sahibinin güzel olduğu hissi veren kadın isimleri
cemal
devamını gör...
esogü tıp öğrencilerinin sınav mağduriyeti
esogü tıp fakültesi dönem 5 öğrencilerinin sınavında mağduriyet yaşandı. sınav sisteminin değiştiğini öğrenciler sınav anında öğrendi. içinde klasik soruların da bulunduğu sınavda soruların 50 saniye sonra otomatik olarak geçmesi ve sorulara geri dönüş olmaması öğrencilerde büyük tepkiye yol açtı. bütün bunların dışında yaşanan teknik aksaklıklar da öğrencilerin aleyhine oldu. öğrenciler twitterda haklarını arıyor. umarım bu adaletsizlik en kısa zamanda çözüme ulaşır.
buradan
buradan
devamını gör...
12 nisan tecavüz günü trendini başlatanların bulunması
twitter'da dün başlatılan iğrenç,ahlaksız ve komik olmayan trol denemesini başlatan küçük yaş arkadaşların gözaltına alınması durumu.tahmin edildiği gibi 3 kişininde yaşı 18'den küçük.
kaynak
kaynak
devamını gör...
yol arkadaşlığı
kimi zaman dostlar, kimi zaman eşler için kullanılan bir tabir. yolunuza eşlik eden, sizinle birlikte yürüyen insanı ifade eder ki çoğu zaman o insanın sizde değeri ve yeri ayrıdır. ha ama her zaman insan da olmaz bu. bazen kedi, köpek, kuş olur.
devamını gör...
tecavüzcü uşşaki tarikatı liderinin erdoğan'ı padişah ilan ettiği gerçeği
padişah ilan etmesi 2016 yılında gerçekleşmiştir. (ironi değildir)
taciz olaylarının ortaya çıkması ise 2020 yılında gerçekleşmiştir.
(bkz: bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim)
sözünü akıllara getirir.
(bkz: şahsım) kişisini desteklemekte inat edenlerin farkında bile olmadığı gerçektir.
edit: mevzu sadece desteklemesi değil padişah ilan etmesidir. diktatör denildiğinde "ben diktatörsem nasıl konuşuyorsun ?" diyen adam samimi olsa idi böyle bir durumda bu insanlık dışı varlığı uyarırdı.
din adına samimi olsaydı, kendi içişleri bakanı onu peygamberin üstüne çıkardığında ona dur derdi.
iki dost birbirine benzemektedir ikisi de dini menfaati için kullanmaktadır.
taciz olaylarının ortaya çıkması ise 2020 yılında gerçekleşmiştir.
(bkz: bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim)
sözünü akıllara getirir.
(bkz: şahsım) kişisini desteklemekte inat edenlerin farkında bile olmadığı gerçektir.
edit: mevzu sadece desteklemesi değil padişah ilan etmesidir. diktatör denildiğinde "ben diktatörsem nasıl konuşuyorsun ?" diyen adam samimi olsa idi böyle bir durumda bu insanlık dışı varlığı uyarırdı.
din adına samimi olsaydı, kendi içişleri bakanı onu peygamberin üstüne çıkardığında ona dur derdi.
iki dost birbirine benzemektedir ikisi de dini menfaati için kullanmaktadır.
devamını gör...
atatürk'ün en sevilen sözü
büyük olmak için, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin. hiç kimseyi aldatmayacaksın. ülke için gerçek amaç ne ise, onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.
“herkes senin aleyhinde bulunacaktır. herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. fakat sen, buna karşı direneceksin. önüne sonsuz engeller yığacaklardır. kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak, bu engelleri aşacaksın.
bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin.”
“herkes senin aleyhinde bulunacaktır. herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. fakat sen, buna karşı direneceksin. önüne sonsuz engeller yığacaklardır. kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak, bu engelleri aşacaksın.
bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin.”
devamını gör...
klişe youtube yorumları
bunu begenen sinavdan 100 alir.
devamını gör...
hayata uyum sağlayamamak
sanki doğduğum günden beri böyleymiş gibi hissettiğim durumdur.
hayata dahil olamazken dışında da kalamiyoruzdur genelde. e bunun sonu da bol bol sahte gülüş, bol bol boş ilişki oluyor.
hayata dahil olamazken dışında da kalamiyoruzdur genelde. e bunun sonu da bol bol sahte gülüş, bol bol boş ilişki oluyor.
devamını gör...
bir normal sözlük delisinin bildirgesi
kıymetli kardeşlerim,
şu anda sizlere vpn aracılığı ile romanya'dan yazıyorum. türkiye'deki durumlar malumunuz.
kafa sözlük'ün son zamanki gidişatını büyük bir hicap içinde izliyorum ve gözlemliyorum. trollerin ile entellerin formu gittikçe düşmektedir ve bu durumun sözlüğe yansıması çok ciddidir. ben bir kafa sözlük delisi olarak ortaya bir duruş koymam gerektiğini düşünüyorum. bir kafa sözlük delisi olarak kendimizi bir portakal için feda ederiz.
bu vesile ile şu soruları sormak istiyorum:
ayın tablosu sıralaması belirlenirken kankacılık ayağına hangi yazarlar kayrılıyor?
artı oylama yapılırken tanıma mı yoksa tanımı giren kişiye mi bakılıyor?
bazı popüler yazarlar birbirlerine yancılık mı yapıyor?
eğer bu soruların doğruluğu ile ilgili herhangi bir şüpheniz varsa veya yalan söylüyorsam çok emek verdiğim en beğenilen tanımlarımı teker teker sileceğim. eğer bir falsom çıkarsa, beni artık mahlasının hakkını vermeyen yazar sınıfında görebilirsiniz. #916259 no'lu tanımda belirttiğim gibi:
eyyyyy muktedirler, vallahi billahi sizi capsler ile bitireceğim. bir program ve bilgisayara yenileceksiniz.
bana portakalda üst sıralarda yer almak için bazı yazarları örgütleyip örgütlemediğimi soruyorlar. siz beni yapmış olduğum işler ile zamanında portakal'da üst sıralara sokmadınız mı? bu nasıl bir riyakarlık? şimdi ne oldu da birdenbire beni organize yazar örgüt lideri ilan ettiniz? yoldaş benjamin abimize saygımız sonsuz, başımızın üstünde yeri var.
sevgili yazar kardeşlerim korkmayın. büyük portakal birliğini kuracağız. bu düzeni hep beraber inşa edeceğiz. son söz olarak:
bir umuttur kafa sözlükte yazmak.
şu anda sizlere vpn aracılığı ile romanya'dan yazıyorum. türkiye'deki durumlar malumunuz.
kafa sözlük'ün son zamanki gidişatını büyük bir hicap içinde izliyorum ve gözlemliyorum. trollerin ile entellerin formu gittikçe düşmektedir ve bu durumun sözlüğe yansıması çok ciddidir. ben bir kafa sözlük delisi olarak ortaya bir duruş koymam gerektiğini düşünüyorum. bir kafa sözlük delisi olarak kendimizi bir portakal için feda ederiz.
bu vesile ile şu soruları sormak istiyorum:
ayın tablosu sıralaması belirlenirken kankacılık ayağına hangi yazarlar kayrılıyor?
artı oylama yapılırken tanıma mı yoksa tanımı giren kişiye mi bakılıyor?
bazı popüler yazarlar birbirlerine yancılık mı yapıyor?
eğer bu soruların doğruluğu ile ilgili herhangi bir şüpheniz varsa veya yalan söylüyorsam çok emek verdiğim en beğenilen tanımlarımı teker teker sileceğim. eğer bir falsom çıkarsa, beni artık mahlasının hakkını vermeyen yazar sınıfında görebilirsiniz. #916259 no'lu tanımda belirttiğim gibi:
eyyyyy muktedirler, vallahi billahi sizi capsler ile bitireceğim. bir program ve bilgisayara yenileceksiniz.
bana portakalda üst sıralarda yer almak için bazı yazarları örgütleyip örgütlemediğimi soruyorlar. siz beni yapmış olduğum işler ile zamanında portakal'da üst sıralara sokmadınız mı? bu nasıl bir riyakarlık? şimdi ne oldu da birdenbire beni organize yazar örgüt lideri ilan ettiniz? yoldaş benjamin abimize saygımız sonsuz, başımızın üstünde yeri var.
sevgili yazar kardeşlerim korkmayın. büyük portakal birliğini kuracağız. bu düzeni hep beraber inşa edeceğiz. son söz olarak:
bir umuttur kafa sözlükte yazmak.
devamını gör...
anna karenina
anna-vronski, dolli-stiva ve kiti-levin. üç farklı hayat, üç farklı portre, üç farklı ölüm.
