johannes yazar profili

johannes kapak fotoğrafı
johannes profil fotoğrafı
rozet
karma: 4984 tanım: 92 başlık: 34 takipçi: 125
Sana değil kastım; şekeri, gluteni ,cahille sohbeti kestim.

son tanımları


normal sözlük yazarlarının karalama defteri

zaman akıp gidiyor. güneş, üflüyor ayın ensesine inceden. geçmişe dönüp bakınca ‘amma yaşamışım’ diyorum. ama yaşamadım gibi geliyor bana. adam olamadım mesela henüz. ne zaman adam olunur ki? mezun olunca? askere gidince? aşık olunca? para kazanınca? terk edilince?.. yok bunlar değil.

yahut ölünce en sevdiklerin, saçlarım beyazlayınca, geçim derdi hançerini sapladıkça yorganına her gece?

yok arkadaş, ben adam olmak istemiyorum, böyle iyi. zaten çocukluk en çok büyüyünce lazım.

hayatın elinden aldım en büyük kozunu. gelsin üstüme tüm heybetiyle felaket dalgaları. köpürsün üstüme üstüme. oturuyorum bir kayalık kralı gibi. neşeliyim ve görkemli.

ey beni adam ettiğini zanneden kanı bozuk, ruhu kirlenmiş dalkavuk ıstıraplar. sakalımın beyazları, kirli yüzümü yıkadı çoktan.

ben gayet iyiyim de sen nasılsın?
devamını gör...

türkiye'de beş sene

orijinal adı "fünf jahre türkei"'dir. kitap liman von sanders'in kendisi tarafından kaleme alınmıştır. alman paşa, 1914-1918 yıllarında orduda geçirdiği zamanları anlatmaktadır. kitabı, türkiye'den almanya'ya dönüş yolunda malta'da esir bulunduğu kısa zaman süresi içinde yazmıştır.

tarih okuyucuları bilirler ki hatırat olarak yazılan belgelere her zaman ihtiyatla yaklaşmak gerekir. bu sebeple kitabı okurken doğruluk -yanlışlık tahlili yapmak yerine bir alman paşasının gözünden ordumuzun durumunu ve savaşın gidişatını gözlemenin daha makul bir seçenek olduğunu söyleyebilirim. bu sebeple birçok satırda kendini hissettiren almanlık tarafgirliğinin keyfiyetine mecburen tahammül etmek gerekiyor.

liman paşa'nın, bilindiği üzere, ordumuza geliş sebebi, 1914 senesinde almanya ile yapılan anlaşma neticesinde olmuştur. trablusgarp ve balkan savaşları sonrası orduda yapılması düşünülen eğitim faaliyetlerine katılmak üzere liman paşa da ülkemize gelmiştir. bu ilk senenin ardından başlayan dünya savaşı neticesinde yapılan yeni bir anlaşmayla bu alman subayların orduda aktif olarak görev alması mevzu bahis olmuştur. bu netice ile liman paşa, önce istanbulda 1. kolordunun başında, sonrasında ise çanakkale muharebesinde 5. ordunun başında görev almış, son olarak da yıldırım orduları komutanlığını falkenhayn'dan devralarak bu görevi mustafa kemal paşa'ya bırakıp görevini tamamlamıştır.

kitapta liman von sanders'in harbiye nazırı enver paşa'ya olan yaklaşımı ilginçtir. onun aldığı kararları beğenmediğini dile getirmekten çekinmemektedir. enver paşa'nın ise kitabı okuduktan sonraki yorumu şu şekilde olmuştur:


"ben liman'ın hatırasını okuyorum. ne tuhaf adam. harpte ne iyi yapmış ise faili o, ne manasız ve kötü ise başkaları; tabii başta ben. sonra da hep alman zabitleri yapıyor, türk zabitleriden nadiren bahis var. ah! ne ise neferlere lütfedip "iyi zabitler -yani almanlar- idaresinde olurlarsa iyi iş görürler" diyor. (...)"


liman paşa ise enver'in kendisi hariç alman harbiye vekaletiyle arasının iyi olduğunu vurgulamaktadır. hatta almanya'dan anadoluya gönderilen yardım kolilerine adres olarak "enverland" yani enver'in ülkesi yazıldığını söylemektedir. diğer taraftan herkesin malumu olan sarıkamış bozgununu liman paşa da eleştirmekten geri durmamıştır.


diğer yandan liman von sanders'in mustafa kemal paşa hakkındaki ifadeleri gayet olumludur. onun bahsinin geçtiği kısa bölümde mustafa kemal'i ; trablusgarp'ta başarıyla mücadele ederek kendini göstermiş, cesur, çalışkan ve liyakatli bir osmanlı subayı olarak tanıtmaktadır.


kitabın sonunda askeri tarih encümeni tarafından kaleme alınan bir bölüm bulunmaktadır. burada, liman paşa'nın yazdığı gerçeği yansıtmadığı düşünülen bölümler düzeltilerek ve tenkit edilerek aktarılmıştır.
devamını gör...

bireyselleşmenin artması

varoluşçuluk ve türkiye üzerine:

yaz mevsimini tamamen bireysel olan aktivitelerle atlatmış vaziyetteyim. günlerim, yeni bir film hazırlığında olan nuri bilge ceylan misali toplumu gözlemlemekle geçti. bazen toplu taşımada, bazen bir kafede, bazen markette kasa sırasında veya bir sinema salonunda çevremdeki insanların hâl ve hareketlerini incelemek, yanımda yöremde sohbet eden insanların konuşmalarına kulak kabartmak en büyük eğlencelerim arasındaydı.

evimdeki televizyonu kaldırdığım, güncel olayları da takip etmediğim için kendimi jean paul sartre gibi hissediyordum. ne zaman bir sorunla karşılaşsam hemen salağa yatıyordum, "ama bana 'var' dendi." diyordum.

gelin görün ki bir türlü bireysel acılarıma, şahsi meselelerime yoğunlaşamadım. bu ülkede ne yaparsanız yapın bireyselleşemiyorsunuz. toplum, bir şekilde gelip sizi buluyor. bu kadar yokluk içinde var'lığınıza odaklanamıyorsunuz. tam karar veriyorum, toplum ne yaparsa yapsın bireysel olarak tepkimi koyacağım ve bu tepkim zamanla kar topu etkisi yapıp toplumu değiştirecek diyorum ama hiç de öyle olmadığını anında görüyorum.

