kafa sözlük yüklenme animasyonunun değişmesi
ve nihayet kafa sözlük logosundaki kafanın gittiği yeri görmüş olduk. çöpe gidiyormuş lan!
keşke buranın kolektif bir bilgi, görüş ve deneyim hazinesi olduğunu belirtmek adına diğer kafaların yanına, koca bir kafa yığınına gitseymiş. hani böyle çöp yığını sembolizeleri olur ya, onun gibi. pek betimleyemedim ama anladınız siz.
keşke buranın kolektif bir bilgi, görüş ve deneyim hazinesi olduğunu belirtmek adına diğer kafaların yanına, koca bir kafa yığınına gitseymiş. hani böyle çöp yığını sembolizeleri olur ya, onun gibi. pek betimleyemedim ama anladınız siz.
devamını gör...
özgürlükte amerika sağlıkta küba sanayide almanya gibi olmayı istemek
yalnız bence amerika pek de sandığımız kadar özgür bir ülke değil. 2018 yılında nüfus oranına göre en çok mahkum sayısı olan ülke diye açıklanmıştı. ha ifade özgürlüğünden bahsediyorsak o biraz ince. incesini bilemem. (bu arada almanya da amerika da bizi kıskanmıyor sözlük, hala böyle sanan varsa haber vereyim istedim.)
kendi evimin önündeki kendi arsamdaki çimleri bile abd'de çok uzamadan kesmek zorundayım, aksi takdirde cezası var. belki ben uzun çim seviyorum kardeşim niye karışıyorsun?
kendi evimin önündeki kendi arsamdaki çimleri bile abd'de çok uzamadan kesmek zorundayım, aksi takdirde cezası var. belki ben uzun çim seviyorum kardeşim niye karışıyorsun?
devamını gör...
tek yastıkla uyuyabilen insan
reflü, apne, burun tıkanıklığı, üst solunum yolu rahatsızlığı yaşamayan, minnoş insandır. sağlık açısından da faydalıdır.
devamını gör...
yoldaş'ın bizi pavyona götürmesi
yoldaş'ı pascal nouma ile karıştıranların olduğunu öğrendiğim başlık.
efenim yeri gelmişken tekrar söyleyeyim, yoldaş yoldaş'a yürümez.
eşcinsel değilim, eşcinsel olsam da yürümezdim, bizde bürokrasi böyle*
efenim yeri gelmişken tekrar söyleyeyim, yoldaş yoldaş'a yürümez.
eşcinsel değilim, eşcinsel olsam da yürümezdim, bizde bürokrasi böyle*
devamını gör...
yumuşak huylu insan
kazıklanmaya, enayi yerine konmaya en açık insandır maalesef hele ki bizim ülkemizde.
en iyisi yumuşak huyluluğunu koruyup sert görünmektir bence yoksa avlarlar.
bu arada yanlış anlaşılmasın yumuşak huylu olmak kötü bir şey değil aksine çok güzel bir şeydir ama ülkemiz koşulları malum.
en iyisi yumuşak huyluluğunu koruyup sert görünmektir bence yoksa avlarlar.
bu arada yanlış anlaşılmasın yumuşak huylu olmak kötü bir şey değil aksine çok güzel bir şeydir ama ülkemiz koşulları malum.
devamını gör...
the lighthouse
the lighthouse (2019), yönetmen robert eggers'ın psikolojik gerilim filmidir. 1800 lü yıllarda ıssız bir adada bulunan bir deniz fenerinin bekçiliğini yapan iki adamın yalnızlığa ve izolasyona karşı sınavını anlatır.
bu filmin tonunu kısaca özetlemek gerekirse aşırı rahatsız edici derdim. filmin rahatsız edici kısmı bize gösterdiklerinden çok göstermediklerinde. karakterlerin gitgide bozulan psikolojik durumları ve çıldırma eşiğine gelmeleri de oldukça etkileyici bir biçimde gösterilmiş.
tamamı tek mekanda geçen film, ama sizi hiç sıkmıyor, bunaltmıyor. aksine bir sonraki sahnede ne olacağını hep merak etmenizi sağlıyor. bunda hem robert pattinson hem de willem dafoe' nun müthiş oyunculuğunun katkısı var. ikisi de kendi kariyerlerinin en iyi performanslarından birini sergiliyorlar. özellikle dafoe bu filminde ustalığını gözler önüne sererken niye en iyi erkek oyuncu akademi ödülüne aday olmadığı konusunu gündeme getiriyor, bence adaylık bir performans göstermiş.