şimdi yazacaklarım spoiler içermeyecek. ancak daha sonrasında spoiler ile birlikte açıklayacağım düşündüklerimi. ve belki biraz uzun bir yazı olacak, o yüzden bir eser de koyuyorum:
tolstoy gibi bir dehanın belki de en büyük eseridir bu kitap. savaş ve barış'ı andırdığı çok fazla yön vardır. örneğin, savaş ve barış'ta olduğu gibi bizlere "dışsal bir gücün dayattığı zorunluluk" anlayışını verir. dıştan bağımsız içsel bir mücadele bu romanda da görülür. açıkçası bazen düşünüyorum: böyle bir romana roman yakıştırması yapmak adaletli midir? çünkü bir sürü roman okuruz ve dönüp dolaşıp da üzerine pek düşünmeyiz bazıları üzerine. gerçi üzerine düşünmediğimiz, kendini açmayan bir roman da ne kadar romandır tartışma konusu. lakin tolstoy'un kalemi o denli güçlü ki insan kendi kendine soruyor: ne okudum ben şimdi? gerçekten okudum mu bir şey, yoksa bu okuduğumu sandığım şeyi aslında görüm mü ve gerçek bir hayattan kısa bir kesit miydi bu sadece?
"bir düzyazı türü olarak roman" da denebilir, "apaçık hayat" da. romanı okurken çok keskin olarak anlaşılan bir konu varsa da bu mutlaka "karşıtlıklar" olur. derin bir analoji üzerine kuruludur ve bunu anna-vronski ilişkisi ile kiti-levin ilişkisi üzerinde görürüz.
bu analojiye az sonra spoiler ile birlikte değineceğim. ondan önce hislerimi açıklamama izin verin lütfen.
açıkçası böylesine bir eseri insan gerçekten de sindirerek okumalıymış diye düşünüyorum. ve ben epey uzun sürede bitirdiğim için (bilinçli olarak) bundan memnunum. kendimi sıkmadım, ruhum beni ne zaman çekti o gerçek hayata; işte o zaman döndüm oraya. kitap beni sıkmadı. * lakin beni kendinden uzaklaştırdığı da oldu. çünkü hanımlar, baylar; bu kitap gerçek bir hayatı anlatıyor adeta size. ve korkmamak elde mi? size neyin ne olduğunu söylüyor. * belki bu yüzdendir, kitapta hiç üzücü bir şeyin anlatılmadığı yerde bile gözyaşlarıma hakim olamadım. gerçi tamamıyla anlaşıldığında şüphesiz bir trajedidir bu. ama bir kurtuluşun da öyküsüdür. bir dirilişin veyahut. aynı zamanda bir ölümün. şu an bile düşündükçe tüylerim diken diken olur. okundu ve bitti, evet. anısı ise halen aklımda, gerçek bir romanın bizlere yapması gerektiği gibi.
gelgelelim bu yazıda umduğum gibi de yazamayacağım. cesaret etmeye bile korkuyorum bu roman hakkında. anlamını sözcüklerimle öldürmeyeyim istiyorum. diğer yandan samimi bir dille anlatırsam, işte o zaman, anlam güçlenebilir.
kitapta aşk kelimesi pek geçmez. ancak o aşkı iliklerinize kadar da hissedersiniz. daha doğrusu buna aşk demeye siz de cesaret edemezsiniz ya; yalnızca düşünür ve başka kelime bulamadığınızı fark edersiniz. evet, gerçek hayat gibidir derken belki de bunu kastediyordum işte. kelimeler yetersizdir ve kelimeler gereksizdir. insan doğasının bizlere "bahşettiği" bir lanettir kelimeler. çünkü gözler ve yürek zaten konuşur. bizlerse onları duyarız. kelimelerse bunu bozar bir noktada ve duyumu engeller. işte tolstoy bunu biliyor olmalı şüphesiz. bizlere öylesine sesleniyor ki, dış dünyayla bağlantımızı koparmadan iç dünyaya olan ilişiğimizi gösteriyor.
yani yazar var, yazar var...
şimdi içerikle beraber kısaca bu analojiye değinmek istiyorum. şüphesiz yüce olana çağrıdır bu roman. bir yakarıştır da yüce olan için. vicdanın ve yüce gönüllülüğün öldüğünü bize gösterir, sahtekarlığın ise hiç olmadığı kadar zirvede olduğunu gösterdiği gibi. anna'nın çığlıklarını duyarız ölümüne kadar. tek istediğinin sevilmek olduğunu anlarız. ve vronski'ye aslında teslim edemediğini tamamen kendini. fakat bunun sebebi pek de vronski'yle alakalı olmasa gerek. anna, levin gibi ince bir ruha sahiptir. hayatın olağan akışına ayak uyduramayan ve ayak da uydurmaktan çekinen kimselerdir bunlar. bu yüzden de toplum tarafından "dışlanırlar". anna'nın aşkı alay konusu olur sosyetede. levin'in hayat hakkında düşünceleri de. örneğin, levin'in kiti'ye günlüğünü okutmasını göz önüne alalım. böyle bir davranış biçimi hangi insanda görülür?
diğer yandan vronski levin'in -kanımca- tam zıttıdır. levin için aşk ölümsüz ve yücedir, cinsellikle bağdaşır fakat sevgi ile ayaktadır. vronski içinse aşk daha çok şehvetle karışıktır. öyle ki anna'ya aşık olduğunu söyledikten sonra kendine, ona karşı soğuduğunu hisseder zaman zaman:
"vronski'nin ne söylemek istediğini birden anımsayamadı. son zamanlarda giderek sıklaşan anna'nın kıskançlık nöbetleri dehşet veriyordu ona. bu kıskançlığın nedeninin sevgi olduğunu bilmesine karşın, bu durum vronski'yi anna'ya karşı soğutuyordu. bunu gizlemeye çalışıyordu vronski. anna'nın sevgisinin onun için bir mutluluk olduğunu kaç kez söylemişti kendi kendine, işte şimdi anna, dünyada en önemli şeyi aşkı olan bir kadının sevebileceği gibi seviyordu onu. oysa o, anna'nın peşinden gitmek için moskova'dan ayrıldığı zamanki mutluluğundan çok uzaklardaydı. o zaman mutsuz sayıyordu kendini. önündeydi mutluluk. şimdiyse en tatlı mutluluğu geride bıraktığını hissediyordu. anna, ilk zamanlar gördüğü anna değildi. onda ruhsal yönden de, bedensel yönden de kötüye doğru bir değişme olmuştu. kalınlaşmıştı. yüzünde aktristten söz ederken olduğu gibi hain, yüzünü çirkinleştiren bir anlatım belirmişti. vronski, anna'ya, kopardığı solmuş bir çiçeğe, onda artık onu koparmasının nedeni olan güzelliğini görmeden bakan bir insan gibi bakıyordu. buna karşın vronski, eskiden aşkı daha güçlü olduğu zamanlar, çok isterse bu aşkı yüreğinden koparıp atabileceğini düşünürken şimdi anna'yı sevmediğini hissettiği şu anda, onunla arasındaki bağın koparılamayacak bir bağ olduğunu biliyordu." (sayfa 467)
levin ise daha çok şöyle düşünür:
"levin, şimdiye dek evlilik üzerine düşüncelerinin yaşamını nasıl düzenleyeceği üzerine kurduğu hayallerinin tümünün çocukça şeyler olduğunu; bunun, onun şimdiye dek anlamadığı, şimdi de, bunu yaşamasına karşın daha da az anladığı bir şey olduğuunu giderek daha iyi hissediyordu. göğsünden boğazına doğru bir şey yükseldi, yükseldi, tutamadığı gözyaşlarıyla doldu gözleri." (sayfa 581)
"kiti'nin bu söylediklerinde olağanüstü hiçbir şey yoktu görünüşte. ama o, bunu söylerken sesinin her kıvrımında, dudaklarının da, gözlerinin de, ellerinin de her hareketinde levin için sözle anlatılamayacak ne büyük anlam vardı! her şey vardı burada: özür dileme de, levin'e güven de, şefkat de -ince, ürkek bir şefkatti bu-, söz veriş de, umut da, sevgi de -bu sevgiye inanmamak elinde değildi levin'in, mutluluktan soluğu kesilecek gibi oluyordu-..." (sayfa 499)
"özgürlük mü? neye yarar özgürlük? sevmektir mutluluk. istemek, onun istediği şeyleri istemek, onun düşündüğü şeyleri düşünmektir mutluluk. özgürlüğün olmamasıdır yani!" (sayfa 570)
vronski zaten oldukça gösterişli bir adamdır. yakışıklı, zengin, mevkiili vs. vs. levin ise bütün bunlara yabancı bir romantiktir. yakışıklı ve paralıdır belki ama sosyete hayatına vronski kadar alışık değildir ve yabancı hisseder orada kendini. huzursuz hisseder ve çiftlik evine, kitaplarına ve laska'ya, çulluk avına döner. bir yandan da düşünmektedir hayat hakkında. tıpkı anna'nın o sıralar düşündüğü gibi. fakat levin'in düşünceleri doğrudan felsefidir ve hayatın anlamıyla alakalıdır. bu açıdan levin içe dönük bir doğaya sahiptir. anna'nın düşünceleri ise yaşamak ile alakalıdır ve yine kendini var etmekle alakalıdır. ikisinde de bir yaşama arzusu vardır ve bu dışsal olan ideale yöneliktir. diğer insanlardan farklılardır; diğerleri kendilerini herkesin kendisini kaptırdığı bir akıntıya kaptırmıştır. bunu levin ile köylülerin diyaloglarında görebiliriz. örneğin, çar'ın savaşa adam yollamasıyla alakalı bir konuşmada, sergey ivanvoviç idi yanılmıyorsam- şöyle bir şey sorar köylüye: "bu savaş hakkında ne düşünüyorsun?" köylü cevap verir: "imparatorumuz ne derse o iyidir."