öyle bir an düşünün ki o an bildiğiniz en erdemlice olan, bir insanın toplumdaki yeri bakımından en akıllıca, en doğru hareketi yapın, en güzel sözü söyleyin fark etmez. bizim toplumda bu hareketin yorumu " ne diyor bu mal" şeklinde olacaktır.

ezcümle bizim toplumumuz cahildir, kabadır, ruh hastasıdır, mamafih bireyimizin de g*tü kalkıktır. bizden ne albert camus çıkar ne de sartre... bizden serdar ortaç'lar, kenan doğulu'lar, hande yener'ler çıkar ancak...

insan boş yere felsefe yapmayı ne çok seviyor di mi,

hanny, baktığın zaman.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

sonuç ve sürece dair:


"hayat çözülmesi gereken bir problem değil” diyor soren kierkegaard ve ekliyor “ hayat, yaşanması gereken bir hakikattir.”

ya da bizde cemal süreya diyor benzerini: “zaman mı? değil zaman; akan zaman değil, mesafelerdir.“

bir yarış atı gibi geldim bu yaşıma. zaman hızla akıp geçti. her şey ve herkes o kadar hızlıydı ki onlara yetişebilmek için çabaladım durdum. kime, neye, n’için? sormadım aklıma gelen her neyse?

her şeyi denemek lazımdı, hayat kısaydı. birileri toplu ölse ben de ölümü merak ederdim ya da ismet özel’in dediği gibi:

“bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde… ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
” diye dövünürdüm herhalde.

iyi ki de saklı kalmış.

bu defa ölümle olmasa da hayatla paslanmış buldum sesimi.

elimde karneler, elimde diplomalar, sertifikalar, öğrenilmiş bilgiler, anlatılmış hikayeler… yani kocaman bir sıfır.



bir zaman geldi ki sonucun hiçbir mühim yanının olmadığını anladım. nihayete varmak değil, yolcu olmaktı elde kalan.

hayata değer katan şey sonuç değil süreçti.
devamını gör...

konstantiniyye oteli


"çünkü insanlığın en büyük buluşunun kitap, en kötü buluşunun da okul olduğunu düşünen bir adamım."




zülfü livaneli'nin 2015 yılında yayımlanan romanıdır. kitap, adından da anlaşılacağı üzere istanbul teması etrafında örülmüş. ancak, diğer istanbul konulu romanların aksine zülfü livaneli, istanbul'un coğrafî ihtişamından ziyade sosyal kimliği üzerine odaklanmış.




"yolda kaldı gözlerim, sümbül saçlım, şarap dudaklım gelecek
vay onun ceylan gözlerinin derdine düşene
hayran olacak, mest olacak; başına sevda gelecek."




romanın elimde bulunan edisyonunda 2 ana bölüm bulunuyor: ilk bölümde zehra ile emre'nin aşk hikayesine odaklanılırken ikinci bölümde konstantiniyye oteli açılışına katılan davetlilerin hikayeleri anlatılıyor. bu bakımdan ikinci kısmın, romanın asıl bölümü olduğunu söyleyebiliriz.

romanda sürükleyicilik unsurunun geri planda kaldığı kanısındayım. daha çok kişilerin yaşam öyküleri ve sosyolojik tespitlere odaklanılmış vaziyette. ara ara güncel siyasi dokundurmaların yapıldığı gözlerden kaçmıyor. yazarın siyasi tespitlerinde fanatizme kaçan bir aşırılık olduğunu söyleyebilirim.

ayrıca bölümleri tek tek ele aldığımızda kendi başlarına gayet güzel olsalar da bütüncül baktığımızda dağınık bir görüntü oluştuğu kanısındayım. yine de okunacak bir tarafı var.

puanım: 6,2
devamını gör...

vegan vampir

vegan vampir

avukat rasim bey, her sabah olduğu gibi başında fötr şapkası, ayağında parlak rugan ayakkabısı ve elinde kahverengi deri çantası olduğu halde hızlı adımlarla bürosuna doğru yol almıştı. dün gece gördüklerini kime, nasıl anlatacağını bilemeden bir an önce bürosuna adım atmak istiyordu. nasıl olsa dosyaları incelerken, dilekçe yazarken, yahut müvekkillerle konuşurken dün gece yaşadıklarımı aklımdan çıkarırım diye düşünüyordu.

gün içinde her şey istediği gibi oldu. işten başını kaldıramadan günü sonlandırmayı başardı. evine gitti. akşam yemeği, bulaşık, haber programı falan derken gözleri yorgun düştü ve yatağına doğru ağır adımlarla ilerledi. tam yorganı üzerine çekmişti ki aynı ses yine kulaklarına fısıldadı:

- kanını emcüklemek istiyorum rasim. ama yapamıyorum. türdeşlerimin sizlere yaptığı eziyeti düşününce vicdanım el vermiyor. kan kokulu tang içmekten bir hâl oldum artık. edward'ın bella'sı varsa benim de vicdanım var rasim. anlıyor musun beni?

rasim, gözlerini sıkıca kapayıp uyumuş numarası yaparak onu duymazdan gelmiş ve gün ışığıyla birlikte bu tatsız sesten kurtulup birkaç saatlik uykuyla işe gitmişti. yine çok çalışmış, kafasını meşgul ederek yaşadığı bu tuhaf olayı unutmayı başarmıştı gün içinde. ama iki gündür sadece birkaç saat uyuduğu için artık fiziksel olarak da bir hayli yorgun düşmüştü. bu gece iyi bir uyku uyumalıydı. kesin kafaya koymuştu bunu. o kadar uykuluydu ki yemekten sonra hemen yatağına geçmiş, gözlerini kapamıştı ki yine aynı sesi duydu.

- emcüklemek istiyorum, rasim, ama yapamıyorum. vicdanım el ver...

derken rasim'in kafası attı. hızlı bir ayak hareketiyle yorganı üzerinden fırlatıp "yeter lan senin ettiğin" diye ayağa kalktı. "iterim ulam senin veganlığını, vicdanını. emiyorsan em, emmiyorsan ittir git. kaç gündür uyku uyutmadın. veganı ayrı kafa iter , vejetaryeni ayrı. bıkmadınız milletin kafasını ütülemekten. yok şöyle faydalı yok böyle yararlı... bi siz veganlar-vejetaryenler, bi ateistler, bi çaya şeker atmayanlar, bi de sigarayı bırakanlar her ortamda bunu dile getirmekten bıkmadınız. zaten gün boyu müvekkille uğraşmaktan, dosyalarla boğuşmaktan anam ağlıyor bir de sizi mi dinliycem! " diye öfkesini kustu.

o sırada vampir sus pus olmuş, boynu bükük kapıya doğru yönelmişti. bu durum onun için güzel bir hayat dersi olmuş, bundan sonra kimseye veganlık hakkında bir şey anlatmama kararı almıştı. olsundu, o da öyle bir vampirdi.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

okumuşla kokuşmuş:

hayata karşı genel bir memnuniyetsizliği vardı. yaşamdan aldığı tat minimuma inmişti. oysa eskiden böyle değildi. etrafa neşeler saçan, yüzünden gülücükler eksilmeyen çocuk gitmiş, yerine her şeye burun kıvıran nemrut surat bir adam gelmişti.

ona göre bunun sebebi, büyüdükçe farkındalığının artmasıydı. keşke cahil kalsaydı. cehalet mutluluktu. zaten bu ülkede kendine hak ettiği değerin verildiğini düşünmüyordu. yurt dışına çıkmalıydı. orada herkes sokakta birbirine selam veriyordu. buradaki gibi kokuşmuş siyaset konuşmuyorlardı gençler aralarında. adamlar, bu işleri aşmıştı. orada işsiz kalmak imkansızdı, sen iş bulamasan bile onlar sana zorla bir iş buluyordu. üstelik etin kilosu 10 avroydu. burada 10 liraya sakız bile alınmıyordu. "yok abi biz boşa okuduk, bu ülkede okumak aptallık." diye hayıflanıp duruyordu.

2 senedir mubi'ye üyeydi ama son 3 ayda yalnızca bir film izlediğini fark etti. yine de eli bir türlü üyeliğini iptal etmeye gitmiyordu. mubi üyeliği onun için entelektüel dünyaya açılan kapıydı. sık sık sosyal medyada önüne çıkan sokak röportajlarını arkadaşlarıyla paylaşır, bu milletin tam bir aptal olduğuyla ilgili tespitlerini iletirdi. "aslında hata bizde, bu kadar enayinin içinde parayı bulamadık." şeklinde dövünüp dururdu, bilhassa sigara parasının zor çıktığı günlerde.

üniversiteyi bitirdikten sonra hiç manita yapmamıştı. sebebini türk kadınlarının, lüks araba ve para düşkünlüğüne bağlardı. param için bana bakacaklarına hiç bakmasınlar diye düşünürdü. zaten bunların götünü çok kaldırmışlardı. onun derinliğine erişebilecek bir kadınla henüz karşılaşmamıştı. gerçi telefondan başını kaldırıp etrafa baktığı da yoktu ya...

kendini bildi bileli depresyondaydı. psikolojik sorunları olduğunun farkındaydı. farkındaydı çünkü çok okumuştu. youtube'de izlediği tedx konuşmaları, ilber ortaylı ve celal şengör videoları onu bambaşka bir noktaya taşımıştı. bu kokuşmuş düzende okumuşluk başa belaydı abisi.
devamını gör...

insanlığımı yitirirken


"artık ne mutlu ne de mutsuzum.
her şey geçip gidiyor.
bu zamana kadar yaşadığım, soğuk bir cehennemi andıran sözde "insan" dünyasında tek gerçek şey bu.
her şey geçip gidiyor."




şuci tsuşima'nın osamu dazai müstear ismiyle yazdığı romandır. romanın başkahramanı oba yozo'nun hayatı ile yazarın hayatındaki büyük benzerliklerden dolayı bu roman biyografik bir eser olarak yorumlansa da japon edebiyatında bu tarz romanlara biyografi değil "ben roman" denmektedir. ben roman, yazarın bire bir hayatını yansıtmayan, mamafih onun iç dünyasıyla ilgili yeterince done veren eserler için kullanılan yazma tekniğidir.


