren yardımseverlik, tıpkı gerçek aşk gibi anlaşılmaz ve nadirdir. yardımseverlik de gerçek aşk da ince ruhların savurganlığıdır."
diğer yandan eugene'nin aklını çelmeye çalışanlardan biri de vauquer pansiyonunda kalan misafirlerden biri olan yaşlı kurt vautrin. vautrin, rastignac'ın sosyateye girebilmesi için gerekli olan serveti kazanmanın yollarını anlatarak genç öğrenciyi erdem-para ikileminde bir akıl karışıklığıyla baş başa bırakıyor. "iki tür cinayet vardır; birinde kan dökülür, diğerinde kan verilir." diyen vautrin karşısında rastignac kendince bir çıkış yolu arıyor:
erdemliliğe sadık kalmak ve yüce bir mağdur olmak! hadi canım! herkes erdemliliğe inanıyor ama erdemli olan var mı? halklar özgürlüğe inanıyor ama dünyada özgür bir halk var mı? gençliğim hala bulutsuz bir gök gibi mavi! soylu ya da zengin olmayı istemek yalan söylemeye, eğilip bükülmeye, sürüklenmeye, yeniden doğrulmaya, dalkavukluk etmeye, kişiliğini gizlemeye boyun eğmek değil midir? yalan söyleyenlerin, eğilip bükülenlerin, sürüklenenlerin uşaklığını kabullenmek değil midir? suç ortakları olmadan önce onlara hizmetkarlık yapmak gerekir. o zaman, hayır! ermişler gibi gece gündüz asilce çalışmak, servetimi sadece emeğimle elde etmek istiyorum. en yavaş elde edilen servet olacak, ama her gece başımı huzurla yastığa koyacağım. hayatını hayranlıkla izlemek ve onu bir zambak gibi arı bir halde bulmak kadar güzel bir şey olabilir mi? ben ve yaşam, genç bir erkek ve nişanlısı gibiyiz. vautrin bana on yıllık evlilikten sonra ne olacağını anlattı. lanet olsun, kafam karışıyor! hiçbir şey düşünmek istemiyorum, yürek iyi bir rehberdir!
goriot baba'nın bütün servetini hatta sağlığını feda edecek şekilde düşkün olması ,lakin maruz kaldığı vefasızlıklar karşısında yine de kalbinin sesini dinlemeye devam etmesi, biz okuyucuların yüreklerini parçalarken rastignac için tanık olduğu hayatta madalyonun diğer yüzünü görmek anlamına geliyor.
romanın başlarındaki yoğun mekan ve kişi tasvirleri sıkıcı olsa da ihtiva ettiği fikri çatışmalarıyla okuru içine alan, aynı zamanda iş bankası yayınlarının başarılı çevirisinin güzelliğiyle edebi niteliğini koruyabilmiş bir eser olduğunu düşünüyorum.
devamını gör...
12.
güzellik
güzellik ve çirkinlik üzerine:
hani hep öğütlenen bir şey vardır ve tarkan'ın o muazzam şarkısında da geçer: "başkası olma kendin ol!" güzellik kavramına geçmeden önce bu büyük 'kendi olma' palavrasını açıklamam gerekiyor sanırım. çünkü insan asla kendisi olamaz; bilakis ben; başkasıdır. insan, anne karnından çıktıktan, sütten kesildikten sonra dahi ötekinin yardımı olmadan yaşamayan tek canlıdır. 'ben' dediğimiz şeyin aslında geçmişten gelen kolektif birikimle beraber içinde bulunduğumuz zaman, toplum, kişi ve olayların bir yansıması olduğunu kabul etmek gerek. bunu kavrarsak hem tamamlanmaya muhtaç eksik varlıklar olduğumuzu anlar hem de kendimiz ve başkaları için daha sürdürülebilir bir hayat yaşayabiliriz en azından.
demem o ki insan kendine aynada güzel görünmek için değil ötekine kendini beğendirmek için çaba harcar. insan mezara girince değil, ötekinin gözünden düştüğünde ölür.
dolayısıyla güzel olmak bir şey "gibi" olmaktır. zaten sokağa çıktığınızda herkesin birbirine benzediğini fark etmişsinizdir. aynı kıyafetler, aynı makyaj, aynı kaslı göğüsler, aynı saç modelleri, aynı burunlar ve çeneler...