bu bakımdan levin'in ve hatta sergey ivanoviç'in auraları anlaşılabilir.
şimdi düşünüyorum da... bu kadar fazla karakteri nasıl anlatmaya kalkışacağımı bilemedim. ayrı ayrı isimleriyle başlıklar açsam daha makul olur diye düşünmekteyim. bir sürü karakter var ve bu karakterlere az yer verilmişse de her biri konuşulmayı hak ediyor. örneğin mariya nikolayevna, lvov, katavasov, mihaylov vs. vs.
ama genel hatlarıyla söylenebilir ki bir devrin bittiği açıklanmaktadır bu kitapla birlikte. romantizmin sonu, hovardalığın başlangıcı. veya şöyle de denebilir (gerçi çok şey denebilir): "anlaşılmak"ın yenilgisi...
şuna da değinmek istiyorum: fru-fru'nun ölümü ile anna'nın ölümü oldukça paralellik gösteriyordu. anna'nın orada haykırışı aslında bir noktada kendi ölümünü doğurdu. nasılsa fru-fru'nun ölmeden ve düşmeden önce haykırdığı gibi. vronski dengeyi sağlayamamıştı fru-fru'nun üzerinde ve istemi dışında düşmüştü. fakat tam olarak da istemi dışında düşmemişti. nasılsa anna'yı istemeden ve aynı zamanda isteyerek öldürdüğü gibi. şüphesiz kendi hovardalığı da sebep oldu bunlara ve anna'yı anlayamadı. anna zaten anlaşılması oldukça zor bir kadındı. o yüzden de bu kadar yalnızdı bugüne kadar. (levin gibi)
neticede anna anlaşılamadı ve öldü, levin ise anlaşıldı ve yeniden doğdu. fakat bir noktada levin'in de neredeyse öldüğünü ve tanrı'ya inanmamasına rağmen tanrı'ya yakardığını gördük: çocuğunun doğumu. bu nokta levin için dehşet vericiydi, öyle ki kiti ölecek diye korkunç bir buhrana girmişti. ve gördük ki, çocuk doğunca, levin pek de memnun olmadı. çünkü oydu ona bunca acıyı veren.
pek açılmaya müsait şeyler söylediklerim, farkındayım. lakin şu konu anlaşılmalıdır: bu kitap kendisini sonsuza kadar açabilir. nasılsa kendi hayatlarımız sonsuza kadar açılabilecekse. nitekim bazı anlarda düşünüp düşünüp dururuz ama bir sonuca varamayız, çünkü sonsuz olasılık, senaryo vardır.
ayrıyeten dolli ve stiva'dan bahsetmek isterdim. onlar ise aslında bu başkaldırıdan uzak kimselerdir ki bunu özellikle stiva'nın aldatmalarında ve kadınlar hakkındaki düşüncelerinde, dolli'nin ise en sonlarda anna'ya giderkenki çapkınlık düşüncelerinde görürüz. bunlar sadece düşüncedir dolli için çünkü kendisi evlidir. anna gibi cesaret edemez yeni maceralara atılmaya. fakat içten içe istemektedir de.
sanırım bu kadar yazacağım. ileride eklemeler yapar, renklendiririm bu yazıyı. ve aklıma geldikçe doldurmaya özen göstereceğim. şüphesiz birkaç yıl sonra -şayet burada olursam- yine bir şeyler yazacağımdır. çünkü saatlerce konuşmaya değer bir konu. doğrudan hayatla ilişkili işte. biraz alıntıya yer vereyim öyleyse son olarak:
anna:
özgürlüğünün, sağlığına hızla kavuşmasının bu birinci döneminde anna bağışlanamayacak kadar mutlu, yaşam dolu olduğunu hissediyordu. kocasının mutsuzluğunun anısı zehirlemiyordu mutluluğunu. bir yandan, bu anı üzerinde düşünülemeyecek kadar korkunçtu; öte yandan, kocasının mutsuzluğu ona pişmanlık duyamayacağı kadar büyük bir mutluluk veriyordu. hastalanmasından sonra olan biten her şeyin anısı -kocasıyla barışması, bozuşmaları, vronski'nin yaralandığı haberi, onun eve gelmesi, boşanma hazırlıkları, kocasının evinden ayrılışı, oğluyla vedalaşması- bütün bunlar ona kâbus gibi geliyordu. kocasına yaptığı kötülük şimdi tiksintiyi uyandıran bir duygu uyandırıyordu içinde. boğulmak üzere olan bir insanın, ona sarılmış, onu dibe çeken bir insandan kendini kurtardığı anda duyabileceği duygunun aynıydı bu duygu. öteki adam boğulmuştur. elbbette iyi bir şey değildir bu. ama tek kurtuluşu o korkunç ayrıntıları düşünmemekti.
stepan arkadyeviç, aleksey aleksandroviç karenin'e anna'yla boşanmaları için konuşuyor:
"her gün senden gelecek yanıtı bekliyor. doğrusu, ölüm cezasına çarptırılmış bir insanı, boynunda bir ilmekle, belki öleceksin, belki bağışlanacaksın diye aylarca öyle bekletmeye benziyor bu."
levin ve doğası hakkında:
"ama korkunç olan bir şey var... sen evlendin, bilirsin bu duyguyu...bizim gibi yaşlıların, aşklarının değil de günahlarının geçmişiyle...ansızın tertemiz, masum bir yaratığa yaklaşmamızdır korkunç olan. iğrenç bir şey bu. insanın bu yüzden kendini ona layık görmesi olası değildir..."
"işlediğim sevaplara göre bağışlama beni, yüce yürekliliğinle bağışla... "
levin, aşırı uysallıklarıyla, çekingenlikleriyle can sıkan insanların çok kısa bi zaman sonra aşırı titizlikleriyle, huzursuzluklarıyla çekilmez olduklarını bilirdi. aynı durumun ağabeyinde de ortaya çıktığını hissediyordu. gerçekten de, nikolay'ın munisliği çok sürmedi. devrisi gün başladı huysuzluğa. sürekli çatıyordu kardeşine. onun en duyarlı yerlerine dokunuyordu.
aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.
birçok aile, sırf karı koca arasında tam bir anlaşmazlık ya da anlaşma olmadığı için ikisinin de çoktan bıktıkları yeri yıllarca değiştiremezler.
insan sevdiğini olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil.
ışıktan yoksun olmamak için gözlerini kapamaması yeter insanın.
sevgide az ya da çok diye bir şey yoktur.
eğer iyiliğin bir nedeni varsa, o artık iyili değildir; eğer iyiliğin bir sonucu, yani ödülü varsa yine iyilik değildir. demek ki iyilik, neden ve sonuç zincirinin dışındadır.