oldukça folklorik ve mitolojik öğelerin de bulunduğu film imgeler ile dolu. üzerinde düşünülerek seyredilmesi gerekiyor. konuya hakim olmayan biri buraları sevmeyebilir.
psikolojik filmleri sevenlerin beğenebileceği bir film olarak nitelendirebilirim.
bu filmin tonunu kısaca özetlemek gerekirse aşırı rahatsız edici derdim. filmin rahatsız edici kısmı bize gösterdiklerinden çok göstermediklerinde. karakterlerin gitgide bozulan psikolojik durumları ve çıldırma eşiğine gelmeleri de oldukça etkileyici bir biçimde gösterilmiş.
tamamı tek mekanda geçen film, ama sizi hiç sıkmıyor, bunaltmıyor. aksine bir sonraki sahnede ne olacağını hep merak etmenizi sağlıyor. bunda hem robert pattinson hem de willem dafoe' nun müthiş oyunculuğunun katkısı var. ikisi de kendi kariyerlerinin en iyi performanslarından birini sergiliyorlar. özellikle dafoe bu filminde ustalığını gözler önüne sererken niye en iyi erkek oyuncu akademi ödülüne aday olmadığı konusunu gündeme getiriyor, bence adaylık bir performans göstermiş.
oldukça folklorik ve mitolojik öğelerin de bulunduğu film imgeler ile dolu. üzerinde düşünülerek seyredilmesi gerekiyor. konuya hakim olmayan biri buraları sevmeyebilir.
psikolojik filmleri sevenlerin beğenebileceği bir film olarak nitelendirebilirim.
devamını gör...
sözlük ben olmuşum sözlük
devamını gör...
daha gençsin bu yaşlarının kıymetini bil
sadece bunu deseler iyidir. kendileri her halti yemisler, sonra da “biz yedik o b*klari, siz yemeyin” deyip, bazilari uzerinde baski bile kurmaya calisir.
devamını gör...
the message
hamza karakteri ile baş rolünü (bkz: anthony quinn)’in yönetmeniliğini suriye asıllı amerikalı yönetmen (bkz: mustafa akkad)’ın üstlendiği 1976 yapımı, islamın doğuşunu anlatan güzel bir filmdir. aynı senaryonun farklı ekiple çekilmiş ancak aynı tadı vermeyen başka bir film de vardır.(bkz: islamiyetin doğuşu)
filmde dikkatinizi çekti mi bilmem ancak ebu süfyan bir sahnede der ki;
kabe’de bizim putlarımız var. o putları görmek için çevre kabilelerden her sene mekkeye ziyaretler yapılıyor ve bu bizim ticaretimizin büyük kısmını oluşturuyor. biz muhammed’in allahını kabul edersek bu ziyaretler olmayacak.
hikmetini benim gibi kavramayan insanlar da hak verecektir, islamda yer alan hac ibadetine güzel bir göndermedir.
ancak başka bir detayda ise kuran’ın mucizevi yönünü ortaya koyar. şöyle ki; her peygamberin bir mucizesi olduğuna inanılır ve muhammed’in mucizesi olarak kuran gösterilir. bu mucizelerde döneminde insanları, toplumu en çok etkileyen şeylerdir. örneğin musa’nın sihirdir, o dönem toplum sihre meraklıdır sihirden etkilenmektedir. isa’nın mucizesi şifadır. o dönem toplum şifacılardan etkilenmektedir. muhammed’in mucizesi ise kuran. peki kuranda insanları etkileyecek ne var? edebiyat var. o dönem de insanlar edebiyattan etkilenmektedir.