pytogoras güzelliği, matematiksel, sayısal, ölçüsel ve oran içerisinde bulunan şey olarak tanımlamaktadır. yine aristoteles'e göre orantısız şeyler güzel değildir. umberto eco da güzelliğin tanımını sınırları olan bir çerçeveye sığdırmıştır.
peki güzelliğin karşıtı olarak düşündüğümüz çirkinlik nedir? ölçüsüz ve orantısızdır. güzelliğin tersine çirkinlik sınırsızdır. güzel olmak için bir şey "gibi" olmak gerekirken çirkinlik aykırıdır. devrimcidir çirkinlik. dayatmalara başkaldıran bir özgürlükçüdür çirkinlik.
o zaman bir dua ile bitireyim : allah herkese çirkin şansı versin.
hani hep öğütlenen bir şey vardır ve tarkan'ın o muazzam şarkısında da geçer: "başkası olma kendin ol!" güzellik kavramına geçmeden önce bu büyük 'kendi olma' palavrasını açıklamam gerekiyor sanırım. çünkü insan asla kendisi olamaz; bilakis ben; başkasıdır. insan, anne karnından çıktıktan, sütten kesildikten sonra dahi ötekinin yardımı olmadan yaşamayan tek canlıdır. 'ben' dediğimiz şeyin aslında geçmişten gelen kolektif birikimle beraber içinde bulunduğumuz zaman, toplum, kişi ve olayların bir yansıması olduğunu kabul etmek gerek. bunu kavrarsak hem tamamlanmaya muhtaç eksik varlıklar olduğumuzu anlar hem de kendimiz ve başkaları için daha sürdürülebilir bir hayat yaşayabiliriz en azından.
demem o ki insan kendine aynada güzel görünmek için değil ötekine kendini beğendirmek için çaba harcar. insan mezara girince değil, ötekinin gözünden düştüğünde ölür.
dolayısıyla güzel olmak bir şey "gibi" olmaktır. zaten sokağa çıktığınızda herkesin birbirine benzediğini fark etmişsinizdir. aynı kıyafetler, aynı makyaj, aynı kaslı göğüsler, aynı saç modelleri, aynı burunlar ve çeneler...
pytogoras güzelliği, matematiksel, sayısal, ölçüsel ve oran içerisinde bulunan şey olarak tanımlamaktadır. yine aristoteles'e göre orantısız şeyler güzel değildir. umberto eco da güzelliğin tanımını sınırları olan bir çerçeveye sığdırmıştır.
peki güzelliğin karşıtı olarak düşündüğümüz çirkinlik nedir? ölçüsüz ve orantısızdır. güzelliğin tersine çirkinlik sınırsızdır. güzel olmak için bir şey "gibi" olmak gerekirken çirkinlik aykırıdır. devrimcidir çirkinlik. dayatmalara başkaldıran bir özgürlükçüdür çirkinlik.
o zaman bir dua ile bitireyim : allah herkese çirkin şansı versin.
devamını gör...
13.
normal sözlük aşık atışması
aşık johannesim sazım duvarda
her gece bardayım göynüm hovarda
kaddafi’ye öykünen aklım firarda
ortadoğu'da sevda ne zor imiş dost
her gece bardayım göynüm hovarda
kaddafi’ye öykünen aklım firarda
ortadoğu'da sevda ne zor imiş dost
devamını gör...
14.
otuzların kadını
''otuzların kadını 1917'de selanik'te doğdu. ilkokulu ailenin göçtüğü istanbul'da bitirdi. dame de sion'dan sonra hukuk fakültesine gitti. 1936'da bir yıl süren bir evlilik yaptı. kocasından niye boşandığını kimseye söylememekte direndi. bu soruya tek yanıtı, 'konuşabileceğimiz hiçbir şey yokmuştu ki sanırım temelde doğruydu.''
tomris uyar'ın birbirine teğet geçen 8 öyküden oluşan bu kitabını okurken incelikle oluşturulmuş bir kurguyla karşı karşıya kalıyorsunuz. odasında asılı annesine ait bir portreden yola çıkarak kendi geçmişiyle hesaplaşıyor otuzların kadını.
