calakalem - öne çıkan tanımları (1. sayfa)
1.
amok koşucusu
stefan zweig'in hikaye türündeki kitabıdır.
kitapta hepsinin merkezinde bir şekikde intihar olgusunun olduğu birkaç hikaye var ama en ilginç olanı kitaba da adını veren amok koşucusudur.
bu hikayeyi okurken hikayeye konu olan doktorun anlatıya girmeye başladığı bölüm de bana biraz korkutucu gelmişti. gerçek bir edebiyat dehası zweig çünkü bana da ürpertici gelen bu kısım, aslında doktorun içine düştüğü ruhsal karanlığın da okuyucuda gözlemsel bir betimlemeyle canlandırılması amacıyladır.
hikayede geç kalınmış ya da zamanında yapılması gerekip de yapılamayan bir fedakarlığın vicdana oturan ağır yüküyle kalakalmış bir adam vardır.
zweig'in karakterleri kendilerine karşı da yalan söylemeyen, götünü başını oynatmayan haysiyetli insanlardır ve bu haysiyet, incindiği noktada yaşamak için bir motivasyonları da kalmaz. o incinmişliğin peşini sonsuzca kovalamaktır amok koşuculuğu da. bir nevi sisyphos mevzusudur aslında onlarınki.
doktor da artık sonucu pek değiştirmeyecek de olsa ödemesi gereken o borcu ödemenin çabasındadır.
o güne kadar çizgisinden çıkmayarak özenle uyduğu toplumsal normların anlamsız bir toz bulutu gibi kaybolup gitmesinden sonra arta kalan şeyle yüzleşmesidir biraz da.
okuyun böyle kitapları. hepimizin her şeyden önce kendimiz üzerinde çalışmalara ihtiyacımız var.
kitapta hepsinin merkezinde bir şekikde intihar olgusunun olduğu birkaç hikaye var ama en ilginç olanı kitaba da adını veren amok koşucusudur.
bu hikayeyi okurken hikayeye konu olan doktorun anlatıya girmeye başladığı bölüm de bana biraz korkutucu gelmişti. gerçek bir edebiyat dehası zweig çünkü bana da ürpertici gelen bu kısım, aslında doktorun içine düştüğü ruhsal karanlığın da okuyucuda gözlemsel bir betimlemeyle canlandırılması amacıyladır.
hikayede geç kalınmış ya da zamanında yapılması gerekip de yapılamayan bir fedakarlığın vicdana oturan ağır yüküyle kalakalmış bir adam vardır.
zweig'in karakterleri kendilerine karşı da yalan söylemeyen, götünü başını oynatmayan haysiyetli insanlardır ve bu haysiyet, incindiği noktada yaşamak için bir motivasyonları da kalmaz. o incinmişliğin peşini sonsuzca kovalamaktır amok koşuculuğu da. bir nevi sisyphos mevzusudur aslında onlarınki.
doktor da artık sonucu pek değiştirmeyecek de olsa ödemesi gereken o borcu ödemenin çabasındadır.
o güne kadar çizgisinden çıkmayarak özenle uyduğu toplumsal normların anlamsız bir toz bulutu gibi kaybolup gitmesinden sonra arta kalan şeyle yüzleşmesidir biraz da.
okuyun böyle kitapları. hepimizin her şeyden önce kendimiz üzerinde çalışmalara ihtiyacımız var.
devamını gör...
2.
august: osage county
türkçeye aile sırları olarak çevrilen, 2013 yapımı john wells filmidir.
film, babalarının kaybolması sonrasında her biri farklı bir yerde yaşayan kızların, aynı zamanda ailenin hem komşuları hem de teyzeleri olan mattie ve ailesiyle bir araya gelmelerinden sonraki süreci işliyor.
geçmişte kalan ve üzeri örtülen kırgınlıklar, hep eksik kalmış kopuk iletişimler, sonrasında gelen sorunlu evlilikler ve çok daha farklı aile sırları vs. ailedeki herkesi fazlasıyla hırpalamış durumdadır. bunların sonucunda şekillenen normal dışı karakterlere rağmen yine de herkesin birbirini koşulsuz kabullenmekten başka şansının olmadığı zorunlu aile bağları.
bazen en yakınımızdakilerle bile birbirlerimizin içindeki karanlıklardan habersiz yaşayıp gidebiliyoruz ve mesafeler, gerçekten de bedenlerimizle değil, tamamen bilinçlerimizle ilgili bir şey.
evet, karmaşıktır aile işleri ve insanın yaşamı boyunca etkisinde kaldığı, kişiliğini şekillendiren derin izler barındırabiliyor.
komedi ögeleriyle bezenmiş müthiş bir aile draması olan film, aynı zamanda julia roberts'ın en beğendiğim performansıdır.
gerçi filmde, meryl streep'in canlandırdığı anne karakteri, çok daha komplike ve oynanması güç bir karakter olmasına rağmen, kızı rolündeki julia roberts'ın canlandırdığı barbara karakterini çok daha gerçek ve yakın buldum. zaten filmi de bu iki oyuncu sürüklüyor.
öte yandan film, izleyiciye bırakılan müthiş alt metinlerle de zengileştirilmiş. evdeki kızılderili hizmetçi kadın üzerinden, hem amerika'daki kızılderililere farklı bakış açılarının hem de modern amerika tarihinin örtük bir eleştirisi yapılıyor. kızılderili ise beyaz adamın tamamiyle kendiyle olan sorunlarının sessiz bir izleyicisi.
film; abartıya kaçmayan doğal yapısı, güçlü senaryosu, her ne kadar iki oyuncuya vurgu yapsam da diğer yan rolleriyle de gerçekten başarılı sayılabilecek kadrosuyla herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği, bazen boğazınızın düğümleneceği bazen de sesli kahkahalar atabileceğiniz, özdeşim yüklü bir hikaye sunuyor.
fazlasıyla izlenilesi.
film, babalarının kaybolması sonrasında her biri farklı bir yerde yaşayan kızların, aynı zamanda ailenin hem komşuları hem de teyzeleri olan mattie ve ailesiyle bir araya gelmelerinden sonraki süreci işliyor.
geçmişte kalan ve üzeri örtülen kırgınlıklar, hep eksik kalmış kopuk iletişimler, sonrasında gelen sorunlu evlilikler ve çok daha farklı aile sırları vs. ailedeki herkesi fazlasıyla hırpalamış durumdadır. bunların sonucunda şekillenen normal dışı karakterlere rağmen yine de herkesin birbirini koşulsuz kabullenmekten başka şansının olmadığı zorunlu aile bağları.
bazen en yakınımızdakilerle bile birbirlerimizin içindeki karanlıklardan habersiz yaşayıp gidebiliyoruz ve mesafeler, gerçekten de bedenlerimizle değil, tamamen bilinçlerimizle ilgili bir şey.
evet, karmaşıktır aile işleri ve insanın yaşamı boyunca etkisinde kaldığı, kişiliğini şekillendiren derin izler barındırabiliyor.
komedi ögeleriyle bezenmiş müthiş bir aile draması olan film, aynı zamanda julia roberts'ın en beğendiğim performansıdır.
gerçi filmde, meryl streep'in canlandırdığı anne karakteri, çok daha komplike ve oynanması güç bir karakter olmasına rağmen, kızı rolündeki julia roberts'ın canlandırdığı barbara karakterini çok daha gerçek ve yakın buldum. zaten filmi de bu iki oyuncu sürüklüyor.
öte yandan film, izleyiciye bırakılan müthiş alt metinlerle de zengileştirilmiş. evdeki kızılderili hizmetçi kadın üzerinden, hem amerika'daki kızılderililere farklı bakış açılarının hem de modern amerika tarihinin örtük bir eleştirisi yapılıyor. kızılderili ise beyaz adamın tamamiyle kendiyle olan sorunlarının sessiz bir izleyicisi.
film; abartıya kaçmayan doğal yapısı, güçlü senaryosu, her ne kadar iki oyuncuya vurgu yapsam da diğer yan rolleriyle de gerçekten başarılı sayılabilecek kadrosuyla herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği, bazen boğazınızın düğümleneceği bazen de sesli kahkahalar atabileceğiniz, özdeşim yüklü bir hikaye sunuyor.
fazlasıyla izlenilesi.
devamını gör...
3.
once upon a time in hollywood
2019 yapımı quentin tarantino filmidir.
tarantino ayılıp bayıldığım bir yönetmen değildir ancak tarzını severim. hiçbir popülist kaygıya kapılmadan, doğrucu davranmaya çalışmadan, herkesten önce kendisi için film yapan bir yönetmen. filmlerinde öyle büyük büyük laflar etmez, dünyayı kurtarmaz. zaten kurgusu, odağa aldığı obje ve kamera açılarıyla da hemen her filmine bir şekilde imzasını bırakmayı da ihmal etmeyen bir yönetmen.