"insanlara karşı her zaman korku dolu bir ürperme hissettiğim ve insan gibi konuşma, insan gibi davranma yeteneğime hiçbir şekilde güvenmediğim için tüm korku ve endişelerimi toplayıp göğsümün derinliklerinde bir kutuya sakladım. melankolimi ve öfkemi gizlemek için büyük çaba sarf ettim ve bunun yerine kendimi masum bir neşe havası geliştirmeye adadım. böylece yavaş yavaş bir soytarıya dönüştüm."



yozo'nun karanlık dünyasının ve derin melankolisinin sebebi budur. onun çevresine karşı geliştirdiği sürekli şebeklik yapan karakterin içinde koskocaman bir boşluk vardır. insanlardan saklamak istediği bu karamsarlığın aslında onlara duyduğu güven bağının onarılmaz şekilde sarsılmasından kaynaklandığını açık şekilde görüyoruz. bu bedbin karakterin benzerini albert camus'un yabancı'sında da görebiliriz. bu bireyci, özünü sorgulayan bağlamda düşündüğümüzde varoluşçu bir roman olduğunu söyleyebiliriz.


" bir kadının tek bir kelimeyi fısıldayıvermesi, kendilerinden bahsetmek için harcadıkları binlerce ve milyonlarca diğer kelimeden daha fazla sempati uyandırırdı. bir kadının bu tek kelimeyi söylediğini hiç duymamış olmam tuhaf ve neredeyse gizemli geliyor. tsuneko, "yalnızlık" kelimesini asla yüksek sesle söylemese de, yalnızlık onun etrafında üç santim kalınlığında bir hava akımı gibi girdap gibi görünüyordu ve ben yanındayken, beni de sardı, kendi acı veren melankoli girdabımla bir şekilde karışıp birleşti. tıpkı, "suyun derinliklerindeki bir taşın üzerine konan güz yaprağı gibi," korkumdan ve kaygımdan kendimi uzaklaştırmayı başardım. "




"şu meşhur eski deyişi biliyor musun? 'yoksulluk kapıdan girince aşk pencereden uçar' çoğu insan hep yanlış anlıyor. bu, erkeğin parası bitince kadının ondan ayrıldığı anlamına gelmez. şu demek: bir adamın parası bittiğinde... kalbini kaybeder, değersizdir. o kadar zayıflar ki gülemez bile, garip bir aşağılık kompleksine kapılır, çaresiz kalır ve kadını kendinden uzaklaştıran o adam olur. bu noktada yarı delirir ve uzaklaşama kadar itmeye, itmeye ve itmeye başlar. en azından okuduğum bir kitapta öyle yazıyor. üzücü değil mi? ne yazık ki bu duyguyu çok iyi biliyorum"
devamını gör...

benim de söyleyeceklerim var

umut sarıkaya'nın 3 kitaptan oluşan, köşe yazılarının derlenmesiyle oluşan serisidir. okurken, hususi sandığım bazı duygu durum ve davranışlarımın aslında herkeste görülen gayet umumi bir hâl olması, ayrıca absürt bir durumun içine yerleştirilen gerçeğin çarpıcılığı karşısında tebessüm dolu bir aydınlanma yaşadım. umut sarıkaya'nın tespit, teşhis ve tenkit ustası olduğunu düşünürüm. gerçekten de anlatılan sanki senin hikayenmiş gibi hissediyorsun okurken. mesela şöyle:





"(...)hepimiz ne kadar çok kendimizi önemsiyoruz. genelde çok zengin olmak istiyoruz. sıradan olmayı hazmedemiyor yine bir çoğumuz. özel olmalıyız, en azından bir kişi için. kafasında olmak istediği kişiyi olamamış biri olarak, başka bir olamamış ile ilişkiye giriyoruz. iki sıradan insan birbirinin ne kadar özel biri olduğunu hatırlatıp duruyor. aralarından biri hatırlatmayınca da ilişkiyi kesip, başka bir sıradana hatırlatması için arayışa giriyor. uzun süre hatırlatanlar belli bir sure sonra sıkılıp evleniyor, baktılar ki ikisi de birbirine bunu hatırlatmaktan sıkılmış, çocuk yapıp onu dünyanın en özeli kılıyorlar. seçildiği için, annesinin babasının sıradanlığını aşmakla görevlendiriliyor. istediği gibi biri olmak yerine anne babanın kafasında olmak istediği ama olamadığı insanı olmak zorunda. hayır demesi neredeyse imkansız. bu hayır diyemeyenler de büyüyüp, çabalıyor, olmuyor, birini buluyor, sıkılıyor, çocuk yapıyor. bu kısır döngü böyle sürüp gidiyor, gittikçe artıyoruz. "






"ben takımdan ayrı düz koşu yapa yapa bir süre sonra birey oldum. içime kapanıp bir süre hayatımı sorguladım o koşularda. kimdi bu insanlar ? ne arıyordum bunların içinde? işte bu ve bu soruların cevabını kendi içimde aradım ve bir düz koşu esnasında bularak rotamı saha içinden ayırıp eve doğru koştum. kimse de ardımdan bir dur bile demedi. ve o günden sonra futbol hayatıma mutlu bir seyirci olarak"
devamını gör...

tehlikeli oyunlar

oğuz atay'ın hikmet karakteriyle, hayatı gerçek ve oyun üzerine bir dilemmaya oturtarak okuyucuyu hangisinin gerçek hangisinin oyun olduğu yönünde ikilemde bıraktığı, okuma süresince bizleri kahramanın iç dünyasında derin bir yolculuğa çıkaran romanıdır tehlikeli oyunlar.

hikmet benol , emekli albay hüsamittin tambay ve nurhayat hanım romanın baş karakterleridir. hikmet'in zamanının çoğu komşusu emekli albay hüsamettin tambay ile geçmektedir. hikmet, sık sık çeşitli latifeler ve dokundurmalarla albaya takılmaktadır. hikmet'in oyunlara olan merakı, hayatı oyunlar üzerinden anlama ve anlatma gayreti başlarda albayı sinirlendirse de sonunda o da bu oyunların müellifi olma yolunda ilerlemiştir.