"acaba bizler, yara almadığımıza, güçlü olduğumuza bu kadar inanan çocuklarımızın bir gün biz yok olduğumuzda duyacakları boşluğu nasıl hafifletebiliriz? şimdiden başlamalı ama nerden?"
kendisine dayatılan hayat şeklini kabullenmek istemeyen, ona sunulan bu mutsuz hayatı yaşamaktansa özgürce ama hep tedirgin ve tetikte aynı zamanda yalnız yaşamayı seçmiş bir kadının öyküsü.
bir avrupa tatilinde tanıştığı mutsuz bir evlilik yürüten bir ingiliz kadını şu sözlerle tahlil edebilecek kadar hayatın çemberinden geçmiş bir kadının öyküsü:
"her sivriliği yumuşatma, her suçu bağışlama, her suçu örtme gibi üzücü becerileri olduğu kesin. uzaktan tanıyanların bir çırpıda 'kibir' , yakından tanıyanların bir çırpıda 'edilginlik' , gündelik yaşam içerisinde karşısına çıkanların bir çırpıda 'öz yıkımcılık' tanısı koydukları karmaşık bir gurur: daha doğrusu, yerine oturtulsa yerini bulacak bir onur."
devamını gör...
15.
eski dünya seyahatnamesi
ilber ortaylı'nın ortadoğu'dan balkanlar'a, avrupa'dan, kafkaslar'a, güney asya'dan uzak doğu'ya uzanan birçok ülkeyi anlattığı kitabıdır.
gezdiği yerleri çok kısa bir şekilde oranın tarihi kimliği, kültür-sanat anlayışı, sosyolojik yapısı ve türk kültür ve tarihi ile ilişkisine değinerek anlatmış ilber hoca. malum, günümüzde bu tür geziler yapmanın maliyetli olduğu göz önünde tutulduğunda insanın içini burkan bir yanı var bu kitabın. insanın gezip göresi geliyor. anlattığı yerlerin fotoğraflarına bakınca bile insanın içi burkuluyor. keşke ben de gezebilsem diyor. moskova'dan petersburg'a giden o trenin içinde olası geliyor insanın, prag'ın o muhteşem binalarını görmeden ölmemek gerek sanırım. italya'nın güney'nin doğasını, esintili havasını hissetmek gerek, iskendiriye'de kadim tarihe tanıklık etmek, barcelona'nın o insanın içini açan sokaklarında yürümek, venedik'te kazıklarla çakılı yapıların arasında dolaşmak.
hâsılı en önce kendi tarihimize sahip çıkıp o gıptayla baktığımız yerlerden belki de daha güzel olan tarihi yapılarımızı ve doğamızı korumamız lazım sanırım. çünkü ilber hoca'nın dediği gibi tarihini ve kültürünü iyi öğrenen ve yaşatan ülkeler daha müreffeh olurken diğerleri sancılı bir hayat sürmeye mahkum oluyor.
gezdiği yerleri çok kısa bir şekilde oranın tarihi kimliği, kültür-sanat anlayışı, sosyolojik yapısı ve türk kültür ve tarihi ile ilişkisine değinerek anlatmış ilber hoca. malum, günümüzde bu tür geziler yapmanın maliyetli olduğu göz önünde tutulduğunda insanın içini burkan bir yanı var bu kitabın. insanın gezip göresi geliyor. anlattığı yerlerin fotoğraflarına bakınca bile insanın içi burkuluyor. keşke ben de gezebilsem diyor. moskova'dan petersburg'a giden o trenin içinde olası geliyor insanın, prag'ın o muhteşem binalarını görmeden ölmemek gerek sanırım. italya'nın güney'nin doğasını, esintili havasını hissetmek gerek, iskendiriye'de kadim tarihe tanıklık etmek, barcelona'nın o insanın içini açan sokaklarında yürümek, venedik'te kazıklarla çakılı yapıların arasında dolaşmak.
hâsılı en önce kendi tarihimize sahip çıkıp o gıptayla baktığımız yerlerden belki de daha güzel olan tarihi yapılarımızı ve doğamızı korumamız lazım sanırım. çünkü ilber hoca'nın dediği gibi tarihini ve kültürünü iyi öğrenen ve yaşatan ülkeler daha müreffeh olurken diğerleri sancılı bir hayat sürmeye mahkum oluyor.
devamını gör...