örneklemek gerekirse, birbirinden bağımsız ilerleyen karakter hikayelerinin finalde kaotik bir şekilde kesişmesi, ayak fetişi ya da abartılı şiddet sahneleri, en bilindik tarantino dokunuşlarıdır.
filmleri, gerçek hayatta sevdiği şeyleri daha çok sevdiği, sevmediği ya da öfke duyduğu şeylerden de intikam aldığı alternatif bir kurgusallık içerir. işte tarantino'nun bu normalüstü tarzı, oyuncu yetenekleri ve performanslarıyla tamamlanabilecek noktalar. oyunculuk seçimleri de bu yüzden ayrı bir özenle yaptığı, üzerinde titizlikle çalıştığı süreçler içeriyor.
once upon a time in hollywood, bu yönleriyle en çok da yine kendisinin "pulp fiction" filmiyle benzerlikler gösteriyor. film, tamamen tarantino'nun hollywood sevgisi ve saygısı üzerine kurulmuş bir dönem filmi. dönemin zorlukları, güzellikleri; oyuncu, yapımcı, senarist vs. sektörün tüm bileşenleri özelinde ayrı ayrı işlenmiş. charles manson olayı da bu yüzden gerçekte yaşandığı gibi değil de tarantino'nun "keşke böyle olsaydı" dediği bir alternatif gerçeklikte yeniden kurgulanıp yorumlanmış.
filmdeki kostümler, müzikler, hikaye gereği ekrana yansıyan dönemin hollywood setleri ve her bir detay, paraya kıyıldığını gösteriyor. yine de harley quinn gibi kült bir karaktere, heath ledger'in jokeri ayarında hayat verebilmiş margot robbie gibi yetenekli bir oyuncunun potansiyelini, çok daha fazla sahnede, çok daha karakteristik görmeyi isterdik.
bu filmle oscar'ı alan brad pitt olsa da filmdeki oyunculukta zirveye çıkan net dicaprio oluyor. ani duygu değişimleri, hikayedeki birbirinden farklı zibilyon tane karaktere hızlıca bürünebilmesi vs. çok iyiydi.
film, size derli toplu bir hikaye anlatmak yerine, zengin görselliğiyle bir dönemin belgeseli niteliğinde bir hollywood panoraması çıkarıyor.
detay seven biri olarak benim için keyifliydi, ben beğendim ancak her sinemasevere hitap edebilen bir film olduğunu söyleyemem.
tarantino ayılıp bayıldığım bir yönetmen değildir ancak tarzını severim. hiçbir popülist kaygıya kapılmadan, doğrucu davranmaya çalışmadan, herkesten önce kendisi için film yapan bir yönetmen. filmlerinde öyle büyük büyük laflar etmez, dünyayı kurtarmaz. zaten kurgusu, odağa aldığı obje ve kamera açılarıyla da hemen her filmine bir şekilde imzasını bırakmayı da ihmal etmeyen bir yönetmen.
örneklemek gerekirse, birbirinden bağımsız ilerleyen karakter hikayelerinin finalde kaotik bir şekilde kesişmesi, ayak fetişi ya da abartılı şiddet sahneleri, en bilindik tarantino dokunuşlarıdır.
filmleri, gerçek hayatta sevdiği şeyleri daha çok sevdiği, sevmediği ya da öfke duyduğu şeylerden de intikam aldığı alternatif bir kurgusallık içerir. işte tarantino'nun bu normalüstü tarzı, oyuncu yetenekleri ve performanslarıyla tamamlanabilecek noktalar. oyunculuk seçimleri de bu yüzden ayrı bir özenle yaptığı, üzerinde titizlikle çalıştığı süreçler içeriyor.
once upon a time in hollywood, bu yönleriyle en çok da yine kendisinin "pulp fiction" filmiyle benzerlikler gösteriyor. film, tamamen tarantino'nun hollywood sevgisi ve saygısı üzerine kurulmuş bir dönem filmi. dönemin zorlukları, güzellikleri; oyuncu, yapımcı, senarist vs. sektörün tüm bileşenleri özelinde ayrı ayrı işlenmiş. charles manson olayı da bu yüzden gerçekte yaşandığı gibi değil de tarantino'nun "keşke böyle olsaydı" dediği bir alternatif gerçeklikte yeniden kurgulanıp yorumlanmış.
filmdeki kostümler, müzikler, hikaye gereği ekrana yansıyan dönemin hollywood setleri ve her bir detay, paraya kıyıldığını gösteriyor. yine de harley quinn gibi kült bir karaktere, heath ledger'in jokeri ayarında hayat verebilmiş margot robbie gibi yetenekli bir oyuncunun potansiyelini, çok daha fazla sahnede, çok daha karakteristik görmeyi isterdik.
bu filmle oscar'ı alan brad pitt olsa da filmdeki oyunculukta zirveye çıkan net dicaprio oluyor. ani duygu değişimleri, hikayedeki birbirinden farklı zibilyon tane karaktere hızlıca bürünebilmesi vs. çok iyiydi.
film, size derli toplu bir hikaye anlatmak yerine, zengin görselliğiyle bir dönemin belgeseli niteliğinde bir hollywood panoraması çıkarıyor.
detay seven biri olarak benim için keyifliydi, ben beğendim ancak her sinemasevere hitap edebilen bir film olduğunu söyleyemem.
devamını gör...
4.
winterhawk
1975 yapımı charles b. pierce imzalı western filmidir.
bir çocukluk klasiği olarak pazar günleri western filmi izleme ritüelini anmak adına bugün rastladım filme.
öncelikle filmin benzeri diğer hollywood filmlerinin aksine, kızılderililere ya da amerikan yerlilerine bir iade-i itibar, saygı duruşu filmlerinden olduğunu söylemek mümkün. ne var ki ara ara bu neviden günah çıkarma işlerine de ziyadesiyle çömlek salladıklarından, hikayesi güzel olsa da samimiyeti şaibeli filmlerdendir.
filmde, karaayak kabilesinin lideri winterhawk (kış şahini) oğlunu da kaybetmesine neden olan ve beyaz adamla o topraklara gelen çiçek hastalığı salgını için bir grup adamıyla beyazlardan aşı istemeye gider. bu barışçıl ziyaret, beyazların kış şahini'nin adamlarından birini öldürmesiyle karmaşık bir hal alır. çünkü kış şahini de gruptaki bir kadın ve çocuğu, bedel olarak kendisiyle götürür. hikaye de bu kovalamaca boyunca sürüp gider.
filmdeki anlatıcı ses bol bol şiirsel bir kızılderili ve kış şahini güzellemeleri yapsa da beyaz amerikalıların adeta devlet politikası olarak kızılderililere uyguladıkları kitlesel imha ve sömürü, birkaç kötü niyetli beyazın yaptığı münferit olaylar çerçevesine sıkıştırılmış. yani mevzu bir "her insan grubunun iyisi kötüsü vardır." basitliğinde yansıtılmış. filmindeki en yoğun samimiyetsizlik de burada. öte yandan artık hikayesi olan filmlere rastlamak zor ve ben güzel hikayeleri severim. film; hikayesi, görselliği, tip ve arketipleriyle başarılı.
bir çocukluk klasiği olarak pazar günleri western filmi izleme ritüelini anmak adına bugün rastladım filme.
öncelikle filmin benzeri diğer hollywood filmlerinin aksine, kızılderililere ya da amerikan yerlilerine bir iade-i itibar, saygı duruşu filmlerinden olduğunu söylemek mümkün. ne var ki ara ara bu neviden günah çıkarma işlerine de ziyadesiyle çömlek salladıklarından, hikayesi güzel olsa da samimiyeti şaibeli filmlerdendir.
filmde, karaayak kabilesinin lideri winterhawk (kış şahini) oğlunu da kaybetmesine neden olan ve beyaz adamla o topraklara gelen çiçek hastalığı salgını için bir grup adamıyla beyazlardan aşı istemeye gider. bu barışçıl ziyaret, beyazların kış şahini'nin adamlarından birini öldürmesiyle karmaşık bir hal alır. çünkü kış şahini de gruptaki bir kadın ve çocuğu, bedel olarak kendisiyle götürür. hikaye de bu kovalamaca boyunca sürüp gider.
filmdeki anlatıcı ses bol bol şiirsel bir kızılderili ve kış şahini güzellemeleri yapsa da beyaz amerikalıların adeta devlet politikası olarak kızılderililere uyguladıkları kitlesel imha ve sömürü, birkaç kötü niyetli beyazın yaptığı münferit olaylar çerçevesine sıkıştırılmış. yani mevzu bir "her insan grubunun iyisi kötüsü vardır." basitliğinde yansıtılmış. filmindeki en yoğun samimiyetsizlik de burada. öte yandan artık hikayesi olan filmlere rastlamak zor ve ben güzel hikayeleri severim. film; hikayesi, görselliği, tip ve arketipleriyle başarılı.
devamını gör...
5.
aşk zamanı
yönetmen wong kar-wai'nin 2000 yapımlı filmidir.
gösterime girdiği yıl bile gelmiş geçmiş en iyi aşk filmlerinden biri olarak kendi türündeki kült filmler arasında yerini almıştır.
yönetmenin bazı durumlarda diyaloğu yarım bırakıp görüntüyle tamamlaması, kamera açıları, renk uyumları ve ses kullanımı gibi birden çok dehasını konuşturduğu bir işçilik içerir.
gerçek anlamda filmin doğasına girebilirseniz nasıl bittiğini bile anlamazsınız. öbür türlü sizin için biraz ağır ilerliyor olabilir.
filmde her iki karakter özelinde de aşkın bireysel derinliklerini ve etkilerini gözlemleyebiliyorsunuz. iniş çıkışlar, kıskançlık, heyecan, umut ve umutsuzluk. duygu geçişlerinin bu denli hızlıca ve ters yönlü olabilmesi, filmin doğallığına doğallık katıyor.
öte yandan 60'larda geçen bir dönem filmi olması, bunca teknolojik zamazingoların hayatımıza girmediği, salt fiili insan ilişkileri üzerinden ilerleyen gerçek bir hikayeyi de gözler önüne seriyor. başlarda birbirini tanımayan iki insan sesleriyle, kokularıyla, yaşamın içindeki en gündelik en doğal görüntüleriyle birbirlerinin zihninde yer bulmaya başlıyorlar. üstelik bu sürecin belli bir olgunluğa erişmesine dahi gerek kalmadan toplumsal bir denetim ve gözlemin de etkisindeki kahramanlarımız, psikolojik olarak ciddi bir varoluş mücadelesinin de içindeler.
filmdeki harika müziklerin kullanımıysa kamera objektifinin odaklandığı karakteri, diğer karanterin gözünden de görebilme imkanı veriyor izleyiciye.
abartının, gürültü patırtının olmadığı, baştan sona zarafet dolu bir film.
gösterime girdiği yıl bile gelmiş geçmiş en iyi aşk filmlerinden biri olarak kendi türündeki kült filmler arasında yerini almıştır.
yönetmenin bazı durumlarda diyaloğu yarım bırakıp görüntüyle tamamlaması, kamera açıları, renk uyumları ve ses kullanımı gibi birden çok dehasını konuşturduğu bir işçilik içerir.
gerçek anlamda filmin doğasına girebilirseniz nasıl bittiğini bile anlamazsınız. öbür türlü sizin için biraz ağır ilerliyor olabilir.
filmde her iki karakter özelinde de aşkın bireysel derinliklerini ve etkilerini gözlemleyebiliyorsunuz. iniş çıkışlar, kıskançlık, heyecan, umut ve umutsuzluk. duygu geçişlerinin bu denli hızlıca ve ters yönlü olabilmesi, filmin doğallığına doğallık katıyor.