"yazalım albayım; işte kağıt, işte ıstırap."


hikmet, evlenip boşanmıştır. eski eşi sevgi ile olan bu ayrıklarını zihnin evereninde tam olarak halledebilmiş değildir. oyunlarında kurduğu bilge karakteri üzerinden sevgi ile olan bu bağı koparmak istemektedir. böyle yaparak bir yandan da okuyucuya kendini kötü gösterip sevgi'nin ondan ayrılmasını kendi zihninde haklı bir zemine oturtmayı düşünmektedir.

tüm bu girift gerçek-oyun ilişkisini okurken hayli zorlandığımı belirtmeliyim. sürükleyici olmamakla birlikte kitabı bitirip üzerine düşündüğümde kurgusu, yarattığı etki ve verdiği mesaj bakımından bir şaheser olduğu muhakkaktır.
devamını gör...

düşüncenin çağrısı

schopenhauer, heidegger ve kant'ın düşünme eylemi hakkındaki yazılarının derlendiği, say yayınları tarafından yayınlanan bir kitaptır kendileri.

kitabın ilk kısmında schopenhauer'ın düşünmenin ulviliğine değindiğindi fikirleri yer almaktadır. ona göre düşünme; okuyarak, yazarak, araştırarak varılacak nihai bir durak olamaz. bunlar sayesinde birtakım nüveler elde edilse de düşünme, ancak kaynağı belli olmayan bir ilhamla harekete geçebilen bir mekanizmadır. schopenhauer'a göre okuma yoluyla yalnızca başkalarının düşündüklerine erişiriz. okumak, kendi düşüncemizin oluşmasının önünde bir engel teşkil eder.

diğer yandan, heidegger düşüncenin kökenini sorgulayarak neyin gerçek düşünce olduğunu açıklar. onun için düşünme eylemi, düşünülemeyen şeyin zihinsel varoluş sürecidir. heidegger'in söylediklerinden düşünebildiysem düşünmemişim demektir, gibi bir anlam çıkarabiliriz.

son olarak kant, düşünmenin önündeki en büyük engelin dogmatizm olduğundan bahseder.


bu üç büyük alman filozofun bir araya gelmesi beklentilerimi yükseltmiş olsa da oldukça sıkıcı bulduğumu belirtmeliyim.
devamını gör...

bayram

bayramlara dair:

aile evinde sabahın köründe babamın dürtükleyip namaza kaldırmasıyla başlayan gündür. “baba ben cehennemden kombineyi aldım çoktan.” diyemezsiniz. 2 saatlik uykuyla gidilir camiye. çıkışta eli öpülür babanın. sonra dedemin mezarına gideriz. eller açılır, babam duygusaldır. bense “dede, zamanında ucuzken bir arsa kapatamadın mı, elalemin dedesi neler bırakmış!” diye söylenirim içimden, sonra hûşû içinde bir amin’le bitiririm dua görünümlü şahinimi. yaş bilmem kaç olmuştur. teyzeler, halalar, kuzenler “yok mu görüştüğün biri” dokundurmalarıyla gerim gerim gererler. hınzır bir gülümsemeyle geçiştirirken bu soruları cevizli kadayıf boğazıma dizilir, sarı kolayla ferahlatırım kurumuş boğazımı. kapının her çalışı ayrı bir gerginliktir. hemen odama tüyerim. sesleri dinleyip ona göre reaksiyon alırım. “görünmezsem ayıp olur kişileri” geldiyse çıkarım, yoksa kapıyı kilitler ölü taklidi yaparım. misafir gidince annemin “gittiler, mağarandan çıkabilirsin.” demesiyle rahatlar, misafirin yemediği kadayıfdan bir çatal alıp kendime gelirim. artık akşam olur, bu saatten sonra kimse gelmez saati (9-10 gibi) geldi mi büsbütün keyiflenirim.

bayramın resmî tatil olması güzeldir. ama bayram kısmı, limonlu pril’e eşantiyon olarak bantlanmış ucuz bulaşık süngeri gibi durur tatilin yanında. oysa ben sadece limonlu pril’i severim.
devamını gör...

sanat

sanat en sevdiğim şeydir. maalesef yeteneğim olmadığı için yapamıyorum. imkanım olsa paso sanat yapardım. her güzelin 1(bir) kusuru var işte.(güzel=ben)
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

setna yükseliyor lanetli mezar

orijinal adı les enquetes de setna- la tompe maudite olan lanetli mezar, 4 ciltten oluşan setna yükseliyor serisinin ilk kitabıdır. ramses serisi ile ün salmış fransız mısır bilimci christian jacq tarafından kaleme alınmıştır. antik mısır tarihi ve mitolojisini sürükleyici bir kurguyla yorumlayarak kaleme aldığı romanları dünya üzerinde yüksek okuma rakamlarına ulaşmayı başarmıştır. bu kısımdan sonrası spoiler içermektedir.