16.
the magus
viktorya döneminde yetişmiş bir genç ve kendini yaşadığı döneme ait hissetmeyen oxford mezunu bir entelektüel olan nicolas’ın yaşadığı hayattan uzaklaşma girişimiyle başlayan oldukça karmaşık bir hikayeyi konu alıyor bu roman. yazarın kitabın son sözünde de belirttiği üzere fazla uzatılmış ve kafa karıştırıcı bir hâl alarak bağlamından uzaklaşmış bir roman. bu nedenle kitabın oldukça kalın olmasından da ötürü, romanı bitirebilmek sabırlı bir okuyucu olmayı gerektiriyor.
yazar aslında kitabın adının “tanrı oyunu” olmasını dilediğini, böyle yapmadığı için pişman olduğunu dile getiriyor. ben de bu isimin, kitabın ihtivasını yansıtması hususunda hem daha net hem de daha etkileyici olacağını düşünüyorum.
genç bir ingilizce öğretmeni olan nicolas’ın çalışmak, ayrıldığı sevgilisini ve eski hayatını unutmak için tecrit edilmiş bir yunan adasına gidişi ile olaylar karmaşıklaşıyor. bu karmaşıklık ve gizem sadece okur için değil aynı zamanda nicolas için de geçerli. bu adada yaşadığı şeylerin gerçekle bir tiyatro oyunu arasında kalan ikircikliği nedeniyle hem nicolas hem de okur bir zaman sonra neyin gerçek neyin sahte olduğunu anlamakta zorlanıyor. ama işin en merakta bırakan yanı, tüm bu olanların neden yaşandığı hakkındaki derin bilinmezlik.
“tanrı oyunu” adı verilen bu derin bilinmezliğin içinde bir çıkış yolu arayan nicolas’a asla gizemin anahtarı verilmiyor. bu yolla ona hayatı çekici ve yaşanabilir kılan şeyin bu bilinmezlik hâli olduğu aşılanmaya çalışılıyor. diğer yandan bu oyunun içinden çıkarak ve tüm yaşananların nedenini çözerek özgürlüğe ulaşacağını düşünen kahramana asla mutlak bir özgürlüğe ulaşamayacağı dikte ediliyor.
özgürlük ve tanrı kavramının birbirine zıt kavramlar olduğu, insanların çoğunlukla başka şeylere inanmaktan korktukları için düşsel tanrılara inandığını belirten yazarın asıl vermek istediği mesaj, asıl özgürlüğün gerçeklikle düşsellik arasında bulunduğu ve bu yüzden mutlak özgürlüğün olmadığı yönündedir.
yazar aslında kitabın adının “tanrı oyunu” olmasını dilediğini, böyle yapmadığı için pişman olduğunu dile getiriyor. ben de bu isimin, kitabın ihtivasını yansıtması hususunda hem daha net hem de daha etkileyici olacağını düşünüyorum.
genç bir ingilizce öğretmeni olan nicolas’ın çalışmak, ayrıldığı sevgilisini ve eski hayatını unutmak için tecrit edilmiş bir yunan adasına gidişi ile olaylar karmaşıklaşıyor. bu karmaşıklık ve gizem sadece okur için değil aynı zamanda nicolas için de geçerli. bu adada yaşadığı şeylerin gerçekle bir tiyatro oyunu arasında kalan ikircikliği nedeniyle hem nicolas hem de okur bir zaman sonra neyin gerçek neyin sahte olduğunu anlamakta zorlanıyor. ama işin en merakta bırakan yanı, tüm bu olanların neden yaşandığı hakkındaki derin bilinmezlik.
“tanrı oyunu” adı verilen bu derin bilinmezliğin içinde bir çıkış yolu arayan nicolas’a asla gizemin anahtarı verilmiyor. bu yolla ona hayatı çekici ve yaşanabilir kılan şeyin bu bilinmezlik hâli olduğu aşılanmaya çalışılıyor. diğer yandan bu oyunun içinden çıkarak ve tüm yaşananların nedenini çözerek özgürlüğe ulaşacağını düşünen kahramana asla mutlak bir özgürlüğe ulaşamayacağı dikte ediliyor.
özgürlük ve tanrı kavramının birbirine zıt kavramlar olduğu, insanların çoğunlukla başka şeylere inanmaktan korktukları için düşsel tanrılara inandığını belirten yazarın asıl vermek istediği mesaj, asıl özgürlüğün gerçeklikle düşsellik arasında bulunduğu ve bu yüzden mutlak özgürlüğün olmadığı yönündedir.
devamını gör...
17.
tek yalnız ben değilim
genelde şiirlerde, şarkılarda, romanlarda yalnızlığın ölesiye övüldüğüne, yalnızlık üzerine satırlarca methiyeler düzüldüğüne şahit oluruz. ancak bu kitapta fournier, anne karnından ayrılışıyla başlayan yalnızlık serüvenin yaşlılıkta ne kadar sevimsiz bir hâl aldığını gerçekçi bir perspektiften sunmaktadır.
yazarın kendine has samimi üslubu sayesinde onun derdiyle hemhal olma şansı yakalıyoruz. ayrıca, ironi ve espri yeteneğiyle ciddi konulardan bahsederken gülümsememizi sağlayan bir dost gibi...