çağrı filminin başına gidelim şimdi.
kabe’nin önünde bir şair etrafına insanları toplamış şiir okumakta ve insanlar da o şairi dikkatle ve hayranlıkla dinlemektedir. o sırada ebu süfyan oradan geçerken şair hemen ebu süfyan’a doğaçlama olarak bir 4’lük söyle ve ebu süfyan da şaire bir kese altın verir.
bu edebiyata ne kadar değer verildiğini gözler önüne seren bir detaydır. filmin devamında ise;
muhammed aldığı vahiyleri iletmeye ve taraftar toplamaya başlar. bunun üzerine ebu süfyan’ın eşi olan hin der ki; “okuma yazma bilmeyen muhammed dağa çıkıyor ve dünyanın en güzel şiirleri ile dönüyor.”
ancak kuran şiir kitabı değil, tarih ve toplumsal kural kitabıdır. ancak düz yazı da değildir şiirseldir. bunun örneğini yazabilmiş, benzerini bir edebiyatçı henüz görülmemiştir. deneyenler olmuş ancak ulaşabildikleri seviye maksimum (bkz: homeros)’un (bkz: ilyada) ve (bkz: odessa) destanının seviyesi olmuştur.
kafam çok karışık sözlük, çok. filmden nerelere geldik bak gene derin sorgulamalara daldım.
filmde dikkatinizi çekti mi bilmem ancak ebu süfyan bir sahnede der ki;
kabe’de bizim putlarımız var. o putları görmek için çevre kabilelerden her sene mekkeye ziyaretler yapılıyor ve bu bizim ticaretimizin büyük kısmını oluşturuyor. biz muhammed’in allahını kabul edersek bu ziyaretler olmayacak.
hikmetini benim gibi kavramayan insanlar da hak verecektir, islamda yer alan hac ibadetine güzel bir göndermedir.
ancak başka bir detayda ise kuran’ın mucizevi yönünü ortaya koyar. şöyle ki; her peygamberin bir mucizesi olduğuna inanılır ve muhammed’in mucizesi olarak kuran gösterilir. bu mucizelerde döneminde insanları, toplumu en çok etkileyen şeylerdir. örneğin musa’nın sihirdir, o dönem toplum sihre meraklıdır sihirden etkilenmektedir. isa’nın mucizesi şifadır. o dönem toplum şifacılardan etkilenmektedir. muhammed’in mucizesi ise kuran. peki kuranda insanları etkileyecek ne var? edebiyat var. o dönem de insanlar edebiyattan etkilenmektedir.
çağrı filminin başına gidelim şimdi.
kabe’nin önünde bir şair etrafına insanları toplamış şiir okumakta ve insanlar da o şairi dikkatle ve hayranlıkla dinlemektedir. o sırada ebu süfyan oradan geçerken şair hemen ebu süfyan’a doğaçlama olarak bir 4’lük söyle ve ebu süfyan da şaire bir kese altın verir.
bu edebiyata ne kadar değer verildiğini gözler önüne seren bir detaydır. filmin devamında ise;
muhammed aldığı vahiyleri iletmeye ve taraftar toplamaya başlar. bunun üzerine ebu süfyan’ın eşi olan hin der ki; “okuma yazma bilmeyen muhammed dağa çıkıyor ve dünyanın en güzel şiirleri ile dönüyor.”
ancak kuran şiir kitabı değil, tarih ve toplumsal kural kitabıdır. ancak düz yazı da değildir şiirseldir. bunun örneğini yazabilmiş, benzerini bir edebiyatçı henüz görülmemiştir. deneyenler olmuş ancak ulaşabildikleri seviye maksimum (bkz: homeros)’un (bkz: ilyada) ve (bkz: odessa) destanının seviyesi olmuştur.
kafam çok karışık sözlük, çok. filmden nerelere geldik bak gene derin sorgulamalara daldım.
devamını gör...
bal yerine reçel yapan arı (yazar)
varlığını her hissettirdiğinde yüzümde tebessüme neden oluyor. profiline girince içimde ışıklar yanıyor, yıldız saçanlar parlıyor. yolu ışıklı olsun diyecektim ama vazgeçtim çünkü ışığın ta kendisi olan bir yazar. ha bide etrafını da aydınlatan özel bir güce sahip. çiçeklerin mis kokulu olsun, rüzgarın da istediğin yönden essin sayın yazar.
devamını gör...
cumhurbaşkanı erdoğan'ın halktan helallik istemesi
haram zıkkım olsun. öbür tarafta bile iki elim yakanda olacak.
devamını gör...
normal sözlük'te küfrün yasak olması
başlık sayesinde yol göstericilerimizi, kendisini küfürsüz muhteşem ötesi ifade edebilen yetenekleri görmüş olduk elhamdürilla. sözlüğün ortasına küfürlü bir fav bırakasım var ama tutuyorum kendimi.