kitap 2. ramses döneminde (mö 1303 – mö 1212) hititler ile yapılan kadeş savaşı sonrası huzur ortamının sağlandığı zaman aralığında geçmektedir. lanetli mezar ise öteki dünya ve cenaze tanrısı osiris'in gizemini taşıyan vazoyu barındırıyordu . bu vazonun mısır’ın ve firavunların kaderini belirleyen bir büyüye sahip olduğu düşünülüyordu. bu önemli sembol, kara büyülerle ve sıkı güvenlik önlemleriyle yerini firavun dışında yalnızca yetkili birkaç kişinin bildiği bir tapınak mezarda saklanıyordu. bu mezara girmenin, kara büyüler ve içerdiği lanetler nedeniyle imkansız olduğu düşünülüyordu. ancak olağanüstü kötücül güçlere sahip bir kara büyücü, muhafızları ve lanetleri aşarak buraya girmeyi başardı. vazo'yu ele geçirmenin tek yolu özenle saklanan "hırsızlar kitabı"nı ele geçirmek ve burada yazan talimatları başarıyla uygulamakla mümkün olabilirdi. tüm ülkenin ve firavunun kaderini tersine çevirecek bu tehlikeli objeyi bulmak ve suçluları yakalamak lazımdı.

ramses’in kraliçe unvanı olan nefertari dışındaki diğer karısı iset’ten olan iki oğlu vardı. bunlardan biri savaşçı yetenekleriyle öne çıkmak isteyen hırslı kişiliğe sahip büyük oğul ramesus idi. diğeri ise kendini makam hırsından arındırmış olan sadece aldığı zorlu katiplik dersleriyle okuma ve yazmaya, zorlu hiyaroglifleri yorumlamaya adayan setna idi. setna orduyu yönetmek istemiyordu fakat bu konuda da yetenekli olduğunu kanıtlamıştı. ramesu ise hırsıyla ön plana çıkıyordu. babası 2. ramses’in kadeş savaşında hititleri geri püskürtmesindeki başarısını devralarak ülkeyi babasının halefi olarak kendi yönetmek istiyordu. kardeşi setna’nın kendini kapatması ve sadece derslerle ilgilenmesi onu rakip olarak görmesinin önüne geçmişti.

seket ise kraliyet ambarını yöneten, zenginliği ile tanınınan keku’nun kızıydı. keku’nun kabiliyetlerinden haberdar olan ramses’in onu ekonomi bakanı yapacağı konuşuluyordu. bu sebeple keku, ramses ailesiyle arasını iyi tutmaya çalışıyordu. kızı seket ise ülkede güzelliği ile nâm salmıştı. o da kahinlik ve doktorluk mesleğinde ileriye gitmek için durmaksızın gayretle çalışıyordu. kara büyüleri bozmak, hastaları iyileştirmek gibi konularda giderek uzmanlaşıyordu.

ramesu, seket’e onu görür görmez vurulmuş ve onunla evlenmeyi kafaya koymuştu. seket’in babası keku da bu durumu lehine kullanarak görevde yükselmek için kızının bu evliliğini basamak olarak kullanmak istiyordu. lakin antik mısır’da babaların kızlarının hayatları üzerinde bir tahakkümü yoktu. önemli olan seket’in kararıydı. seket ise ramesu’dan hiç hoşlanmıyordu. ramesu’nun tüm şanına rağmen geri kafalı olduğunu düşünüyor ve onunla girdiği ortamlardan kaçarak umut vermek istemiyordu. babasına da bu durumu aktarmıştı.

setna ise papirus çalışmalarına yoğun şekilde devam ederken bir gün seket ile karşılaştı. seket bu mütavazi kişiliğin kralın oğlu olduğunu düşünmemişti bile. ancak öğrendiğinde onun kişiliğinden ve ramesu’nun tam tersi olan entelektüel gayretinden hayli etkilendi. setna da seket’in güzelliğinden ve birikiminden etkilendi. ve büyük aşk başladı. fakat önlerinde iki engel vardı setna, kardeşi ramesu'ya durumu izah etmeli ve babası kral ramses'ten evlenmeleri için onay almalıydı.

vazo'nun çalındığını duyan kral ramses hemen yüksek güvenlik önlemleriyle oğlu ramesu ve başarılı komutan setna'nın kankası çed'e emir vererek suçlunun bulunması talimatını verdi. uzun araştırmalar sonucu kalaş isiminde suriyeli bir deniz tüccarı tarafından hırsızlar kitabının çalındığı sonunca varıldı. peki kalaş bu kitabı kime vermişti? bu adama ulaşmak için setna'nın boynundaki aslan başlı muskasının koruyucu gücüne ve seket'in kara büyüleri çözmekteki ustalığına ihtiyaç vardı.

kitabın sonunda bu kara büyücünün kim olduğunu öğreniyoruz fakat ramses ve ekibi bu kişiyi bilmiyor. onlar "hırsızlar kitabı"nı çalan suriyelinin peşine düşerler...
devamını gör...

yaşıyoruz sessizce

şükrü erbaş'ın eşi hatice hanım öldükten sonra yayımladığı şiir kitabıdır.

"ömür hanım", "beni onurundan doğuran kadın" diyerek seslendiği rahmetli karısının ardından ona olan hasretini dile getirdiği büyük bir acının haykırışını içeren bu şiirleri okurken insanın ıstırabı kalbine duruyor. eline alınca incecik duran bu kitap, okumaya başlayınca boğazına diziliyor insanın, midesine oturuyor, nefesini kesiyor.

her dizesinde eskiye özlem, yokluktan doğan boşluk hissi ve saygıyla andığı kadının ardından onurlu bir bekleyiş vardır ölümü.


bir gün, "benim için şiir yazdın mı hiç." demiştin. göstermiştim, "şu heves sensin, şu incinmiş gurur sen, şu utangaç aşk, şu posta caddesi'ndeki daktilo sesi, çocukların okul dönüşü sevinci sen." kuşkuyla bakmıştın yüzüme. kirpiklerim içime dökülüvermişti. susarak büyümüş iki çocuktuk biz, kendisini sevmeyi bilmeyen. yanımızda birisi olmadan sevincimizden utanırdık...


