john berger'e ait bir kitap.

kitabın kapağından başlamak istiyorum: farklı bir tasarım olmuş! kitabı alıp almamaya karar verdiğim, beni meraklandıran kısım kapağını okumamla başladı.

kitapta toplamda yedi deneme var. üçü sadece imge üzerine iken kalan dördü hem imge hem de sözcüklerden oluşmaktadır.

fotoğrafçılığa, fotoğraflara, resme, sanat tarihine ilginiz varsa ve nereden nasıl başlamanız gerektiğini bilmiyorsanız tavsiye ettiğim bir kitap. beni daha da meraklandırdı açıkçası. okuduğumdan beri fotoğraflara nasıl bakmam gerektiği şekillendi. eskiden bir tabloyu beğendiğimde "sadece" bende yarattı hissi anlatırken şimdi ise kişilerin bakışları, duruşları, ortam ve mimiklerinin de ne anlattığını az çok anlamama sebep oldu. kitabı okurken resmin satın alınabilir ancak maneviyatlarla dolu olduğu hissi beni oldukça sardı. kadınlar ve erkekler üzerine yaptığı tespitlerin bir kısmını bugün eksik ve yanlış bulduğumu da belirtmek isterim. beni etkileyen asıl kısım kesinlikle son makale oldu. son makalenin konusu reklam imgeleri üzerineydi. küçüklüğümden beri reklam izlemeye bayılan bir birey olarak yaşadığım aydınlanmalar ve hayat stilimi de üzerine koyduğumda oldukça şaşırdım ve bazı noktaları kendi düşüncelerime tanıdık buldum. kitap genel olarak oldukça yoruma açık ve tartışılabilir nitelikte. şahsen okurken içerisine bol bol yorumlar alıp tartışılması gereken yerleri kendimce vurgulayarak arkadaşlarım arasında da konuştum.

okuması oldukça lezzetli. gayet duru ve açık bir anlatımı var. ben tabloları daha büyük ve daha renkli görmek için bol bol google'a girerek ve resimler/ressamlar hakkında daha ayrıntılı bilgi de alarak ilerledim. bana sanatsal açıdan oldukça katkısı olduğunu düşündüğüm bir kitap oldu.

son olarak kitaptan bir alıntı bırakmak istiyorum:

reklam zevk değil mutluluk vaat eder bize: dışarıdan, başkalarının gözüyle görülen bir mutluluk. kıskanılmanın getirdiği bu mutluluk da çekicilik yaratır.
devamını gör...

bir kamu davası serisinin son kitabıdır.
serinin ilk iki kitabına ilişkin uzun uzun yorum yapmaktansa tek kelime yazmayı şimdilik yeterli görüyorum: (bkz: hayreti mucip)

evet gelelim serinin bu son kitabı olan kıyamet parka... kitap, girizgahında beni kendisine esir almakla başladı;

yakında dünya daha iyi bir yer haline gelecek çünkü ben daha iyi biri olacağım; ama önce halletmem gereken işler var.


zaman açısından bakacak olursak serinin ilk iki kitabında kendimi benzer zaman dilimlerinde ve daha nostaljik bir tarihte hissederken, son kitapta kendimi içinde bulunduğumuz zamanda hissettim.

seride olay akışı tıkır tıkır gidiyor, hiçbir duraksama ve soru işareti bırakmadan beni kendisine esir etti yine. zaten aklıma gelen tüm soruları sağ olsun alper kamu zihnimi okur gibi cevaplandırıyor. ayrıca kendisinden beklediğim gibi, olur olmadık yerlerde ve zamanlar kendisinden oldukça büyük lafları o güzel gözlem gücüyle ortaya koyması kitabı okurken beni neşelendirip yer yer kahkahaya boğuyor. sanırım uzun zamandır bu kadar gülerek kitap okumamıştım.

kitabın içerisinde yer alan bol bol ters köşelere çoğu zaman düştüm yeri geldi ben de alper'in kendisinden ümidi kestiği yerlerde ona katıldım. sadece bunu kabullenmemem gerektiğini anlamam biraz uzun sayfalar aldı.

son olarak serinin en çok sevdiğim kitabı oldu diyebilirim. bence yazar 21. yy edebiyatı diye bir akım başlattı ve beni deyim yerindeyse peşinden sürüklüyor. bir alıntı daha bırakarak yorumumu tamamlamak istiyorum;

gece yarısı zeki müren’in tehdidiyle uyandım: “elbet bir gün buluşacağız…”
devamını gör...