- ama eğitimin amacı da bu zaten: her şeyi zevk haline getirmek.
+ eh, eğer amaç buysa o zaman ben yabani kalmak isterim.
şimdi yazacaklarım spoiler içermeyecek. ancak daha sonrasında spoiler ile birlikte açıklayacağım düşündüklerimi. ve belki biraz uzun bir yazı olacak, o yüzden bir eser de koyuyorum:
tolstoy gibi bir dehanın belki de en büyük eseridir bu kitap. savaş ve barış'ı andırdığı çok fazla yön vardır. örneğin, savaş ve barış'ta olduğu gibi bizlere "dışsal bir gücün dayattığı zorunluluk" anlayışını verir. dıştan bağımsız içsel bir mücadele bu romanda da görülür. açıkçası bazen düşünüyorum: böyle bir romana roman yakıştırması yapmak adaletli midir? çünkü bir sürü roman okuruz ve dönüp dolaşıp da üzerine pek düşünmeyiz bazıları üzerine. gerçi üzerine düşünmediğimiz, kendini açmayan bir roman da ne kadar romandır tartışma konusu. lakin tolstoy'un kalemi o denli güçlü ki insan kendi kendine soruyor: ne okudum ben şimdi? gerçekten okudum mu bir şey, yoksa bu okuduğumu sandığım şeyi aslında görüm mü ve gerçek bir hayattan kısa bir kesit miydi bu sadece?
"bir düzyazı türü olarak roman" da denebilir, "apaçık hayat" da. romanı okurken çok keskin olarak anlaşılan bir konu varsa da bu mutlaka "karşıtlıklar" olur. derin bir analoji üzerine kuruludur ve bunu anna-vronski ilişkisi ile kiti-levin ilişkisi üzerinde görürüz.
bu analojiye az sonra spoiler ile birlikte değineceğim. ondan önce hislerimi açıklamama izin verin lütfen.
açıkçası böylesine bir eseri insan gerçekten de sindirerek okumalıymış diye düşünüyorum. ve ben epey uzun sürede bitirdiğim için (bilinçli olarak) bundan memnunum. kendimi sıkmadım, ruhum beni ne zaman çekti o gerçek hayata; işte o zaman döndüm oraya. kitap beni sıkmadı. * lakin beni kendinden uzaklaştırdığı da oldu. çünkü hanımlar, baylar; bu kitap gerçek bir hayatı anlatıyor adeta size. ve korkmamak elde mi? size neyin ne olduğunu söylüyor. * belki bu yüzdendir, kitapta hiç üzücü bir şeyin anlatılmadığı yerde bile gözyaşlarıma hakim olamadım. gerçi tamamıyla anlaşıldığında şüphesiz bir trajedidir bu. ama bir kurtuluşun da öyküsüdür. bir dirilişin veyahut. aynı zamanda bir ölümün. şu an bile düşündükçe tüylerim diken diken olur. okundu ve bitti, evet. anısı ise halen aklımda, gerçek bir romanın bizlere yapması gerektiği gibi.
gelgelelim bu yazıda umduğum gibi de yazamayacağım. cesaret etmeye bile korkuyorum bu roman hakkında. anlamını sözcüklerimle öldürmeyeyim istiyorum. diğer yandan samimi bir dille anlatırsam, işte o zaman, anlam güçlenebilir.
kitapta aşk kelimesi pek geçmez. ancak o aşkı iliklerinize kadar da hissedersiniz. daha doğrusu buna aşk demeye siz de cesaret edemezsiniz ya; yalnızca düşünür ve başka kelime bulamadığınızı fark edersiniz. evet, gerçek hayat gibidir derken belki de bunu kastediyordum işte. kelimeler yetersizdir ve kelimeler gereksizdir. insan doğasının bizlere "bahşettiği" bir lanettir kelimeler. çünkü gözler ve yürek zaten konuşur. bizlerse onları duyarız. kelimelerse bunu bozar bir noktada ve duyumu engeller. işte tolstoy bunu biliyor olmalı şüphesiz. bizlere öylesine sesleniyor ki, dış dünyayla bağlantımızı koparmadan iç dünyaya olan ilişiğimizi gösteriyor.
yani yazar var, yazar var...
şimdi içerikle beraber kısaca bu analojiye değinmek istiyorum. şüphesiz yüce olana çağrıdır bu roman. bir yakarıştır da yüce olan için. vicdanın ve yüce gönüllülüğün öldüğünü bize gösterir, sahtekarlığın ise hiç olmadığı kadar zirvede olduğunu gösterdiği gibi. anna'nın çığlıklarını duyarız ölümüne kadar. tek istediğinin sevilmek olduğunu anlarız. ve vronski'ye aslında teslim edemediğini tamamen kendini. fakat bunun sebebi pek de vronski'yle alakalı olmasa gerek. anna, levin gibi ince bir ruha sahiptir. hayatın olağan akışına ayak uyduramayan ve ayak da uydurmaktan çekinen kimselerdir bunlar. bu yüzden de toplum tarafından "dışlanırlar". anna'nın aşkı alay konusu olur sosyetede. levin'in hayat hakkında düşünceleri de. örneğin, levin'in kiti'ye günlüğünü okutmasını göz önüne alalım. böyle bir davranış biçimi hangi insanda görülür?
diğer yandan vronski levin'in -kanımca- tam zıttıdır. levin için aşk ölümsüz ve yücedir, cinsellikle bağdaşır fakat sevgi ile ayaktadır. vronski içinse aşk daha çok şehvetle karışıktır. öyle ki anna'ya aşık olduğunu söyledikten sonra kendine, ona karşı soğuduğunu hisseder zaman zaman:
"vronski'nin ne söylemek istediğini birden anımsayamadı. son zamanlarda giderek sıklaşan anna'nın kıskançlık nöbetleri dehşet veriyordu ona. bu kıskançlığın nedeninin sevgi olduğunu bilmesine karşın, bu durum vronski'yi anna'ya karşı soğutuyordu. bunu gizlemeye çalışıyordu vronski. anna'nın sevgisinin onun için bir mutluluk olduğunu kaç kez söylemişti kendi kendine, işte şimdi anna, dünyada en önemli şeyi aşkı olan bir kadının sevebileceği gibi seviyordu onu. oysa o, anna'nın peşinden gitmek için moskova'dan ayrıldığı zamanki mutluluğundan çok uzaklardaydı. o zaman mutsuz sayıyordu kendini. önündeydi mutluluk. şimdiyse en tatlı mutluluğu geride bıraktığını hissediyordu. anna, ilk zamanlar gördüğü anna değildi. onda ruhsal yönden de, bedensel yönden de kötüye doğru bir değişme olmuştu. kalınlaşmıştı. yüzünde aktristten söz ederken olduğu gibi hain, yüzünü çirkinleştiren bir anlatım belirmişti. vronski, anna'ya, kopardığı solmuş bir çiçeğe, onda artık onu koparmasının nedeni olan güzelliğini görmeden bakan bir insan gibi bakıyordu. buna karşın vronski, eskiden aşkı daha güçlü olduğu zamanlar, çok isterse bu aşkı yüreğinden koparıp atabileceğini düşünürken şimdi anna'yı sevmediğini hissettiği şu anda, onunla arasındaki bağın koparılamayacak bir bağ olduğunu biliyordu." (sayfa 467)
levin ise daha çok şöyle düşünür:
"levin, şimdiye dek evlilik üzerine düşüncelerinin yaşamını nasıl düzenleyeceği üzerine kurduğu hayallerinin tümünün çocukça şeyler olduğunu; bunun, onun şimdiye dek anlamadığı, şimdi de, bunu yaşamasına karşın daha da az anladığı bir şey olduğuunu giderek daha iyi hissediyordu. göğsünden boğazına doğru bir şey yükseldi, yükseldi, tutamadığı gözyaşlarıyla doldu gözleri." (sayfa 581)
"kiti'nin bu söylediklerinde olağanüstü hiçbir şey yoktu görünüşte. ama o, bunu söylerken sesinin her kıvrımında, dudaklarının da, gözlerinin de, ellerinin de her hareketinde levin için sözle anlatılamayacak ne büyük anlam vardı! her şey vardı burada: özür dileme de, levin'e güven de, şefkat de -ince, ürkek bir şefkatti bu-, söz veriş de, umut da, sevgi de -bu sevgiye inanmamak elinde değildi levin'in, mutluluktan soluğu kesilecek gibi oluyordu-..." (sayfa 499)
"özgürlük mü? neye yarar özgürlük? sevmektir mutluluk. istemek, onun istediği şeyleri istemek, onun düşündüğü şeyleri düşünmektir mutluluk. özgürlüğün olmamasıdır yani!" (sayfa 570)
vronski zaten oldukça gösterişli bir adamdır. yakışıklı, zengin, mevkiili vs. vs. levin ise bütün bunlara yabancı bir romantiktir. yakışıklı ve paralıdır belki ama sosyete hayatına vronski kadar alışık değildir ve yabancı hisseder orada kendini. huzursuz hisseder ve çiftlik evine, kitaplarına ve laska'ya, çulluk avına döner. bir yandan da düşünmektedir hayat hakkında. tıpkı anna'nın o sıralar düşündüğü gibi. fakat levin'in düşünceleri doğrudan felsefidir ve hayatın anlamıyla alakalıdır. bu açıdan levin içe dönük bir doğaya sahiptir. anna'nın düşünceleri ise yaşamak ile alakalıdır ve yine kendini var etmekle alakalıdır. ikisinde de bir yaşama arzusu vardır ve bu dışsal olan ideale yöneliktir. diğer insanlardan farklılardır; diğerleri kendilerini herkesin kendisini kaptırdığı bir akıntıya kaptırmıştır. bunu levin ile köylülerin diyaloglarında görebiliriz. örneğin, çar'ın savaşa adam yollamasıyla alakalı bir konuşmada, sergey ivanvoviç idi yanılmıyorsam- şöyle bir şey sorar köylüye: "bu savaş hakkında ne düşünüyorsun?" köylü cevap verir: "imparatorumuz ne derse o iyidir."