"tanrı yalnızlığı senden yaratmış" diye ifade eder o derin yalnızlığını; özlemini, " ellerinden tutuyorum, birden ölüyorsun." diye. bazen öyle bir zaman gelir ki hatice'ye haykırmak gelir içinden: "nereye gidiyorsun bırakıp beni/ güzelliğin tanrısı, nereye..."


bir hastane odasında ümit dolu bekleyişle geçen uzun günlerin sonunda kapıyı çalan ölümü ve bilahare gelen gerçeği kabullenişi anlattığı "ölüm yok dünyada"şiirinin sonunda yer alan hatice hanım'ın sözleri, şairin kalbine batan dikenler gibidir. okuyanın da acıtır bir yerlerini:


(...)
kirpiklerin açıldı kapandı
doktorlar bembeyaz susuyorlar
ben sana inanıyorum
ölüm yok dünyada!
son bir gök damlası ağzının burcunda
girdi içeri.

kirpiklerin kapandı, kapandı
ilaçlar bitti, uykular bitti
dudakların kurumuyor, ayakların şişmiyor
soracak sorumuz kalmadı
hepimizin canından yapılmış bir ölüm
girdi içeri:

- ciwan beni hatırlayana kadar yaşasaydım.
- ölecekmişim gibi ağlayıp durma.
- tedaviyi neden kestiler ki?
- ölürsem çocuklarımı üzme.
- iyi ki seninle yaşadım bu dünyayı...


o son sözler, belli ki hep durur bir köşede. arada, onları çıkartıp bir zamanlar sevilmiş olmanın gurur dolu ifadesi olarak serer kendi önüne şair. ama o boşluğu hiçbir örtü dolduramaz nihayetinde:


"boşluk kendine çevirdi beni. her şey ağırlaşıyor. her şey soğuyor. belki de hiçlik bu. sen orada yalnız kalma diye burada konuşup duruyorum. canımın burcu. kirpiksiz gülüm. merhametine sığındığım kadın. senden bir parmak yüksekte aldığım her soluk kalbimi kurutuyor."

ömür hanım, iyi ki ben de seninle yaşadım bu dünyayı...


böyle sevgi ancak şiirlerde şarkılarda olur, dediği olmuştur çoğumuzun. sevmeye ve sevilmeye olan inançsızlığımız bizi böyle genel bir kabule sürüklemiştir. lakin şükrü erbaş'ı okuyunca da insanın sevesi, sevilesi gelmiyor değil.
devamını gör...

üç nokta yerine iki nokta kullanmak

iki nokta konusunda hiç tahammülüm yoktur. hatta küçükken mahalledeki arkadaşlarım “senin ne kadar da iki nokta konusunda hiç tahammülün yok öyle.” derlerdi. bu vesileyle bazı yazım hataları hususunda kafası karışanlara kuralları hatırlatmak isterim:

1- yaya geçidi olmayan bir yolda karşıya geçerken önce sola, sonra sağa bakıp en son tekrar sola dönecekken sağdan bir aracın geldiğini görüp hareketinizi yarıda keserek sağdaki aracın geçmesini beklemek anlamındaki yerlere üç nokta konulur.

2-esnaf lokantasında yemek yedikten sonra kürdanla dişinizi karıştırırken oluşacak kötü görüntüyü engellemek için diğer elinizi ağzınıza siper etmeniz anlamında kullanılan -ki ayrı yazılır.

3- diş macununu elinize aldığınızda sizden önceki kişinin macunu ortadan sıktığını fark edip en alttan bastırarak ortadaki çukuru dengelemeye çalışmak anlamında kullanılan -de, -da ayrı yazılır.

4-schopenhauer böyle, nietzsche böyle yazılır.
devamını gör...

bıyık yorgunluğu

kaç gündür düşünüyordum. muazzam bilgi kutucuklarıyla dolu hafızamın tüm odalarını tek tek karıştırdım günler boyu. bu sözlüğe öyle bilgi dolu bir tanım yazmalıydım ki hem okuyanlar okudukları bu bilgiyi gönül rahatlığıyla ortamlarda satabilmeli hem de bu varoluşçu seksi bedenin şânı hep önünden yürüyebilmeliydi. ve sonunda buldum. gerekli literatür taramalarını yaptım ve yazıyorum.

yaşasın şekilizm!

bıyık yorgunluğu yahut diğer adıyla bıyık stresi, kedi bıyıklarında görülen kırılma yahut bükülmelerle ortaya çıkan bir tür deformasyona verilen isimdir.

biliyorsunuz ki vibrissae (kedi bıyığının bilimsel ismidir. kafadan atmıyoruz yani. ayrıca cümleye biliyorsunuz diye başladım, böylece bilmeyen cahilleri aşağılıyorum burada) kedilerin hem dengelerini sağlamaları hem de etrafındaki maddeleri algılamaları için büyük bir önem taşıyor. hususiyetle mama veya su kaplarının dar olmasından mütevellit kedilerin bıyıklarında yıllara sâri bu tür bozulmalar oluşması muhtemel görünüyor.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel



bu durumun önüne geçmek için uzmanlar, mama ve su kaplarının dar tutulmamasını, kedi bıyıklarına zarar verecek çekiştirmelerden uzak durulmasını salık veriyor.

kedilerin bıyıklarını ve sevdiklerinizin kalbini kırmamamız temennilerimle,

saygılarımla arz ederim.
devamını gör...