öte yandan 60'larda geçen bir dönem filmi olması, bunca teknolojik zamazingoların hayatımıza girmediği, salt fiili insan ilişkileri üzerinden ilerleyen gerçek bir hikayeyi de gözler önüne seriyor. başlarda birbirini tanımayan iki insan sesleriyle, kokularıyla, yaşamın içindeki en gündelik en doğal görüntüleriyle birbirlerinin zihninde yer bulmaya başlıyorlar. üstelik bu sürecin belli bir olgunluğa erişmesine dahi gerek kalmadan toplumsal bir denetim ve gözlemin de etkisindeki kahramanlarımız, psikolojik olarak ciddi bir varoluş mücadelesinin de içindeler.
filmdeki harika müziklerin kullanımıysa kamera objektifinin odaklandığı karakteri, diğer karanterin gözünden de görebilme imkanı veriyor izleyiciye.
abartının, gürültü patırtının olmadığı, baştan sona zarafet dolu bir film.
devamını gör...
6.
un coeur en hiver
92 yapımı claude sautet filmidir.
film boyunca akan güzel (keman ağırlıklı) müzikleriyle zaman zaman durağan zaman zaman sürükleyici bir aşk hikayesini işliyor.
camille ve maxime'in ilişkisi, maxime'in iş ortağı ve arkadaşı olan stephane'ın da bu aşka dahil olmasıyla karmaşıklaşır.
yalnız bu filmde dikkatimi çeken asıl nokta, toplumsal cinsiyet rollerinin bir anlamda yer değiştirmişçesine işlenmesiydi.
yasak aşkın erkek figürü maxime'in bastırılmış ve silik kişiliğine karşı, o duygularının ifadesinde ve bunun sonuçlarıyla yüzleşmekte çok daha cesur bir tavır takınan kadın karakter camille iki farklı kişiliktir. zaten sonuçları belirleyecek olan da bu tek taraflılıktır.
film, karakterlerin herhangi birine odaklanmak yerine hikayeye odaklanıyor ve bu da karakterlerin anlaşılması noktasında biraz eksiklik doğursa da izlenilesi.
film boyunca akan güzel (keman ağırlıklı) müzikleriyle zaman zaman durağan zaman zaman sürükleyici bir aşk hikayesini işliyor.
camille ve maxime'in ilişkisi, maxime'in iş ortağı ve arkadaşı olan stephane'ın da bu aşka dahil olmasıyla karmaşıklaşır.
yalnız bu filmde dikkatimi çeken asıl nokta, toplumsal cinsiyet rollerinin bir anlamda yer değiştirmişçesine işlenmesiydi.
yasak aşkın erkek figürü maxime'in bastırılmış ve silik kişiliğine karşı, o duygularının ifadesinde ve bunun sonuçlarıyla yüzleşmekte çok daha cesur bir tavır takınan kadın karakter camille iki farklı kişiliktir. zaten sonuçları belirleyecek olan da bu tek taraflılıktır.
film, karakterlerin herhangi birine odaklanmak yerine hikayeye odaklanıyor ve bu da karakterlerin anlaşılması noktasında biraz eksiklik doğursa da izlenilesi.
devamını gör...
7.
seppuku
1962 yapımı masaki kobayashi yapımı filmdir.
dönemin koşullarına göre kurgusu, sinematografi tekniği ve hikayesiyle aşmış filmdir.
sadece bir alanda değil, birden çok alanda kaybetmiş bir ronin'in (ronin: itibarını kaybetmiş samuray) hikayesini kendi anlatımlarından, izleyicideki empati duygusunu canlandıran kamera açılarıyla tane tane dinlemek...
hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada zor koşullarla sınanmadıkça onur, haysiyet, şeref gibi kavramlar da kimsenin ağzından düşmeyecek tatlılıktadır. insanların kendi yaratıkları yaldızlı kavramları birer fanusa dönüştürüp etrafında olup bitenlere de bu fanustan baktıkları bir illüzyon dünyasını darmadağın eden bir film.
dönemin koşullarına göre kurgusu, sinematografi tekniği ve hikayesiyle aşmış filmdir.
sadece bir alanda değil, birden çok alanda kaybetmiş bir ronin'in (ronin: itibarını kaybetmiş samuray) hikayesini kendi anlatımlarından, izleyicideki empati duygusunu canlandıran kamera açılarıyla tane tane dinlemek...
hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada zor koşullarla sınanmadıkça onur, haysiyet, şeref gibi kavramlar da kimsenin ağzından düşmeyecek tatlılıktadır. insanların kendi yaratıkları yaldızlı kavramları birer fanusa dönüştürüp etrafında olup bitenlere de bu fanustan baktıkları bir illüzyon dünyasını darmadağın eden bir film.
devamını gör...
8.
kırık bir aşk hikayesi
1981 yapımlı bir ömer kavur filmidir.
kaliteli senaryosuna da usta yazar selim ileri kaleminin değdiği belli olan filmde, küçük bir kasabada yaşayan fuat kadir inanır bir zamanlar hali vakti yerinde olmasına rağmen, artık eski ekonomik gücüne sahip olmayan bir aileye mensup ortalama bir gençtir ve yine kasabanın önde gelen ailelerinden birinin kızı olan belgin özlem onursal ile nişanlıdır.
aslında bu durum, ne fuat'ın ne de belgin'in istediği bir yaşamdır fakat gerek kasaba toplumunun beklentileri ve onlara biçtiği sosyal roller, gerekse bu evliliğin fuat'ın ailesine de nefes aldıracak ekonomik beklentileri, onları bu sürece iten durumlardır.
günün birinde, oraya yeni atanan edebiyat öğretmeni aysel hümeyra yalnız kovboy edalarıyla kasabaya geldiğinde ise bu denklem bozulacaktır. çünkü aysel, o güne kadar hep dışarıdan bakılmış ve dışarısı için yaşamış fuat'ın bir kendi içine bakma ve kendisi için yaşama kıvılcımı olacaktır.
film de bu noktada, klişe bir aşk hikayesi olmanın dışına çıkarak birey/toplum çatışmasına doğru kaymaya başlar.
her canlı organizma gibi toplumlar da kendi devamlılığını sürdürme eğilimindedir. bunun için de sizde olan fazlalıkları törpüleyip sizi kendine benzetmeye çalışmakla işe koyulur. bu yapıya göre şekillenmiş toplum ve devlet statükosu, adeta bireyin üzerinde sopasını sallamaktan bir an bile kendini alıkoymaz. yalnız görüntünüzle onlara benzemeniz yetmez, bununla birlikte "düzenli aile yaşamı" gibi uydurma bir yaşam modeliyle mahreminizde, yatak odanızda, ne türden pislikler yapıyor olursanız olun, önemli olan onlara gösterebildiğiniz, çizginin ne biraz ilerisinde ne de çok gerisindeki ortalama yaşamınızdır.
filmdeki aysel karakterinin söylediği "evliliğe karşı değilim, birbirini sevmeyen karı kocalara, mutsuz çocuklara, sevgisiz evlere karşıyım." repliği de bunun en güzel özetidir.
tüm hastalıklı kişilik ve ilişki yapılarının tohumları, işte bu sevgisiz evlerde atılıyor.
geleneksel yöntemlerle yapılan evliliklerin birçoğu, rızasız cinsel birlikteliklerin, yani bir anlamda tecavüz çocuklarının dünyaya gelmesinin en büyük nedeni. sosyal ve ekonomik sınıf fark etmeksizin aile içi şiddet de, hala en çok rastlanan şiddet türlerinden biri. üstelik türkiye'nin, ne yazık ki dünya'daki çoğu ülkeyi geride bıraktığı aile içi istismar ve ensest vakaları da cabası.
yani bu "düzenli aile hayatı" geyiklerinin, aslında en düzensiz ve kirli ilişkilerin merkezi olduğu da söylenebilir.
peki fuat ve aysel'in aşkları, inançları ve mücadeleleri, bu köhnemiş değerlerin karşısında durabilecek kadar güçlü mü ya da bu bir gerçekten "kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz" meselesi mi?
film, aynı zamanda 12 eylül'ün sindirilmiş, iradeleri iğdiş edilmiş, yalnızlaştırılmış insanlarının da birer panoraması.
kaliteli senaryosuna da usta yazar selim ileri kaleminin değdiği belli olan filmde, küçük bir kasabada yaşayan fuat kadir inanır bir zamanlar hali vakti yerinde olmasına rağmen, artık eski ekonomik gücüne sahip olmayan bir aileye mensup ortalama bir gençtir ve yine kasabanın önde gelen ailelerinden birinin kızı olan belgin özlem onursal ile nişanlıdır.
aslında bu durum, ne fuat'ın ne de belgin'in istediği bir yaşamdır fakat gerek kasaba toplumunun beklentileri ve onlara biçtiği sosyal roller, gerekse bu evliliğin fuat'ın ailesine de nefes aldıracak ekonomik beklentileri, onları bu sürece iten durumlardır.