bu bakımdan levin'in ve hatta sergey ivanoviç'in auraları anlaşılabilir.
şimdi düşünüyorum da... bu kadar fazla karakteri nasıl anlatmaya kalkışacağımı bilemedim. ayrı ayrı isimleriyle başlıklar açsam daha makul olur diye düşünmekteyim. bir sürü karakter var ve bu karakterlere az yer verilmişse de her biri konuşulmayı hak ediyor. örneğin mariya nikolayevna, lvov, katavasov, mihaylov vs. vs.
ama genel hatlarıyla söylenebilir ki bir devrin bittiği açıklanmaktadır bu kitapla birlikte. romantizmin sonu, hovardalığın başlangıcı. veya şöyle de denebilir (gerçi çok şey denebilir): "anlaşılmak"ın yenilgisi...
şuna da değinmek istiyorum: fru-fru'nun ölümü ile anna'nın ölümü oldukça paralellik gösteriyordu. anna'nın orada haykırışı aslında bir noktada kendi ölümünü doğurdu. nasılsa fru-fru'nun ölmeden ve düşmeden önce haykırdığı gibi. vronski dengeyi sağlayamamıştı fru-fru'nun üzerinde ve istemi dışında düşmüştü. fakat tam olarak da istemi dışında düşmemişti. nasılsa anna'yı istemeden ve aynı zamanda isteyerek öldürdüğü gibi. şüphesiz kendi hovardalığı da sebep oldu bunlara ve anna'yı anlayamadı. anna zaten anlaşılması oldukça zor bir kadındı. o yüzden de bu kadar yalnızdı bugüne kadar. (levin gibi)
neticede anna anlaşılamadı ve öldü, levin ise anlaşıldı ve yeniden doğdu. fakat bir noktada levin'in de neredeyse öldüğünü ve tanrı'ya inanmamasına rağmen tanrı'ya yakardığını gördük: çocuğunun doğumu. bu nokta levin için dehşet vericiydi, öyle ki kiti ölecek diye korkunç bir buhrana girmişti. ve gördük ki, çocuk doğunca, levin pek de memnun olmadı. çünkü oydu ona bunca acıyı veren.
pek açılmaya müsait şeyler söylediklerim, farkındayım. lakin şu konu anlaşılmalıdır: bu kitap kendisini sonsuza kadar açabilir. nasılsa kendi hayatlarımız sonsuza kadar açılabilecekse. nitekim bazı anlarda düşünüp düşünüp dururuz ama bir sonuca varamayız, çünkü sonsuz olasılık, senaryo vardır.
ayrıyeten dolli ve stiva'dan bahsetmek isterdim. onlar ise aslında bu başkaldırıdan uzak kimselerdir ki bunu özellikle stiva'nın aldatmalarında ve kadınlar hakkındaki düşüncelerinde, dolli'nin ise en sonlarda anna'ya giderkenki çapkınlık düşüncelerinde görürüz. bunlar sadece düşüncedir dolli için çünkü kendisi evlidir. anna gibi cesaret edemez yeni maceralara atılmaya. fakat içten içe istemektedir de.
sanırım bu kadar yazacağım. ileride eklemeler yapar, renklendiririm bu yazıyı. ve aklıma geldikçe doldurmaya özen göstereceğim. şüphesiz birkaç yıl sonra -şayet burada olursam- yine bir şeyler yazacağımdır. çünkü saatlerce konuşmaya değer bir konu. doğrudan hayatla ilişkili işte. biraz alıntıya yer vereyim öyleyse son olarak:
anna:
özgürlüğünün, sağlığına hızla kavuşmasının bu birinci döneminde anna bağışlanamayacak kadar mutlu, yaşam dolu olduğunu hissediyordu. kocasının mutsuzluğunun anısı zehirlemiyordu mutluluğunu. bir yandan, bu anı üzerinde düşünülemeyecek kadar korkunçtu; öte yandan, kocasının mutsuzluğu ona pişmanlık duyamayacağı kadar büyük bir mutluluk veriyordu. hastalanmasından sonra olan biten her şeyin anısı -kocasıyla barışması, bozuşmaları, vronski'nin yaralandığı haberi, onun eve gelmesi, boşanma hazırlıkları, kocasının evinden ayrılışı, oğluyla vedalaşması- bütün bunlar ona kâbus gibi geliyordu. kocasına yaptığı kötülük şimdi tiksintiyi uyandıran bir duygu uyandırıyordu içinde. boğulmak üzere olan bir insanın, ona sarılmış, onu dibe çeken bir insandan kendini kurtardığı anda duyabileceği duygunun aynıydı bu duygu. öteki adam boğulmuştur. elbbette iyi bir şey değildir bu. ama tek kurtuluşu o korkunç ayrıntıları düşünmemekti.
stepan arkadyeviç, aleksey aleksandroviç karenin'e anna'yla boşanmaları için konuşuyor:
"her gün senden gelecek yanıtı bekliyor. doğrusu, ölüm cezasına çarptırılmış bir insanı, boynunda bir ilmekle, belki öleceksin, belki bağışlanacaksın diye aylarca öyle bekletmeye benziyor bu."
levin ve doğası hakkında:
"ama korkunç olan bir şey var... sen evlendin, bilirsin bu duyguyu...bizim gibi yaşlıların, aşklarının değil de günahlarının geçmişiyle...ansızın tertemiz, masum bir yaratığa yaklaşmamızdır korkunç olan. iğrenç bir şey bu. insanın bu yüzden kendini ona layık görmesi olası değildir..."
"işlediğim sevaplara göre bağışlama beni, yüce yürekliliğinle bağışla... "
levin, aşırı uysallıklarıyla, çekingenlikleriyle can sıkan insanların çok kısa bi zaman sonra aşırı titizlikleriyle, huzursuzluklarıyla çekilmez olduklarını bilirdi. aynı durumun ağabeyinde de ortaya çıktığını hissediyordu. gerçekten de, nikolay'ın munisliği çok sürmedi. devrisi gün başladı huysuzluğa. sürekli çatıyordu kardeşine. onun en duyarlı yerlerine dokunuyordu.
aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.
birçok aile, sırf karı koca arasında tam bir anlaşmazlık ya da anlaşma olmadığı için ikisinin de çoktan bıktıkları yeri yıllarca değiştiremezler.
insan sevdiğini olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil.
ışıktan yoksun olmamak için gözlerini kapamaması yeter insanın.
sevgide az ya da çok diye bir şey yoktur.
eğer iyiliğin bir nedeni varsa, o artık iyili değildir; eğer iyiliğin bir sonucu, yani ödülü varsa yine iyilik değildir. demek ki iyilik, neden ve sonuç zincirinin dışındadır.
- ama eğitimin amacı da bu zaten: her şeyi zevk haline getirmek.