"(…)sigaramı yakmak üzereyken ateşimin olmadığını fark etseydim,
merdivenlerin başında kalakalmış bir felçli olsaydım,
komik bir hikaye bilseydim ve bunu anlatacak kimsem olmasaydı,
sırtımın ortasında bir yer kaşınsaydı ve kolum oraya uzanamasaydı,
işte o zaman jean-paul sartre bir cüret çıkıp bana 'cehennem başkalarıdır.' deseydi, ondan sırtımı kaşımasını isterdim.”
yazarın kendine has samimi üslubu sayesinde onun derdiyle hemhal olma şansı yakalıyoruz. ayrıca, ironi ve espri yeteneğiyle ciddi konulardan bahsederken gülümsememizi sağlayan bir dost gibi...
"(…)sigaramı yakmak üzereyken ateşimin olmadığını fark etseydim,
merdivenlerin başında kalakalmış bir felçli olsaydım,
komik bir hikaye bilseydim ve bunu anlatacak kimsem olmasaydı,
sırtımın ortasında bir yer kaşınsaydı ve kolum oraya uzanamasaydı,
işte o zaman jean-paul sartre bir cüret çıkıp bana 'cehennem başkalarıdır.' deseydi, ondan sırtımı kaşımasını isterdim.”
devamını gör...
18.
goethe der ki

gürsel aytaç'ın almancadan çevirdiği, johann wolfgang von goethe'nin çeşitli konulardaki düşünce ve görüşlerini özlü olarak okuyucuya tanıtmak amacını taşıyan, onun eserlerinden yapılan alıntı ve özdeyişlerin bulunduğu eserdir.
bunu yapmaktaki amaç, goethe'yi okumamış insanlarda onu okuma hevesi uyandırmaktır. ayrıca ortamlarda şekilli takılmak isteyen veya twitter'da paylaşım yapmak isteyen bildirim bağımlısı arkadaşlar için güzel bir kaynak olacaktır.
bunun dışında, çevirmenin kitabın giriş bölümünde "goethe'nin evrenselliği" başlığıyla kaleme aldığı, onun entelektüel hayatının hangi değişim ve gelişmelerden geçerek dünyanın halen saygıyla andığı ve merakla okumaya devam ettiği bir yazar olduğunu anlattığı bölüm gayet didaktik bir etki yapmaktadır.
devamını gör...
19.
ruh adam
"sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
bir sır ki bu,ölsen bile açamazsın.
anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
hülyadaki ses varlığının gayesi sanki...
bak emrediyor: daldığın alemden uyan ki,
mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın.
kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder.
cismin sana yetmez mi? çabuk kalbini sök ver!
yoktur öte âlemde de kurtulmaya bir yer!
mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın.
ram ol bana, ruhun yeni bir âleme girsin
yazmış kaderin aşkıma ömrünce esirsin
aklınla, şuurunla, hayâlinle bilirsin
mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın."
bu güçlü dizelerin yazarı h. nihal atsız'ın her kelimesiyle büyüleyen romanıdır ruh adam. fikirlerinin faşizmin doruklarında gezinmesi, onun türk edebiyat tarihinin en güçlü kalemlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez. iyi ki okumuşum dediğim bir roman.
devamını gör...
20.
la fiesta del chivo
"bir kitap açık olduğunda konuşan bir beyin, kapalı olduğunda beklemede olan bir arkadaş, unutulduğunda bağışlayan bir ruh, yok edildiğinde ağlayan bir yürektir."
kitabı son kez elime aldığımda 30 sayfalık bir bölüm kalmıştı bitmesine. nerden bilebilirdim ki yaklaşık bir saat sonra büyük bir sarsıntıyla yatağımdan fırlayarak uyanacağımı ve o günün memleketim elbistan'da bulunan evimizdeki son gün olacağını. işte bu kitap hem konuşan bir beyin, hem bekleyen bir arkadaş hem bağışlayan bir ruh ve nihayetinde ağlayan bir yürek olarak yeni evimizdeki kütüphane rafına yerleştirileceği günü bekliyor.
her neyse bu dramayı es geçelim. sonrasında bir şekilde romanın son bölümünü de okudum. muazzam bir kitap. perulu nobel sahibi yazar mario vargas llosa'nın masalcı'sından sonra okuduğum bu eseri de mükemmeldi.
kitap,rafael leónidas trujillo molina'nın 1930'dan 1961 yılına kadar geçen kanlı diktatörlük dönemine tanıklık etmemizi sağlıyor. yazar, içinde kurgu olsa da hikayenin gerçeği yansıttığını söylüyor. böylece dominik cumhuriyeti'nin kanlı tarihine tanıklık ediyoruz.