günün birinde, oraya yeni atanan edebiyat öğretmeni aysel hümeyra yalnız kovboy edalarıyla kasabaya geldiğinde ise bu denklem bozulacaktır. çünkü aysel, o güne kadar hep dışarıdan bakılmış ve dışarısı için yaşamış fuat'ın bir kendi içine bakma ve kendisi için yaşama kıvılcımı olacaktır.
film de bu noktada, klişe bir aşk hikayesi olmanın dışına çıkarak birey/toplum çatışmasına doğru kaymaya başlar.
her canlı organizma gibi toplumlar da kendi devamlılığını sürdürme eğilimindedir. bunun için de sizde olan fazlalıkları törpüleyip sizi kendine benzetmeye çalışmakla işe koyulur. bu yapıya göre şekillenmiş toplum ve devlet statükosu, adeta bireyin üzerinde sopasını sallamaktan bir an bile kendini alıkoymaz. yalnız görüntünüzle onlara benzemeniz yetmez, bununla birlikte "düzenli aile yaşamı" gibi uydurma bir yaşam modeliyle mahreminizde, yatak odanızda, ne türden pislikler yapıyor olursanız olun, önemli olan onlara gösterebildiğiniz, çizginin ne biraz ilerisinde ne de çok gerisindeki ortalama yaşamınızdır.
filmdeki aysel karakterinin söylediği "evliliğe karşı değilim, birbirini sevmeyen karı kocalara, mutsuz çocuklara, sevgisiz evlere karşıyım." repliği de bunun en güzel özetidir.
tüm hastalıklı kişilik ve ilişki yapılarının tohumları, işte bu sevgisiz evlerde atılıyor.
geleneksel yöntemlerle yapılan evliliklerin birçoğu, rızasız cinsel birlikteliklerin, yani bir anlamda tecavüz çocuklarının dünyaya gelmesinin en büyük nedeni. sosyal ve ekonomik sınıf fark etmeksizin aile içi şiddet de, hala en çok rastlanan şiddet türlerinden biri. üstelik türkiye'nin, ne yazık ki dünya'daki çoğu ülkeyi geride bıraktığı aile içi istismar ve ensest vakaları da cabası.
yani bu "düzenli aile hayatı" geyiklerinin, aslında en düzensiz ve kirli ilişkilerin merkezi olduğu da söylenebilir.
peki fuat ve aysel'in aşkları, inançları ve mücadeleleri, bu köhnemiş değerlerin karşısında durabilecek kadar güçlü mü ya da bu bir gerçekten "kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz" meselesi mi?
film, aynı zamanda 12 eylül'ün sindirilmiş, iradeleri iğdiş edilmiş, yalnızlaştırılmış insanlarının da birer panoraması.
devamını gör...
9.
mavi ay
cybill shepherd ve bruce willis'in başrollerini paylaştığı 80'li yılların kült polisiye dizisidir.
trt'nin de 90'larda "mavi ay" adıyla yayınladığı ve merhum alev sezer'in müthiş bruce willis dublajıyla hafızalara kazınan dizinin zaten tek mevzusu da bruce willis'in oynadığı david addison karakterinin esprileri olduğundan, düşük kalite hikaye ve polisiye kurgusundan çok, komedi yönü ön plana çıkan bir yapım.

"maddie, maddie, maddie! burnun o kadar havalarda ki beynine kar yağıyor."
david addison
dizinin salt bir bruce willis oyunculuğu üzerine kurgulandığı bile söylenebilir. öyle ki dizi kisvesi altında bir stand up performansından bile bahsedilebiliriz.
hatta büyük bir kitleye erişebilen absürd mizahıyla bu yapıtın daha güncel yapımlar olan "how i met your mother" ya da " the big bang theory" gibi dizilerin atası olduğu görüşüne bile çok uzak değilim.
dizinin dublaj işçiliği ise esprilerin türkçeye uyarlanabilmesi, belki bir çoğunun yeniden yorumlanmış olmasıyla büyük ve oldukça başarılı bir emek süreci içeriyor.
bir dönem digitürk'te de tekrar bölümleri yayınlanan dizinin yayın saatlerine denk gelmek güçtü.
şu an youtube'daki "maviay dizisi" kanalında, dizinin 5 sezonluk tüm bölümleri, türkçe dublajlı olarak yayınlanmış olsa da bu dublaj versiyonunun ne yazık ki alev sezer dublajı olmaması, büyük eksiklik.
trt'nin de 90'larda "mavi ay" adıyla yayınladığı ve merhum alev sezer'in müthiş bruce willis dublajıyla hafızalara kazınan dizinin zaten tek mevzusu da bruce willis'in oynadığı david addison karakterinin esprileri olduğundan, düşük kalite hikaye ve polisiye kurgusundan çok, komedi yönü ön plana çıkan bir yapım.

"maddie, maddie, maddie! burnun o kadar havalarda ki beynine kar yağıyor."
david addison
dizinin salt bir bruce willis oyunculuğu üzerine kurgulandığı bile söylenebilir. öyle ki dizi kisvesi altında bir stand up performansından bile bahsedilebiliriz.
hatta büyük bir kitleye erişebilen absürd mizahıyla bu yapıtın daha güncel yapımlar olan "how i met your mother" ya da " the big bang theory" gibi dizilerin atası olduğu görüşüne bile çok uzak değilim.
dizinin dublaj işçiliği ise esprilerin türkçeye uyarlanabilmesi, belki bir çoğunun yeniden yorumlanmış olmasıyla büyük ve oldukça başarılı bir emek süreci içeriyor.
bir dönem digitürk'te de tekrar bölümleri yayınlanan dizinin yayın saatlerine denk gelmek güçtü.
şu an youtube'daki "maviay dizisi" kanalında, dizinin 5 sezonluk tüm bölümleri, türkçe dublajlı olarak yayınlanmış olsa da bu dublaj versiyonunun ne yazık ki alev sezer dublajı olmaması, büyük eksiklik.
devamını gör...
10.
dağdan inme
jack london'ın şampiyon kitabının hem sahne hem radyo tiyatrosu uyarlamasıdır.
uyarlamanın basımı da mevcuttur.
hikayede, babası tarafından alaska'nın doğal ortamında yetiştirilen oldukça yetenekli boksör bir gencin, sonradan türlü şikelerin döndüğü boks piyasasındaki ilkelerinden taviz vermeyen varlık mücadelesi ve yine rastlantı sonucu bu hayatına dahil olan bir kadınla olan aşkı konu edilir.
uyarlamanın basımı da mevcuttur.
hikayede, babası tarafından alaska'nın doğal ortamında yetiştirilen oldukça yetenekli boksör bir gencin, sonradan türlü şikelerin döndüğü boks piyasasındaki ilkelerinden taviz vermeyen varlık mücadelesi ve yine rastlantı sonucu bu hayatına dahil olan bir kadınla olan aşkı konu edilir.
devamını gör...
11.
dogville
lars von trier başyapıtı filmdir.
öncelikle insanları ve onların bir araya gelerek oluşturduğu toplumsal düzenleri sevmiyorum. burayı ve sizleri de sevmiyorum ama etkileşim gerektiren bir doğamız var ve onun tutsağıyız. film de bu açılardan biraz benim kafada ya da ben onun kafasındayım. çok da fark etmiyor.
buna rağmen, filmin duygu ve etkilerini bir metne dökmek gerçekten zor ve pekala eksik olacaktır.
lars von trier'in bu filmde, her şeyden önce brecht tiyatrosunu andıran dekor kullanımı, izleyicide farklı bir odak, farklı bir algı penceresi açıyor. küçücük yaşamlarımızda evlerimizin duvarlarından, düzenlediğimiz bahçelere, yaptığımız yollara, insan işi her şeyin doğa ve yaşam adına anlamsızlığını somutlaştıran cinsten adeta.
filmle ilgili hristiyanlık eleştirisi, toplumsal ahlak eleştirisi, iktisadi düzen eleştirisi, aile eleştirisi vs. hepsini geçelim. adam, 3 saatlik bir filmle koskoca insanlık tarihi eleştirisi vermiş. üstelik bir filmde, sinema, tiyatro ve edebiyat gibi üç disiplini en asli yönleriyle bir araya getirmiş.
brecht tiyatrosu demiştik, çünkü hareketli kamera çekimleri sayesinde oyunun izleyicisi değil parçası gibi oluyorsunuz. edebiyat demiştik, thomas edison jr.ın elinde kitap olmadan kitap okuduğu sahne efektleri ve film boyunca akıp giden şiirsel senaryo, filmin en güçlü ayaklarından bir diğeri.
benlik algımız, sosyal rollerimiz, sevgilerimiz, duygularımız... bunlar gerçekten bize ait olan şeyler mi? yoksa en içten, en kişisel sandıklarımıza kadar hepsi öğrenilmiş/öğretilmiş şeyler mi?
insana ve insana dair şeylere sürekli anlamlar yükleyip abartılı bir yüceltmeye tabii tutan öğretilerin hepsini çıkardığınızda, bilimin bizleri kabul ettiği gibi eşeyli üreyen bir memeli türü olduğumuzdan başka gerçek olan hiçbir şey kalmıyor geriye.
"merhamet her zaman en doğrusu değildir, en güzeli ve en ahlaklısı da degildir. size kötülük edenleri mazur görmek, onlara anlayış göstermek, onların içindeki şeytanı ancak besler, büyütür. affetmek belki de o insana yapabileceğiniz en büyük kötülüktür."
merhameti seviyorsunuz çünkü merhamet, bulunduğunuz üst hiyerarşik konumun size, onu lütfetme hakkını verdiği bir duygu. yaralı bir hayvan ya da bir dilenci size acıyıp merhamet gösteremez, ancak siz ona gösterebilirsiniz.
bilmediğiniz, size yabancı şeylere olan nefret veya sempatiniz arasında incecik bir çizgi var, o çizginin kaybolduğu yerden bir tanrısallık da çıkabilir şeytanlık da.
filmdeki grace karakteri; kadın, göçmen ya da olmayan ihtiyaçlar icad edip dilediğinizce sömürebileceğiniz bir işçi ya da tüm bu "öteki"lerin hepsi.
aynı zamanda sosyal, ekonomik ve bedensel tüm saldırganlık ve yalıtılmışlıkların adresi.
film de zaten bu yüzden, insanların yaşadığı bir kasabaya dogville, hikayede geçen köpek karaktere de musa adını vererek ironinin kralıyla, izleyicisiyle haklı dalgasını da geçiyor.
insanların biçimlendirip tanımladığı dünya, aslında yaşamın içinde barındırmadığı tamamen bir içsel yansıma.
dogville, izleyiciye goygoy dayamayan, gişe kaygısı olmayan, filmden çok bir gerçeklik anlatısı.