son kuşlar

sait faik'in aynı adı taşıyan bir hikayesini de muhteva eden 19 hikayeden oluşan kitabıdır. burgazada'nın denizinin mavisinden, rüzgarından, kırlangıcından, kahvelerinden ve tabi ki insanından ebemkuşağı misali rengarenk manzaralar taşıyan güzelim hikayelerin bulunduğu bir kitap bu.

hikayelerde daha çok çeşitli meslek erbaplarına odaklandığını görüyoruz sait faik'in. balıkçıdan, kürekçiye, kahveciden, duvar ustasına ve dondurmacı çırağına kadar çeşitli mesleklerle uğraşan ada halkının sıkıntıları, sevinçleri, mesleklerine bağlılıkları onların yanında sıkı bir gözlemci olan yazarımız tarafından ayrıntısıyla anlatılır hiç sıkmadan, sıkılmadan.

hikayeleri okurken günden güne ilerleyen yozlaşmaya, değer yargılarının değişimine, doğanın insana küskünlüğüne ve nihayet hep var olan baş belası geçim derdine tanık oluruz.


"dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri gördük. sizin için kötü olacak. benden hikayesi."


hayatın derdi çilesi bitmez düşününce. bu varoluşçu kabulleniş, hikayelerdeki anlatılan insanların yaşama sımsıkı tutunmalarını engellememiştir. yaşamanın kıymeti belki de dert ile yoğrulmuş o gülüşlerde saklıdır:


"bir insan yüzüne doğuştan gelip oturmuş gülüş, üzülüş, düşünüş gibi şeylerin hiç uçmaması lazım. uçtu muydu, sanki kişi ölmüş demektir."


en güzel hikayelerden biri, bir marangoz ustası ve sanat erbabı olan mercan usta'nın hikayesidir. mercan usta öyle bir adamdır ki tesadüfi bir şekilde sait faik'in dostu bedri rahmi de anlatmıştır hikayesinde bu burgazada'nın sanat ehlini. yazarın sevdiği gibi sevesiniz geliyor mercan ustayı; hiç görmeden, istanbul ilinde yaşadığını bilmeden, birdenbire, zanaatından ve adından sevesiniz...


"canım mercan ustam! ellerinden hürmetle öperim.biz de zanaat ehliyiz: yazı yazıyoruz a. ne mercan usta'ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne çeşmibülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. saygı duymadık da ne oldu? dünyayı birbirine kattık işte... sofralarımızı, kapılarımızı, gönüllerimizi kapadık. kapadık da ne ettik? dünyayı birbirine kattık."
devamını gör...

flörtleşmek

yanlış flörtleşme üzerine:

son yıllarda flörtleşme olayı veba gibi yayılıyor. yanlış flörtleşme yüzünden binlerce insanın kalbi paramparça vaziyette. acilen bu zalimliğe birileri dur demeli.

flört döneminde yapılan yanlışlardan biri, sürenin uzun tutulması. tarafların tatlı bir heyecana kapılıp birbirlerine tam olarak açılmaması yahut var olan ileriye dönük kuşkularını rahatça söylememeleri nedeniyle sonu yıkımla biten vakaları sıkça gözlemlemek mümkün. o nedenle bu sürenin sakız gibi uzayıp gitmemesi için taraflardan biri acilen devreye girmeli ve sormalı: şimdi biz neyiz?

diğer yandan, yalnızlığın getirdiği can sıkıntısı nedeniyle başlayan flört girişimleri hüsranla bitmeye mahkum. biliyorsunuz kierkegaard’ın da dediği gibi “can sıkıntısı tüm kötülüklerin anasıdır.” kim kimin âhını aldıysa hemen yerine koysun. kimse üzülmesin.

demem o ki duyguları rafa kaldırdık. ama raflar sağlam değil. sahtelikle ve yapmacıklıkla bir işe girişip kimseyi oyalamanın da anlamı yok.
devamını gör...

ben ve öteki

ben ve öteki üzerine:
kimse her sabah uyanınca aynaya baktığında kendini görmeyeceği hususunda kuşkuya kapılmaz. herkes sağlıklı bir şekilde uyuduğu taktirde yarın yine aynada kendiyle karşılaşacağını bilir. hayatı boyunca hep aynı beniyle yaşadığını sanır. ancak gerçekte, yaşadıkları olaylar benlerini önüne katıp giden nehir gibidir.

peki her gün yeni bir benle yaşıyorsak nasıl oluyor da ömür boyunca hep aynı benle yaşadığımız izlenimine kapılıyoruz? ben bunu, sistemin bizim lehimize çalışmasında açıklıyorum. bazısı var ki hep kendi olmaktan gayet memnun. "ben hiç değişmedim" diye mahrur bir edâ ile gezinir ortalıkta. farkında değil ötekinin dışa vurduğu benliği üzerine giydiğinin. farkında olsa rahatının kaçacağı muhakkak.

çünkü insan, kendi konumunu isabetle veya eksik, bir şekilde belirlemişse ve bu belirlediği konumu ötekinin dışa vurduğu benlikten elde etmişse bu iki insan arasında gerçeğin ortaya konulması için bir çalışma başlamış demektir.

ötekinden aldığımız şeyi kendimize giydirmişsek ötekinin konumunu yeniden tesise de sorumlu sayılırız. hele bir de öteki "sen ben olduğuna göre ben kimim?" diye soracak kadar sevgi sunmuşsa...
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli portakal radyo renk modu sözlük kütüphanesi online yazarlar kulüpler yazarak kitap kazan puan tablosu sıkça sorulan sorular yönetim kadrosu istatistikler iletişim