31 yıl boyunca, iktidarı elinde tutabilmek için her türlü zalimliği yapmaktan geri durmayan bu "teke" lakaplı faşist diktatöre karşı düzenlenen suikast o kadar sürükleyici şekilde anlatılıyor ki "gebersin artık şu pislik" diye zevkle okuyor insan.
" bir diktatörün ülkesine, kendi insanına verdiği zarar nasıl tanımlanabilir? 31 kayıp yıl? binlerce ölü? binlerce sakat? binlerce kayıp? yüzlerce işkence tekniği? yüzlerce türedi zengin? yurtdışındaki bankalarda biriken kara paralar? sansür? muhbirler? şantaj? köpekbalıklarına atılan, vahşice yok edilen muhalifler?"
bu suikast hikayesinin yanında bir de urania'nın yürekleri dağlayan trajedisi anlatılıyor. teke'nin en yakın adamlarından olan, iktidarı boyunca pek çok üst mevkide görevlendirdiği agustin cabral'in kızı urania.
"ne hissediyorsun urania? burukluk mu? bir tür melankoli mi? hüzün mü? eski öfkenin yeniden canlandığını mı? "en kötüsü, galiba hiçbir şey hissetmiyorum," diye geçiriyor içinden."
sonuç olarak, hem tarihi bir olayı anlatan hem de yaşattığı dramayla hüznü ruhumun derinliklerine kadar nakşeden bu güzel romanı okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.
kitabı son kez elime aldığımda 30 sayfalık bir bölüm kalmıştı bitmesine. nerden bilebilirdim ki yaklaşık bir saat sonra büyük bir sarsıntıyla yatağımdan fırlayarak uyanacağımı ve o günün memleketim elbistan'da bulunan evimizdeki son gün olacağını. işte bu kitap hem konuşan bir beyin, hem bekleyen bir arkadaş hem bağışlayan bir ruh ve nihayetinde ağlayan bir yürek olarak yeni evimizdeki kütüphane rafına yerleştirileceği günü bekliyor.
her neyse bu dramayı es geçelim. sonrasında bir şekilde romanın son bölümünü de okudum. muazzam bir kitap. perulu nobel sahibi yazar mario vargas llosa'nın masalcı'sından sonra okuduğum bu eseri de mükemmeldi.
kitap,rafael leónidas trujillo molina'nın 1930'dan 1961 yılına kadar geçen kanlı diktatörlük dönemine tanıklık etmemizi sağlıyor. yazar, içinde kurgu olsa da hikayenin gerçeği yansıttığını söylüyor. böylece dominik cumhuriyeti'nin kanlı tarihine tanıklık ediyoruz.
31 yıl boyunca, iktidarı elinde tutabilmek için her türlü zalimliği yapmaktan geri durmayan bu "teke" lakaplı faşist diktatöre karşı düzenlenen suikast o kadar sürükleyici şekilde anlatılıyor ki "gebersin artık şu pislik" diye zevkle okuyor insan.
" bir diktatörün ülkesine, kendi insanına verdiği zarar nasıl tanımlanabilir? 31 kayıp yıl? binlerce ölü? binlerce sakat? binlerce kayıp? yüzlerce işkence tekniği? yüzlerce türedi zengin? yurtdışındaki bankalarda biriken kara paralar? sansür? muhbirler? şantaj? köpekbalıklarına atılan, vahşice yok edilen muhalifler?"
bu suikast hikayesinin yanında bir de urania'nın yürekleri dağlayan trajedisi anlatılıyor. teke'nin en yakın adamlarından olan, iktidarı boyunca pek çok üst mevkide görevlendirdiği agustin cabral'in kızı urania.
"ne hissediyorsun urania? burukluk mu? bir tür melankoli mi? hüzün mü? eski öfkenin yeniden canlandığını mı? "en kötüsü, galiba hiçbir şey hissetmiyorum," diye geçiriyor içinden."
sonuç olarak, hem tarihi bir olayı anlatan hem de yaşattığı dramayla hüznü ruhumun derinliklerine kadar nakşeden bu güzel romanı okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.
devamını gör...