öncelikle insanları ve onların bir araya gelerek oluşturduğu toplumsal düzenleri sevmiyorum. burayı ve sizleri de sevmiyorum ama etkileşim gerektiren bir doğamız var ve onun tutsağıyız. film de bu açılardan biraz benim kafada ya da ben onun kafasındayım. çok da fark etmiyor.
buna rağmen, filmin duygu ve etkilerini bir metne dökmek gerçekten zor ve pekala eksik olacaktır.
lars von trier'in bu filmde, her şeyden önce brecht tiyatrosunu andıran dekor kullanımı, izleyicide farklı bir odak, farklı bir algı penceresi açıyor. küçücük yaşamlarımızda evlerimizin duvarlarından, düzenlediğimiz bahçelere, yaptığımız yollara, insan işi her şeyin doğa ve yaşam adına anlamsızlığını somutlaştıran cinsten adeta.
filmle ilgili hristiyanlık eleştirisi, toplumsal ahlak eleştirisi, iktisadi düzen eleştirisi, aile eleştirisi vs. hepsini geçelim. adam, 3 saatlik bir filmle koskoca insanlık tarihi eleştirisi vermiş. üstelik bir filmde, sinema, tiyatro ve edebiyat gibi üç disiplini en asli yönleriyle bir araya getirmiş.
brecht tiyatrosu demiştik, çünkü hareketli kamera çekimleri sayesinde oyunun izleyicisi değil parçası gibi oluyorsunuz. edebiyat demiştik, thomas edison jr.ın elinde kitap olmadan kitap okuduğu sahne efektleri ve film boyunca akıp giden şiirsel senaryo, filmin en güçlü ayaklarından bir diğeri.
benlik algımız, sosyal rollerimiz, sevgilerimiz, duygularımız... bunlar gerçekten bize ait olan şeyler mi? yoksa en içten, en kişisel sandıklarımıza kadar hepsi öğrenilmiş/öğretilmiş şeyler mi?
insana ve insana dair şeylere sürekli anlamlar yükleyip abartılı bir yüceltmeye tabii tutan öğretilerin hepsini çıkardığınızda, bilimin bizleri kabul ettiği gibi eşeyli üreyen bir memeli türü olduğumuzdan başka gerçek olan hiçbir şey kalmıyor geriye.
"merhamet her zaman en doğrusu değildir, en güzeli ve en ahlaklısı da degildir. size kötülük edenleri mazur görmek, onlara anlayış göstermek, onların içindeki şeytanı ancak besler, büyütür. affetmek belki de o insana yapabileceğiniz en büyük kötülüktür."
merhameti seviyorsunuz çünkü merhamet, bulunduğunuz üst hiyerarşik konumun size, onu lütfetme hakkını verdiği bir duygu. yaralı bir hayvan ya da bir dilenci size acıyıp merhamet gösteremez, ancak siz ona gösterebilirsiniz.
bilmediğiniz, size yabancı şeylere olan nefret veya sempatiniz arasında incecik bir çizgi var, o çizginin kaybolduğu yerden bir tanrısallık da çıkabilir şeytanlık da.
filmdeki grace karakteri; kadın, göçmen ya da olmayan ihtiyaçlar icad edip dilediğinizce sömürebileceğiniz bir işçi ya da tüm bu "öteki"lerin hepsi.
aynı zamanda sosyal, ekonomik ve bedensel tüm saldırganlık ve yalıtılmışlıkların adresi.
film de zaten bu yüzden, insanların yaşadığı bir kasabaya dogville, hikayede geçen köpek karaktere de musa adını vererek ironinin kralıyla, izleyicisiyle haklı dalgasını da geçiyor.
insanların biçimlendirip tanımladığı dünya, aslında yaşamın içinde barındırmadığı tamamen bir içsel yansıma.
dogville, izleyiciye goygoy dayamayan, gişe kaygısı olmayan, filmden çok bir gerçeklik anlatısı.
devamını gör...
12.
müşterek dostumuz
bir sanatsepet ukdesidir.
aslı biçen çevirisiyle ithaki yayınları tarafından 2010'da basılan 2 ciltlik charles dickens romanıdır.
öncelikle charles dickens'ın türkiye'de ilk olarak oliver twist, david copperfield gibi orijinallerinin de kısaltılmış biçimi olan çocuk kitaplarıyla tanınmış olması, devamında ise iki şehrin hikayesi gibi dickens'a göre ortalama sayılabilecek bir eserle biliniyor olması, kendisi adına bir şanssızlık. kendi başına bir külliyat sayılabilecek bu romanda, başka bir charles dickens kalemiyle karşılaşıyorsunuz.
yine de dostoyevski'nin "öyle zannediyorum ki bizler rusçada bile ingilizler kadar charles dickens'i en ince çizgilerine kadar anlayabiliyoruz." ifadesi, dickens adına bir övgü referansı olarak çokça verilse de ben, bu ifadenin bir azımsama içerdiğinden de şüpheliyim.
bu romanda charles dickens, mekanın sahibi olarak doğrudan londra'yı seçmiş. üstelik bu defa bir şehrin iki hikayesiyle tepeden tırnağa, kılından tüyüne bir londra...
nehirden ceset toplamak gibi orijinal bir aile mesleği yürüten bir aileyle başlayan roman, sınıf atlamış burjuva bir ailenin gösterişli yemek sofrasına uzanır.
charles dickens, kapitalist sınıfsal ayrışmaların derinleştiği dönemi yansıtırken yoksul kesimler için gerçekçi, zenginler için de alaycı ve ironik bir üslubu tercih ederek safını da belli eder.
evet, londra'da bir ölü piyasası vardır ve bu ölüleri toplama işinde bile bir serbest piyasa rekabeti vardır. thames nehrindeki ölü bir adamla canlı bir adamın soyundurulmasının, üzerlerindeki kıymetli eşyaların karşılaştırıldığı ayrıntılar veya alelade herhangi bir dekor ya da giysi ile ilgili betimlemeler, detaycılığıyla da salt realist gözlemciliğin zirvelerine götürür sizi.
paranın ve parasal ilişkilerin belirleyici ve hakim olduğu bir toplumun, altta kalmış insani değerlerinin acıklı yüzünü görüyorsunuz.
roman boyunca parça parça biriktirilen kurgu, finalde çok çarpıcı ve şaşırtıcı bir bütünlüğe bürünür. burada çevirinin başarısına da ayrı bir parantez açmak gerekiyor ki bir yazarı, ana dilinde okuyormuşsunuz gibi okuru içine alan bir kalitede yapılmış.
okunası...
aslı biçen çevirisiyle ithaki yayınları tarafından 2010'da basılan 2 ciltlik charles dickens romanıdır.
öncelikle charles dickens'ın türkiye'de ilk olarak oliver twist, david copperfield gibi orijinallerinin de kısaltılmış biçimi olan çocuk kitaplarıyla tanınmış olması, devamında ise iki şehrin hikayesi gibi dickens'a göre ortalama sayılabilecek bir eserle biliniyor olması, kendisi adına bir şanssızlık. kendi başına bir külliyat sayılabilecek bu romanda, başka bir charles dickens kalemiyle karşılaşıyorsunuz.
yine de dostoyevski'nin "öyle zannediyorum ki bizler rusçada bile ingilizler kadar charles dickens'i en ince çizgilerine kadar anlayabiliyoruz." ifadesi, dickens adına bir övgü referansı olarak çokça verilse de ben, bu ifadenin bir azımsama içerdiğinden de şüpheliyim.
bu romanda charles dickens, mekanın sahibi olarak doğrudan londra'yı seçmiş. üstelik bu defa bir şehrin iki hikayesiyle tepeden tırnağa, kılından tüyüne bir londra...
nehirden ceset toplamak gibi orijinal bir aile mesleği yürüten bir aileyle başlayan roman, sınıf atlamış burjuva bir ailenin gösterişli yemek sofrasına uzanır.
charles dickens, kapitalist sınıfsal ayrışmaların derinleştiği dönemi yansıtırken yoksul kesimler için gerçekçi, zenginler için de alaycı ve ironik bir üslubu tercih ederek safını da belli eder.
evet, londra'da bir ölü piyasası vardır ve bu ölüleri toplama işinde bile bir serbest piyasa rekabeti vardır. thames nehrindeki ölü bir adamla canlı bir adamın soyundurulmasının, üzerlerindeki kıymetli eşyaların karşılaştırıldığı ayrıntılar veya alelade herhangi bir dekor ya da giysi ile ilgili betimlemeler, detaycılığıyla da salt realist gözlemciliğin zirvelerine götürür sizi.
paranın ve parasal ilişkilerin belirleyici ve hakim olduğu bir toplumun, altta kalmış insani değerlerinin acıklı yüzünü görüyorsunuz.
roman boyunca parça parça biriktirilen kurgu, finalde çok çarpıcı ve şaşırtıcı bir bütünlüğe bürünür. burada çevirinin başarısına da ayrı bir parantez açmak gerekiyor ki bir yazarı, ana dilinde okuyormuşsunuz gibi okuru içine alan bir kalitede yapılmış.
okunası...
devamını gör...