t: kural olduğu için söz söylemenin anlamsız kaldığı; lakin bir kural olarak varlığını sorgulamanın normal olduğu, beğenenlerinin olduğu kadar beğenmeyenlerinin de olduğu ve beğenmeyenlerinin nedense linç noktasında garip karşılandığı ilginç bir durum.
t: kural olduğu için söz söylemenin anlamsız kaldığı; lakin bir kural olarak varlığını sorgulamanın normal olduğu, beğenenlerinin olduğu kadar beğenmeyenlerinin de olduğu ve beğenmeyenlerinin nedense linç noktasında garip karşılandığı ilginç bir durum.
devamını gör...
geceye bir şiir bırak
yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım. bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir göz bebeklerimden. sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki?
yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa?
öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir ömür hanım?
olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya...
yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım. bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir göz bebeklerimden. sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki?
yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa?
öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir ömür hanım?
olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya...
devamını gör...
travma
herkese tanıdık geleceği üzere travmaların en önemli özelliklerinden biri onu anlatma ya da açığa çıkarma konusundaki yetersizliğimizdir. sadece kelimeleri kaybetmeyiz, aynı zamanda hafızamızla da ilgili kayıplarımız vardır.
travmatik bir olay sırasında, düşünce
süreçlerimiz öyle dağınık ve düzensiz hale
gelebilir ki asıl olaya ait anıları fark edemez
oluruz. bunun yerine anlarımız, görüntüler, bedensel algılar ve kelimeler halinde içimizde bir yerlere dağılır ve bilinçaltımızda depolanır.
sonra herhangi bir şeyle, hatta asıl deneyimi uzaktan andıran bir tetikleyici ile aktif hale gelir. bir defa tetiklendiğinde, adeta görünmez bir geri sarma tuşuna basılmış gibi asıl travmanın özelliklerinin günlük yaşamlarımızda yeniden canlanmasına neden olur. bilinçsizce, kendimizi belirli bazı insanlara, olaylara veya durumlara geçmişi yansıtan o tanıdık, eski yollarla benzeri tepkiler verirken bulabiliriz.
sigmund freud bu kalıbı yüz yıldan fazla süre önce tanımlamıştır. travmatik yeniden canlandırmalar veya freud'un adlandırdığı gibi "yineleme takıntısı" bilinçaltının çözülememiş şeyleri "hatasız yapmak" üzere tekrarlama girişimidir. geçmişteki olayları çözmek amacı güden bilinçaltından gelen bu dürtüler aile tarihinden gelebilir ve geçmişteki çözülmemiş travmalar gelecek nesillerde ortaya çıkabilir.
devamını gör...
hayata dair gülümseten detaylar
körüklü otobüse binen bir yolcunun, diğer yolculara söylediği cümle: "arka taraf da zeytinburnu'na gidiyor mu?"
devamını gör...
kabalcı şifalı bitkiler ansiklopedisi
kabalcı yayınları tarafından yayınlanan oktay mete'nin hazırladığı oldukça kapsamlı bir ansiklopedi. bir bitkiyle ilgili mitolojideki yerinden tutun da türkiye'de üretiminin ne durumda olduğuna, tarihte nerelerde ve hangi amaçlarla kullanıldığına kadar içeren güzel bilgilerle bezeli bir kitap. incelediğim her bitki için farklı kullanım amaçlarına uygun tam ölçüleriyle reçeteler verilmiş, kimi rahatsızlıklarda kullanılması sakıncalı olan bitkiler için uyarılar mevcut. ilgilisine hitap edecek zengin, nitelikli bir eser. kitabı inceleyince kendimi hazine bulmuş gibi hissettim.
bitki fotoğrafları yeşil mürekkep ile basılmış. çok anlaşılır değil fakat yeterli bence, elimizin altında internet var sonuçta. kitapta bitkilerin latince karşılıklarına, bitki isimlerinin farklı dillerdeki karşılıklarına değinilmiş. bir örnek vermek gerekirse, kazakistan'ın başkentinin eski adı alma kökünden gelen almalık'tır gibi bilgiler mevcut.
kitapla ilgili sadece baskı kalitesinden memnun kalmadım. 800 sayfanın üzerinde bir kitaba göre kolayca dağılabilir bir formda gibi geldi bana, dikkatli kullanmak gerekiyor.