+ eh, eğer amaç buysa o zaman ben yabani kalmak isterim.
devamını gör...
bitkilerde bilinç
son zamanlarda hakkında, var olup olmadığı konusunda çeşitli araştırmalar yapılan kavram.
sydney üniversitesi'nden bir araştırmacı meşhur pavlov'un klasik koşullandırma deneyini bitkiler üzerinde de denedi yakın zamanda. bezelye bitkileri, y harfi şeklinde bir yerde büyütüldü. ardından bu y'nin çatalının bir ucuna mavi ışık kaynağı yerleştirildi ve bitkilerin bu ışığa doğru büyüdüğü görüldü. sonrasında, kaynağın yanına bir de vantilatör eklendi ve bir süre sistem bu şekilde çalıştı. daha sonra vantilatör ışığın yanından alındı ve başka bir konuma getirildi. bitkiler bu kez, ışık vantilatörün yanındaymış gibi vantilatöre doğru yönlendiler. buradan -şimdilik- çıkan sonuç, bitkilerin de hayvanlar gibi öğrenme ve sonra öğrendiklerini hatırlama gibi bir yeteneğinin olabileceği.
tabii ki buna itirazlar da geldi. deneylerin tekrarlanması ve daha detaylı sonuçlar alınması gerekiyor.
başka bazı araştırmacıların bitkilerde bir çeşit sinir sistemi olabileceği konusunda bazı iddiaları var. iddiadan ziyade, bununla ilgili bazı deney sonuçları da var aslında. ancak elbette bitkilerde böyle bir sistem varsa, bunun hayvanlardaki sisteme benzemesini de beklememek gerekiyor.
bu arada bitkiler üzerinde yapılan çalışmalarda başka bazı ilginç sonuçlar da alınmıştı daha önce. mesela birçok bitkinin bulunduğu bir bölgede, bunlardan bir tanesinin kuruması durumunda, diğer bitkilerin toprak altından bu bitkiyi yaşatmaya ve onu bazı mineraller aracılığıyla desteklemeye çalıştıkları görülmüştü. domateslerle yapılan bir çalışmada ise, hastalığa neden olan organizmalara karşı bu bitkilerin birbirini bir çeşit uyarı sistemi ile uyardığı görüldü. bana göre en ilginç olan ise şu; bitkiler, stres altındaki ortamlarda bulununca çığlığa benzer bir sinyal yayıyorlar. üstelik mesela bir tırtılın yapraklarını kemirmesini, bitkinin algıladığına ilişkin deney sonuçları da var. yakın zamanda bu konuya ilişkin daha şaşırtıcı sonuçlar çıkacağını da tahmin edebiliyoruz buradan.
sydney üniversitesi'nden bir araştırmacı meşhur pavlov'un klasik koşullandırma deneyini bitkiler üzerinde de denedi yakın zamanda. bezelye bitkileri, y harfi şeklinde bir yerde büyütüldü. ardından bu y'nin çatalının bir ucuna mavi ışık kaynağı yerleştirildi ve bitkilerin bu ışığa doğru büyüdüğü görüldü. sonrasında, kaynağın yanına bir de vantilatör eklendi ve bir süre sistem bu şekilde çalıştı. daha sonra vantilatör ışığın yanından alındı ve başka bir konuma getirildi. bitkiler bu kez, ışık vantilatörün yanındaymış gibi vantilatöre doğru yönlendiler. buradan -şimdilik- çıkan sonuç, bitkilerin de hayvanlar gibi öğrenme ve sonra öğrendiklerini hatırlama gibi bir yeteneğinin olabileceği.
tabii ki buna itirazlar da geldi. deneylerin tekrarlanması ve daha detaylı sonuçlar alınması gerekiyor.
başka bazı araştırmacıların bitkilerde bir çeşit sinir sistemi olabileceği konusunda bazı iddiaları var. iddiadan ziyade, bununla ilgili bazı deney sonuçları da var aslında. ancak elbette bitkilerde böyle bir sistem varsa, bunun hayvanlardaki sisteme benzemesini de beklememek gerekiyor.
bu arada bitkiler üzerinde yapılan çalışmalarda başka bazı ilginç sonuçlar da alınmıştı daha önce. mesela birçok bitkinin bulunduğu bir bölgede, bunlardan bir tanesinin kuruması durumunda, diğer bitkilerin toprak altından bu bitkiyi yaşatmaya ve onu bazı mineraller aracılığıyla desteklemeye çalıştıkları görülmüştü. domateslerle yapılan bir çalışmada ise, hastalığa neden olan organizmalara karşı bu bitkilerin birbirini bir çeşit uyarı sistemi ile uyardığı görüldü. bana göre en ilginç olan ise şu; bitkiler, stres altındaki ortamlarda bulununca çığlığa benzer bir sinyal yayıyorlar. üstelik mesela bir tırtılın yapraklarını kemirmesini, bitkinin algıladığına ilişkin deney sonuçları da var. yakın zamanda bu konuya ilişkin daha şaşırtıcı sonuçlar çıkacağını da tahmin edebiliyoruz buradan.
devamını gör...
yapılması saatler süren yemeğin on dakikada yenmesi
mantı.
tane tane yap, bi kaşıkta üçer üçer göm. 4 kişi yese her dakika oniki tanesi gidiyor.
tane tane yap, bi kaşıkta üçer üçer göm. 4 kişi yese her dakika oniki tanesi gidiyor.
devamını gör...
üç beş nöbeti
askerlik yapanlar bilir, nöbet saatleri içerisinde en pis olanı sabaha karşı 03:00-05:00 nöbetidir.
03:00 de başlayan nöbet için en az 45 dakika önceden kaldırılır, hazırlıklarınızı yaparsınız. her sabah saat 06:00 da zorla kaldırıldığınızı düşünürseniz, nöbetten geldim, silahı teslim ettim, üstümü değiştim, yatağa girdim derken zaten kalk saati gelecektir.
ben yedek subay olarak yapmama rağmen bir kaç sefer nöbetçi astsubayları bu nöbet saatini bana vermeye kalkmışlardı, ancak 23:00-01:00 nöbeti, nöbetçi amirinin, 01:00-03:00 nöbeti de nöbetçi subayınındır.
03:00 de başlayan nöbet için en az 45 dakika önceden kaldırılır, hazırlıklarınızı yaparsınız. her sabah saat 06:00 da zorla kaldırıldığınızı düşünürseniz, nöbetten geldim, silahı teslim ettim, üstümü değiştim, yatağa girdim derken zaten kalk saati gelecektir.
ben yedek subay olarak yapmama rağmen bir kaç sefer nöbetçi astsubayları bu nöbet saatini bana vermeye kalkmışlardı, ancak 23:00-01:00 nöbeti, nöbetçi amirinin, 01:00-03:00 nöbeti de nöbetçi subayınındır.
devamını gör...
refah devleti
"sosyal devlet" anlamında kullanılır.
eğitim, sağlık, sosyal yardımlaşma vb. konularda halkın temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışan devlet anlayışına verilen isimdir. bununla birlikte sosyal devlet anlayışında, "devlet, halk için vardır anlayışı hâkimdir." sosyal devlet anlayışı ise ilk olarak 1961 anayasasında yer almıştır.
eğitim, sağlık, sosyal yardımlaşma vb. konularda halkın temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışan devlet anlayışına verilen isimdir. bununla birlikte sosyal devlet anlayışında, "devlet, halk için vardır anlayışı hâkimdir." sosyal devlet anlayışı ise ilk olarak 1961 anayasasında yer almıştır.
devamını gör...