13.
filozoflar ne söyledi biz ne anladık
bir öğretmen ve edebiyat dergisi yayıncısı olan alain stephen tarafından kaleme alınan, bilge ulusman çevirisiyle ilk basımını 2016'da maya kitap'ın yaptığı felsefe konulu kitaptır.
kitapta mutluluk, dini inançlar, akıl ve deneyim, yaşam ve ölüm, insan ve toplum başlıkları altında hegel, hobbes, bentham, mill, aristotales, kant, platon, voltaire, marx, bacon, machivelli, kierkegard, sokrates, nabokov, nietzsche gibi filozofların yaklaşımları ele alınmakta.
alain stephen, değindiği her bir filozofun kısa bir yaşam öyküsünden de bahsedip bu filozofların kendi yazdıkları metinler üzerinden kavranması güç yaklaşımlarını, kendi yorumlarıyla daha sade ve anlaşılır metinlere dönüştürüyor.
söz gelimi, kitapta da bahsedildiği gibi sağlıklı bir hegel okuması, öncelikle aristotales'in yunan mantığı, onun ardından gelen descartes'in çalışmaları, hume ve locke üzerine bir altyapı gerektirir. aksi takdirde hegel, akademik kürsüler için bugün bile tam anlamıyla netleştirilememiş ve hala bazı tartışmaların merkezinde olan bir filozoftur. nitekim hegel etkisinin hem sol hem de sağ politik hareketler üzerine yayılmış olması da bunun bir örneğidir.
kitapta, ismi geçen felsefecilerin sadece görüşleri değil, modern dünyada, örneğin amerikan anayasası gibi kurumsallaşmış yapılara olan etkileri gibi geniş çaplı incelemeler söz konusu.
"var olan her şey rastgele doğar, iradesizce yaşamaya devam eder, kazara ölür."
j.p.sartre (bulantı)
sartre gibi kendi felsefesini, roman ve hikayelerdeki örnek olay ve karakter metotları üzerinden yansıtmaya çalışan filozofların edebiyata olan etkileri ve öncüsü oldukları edebi türler hepimizin malumu. bu açıdan kitap, daha nitelikli edebiyat okumaları için de faydalı bir kaynak.
kitabın son bölümü "üzerine düşünülecek bazı şeyler" ve "okuma önerileri" olmak üzere, yazarın felsefenin güncel ve muhtemel gelecek sorunları üzerine görüşleriyle bu kitaba benzer, felsefi kaynakları yorumlamaya yardımcı başka metinlerin önerildiği iki ayrı bölümden oluşmakta.
kitapta mutluluk, dini inançlar, akıl ve deneyim, yaşam ve ölüm, insan ve toplum başlıkları altında hegel, hobbes, bentham, mill, aristotales, kant, platon, voltaire, marx, bacon, machivelli, kierkegard, sokrates, nabokov, nietzsche gibi filozofların yaklaşımları ele alınmakta.
alain stephen, değindiği her bir filozofun kısa bir yaşam öyküsünden de bahsedip bu filozofların kendi yazdıkları metinler üzerinden kavranması güç yaklaşımlarını, kendi yorumlarıyla daha sade ve anlaşılır metinlere dönüştürüyor.
söz gelimi, kitapta da bahsedildiği gibi sağlıklı bir hegel okuması, öncelikle aristotales'in yunan mantığı, onun ardından gelen descartes'in çalışmaları, hume ve locke üzerine bir altyapı gerektirir. aksi takdirde hegel, akademik kürsüler için bugün bile tam anlamıyla netleştirilememiş ve hala bazı tartışmaların merkezinde olan bir filozoftur. nitekim hegel etkisinin hem sol hem de sağ politik hareketler üzerine yayılmış olması da bunun bir örneğidir.
kitapta, ismi geçen felsefecilerin sadece görüşleri değil, modern dünyada, örneğin amerikan anayasası gibi kurumsallaşmış yapılara olan etkileri gibi geniş çaplı incelemeler söz konusu.
"var olan her şey rastgele doğar, iradesizce yaşamaya devam eder, kazara ölür."
j.p.sartre (bulantı)
sartre gibi kendi felsefesini, roman ve hikayelerdeki örnek olay ve karakter metotları üzerinden yansıtmaya çalışan filozofların edebiyata olan etkileri ve öncüsü oldukları edebi türler hepimizin malumu. bu açıdan kitap, daha nitelikli edebiyat okumaları için de faydalı bir kaynak.
kitabın son bölümü "üzerine düşünülecek bazı şeyler" ve "okuma önerileri" olmak üzere, yazarın felsefenin güncel ve muhtemel gelecek sorunları üzerine görüşleriyle bu kitaba benzer, felsefi kaynakları yorumlamaya yardımcı başka metinlerin önerildiği iki ayrı bölümden oluşmakta.
devamını gör...
14.
boğa boğa
yani bilemedim dediğim filmdir.
bu filmde kopuk, eksik olan bir şeyler var. mesela yalın'ın (kıvanç tatlıtuğ) film boyunca çizdiği karakter, önceki finansal dalaverelere bulaşmış bir tipten çok farklı. bu açıdan biraz flashback sahnelerle aynı karakterin farklı uçları iyi bir oyunculuk performansıyla bir arada verilebilirdi. nitekim kıvanç kardeş, bunları yapamayacak bir herif de değil.
diğer karakterlerin de her biri farklı bir filmdeymiş gibi bir kopukluğu var.
film boyunca yan karakterlerle sürekli verilmeye çalışılan lüzumsuz bir gerilim var. öyle ki ne koşulda olursa olsun hiçbir ilk karşılaşma, ilk karşılaşma olağanlığında değil, buna rağmen film yine hayli sakince, hatta sıkıcı denebilecek raddede ilerlemeye devam ediyor. burada da benzer ekolojideki filmlerde görülen çarpıcı gerilim sahneleriyle bu hava beslenebilirdi.
konusu itibariyle de acayip bir film ki yalın'ın üzerine yapıştırılmış algıya, orantısız refleks gösteren toplumsal çevre de bu türden köşeyi dönmelerin, yolunu bulmaların daniskasının döndüğü bir ülkede, tüm bunlara olabildiğince duyarsız kalmasıyla meşhur bir topluma göre çok yapay, çok eğreti duruyor. sırf tükürdü diye öldürülen, o kadar boğuşmadan sonra saçı bile bozulmadan boylu boyunca yatan figür gibi detay eğretiliklere hiç girmiyorum.
funda eryiğit de dahil olmak üzere başkarakterler, kendilerinden isteneni performans olarak fazlasıyla verebilmişler ama hikaye yönü zayıf olduğu için filmdeki tüm unsurlar hikayeyi ve bu başkarakterleri beslemek üzerine konumlandırılmış. böyle olunca da tüm ögeleriyle zayıf bir film izlemiş oldum.
net beğenmedim.
bu filmde kopuk, eksik olan bir şeyler var. mesela yalın'ın (kıvanç tatlıtuğ) film boyunca çizdiği karakter, önceki finansal dalaverelere bulaşmış bir tipten çok farklı. bu açıdan biraz flashback sahnelerle aynı karakterin farklı uçları iyi bir oyunculuk performansıyla bir arada verilebilirdi. nitekim kıvanç kardeş, bunları yapamayacak bir herif de değil.
diğer karakterlerin de her biri farklı bir filmdeymiş gibi bir kopukluğu var.
film boyunca yan karakterlerle sürekli verilmeye çalışılan lüzumsuz bir gerilim var. öyle ki ne koşulda olursa olsun hiçbir ilk karşılaşma, ilk karşılaşma olağanlığında değil, buna rağmen film yine hayli sakince, hatta sıkıcı denebilecek raddede ilerlemeye devam ediyor. burada da benzer ekolojideki filmlerde görülen çarpıcı gerilim sahneleriyle bu hava beslenebilirdi.
konusu itibariyle de acayip bir film ki yalın'ın üzerine yapıştırılmış algıya, orantısız refleks gösteren toplumsal çevre de bu türden köşeyi dönmelerin, yolunu bulmaların daniskasının döndüğü bir ülkede, tüm bunlara olabildiğince duyarsız kalmasıyla meşhur bir topluma göre çok yapay, çok eğreti duruyor. sırf tükürdü diye öldürülen, o kadar boğuşmadan sonra saçı bile bozulmadan boylu boyunca yatan figür gibi detay eğretiliklere hiç girmiyorum.
funda eryiğit de dahil olmak üzere başkarakterler, kendilerinden isteneni performans olarak fazlasıyla verebilmişler ama hikaye yönü zayıf olduğu için filmdeki tüm unsurlar hikayeyi ve bu başkarakterleri beslemek üzerine konumlandırılmış. böyle olunca da tüm ögeleriyle zayıf bir film izlemiş oldum.
net beğenmedim.
devamını gör...
15.
içdeniz balıkçısı
metis kitap tarafından ilk basımı 2007'de, çiğdem erdal ipek çevirisiyle yapılmış ursula k. leguin'e ait öykü türündeki kitaptır.
kitap, yer yer fantastik yer yer bilimkurgu unsurlarını da içeren hikayelerle birlikte bu yöntemlerin kullanılmadığı doğal hayatın içinden kesitlerin anlatıldığı birbirinden bağımsız 9 farklı hikayeden oluşuyor.
kitabın giriş bölümüne ursula ablamızın eklediği "bilimkurgu okumamak üzerine" adlı bir de uzun makalesi var ki o makaledeki düşüncelerinin birçoğuna katılmamakla birlikte, ursula ablamızın kalemine kurgusal metinlerin çok daha yakıştığı kanaatindeyim.
bir bilimkurgu meraklısı olmamakla birlikte, bilimkurgu asla okumam diyen biri de değilim. sebebi de hem gerçeğe veya dünya gerçekliği kurgusallığına dayandırılmış metinlerin akışına kendimi çok daha kaptırabilmem hem de bu türden anlatıların beni çok daha heyecanlandırabiliyor olması. yani bilimkurguya dair bir tepkisellik içermeyen basit bir tercih meselesi.
oysa ursula ablamız - zannediyorum biraz da türe dair eleştirilere fazlaca şartlanmış olduğundan- bilimkurguyu sevmeyenlerin, bilimkurguyu karmaşık veya anlaşılmaz buldukları kabülüne göre düşüncelerini sıralamış. kendisinin bu türü sevmesini de hayalgücünün sınırsızlığından dilediğince yararlanabilmesi, yazar olarak kurgusal üretkenliğini dilediğince kağıda dökebilmesi gibi nedenlere dayandırıyor.
bunlar elbette çok değerli şeyler fakat ursula ablamızın kendisi de dahil olmak üzere, birçok bilimkurgu yazarının kendi kurgusal gerçeklikleri içerisinde yarattıkları unsurların birçoğunun birer metafor karşılığı da vardır. yani o çok farklı gibi görünen obje, olgu, olay, durum veya karakter, esasında gerçek dünyaya ait bir şeylere denk düşen bir gerçekliğin değiştirilmiş biçimidir.