bitki fotoğrafları yeşil mürekkep ile basılmış. çok anlaşılır değil fakat yeterli bence, elimizin altında internet var sonuçta. kitapta bitkilerin latince karşılıklarına, bitki isimlerinin farklı dillerdeki karşılıklarına değinilmiş. bir örnek vermek gerekirse, kazakistan'ın başkentinin eski adı alma kökünden gelen almalık'tır gibi bilgiler mevcut.
kitapla ilgili sadece baskı kalitesinden memnun kalmadım. 800 sayfanın üzerinde bir kitaba göre kolayca dağılabilir bir formda gibi geldi bana, dikkatli kullanmak gerekiyor.
devamını gör...
kahve
müptelası olduğumuz bu harika içeceğin, tarih sahnesine çıkışı 850 yılında oluyor. aslında her şeyi bir keçi sürüsüne ve çobana borçluyuz. bir kahve tiryakisi olarak, yazıma başlamadan önce burdan sonsuz teşekkürlerimi iletmek isterim. bach'ın "coffee cantata" eserini de şuraya bıraktıktan sonra başlayalım.
her şey, kaldı adındaki çobanın güttüğü keçilerin bir meyveyi yedikten sonra canlanmaları ile başlıyor. bunu gören çoban meyveyi kendisi de deniyor. kahve sevgisinin bu kadar büyüyeceğini o zaman fark etmiş midir acaba?
daha sonraki durağımız keşişler oluyor. bu gizemli meyveyi onlar da deniyor. tadı çok acı geldiği için hepsini ateşe atıyorlar. daha sonra öyle güzel bir koku yayılır ki keşişler mest olur. keşişler daha sonra bu kavrulmuş meyvelerden bir içecek hazırlamışlar. keşişler kahveyi içtikten sonra bütün gece ayık kalmışlar. daha sonra bu sihirli içecek, kısa sürede yayılmış dört bir yana. 1000 yıllarında yemen'de üretilmeye başlanmış bile.
kahvenin istanbul'a gelişi kanuni sultan süleyman döneminde gerçekleşmiş. sınırları yemen'e kadar uzayan osmanlı, yemen valisi özdemir paşa sayesinde kahve ile tanışmıştır. bu tanışıklık gittikçe ilerlemiş ve artık sarayda kırk kişilik kadrolu kahveci ustaları çalışmaya başlamış.
efendim kahvenin ünü sarayın dışına da taşmış tabii ki. 1550 yılında ilk kahvehane açılmış istanbul'da. daha sonraki her mahallede bir kahvehane olmuş. insanlar burda oturur, muhabbet eder, tartışır, iş konuşur, ticaret yapar bir yandan da kahvesini yudumlarmış.
kahve tutkunu italyanlar da kahve ile osmanlı sayesinde tanışmıştır. venedikli tacirler 1615 yılında ilk kahve tohumlarını venedik'e götürerek bu harika içeceği bir kıtaya daha taşımışlardır. 1683 viyana kuşatması sırasında osmanlı'nın kahve tohumlarını cephede bırakması ile avrupa'ya da kahvehaneler açılmaya başlamıştır. polonyalı bir girişimci bu çuvallar dolusu kahveler ile ilk kahvehaneyi açmış.
istanbul'da olduğu gibi avrupa'da da çok sevilmiş kahvehaneler. voltaire, balzac, beethoven ve mozart da bu kahvehanelerin müdavimlerinden. balzac'ın kahve tutkusunu bilmeyen yoktur zaten. günlük 50 fincan kahve içtiği söylenir.
tabii ki o zaman kahve üretimi arabistan, afrika topraklarında. avrupa'ya da yayılması ile orda da kahve bitkisi yetiştirilmeye çalışılmış. 17. yüzyılın sonlarına doğru seralarda üretilen bitkiler, çeşitli yerlere gönderilmiş. bir tanesi de paris'te xıv. louis'e hediye edilmiş. bu hediye milyonlarca kahve bitkisinin atası olmuş.