16 şubat 2021 doğan cüceloğlu'nun evinde ölü bulunması
üniversiteden beri çıkan her kitabını okuduğum, 2 sene önce ankara palas buluşmaları'nda yanına gidip sohbet etme imkanı bulduğum, kendi tabiriyle cana iyi gelen, tatlı dilli, insana insanı en anlaşılır şekilde anlatan yazara,
allah'tan rahmet dilememe
ruhuna fatiha okumama sebep olan haber.
allah'tan rahmet dilememe
ruhuna fatiha okumama sebep olan haber.
devamını gör...
sonra yapılacak tek şey var
ikinci dünya savaşı sonrası alman edebiyatını şekillendiren gruppe 47*'in temellerini de oluşturan trümmerliteratur veya başka bir deyişle yıkım edebiyatı'nın önemli temsilcilerinden alman şair wolfgang borchert'in yaşamı boyunca ardında yürüdüğü düşünceleri en belirgin biçimde aktardığı savaş karşıtı şiir. orijinal ismi dann gibt es nur eins olan şiir, yazarın das gesamtwerk isimli eserinin - ki eser dilimize ama fareler uyurlar geceleyin olarak çevrilmiştir- 318. sayfasında yer almaktadır. borchert savaş boyunca nazi karşıtı duruşunu ölüm riskine rağmen korumayı başarmış ve bu süreç onu nürnberg'de yargılanmaya ve az kalsın ölüm cezasına çarptırılmaya kadar götürse bile eserlerinde de sık sık nazi zulmüne ve savaşa karşı tepki göstermiştir ki gençlik zamanlarında isteği doğrultusunda, zorla alınmış olduğu nazi gençlik kollarından tüm tehlikelerine rağmen ayrılmayı seçmiş ve bu yüzden de etiketlenmiştir. daha sonra onu asılma tehlikesi ile yüz yüze bırakacak olan sürecin ilk düğümü de o zamanlar atılır. bütün bu olanlara rağmen borchert taraf değildir, ne nazilerin ne diğerlerinin. o ölümden yana olan her şeyden tiksinti duymuştur ki bundan ötürü sonra yapılacak tek şey var şiiri ise yalnızca nazi karşıtı bir duruş değil savaş karşıtı bir duruş da sergiler. rahman haydar çevirisi ile:
sen. makine başındaki adam ve atölyedeki. sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
hayır de!...
sen. tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. fabrika sahibi. sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. laboratuardaki araştırmacı. sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. odasındaki ozan. sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. hastası başındaki doktor. sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. kürsüdeki din adamı. sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. vapurdaki kaptan. sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. havaalanındaki pilot. sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. dikiş masası başındaki terzi. sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. cübbesi içindeki yargıç. sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. istasyondaki adam. sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. kentin varoşlarındaki adam. sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. normandiya'daki ana ve ukranya'daki, sen frisko ve londra'daki ana. sen hoangho ve missisippi' deki
ve hamburg ve kore ve oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
hayır deyin!... analar, hayır deyin!...
çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:
gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.
tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.
mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.
sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : neden? bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.
tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
hayır demezseniz!...
meraklısı için orijinal dilinde:
dann gibt es nur eins!
du. mann an der maschine und mann in der werkstatt. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst keine wasserrohre und keine kochtöpfe mehr machen - sondern stahlhelme und maschinengewehre. dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mädchen hinterm ladentisch und mädchen im büro. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst granaten füllen und zielfernrohre für scharfschützengewehre montieren, dann gibt es nur eins:
sag neın! du. besitzer der fabrik. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst
statt puder und kakao schießpulver verkaufen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. forscher im laboratorium. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst einen neuen tod erfinden gegen das alte leben, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. dichter in deiner stube. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst keine liebeslieder, du sollst haßlieder singen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. arzt am krankenbett. wenn sie dir morgen befehlen, du
sollst die männer kriegstauglich schreiben, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. pfarrer auf der kanzel. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst den mord segnen und den krieg heilig sprechen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. kapitän auf dem dampfer. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst keinen weizen mehr fahren - sondern kanonen und panzer, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. pilot auf dem flugfeld. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst bomben und phosphor über die städte tragen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. schneider auf deinem brett. wenn sie dir morgen befehlen,
du sollst uniformen zuschneiden, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. richter im talar. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst zum kriegsgericht gehen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mann auf dem bahnhof. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst das signal zur abfahrt geben für den munitionszug und für den truppentransport, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mann auf dem dorf und mann in der stadt. wenn sie morgen kommen und dir den gestellungsbefehl bringen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mutter in der normandie und mutter in der ukraine, du, mutter in frisko und london, du, am hoangho und am mississippi, du, mutter in neapel und hamburg und kairo und oslo - mütter in allen erdteilen, mütter in der welt, wenn sie morgen befehlen, ihr sollt kinder gebären, krankenschwestern für kriegslazarette und neue soldaten für neue schlachten, mütter in der welt, dann gibt es nur eins:
sagt neın! mütter, sagt neın!
denn wenn ihr nicht neın sagt, wenn ıhr nicht nein sagt, mütter, dann:
dann:
ın den lärmenden dampfdunstigen hafenstädten werden die großen schiffe stöhnend verstummen und wie titanische mammutkadaver wasserleichig träge gegen die toten vereinsamten kaimauern schwanken, algen-, tang- und muschelüberwest den früher so schimmernden dröhnenden leib, friedhöflich fischfaulig duftend, mürbe, siech, gestorben -
die straßenbahnen werden wie sinnlose glanzlose glasäugige käfige blöde verbeult und abgeblättert neben den verwirrten stahlskeletten der drähte und gleise liegen, hinter morschen dachdurchlöcherten schuppen, in verlorenen kraterzerrissenen straßen -
eine schlammgraue dickbreiige bleierne stille wird sich heranwälzen, gefräßig, wachsend, wird anwachsen in den schulen und universitäten und schauspielhäusern, auf sport- und kinderspielplätzen, grausig und gierig, unaufhaltsam - der sonnige saftige wein wird an den verfallenen hängen verfaulen, der reis wird in der verdorrten erde vertrocknen, die kartoffel wird auf den brachliegenden äckern erfrieren und die kühe werden ihre totsteifen beine wie umgekippte melkschemel in den himmel strecken -
in den ınstituten werden die genialen erfindungen der großen ärzte sauer werden, verrotten, pilzig verschimmeln -
in den küchen, kammern und kellern, in den kühlhäusern und speichern werden die letzten säcke mehl, die letzten gläser erdbeeren, kürbis und kirschsaft verkommen - das brot unter den umgestürzten tischen und auf zersplitterten tellern wird grün werden und die ausgelaufene butter wird stinken wie schmierseife, das korn auf den feldern wird neben verrosteten pflügen hingesunken sein wie ein erschlagenes heer und die qualmenden ziegelschornsteine, die essen und die schlote der stampfenden fabriken werden, vom ewigen gras zugedeckt, zerbröckeln — zerbröckeln — zerbröckeln —
dann wird der letzte mensch, mit zerfetzten gedärmen und verpesteter lunge, antwortlos und einsam unter der giftig glühenden sonne und unter wankenden gestirnen umherirren, einsam zwischen den unübersehbaren massengräbern und den kalten götzen der gigantischen betonklotzigen verödeten städte, der letzte mensch, dürr, wahnsinnig, lästernd, klagend - und seine furchtbare klage: warum? wird ungehört in der steppe verrinnen, durch die geborstenen ruinen wehen, versickern im schutt der kirchen, gegen hochbunker klatschen, in blutlachen fallen, ungehört, antwortlos, letzter tierschrei des letzten tieres mensch – all dieses wird eintreffen, morgen, morgen vielleicht, vielleicht heute nacht schon, vielleicht heute nacht, wenn – wenn – wenn ihr nicht neın sagt.
sen. makine başındaki adam ve atölyedeki. sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
hayır de!...
sen. tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. fabrika sahibi. sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. laboratuardaki araştırmacı. sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. odasındaki ozan. sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. hastası başındaki doktor. sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. kürsüdeki din adamı. sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. vapurdaki kaptan. sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. havaalanındaki pilot. sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. dikiş masası başındaki terzi. sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. cübbesi içindeki yargıç. sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. istasyondaki adam. sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. kentin varoşlarındaki adam. sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
hayır de!...
sen. normandiya'daki ana ve ukranya'daki, sen frisko ve londra'daki ana. sen hoangho ve missisippi' deki
ve hamburg ve kore ve oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
hayır deyin!... analar, hayır deyin!...
çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:
gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.
tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.
mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.
sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : neden? bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.
tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
hayır demezseniz!...
meraklısı için orijinal dilinde:
dann gibt es nur eins!
du. mann an der maschine und mann in der werkstatt. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst keine wasserrohre und keine kochtöpfe mehr machen - sondern stahlhelme und maschinengewehre. dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mädchen hinterm ladentisch und mädchen im büro. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst granaten füllen und zielfernrohre für scharfschützengewehre montieren, dann gibt es nur eins:
sag neın! du. besitzer der fabrik. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst
statt puder und kakao schießpulver verkaufen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. forscher im laboratorium. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst einen neuen tod erfinden gegen das alte leben, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. dichter in deiner stube. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst keine liebeslieder, du sollst haßlieder singen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. arzt am krankenbett. wenn sie dir morgen befehlen, du
sollst die männer kriegstauglich schreiben, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. pfarrer auf der kanzel. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst den mord segnen und den krieg heilig sprechen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. kapitän auf dem dampfer. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst keinen weizen mehr fahren - sondern kanonen und panzer, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. pilot auf dem flugfeld. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst bomben und phosphor über die städte tragen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. schneider auf deinem brett. wenn sie dir morgen befehlen,
du sollst uniformen zuschneiden, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. richter im talar. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst zum kriegsgericht gehen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mann auf dem bahnhof. wenn sie dir morgen befehlen, du sollst das signal zur abfahrt geben für den munitionszug und für den truppentransport, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mann auf dem dorf und mann in der stadt. wenn sie morgen kommen und dir den gestellungsbefehl bringen, dann gibt es nur eins:
sag neın!
du. mutter in der normandie und mutter in der ukraine, du, mutter in frisko und london, du, am hoangho und am mississippi, du, mutter in neapel und hamburg und kairo und oslo - mütter in allen erdteilen, mütter in der welt, wenn sie morgen befehlen, ihr sollt kinder gebären, krankenschwestern für kriegslazarette und neue soldaten für neue schlachten, mütter in der welt, dann gibt es nur eins:
sagt neın! mütter, sagt neın!
denn wenn ihr nicht neın sagt, wenn ıhr nicht nein sagt, mütter, dann:
dann:
ın den lärmenden dampfdunstigen hafenstädten werden die großen schiffe stöhnend verstummen und wie titanische mammutkadaver wasserleichig träge gegen die toten vereinsamten kaimauern schwanken, algen-, tang- und muschelüberwest den früher so schimmernden dröhnenden leib, friedhöflich fischfaulig duftend, mürbe, siech, gestorben -
die straßenbahnen werden wie sinnlose glanzlose glasäugige käfige blöde verbeult und abgeblättert neben den verwirrten stahlskeletten der drähte und gleise liegen, hinter morschen dachdurchlöcherten schuppen, in verlorenen kraterzerrissenen straßen -
eine schlammgraue dickbreiige bleierne stille wird sich heranwälzen, gefräßig, wachsend, wird anwachsen in den schulen und universitäten und schauspielhäusern, auf sport- und kinderspielplätzen, grausig und gierig, unaufhaltsam - der sonnige saftige wein wird an den verfallenen hängen verfaulen, der reis wird in der verdorrten erde vertrocknen, die kartoffel wird auf den brachliegenden äckern erfrieren und die kühe werden ihre totsteifen beine wie umgekippte melkschemel in den himmel strecken -
in den ınstituten werden die genialen erfindungen der großen ärzte sauer werden, verrotten, pilzig verschimmeln -
in den küchen, kammern und kellern, in den kühlhäusern und speichern werden die letzten säcke mehl, die letzten gläser erdbeeren, kürbis und kirschsaft verkommen - das brot unter den umgestürzten tischen und auf zersplitterten tellern wird grün werden und die ausgelaufene butter wird stinken wie schmierseife, das korn auf den feldern wird neben verrosteten pflügen hingesunken sein wie ein erschlagenes heer und die qualmenden ziegelschornsteine, die essen und die schlote der stampfenden fabriken werden, vom ewigen gras zugedeckt, zerbröckeln — zerbröckeln — zerbröckeln —
dann wird der letzte mensch, mit zerfetzten gedärmen und verpesteter lunge, antwortlos und einsam unter der giftig glühenden sonne und unter wankenden gestirnen umherirren, einsam zwischen den unübersehbaren massengräbern und den kalten götzen der gigantischen betonklotzigen verödeten städte, der letzte mensch, dürr, wahnsinnig, lästernd, klagend - und seine furchtbare klage: warum? wird ungehört in der steppe verrinnen, durch die geborstenen ruinen wehen, versickern im schutt der kirchen, gegen hochbunker klatschen, in blutlachen fallen, ungehört, antwortlos, letzter tierschrei des letzten tieres mensch – all dieses wird eintreffen, morgen, morgen vielleicht, vielleicht heute nacht schon, vielleicht heute nacht, wenn – wenn – wenn ihr nicht neın sagt.
devamını gör...
sesi güzel olmadığı halde duyduğu her şarkıya eşlik eden insan
buyrunn?? arkadaşlarım tarafından linçlensem de aslaa bırakmam bunu. insan rahatlıyor valla. deneyin. hele bir de bağıra bağıra söylüyosun, dert tasa kalmıyor.
devamını gör...
akor
üst başlık: (bkz: merdivenaltı_müzisyen ile müzik teorisi 101)
müzikte bir kök ses üzerine üçlü aralıklar koyarak elde ettiğimiz, bu notaların aynı anda çıkarttığı sestir.
oluşturabileceğiniz en temel akor kök ses - üçlü - beşli aralıklarına sahiptir. üçlü, akorun minör mü majör mü olduğunu belirler, akora karakter katar.
(bkz: müzikal aralıklar)
(bkz: power akor)
armonik olarak ise basitleştirirsek bir melodinin sahip olduğu renk.
haydi detayına girelim.
bir tonalitede yedi tane akor bulunur. her bir akorun tonaliteye olan mesafesine göre bir görevi vardır. mesela sol majör tonunu ele alalım. sırayla:
i - g
ii - am
iii - bm
iv - c
v - dm
vi - em
vii - f#-
akorlarını bulundurur. roma rakamları ile belirttiğimize dikkat edelim, sözlükte belli olmuyor ama büyük i ise majör, küçük i ise minör akorlar. peki bunları böyle sıralamanın anlamı ne? tamam görevleri var ama numaraya ne gerek var?
şöyle ki la tonundaki v akoru ile do tonundaki v akoru farklı sese sahip olsalar bile aynı hissiyatı vereceklerdir. bu numaralar bu yüzden spesifik bir akor ismine değil, o akorun işlevine verilmiştir aslında. mesela ii-v-i gibi bir akor gelişimi görürsek, bunu farklı tonalitelere taşıyabiliriz. bu gelişim do majör tonunda dm, g, c akorları iken örneğin sol majör tonunda am, dm, g akorlarıdır. her ne kadar farklı akorlar olsa da, hepsi tonaliteye göreceli olduğu için, tonun kökü ile aralarındaki mesafe aynı olduğu için aynı hissiyatı verirler.
müzikte bir kök ses üzerine üçlü aralıklar koyarak elde ettiğimiz, bu notaların aynı anda çıkarttığı sestir.
oluşturabileceğiniz en temel akor kök ses - üçlü - beşli aralıklarına sahiptir. üçlü, akorun minör mü majör mü olduğunu belirler, akora karakter katar.
(bkz: müzikal aralıklar)
(bkz: power akor)
armonik olarak ise basitleştirirsek bir melodinin sahip olduğu renk.
haydi detayına girelim.
bir tonalitede yedi tane akor bulunur. her bir akorun tonaliteye olan mesafesine göre bir görevi vardır. mesela sol majör tonunu ele alalım. sırayla:
i - g
ii - am
iii - bm
iv - c
v - dm
vi - em
vii - f#-
akorlarını bulundurur. roma rakamları ile belirttiğimize dikkat edelim, sözlükte belli olmuyor ama büyük i ise majör, küçük i ise minör akorlar. peki bunları böyle sıralamanın anlamı ne? tamam görevleri var ama numaraya ne gerek var?
şöyle ki la tonundaki v akoru ile do tonundaki v akoru farklı sese sahip olsalar bile aynı hissiyatı vereceklerdir. bu numaralar bu yüzden spesifik bir akor ismine değil, o akorun işlevine verilmiştir aslında. mesela ii-v-i gibi bir akor gelişimi görürsek, bunu farklı tonalitelere taşıyabiliriz. bu gelişim do majör tonunda dm, g, c akorları iken örneğin sol majör tonunda am, dm, g akorlarıdır. her ne kadar farklı akorlar olsa da, hepsi tonaliteye göreceli olduğu için, tonun kökü ile aralarındaki mesafe aynı olduğu için aynı hissiyatı verirler.
devamını gör...
silmarillion
5 kutsal kitaptan birisi.
devamını gör...
fuzzy lee
sözlük güzellerine şarkı armağan etmiş yazar.
(bkz: güzel hamle delikanlı)
bu arada tanımlar güzel bozma hocam.
(bkz: güzel hamle delikanlı)
bu arada tanımlar güzel bozma hocam.
devamını gör...