öte yandan gerçekçi edebiyat, dünya'da 1 gün içerisinde ölen yüz binlerce insanı umursamayan yüz binlerce okuru, anna karenina'nın ölümüne ağlayan yüz binlerce insana dönüştürebiliyorsa, burada gerçekçi edebiyatın özdeşimcilik gibi güçlü bir yanını da görmek gerekir.
içdeniz balıkçısı'ndaki öykülerin dili de karakter diyalogları da oldukça doğal. bu doğallığın yanında ursula k. leguin, yer yer masalsı bir anlatımın dilini de kullanmayı tercih etmiş. yani kitap üslup özellikleri açısından da oldukça çeşitlilik içeriyor. çeviri de bu çeşitliliği yansıtabilecek kadar başarılı.
kendisinin de belirttiği gibi, bunlar bir mesajı veya derdi olan öyküler değil, edebi birer öykü sadece. benim kitaptaki en beğendiğim öykü ise "kuzey yüzüne tırmanış" hikayesi oldu.
kitap, yer yer fantastik yer yer bilimkurgu unsurlarını da içeren hikayelerle birlikte bu yöntemlerin kullanılmadığı doğal hayatın içinden kesitlerin anlatıldığı birbirinden bağımsız 9 farklı hikayeden oluşuyor.
kitabın giriş bölümüne ursula ablamızın eklediği "bilimkurgu okumamak üzerine" adlı bir de uzun makalesi var ki o makaledeki düşüncelerinin birçoğuna katılmamakla birlikte, ursula ablamızın kalemine kurgusal metinlerin çok daha yakıştığı kanaatindeyim.
bir bilimkurgu meraklısı olmamakla birlikte, bilimkurgu asla okumam diyen biri de değilim. sebebi de hem gerçeğe veya dünya gerçekliği kurgusallığına dayandırılmış metinlerin akışına kendimi çok daha kaptırabilmem hem de bu türden anlatıların beni çok daha heyecanlandırabiliyor olması. yani bilimkurguya dair bir tepkisellik içermeyen basit bir tercih meselesi.
oysa ursula ablamız - zannediyorum biraz da türe dair eleştirilere fazlaca şartlanmış olduğundan- bilimkurguyu sevmeyenlerin, bilimkurguyu karmaşık veya anlaşılmaz buldukları kabülüne göre düşüncelerini sıralamış. kendisinin bu türü sevmesini de hayalgücünün sınırsızlığından dilediğince yararlanabilmesi, yazar olarak kurgusal üretkenliğini dilediğince kağıda dökebilmesi gibi nedenlere dayandırıyor.
bunlar elbette çok değerli şeyler fakat ursula ablamızın kendisi de dahil olmak üzere, birçok bilimkurgu yazarının kendi kurgusal gerçeklikleri içerisinde yarattıkları unsurların birçoğunun birer metafor karşılığı da vardır. yani o çok farklı gibi görünen obje, olgu, olay, durum veya karakter, esasında gerçek dünyaya ait bir şeylere denk düşen bir gerçekliğin değiştirilmiş biçimidir.
öte yandan gerçekçi edebiyat, dünya'da 1 gün içerisinde ölen yüz binlerce insanı umursamayan yüz binlerce okuru, anna karenina'nın ölümüne ağlayan yüz binlerce insana dönüştürebiliyorsa, burada gerçekçi edebiyatın özdeşimcilik gibi güçlü bir yanını da görmek gerekir.
içdeniz balıkçısı'ndaki öykülerin dili de karakter diyalogları da oldukça doğal. bu doğallığın yanında ursula k. leguin, yer yer masalsı bir anlatımın dilini de kullanmayı tercih etmiş. yani kitap üslup özellikleri açısından da oldukça çeşitlilik içeriyor. çeviri de bu çeşitliliği yansıtabilecek kadar başarılı.
kendisinin de belirttiği gibi, bunlar bir mesajı veya derdi olan öyküler değil, edebi birer öykü sadece. benim kitaptaki en beğendiğim öykü ise "kuzey yüzüne tırmanış" hikayesi oldu.
devamını gör...
16.
human
çevreci aktivist yann arthus-bertrand yönetmenliğinde çekimleri yapılmış, müzikleri de armand amar'a ait olan çok başarılı bir belgeseldir.
okullarda ders niyetine okutulması gereken bir yapımla ilgili bu kadar az tanım girilmesi, can sıkıcı olsa da şimdilik takılmadan sadece kınıyorum efendiler! her güzel şey bilinir ve görünür olmayı hak eder. kendinizden de mi bilmiyorsunuz?
neyse sakinleşip meseleyi çözmeye çalışalım.
sevgilerimizden, düşmanlıklarımızdan, aidiyetlerimizden ya da ön yargılarımızdan arınıp da bir insana, gerçek bir kamera objektifliğinde bakabilmeyi başardığımızda ne görürüz?
işte bu belgeselde bayraklar yok. sınırlar, hamasi ajitasyonlar, abartılı ulus tarihleri yok. sadece insan var. yoksulluğu, umutları, kalbi, aşkları, umutları, hastalığı, şifasıyla...
bazen derilerinin rengi değişiyor bazen yüz hatları, dilleri, iklimleri, evleri ve ezgileri değişiyor bazen. duygular değişmiyor bir tek. tüm insanlık, sanki tek bir ulus olmuşçasına evinize konuk oluyor. siz de sevinç ve gururla ağırlıyorsunuz her birini. sonra tam karşınıza geçip farklı dillerin aynı tonu, aynı sıcaklığında konuşuyorlar sizinle teker teker. hepsinin gözleri o kadar güzel ki...
bizler bu kadar güzeliz de eksik olan ne? diyor, aşina olduğunuz cevaplarla beyniniz karıncalanıyor, dünyayı tekmeleyenlere öfkeniz katlanıyor. kısacası insana, harikulade duygu yoğunluğu yaşatan bir yapım.
60 farklı ülkeden röportaj yapılan insanlar, tek bir siyah fonun önünde eşitleniyor belki de hayatlarında ilk defa ve birbirimize o kadar çok benziyoruz ki...
yetişmeye çalıştığınız günlük sorunlarınızdan, dünyada işgal ettiğiniz yere, bakış açılarınıza kadar sizi uzun uzun düşündürecek muhteşem bir yapım.
izlenilesi...
okullarda ders niyetine okutulması gereken bir yapımla ilgili bu kadar az tanım girilmesi, can sıkıcı olsa da şimdilik takılmadan sadece kınıyorum efendiler! her güzel şey bilinir ve görünür olmayı hak eder. kendinizden de mi bilmiyorsunuz?
neyse sakinleşip meseleyi çözmeye çalışalım.
sevgilerimizden, düşmanlıklarımızdan, aidiyetlerimizden ya da ön yargılarımızdan arınıp da bir insana, gerçek bir kamera objektifliğinde bakabilmeyi başardığımızda ne görürüz?
işte bu belgeselde bayraklar yok. sınırlar, hamasi ajitasyonlar, abartılı ulus tarihleri yok. sadece insan var. yoksulluğu, umutları, kalbi, aşkları, umutları, hastalığı, şifasıyla...
bazen derilerinin rengi değişiyor bazen yüz hatları, dilleri, iklimleri, evleri ve ezgileri değişiyor bazen. duygular değişmiyor bir tek. tüm insanlık, sanki tek bir ulus olmuşçasına evinize konuk oluyor. siz de sevinç ve gururla ağırlıyorsunuz her birini. sonra tam karşınıza geçip farklı dillerin aynı tonu, aynı sıcaklığında konuşuyorlar sizinle teker teker. hepsinin gözleri o kadar güzel ki...
bizler bu kadar güzeliz de eksik olan ne? diyor, aşina olduğunuz cevaplarla beyniniz karıncalanıyor, dünyayı tekmeleyenlere öfkeniz katlanıyor. kısacası insana, harikulade duygu yoğunluğu yaşatan bir yapım.
60 farklı ülkeden röportaj yapılan insanlar, tek bir siyah fonun önünde eşitleniyor belki de hayatlarında ilk defa ve birbirimize o kadar çok benziyoruz ki...
yetişmeye çalıştığınız günlük sorunlarınızdan, dünyada işgal ettiğiniz yere, bakış açılarınıza kadar sizi uzun uzun düşündürecek muhteşem bir yapım.
izlenilesi...
devamını gör...