şüphesiz kahve bizim kültürümüzde bambaşka bir noktaya yerleşmiştir. telvesi ile içilen tek kahve türü olan türk kahvesi de bu kültürün çok önemli bir parçası aynı zamanda insanlığa bir hediyemiz. sabahların mutluluk sebebi kahvaltı bile kahvenin altına yenilen yemekten alır ismini. bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır sözü de belki de sevgimizi gösteren en büyük kanıttır.
her şey, kaldı adındaki çobanın güttüğü keçilerin bir meyveyi yedikten sonra canlanmaları ile başlıyor. bunu gören çoban meyveyi kendisi de deniyor. kahve sevgisinin bu kadar büyüyeceğini o zaman fark etmiş midir acaba?
daha sonraki durağımız keşişler oluyor. bu gizemli meyveyi onlar da deniyor. tadı çok acı geldiği için hepsini ateşe atıyorlar. daha sonra öyle güzel bir koku yayılır ki keşişler mest olur. keşişler daha sonra bu kavrulmuş meyvelerden bir içecek hazırlamışlar. keşişler kahveyi içtikten sonra bütün gece ayık kalmışlar. daha sonra bu sihirli içecek, kısa sürede yayılmış dört bir yana. 1000 yıllarında yemen'de üretilmeye başlanmış bile.
kahvenin istanbul'a gelişi kanuni sultan süleyman döneminde gerçekleşmiş. sınırları yemen'e kadar uzayan osmanlı, yemen valisi özdemir paşa sayesinde kahve ile tanışmıştır. bu tanışıklık gittikçe ilerlemiş ve artık sarayda kırk kişilik kadrolu kahveci ustaları çalışmaya başlamış.
efendim kahvenin ünü sarayın dışına da taşmış tabii ki. 1550 yılında ilk kahvehane açılmış istanbul'da. daha sonraki her mahallede bir kahvehane olmuş. insanlar burda oturur, muhabbet eder, tartışır, iş konuşur, ticaret yapar bir yandan da kahvesini yudumlarmış.
kahve tutkunu italyanlar da kahve ile osmanlı sayesinde tanışmıştır. venedikli tacirler 1615 yılında ilk kahve tohumlarını venedik'e götürerek bu harika içeceği bir kıtaya daha taşımışlardır. 1683 viyana kuşatması sırasında osmanlı'nın kahve tohumlarını cephede bırakması ile avrupa'ya da kahvehaneler açılmaya başlamıştır. polonyalı bir girişimci bu çuvallar dolusu kahveler ile ilk kahvehaneyi açmış.
istanbul'da olduğu gibi avrupa'da da çok sevilmiş kahvehaneler. voltaire, balzac, beethoven ve mozart da bu kahvehanelerin müdavimlerinden. balzac'ın kahve tutkusunu bilmeyen yoktur zaten. günlük 50 fincan kahve içtiği söylenir.
tabii ki o zaman kahve üretimi arabistan, afrika topraklarında. avrupa'ya da yayılması ile orda da kahve bitkisi yetiştirilmeye çalışılmış. 17. yüzyılın sonlarına doğru seralarda üretilen bitkiler, çeşitli yerlere gönderilmiş. bir tanesi de paris'te xıv. louis'e hediye edilmiş. bu hediye milyonlarca kahve bitkisinin atası olmuş.
şüphesiz kahve bizim kültürümüzde bambaşka bir noktaya yerleşmiştir. telvesi ile içilen tek kahve türü olan türk kahvesi de bu kültürün çok önemli bir parçası aynı zamanda insanlığa bir hediyemiz. sabahların mutluluk sebebi kahvaltı bile kahvenin altına yenilen yemekten alır ismini. bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır sözü de belki de sevgimizi gösteren en büyük kanıttır.
devamını gör...
sokak hayvanlarına selam veren insan
sadri alışık'ın sözlerini akla getiren insandır; "sokak köpeklerine selam vermeye başladıysan, insan olmaya çeyrek kalmıştır."
devamını gör...
drasena marginata
marginata çiçeği anavatanı madagaskar’dır. kuşkonmazgiller familyasının dracaena türüdür. marginata çiçeği bordo, koyu mor, kızıl, düz yeşil, ortası yeşil kenarları kızıl renkli olmak üzere birçok çeşidi vardır. yapraklarının boyları ortalama en az 30 cm, iyi bakılırsa ve yerini beğenirse 90cm’e kadar uzayabilirler. iyi bakıldığı takdirde çeşitli sağlık sorunlarıyla karşılaşma olasılığı düşüktür ve yaprak dökmez.
devamını gör...