17.
the elephant man
1981 yapımı bir david lynch filmidir.
david lynch filmlerinin tipik çizgisi dışındaki tek filmi olduğu söylenebilir. kurgu ve akış hiç karmaşık değil.
esasında film, bir noktaya kadar kafka'nın gregor samsa'sındakine benzer bir sosyal yalıtılmışlık üzerinden ilerliyorken, sonrasında toplumun tüketici eğilimlerini de sorgulayan, bunu yaparken görünür görünmez zarar verdiği, hasarlı şeyleri de heybesinden çıkaran bir anlatıya dönüşüyor.
evet, toplumsal estetik algılarının, şekilciliğin tartışmalı yanlarını işlerken bence en güçlü eleştirisini de kitlelerdeki sirk kültürü üzerine veriyor. kapitalizmin, doğaya ve insanlığa karşı her şeyi bir ürüne dönüştüren pazarlamacılığı, en çok da yine onların ruhsal açlığından, zevk ve heyecan düşkünlüğünden besleniyor.
fakat film, gölgede sessiz sedasız yaşanan bu ruhsal çöküşlerin çıkışına doğru bir yerlerine hristiyanlık propagandası serpiştirmekten de kendini alamıyor. joseph merrick'i hafifleten, bir anlamda ona anlayış gösteren incil ayetleri, coşumcu müzikler eşliğinde, en doğal ve insani yaklaşımları bile tanrısallaştırıyor.
iyilik, sevecenlik, anlayış ve şefkat, hepsi sadece bir yüzümüzün tanrıya dönük olduğu durumlarda ortaya çıkan şeylermiş gibi.
üstelik joseph merrick'in o güne kadar gördüğü insanlık dışı yaklaşımların aksine onu anlamaya dönük ilk yakınlığı gösteren kişinin bir bilim adamı olmasına rağmen.
herkesin arzusu, biraz herkes gibi olabilmektir.
filmde joseph'in en mutlu olduğu sahne, doktorun eşiyle birlikte çay saati sohbetinde normalleştiği ve belki de yüzüne bakıp da acayipliklerine yoğunlaşmayan doğallığı birilerinde deneyimlediği sahneydi.
bu açıdan hepimizin fiziksel görüntümüzde olmasa da ruhumuzun bir yerlerinde taşıdığımız bir fil adam tarafımız var. bu yüzden empati yetilerimizin olgunluğu da en başta kendimizle doğru yüzleşip, kendimizi doğru anlamaktan geçiyor galiba.
david lynch filmlerinin tipik çizgisi dışındaki tek filmi olduğu söylenebilir. kurgu ve akış hiç karmaşık değil.
esasında film, bir noktaya kadar kafka'nın gregor samsa'sındakine benzer bir sosyal yalıtılmışlık üzerinden ilerliyorken, sonrasında toplumun tüketici eğilimlerini de sorgulayan, bunu yaparken görünür görünmez zarar verdiği, hasarlı şeyleri de heybesinden çıkaran bir anlatıya dönüşüyor.
evet, toplumsal estetik algılarının, şekilciliğin tartışmalı yanlarını işlerken bence en güçlü eleştirisini de kitlelerdeki sirk kültürü üzerine veriyor. kapitalizmin, doğaya ve insanlığa karşı her şeyi bir ürüne dönüştüren pazarlamacılığı, en çok da yine onların ruhsal açlığından, zevk ve heyecan düşkünlüğünden besleniyor.
fakat film, gölgede sessiz sedasız yaşanan bu ruhsal çöküşlerin çıkışına doğru bir yerlerine hristiyanlık propagandası serpiştirmekten de kendini alamıyor. joseph merrick'i hafifleten, bir anlamda ona anlayış gösteren incil ayetleri, coşumcu müzikler eşliğinde, en doğal ve insani yaklaşımları bile tanrısallaştırıyor.
iyilik, sevecenlik, anlayış ve şefkat, hepsi sadece bir yüzümüzün tanrıya dönük olduğu durumlarda ortaya çıkan şeylermiş gibi.
üstelik joseph merrick'in o güne kadar gördüğü insanlık dışı yaklaşımların aksine onu anlamaya dönük ilk yakınlığı gösteren kişinin bir bilim adamı olmasına rağmen.
herkesin arzusu, biraz herkes gibi olabilmektir.
filmde joseph'in en mutlu olduğu sahne, doktorun eşiyle birlikte çay saati sohbetinde normalleştiği ve belki de yüzüne bakıp da acayipliklerine yoğunlaşmayan doğallığı birilerinde deneyimlediği sahneydi.
bu açıdan hepimizin fiziksel görüntümüzde olmasa da ruhumuzun bir yerlerinde taşıdığımız bir fil adam tarafımız var. bu yüzden empati yetilerimizin olgunluğu da en başta kendimizle doğru yüzleşip, kendimizi doğru anlamaktan geçiyor galiba.
devamını gör...
18.
silahlara veda
hemingway'in en sevdiğim romanıdır.
benim için şöyle bir özel yanı da var ki, askerliğimin en sıkıcı ve boğucu günlerinde kütüphanedeki okunabilir kitaplardan sonra, sevdiğim kitapları yeniden okuma fiiline ilk başladığım kitap olduğundan, zor zamanlarıma arkadaşlık etmiştir.
her kitap savaşın anlamsızlığı üzerine bir şeyler söyleyebilir. hemingway'se bu kitapta, bir karakterin yaşamı üzerinden hem savaş günlerini hem de bazı sebeplerden dolayı savaştan uzak geçirdiği yaşamını sunuyor okuyucuya. yani bir anlamda yaşamın iki farklı sahnesine tanık oluyor, aradaki anlam veya anlamsızlık farkını çok daha iyi görüyorsunuz.
1.dünya savaşında italyan ordusunda gönüllü henry'nin, aynı zamanda hemingway'in yaşamından yarı otobiyagrafik özellikler taşıyan bir karakter olduğu söylenebilir. bir de kitabın hemen her bölümünde, her mekanda, her durumda içiyor. en çok da rom tercih ediyor.
ağdalı uzun cümleleri yoktur hemingway'in. yalın ama yoğun sayılabilecek bir anlatımı var. okuyucunun ilgi ve dikkatinin bir noktada toplandığı anda, araya başka detaylar serpiştirerek bu ilgiyi daha da yükseltip canlı tutuyor
kitabın bir yerlerinde geçen çatışma ve yaralanma anını, o denli canlı anlatır ki, bir film sahnesinde hissedersiniz kendinizi. üstelik bunu, kitabın ilk ve türkçenin hayli güncel olmayan basımlarından birini okumuş biri olarak söylüyorum.
benim için şöyle bir özel yanı da var ki, askerliğimin en sıkıcı ve boğucu günlerinde kütüphanedeki okunabilir kitaplardan sonra, sevdiğim kitapları yeniden okuma fiiline ilk başladığım kitap olduğundan, zor zamanlarıma arkadaşlık etmiştir.
her kitap savaşın anlamsızlığı üzerine bir şeyler söyleyebilir. hemingway'se bu kitapta, bir karakterin yaşamı üzerinden hem savaş günlerini hem de bazı sebeplerden dolayı savaştan uzak geçirdiği yaşamını sunuyor okuyucuya. yani bir anlamda yaşamın iki farklı sahnesine tanık oluyor, aradaki anlam veya anlamsızlık farkını çok daha iyi görüyorsunuz.
1.dünya savaşında italyan ordusunda gönüllü henry'nin, aynı zamanda hemingway'in yaşamından yarı otobiyagrafik özellikler taşıyan bir karakter olduğu söylenebilir. bir de kitabın hemen her bölümünde, her mekanda, her durumda içiyor. en çok da rom tercih ediyor.
ağdalı uzun cümleleri yoktur hemingway'in. yalın ama yoğun sayılabilecek bir anlatımı var. okuyucunun ilgi ve dikkatinin bir noktada toplandığı anda, araya başka detaylar serpiştirerek bu ilgiyi daha da yükseltip canlı tutuyor
kitabın bir yerlerinde geçen çatışma ve yaralanma anını, o denli canlı anlatır ki, bir film sahnesinde hissedersiniz kendinizi. üstelik bunu, kitabın ilk ve türkçenin hayli güncel olmayan basımlarından birini okumuş biri olarak söylüyorum.
devamını gör...
19.
tarih tasarımı
henüz okumadığım kitaptır.
fakat reşat historian dostumuzun alıntıladığı bölüme imzamı atarım. nitekim marx, tarihi bir istisnanın değil, kendisinden önce ciddi bir birikim noktasına kavuşmuş koskoca alman felsefesinin bir sonucudur.
bu bakımdan marx'ın manifestosu, bazı tartışmaların nispi olarak aşıldığı ve belirli bir hazırbulunuşluk düzeyine zaten erişmiş bir ortamda karşılığını buldu.
fakat reşat historian dostumuzun alıntıladığı bölüme imzamı atarım. nitekim marx, tarihi bir istisnanın değil, kendisinden önce ciddi bir birikim noktasına kavuşmuş koskoca alman felsefesinin bir sonucudur.
bu bakımdan marx'ın manifestosu, bazı tartışmaların nispi olarak aşıldığı ve belirli bir hazırbulunuşluk düzeyine zaten erişmiş bir ortamda karşılığını buldu.
devamını gör...
20.
true detective
hala favorimin 1.sezon olduğu polisiye dizidir.
o sezonda da matthew mcconaughey'in canlandırdığı rust karakterini asıl parlatanın, yardımcı oyuncu woody harrelson'ın canlandırdığı martin karakteri olduğunu düşünüyorum çünkü izleyici, sürekli martin üzerinden rust'la ilgili bir bakış açısı kazanıyor.
öte yandan bu dizide de olduğu gibi bu polisiye dizilerde sürekli tekrarlanan bezgin ve sorunlu dedektif klişesine (bkz: behzat ç.) biraz alternatif niteliğindeydi martin.
o sezonda da matthew mcconaughey'in canlandırdığı rust karakterini asıl parlatanın, yardımcı oyuncu woody harrelson'ın canlandırdığı martin karakteri olduğunu düşünüyorum çünkü izleyici, sürekli martin üzerinden rust'la ilgili bir bakış açısı kazanıyor.
öte yandan bu dizide de olduğu gibi bu polisiye dizilerde sürekli tekrarlanan bezgin ve sorunlu dedektif klişesine (bkz: behzat ç.) biraz alternatif niteliğindeydi martin.
devamını gör...