wilhelm schmid'e ait olan, psikoloji ve felsefe türünde yazılmış olan bir eser.

kitabın genel temasına baktığımızda ve ilk sayfasını açtığımızda bize şöyle bir soru sorduğunu görüyoruz: kendiyle dost olmak mı yoksa kendini sevmek mi?
ben epey üzerinde düşündükten sonra bu soruda bir cevap tercih etmeye karar verdim desem yeridir. bu tür soruların içimde kendi kendime savaş vermesinden mutlak bir keyif alıyorum. hani bir görsel vardı ya internette caps olarak paylaşılıyordu, kişi aynaya bakıyorsu işaret parmağını uzatarak, ayna da ona yansımasını veriyordu... hıh, işte tam olarak böyle bir içsel düşünme mücadelesine girişmekten büyük keyif alıyorum.

gelelim kitaba... kitap çok az sayfalı, bir çırpıda bitiverecek türden. lakin sürekli düşünüp, kendimi ölçüp tartarken bulduğum için hemencecik okumadım da günlere yayıldı. birçok felsefe tabanından da bahsetmiş kitap. yeri geldi cicero'ya yeri geldi platon'a yeri geldi sokrates'e yeri geldi marcus aurelius'a atıflar, göndermeler, düşünce tartmaları yaparak oldukça keyifli bir yolculuğa çıktım desem yeridir. kitap on bölüm+sonuç bölümü olmak üzere on bir soruda, düşüncede ele alınmış diyebiliriz. kişinin ben dünyası ile iletişimler kurup, onu yoklamasıyla harika bir keyif verdiğini de söylemeden geçemeyeceğim.

son olarak kitaptan sevdiğim bir alıntı bırakmak istedim:


kendinizi ve başkalarını dert edişiniz, hayatın safhalarıyla beraber değişir, çünkü bir benlik yolunda yürürken sürekli aynı kalmaz.
devamını gör...

alice miller ismindeki polonya doğumlu isviçreli ünlü psikologa ait bir eser.
kitabın türü yazarın mesleği itibariyle de anlaşılacağı üzere psikolojidir. genellikle psikoloji türünde kitaplar okumazdım ancak güvendiğim birisinin tavsiyesi ile bu kitabı satın alıp hemen okumaya koyuldum.
ince kitaplar beni her zaman ürkütür, içerisindeki anlam yoğundur diye. kitap 142 sayfaydı ve anlatımı dolu doluydu. her cümle beni bambaşka noktalara götürdü, farklı farklı şeyler düşünmeme ve hatta kendimi sorgulamama sebep oldu. psikoloji türünde eserler okuduğumda her defasında oldukça düşünceli bir dönemde oluyorum. bu kitabı okurken de yoğun düşüncelerim vardı. kendime cevap aramayı seviyorum, burada da kendime cevaplar aramaya çalıştım ve hatta bazı hususlarda da buldum diyebilirim.
kitabın içeriğinden bahsedecek olursam, kitap üç bölüme ayrılmış ve yazar yapmış olduğu gözlemleri örnekler üzerinden anlatmaktadır. dili bence sadeydi, en azından çok okuma yaptığım için bana oldukça akıcı da geldi. bazı psikoloji üzerine olan terimleri araştırdım ve oldukça fikir edinebildim.
konusuna gelecek olursak, hepimiz küçüklükten öğrendiğimiz - hissettiğimiz- yaşadığımız şeylerin etkisi ile büyüyoruz. yani buna göre küçüklüğümüz yetişkinliğimizin yansımasıdır da diyebiliriz. harika sandığımız çocukluğumuzun ne derecede harika olduğunu da sorgulatıyor. bir yandan da sorgulamadığımız, hatırlamadığımız noksan yerleri düşünmemizi sağlıyor.
ben kitabı okurken öyle çok noktada altınız çizdim ki, bir ara kitabı bütünü ile çizdim sandım. okurken oldukça üzüldüm hatta ağladım. bir müddet çok uzunca da düşündüm. düşüncelerimi sorguladım. ebeveyn olmayı düşündüğüm için gerçekte ebeveyn olup olamayacağımı da sorgulamaya başladım diyebilirim. keşke bu kitabı ailemle birlikte okuyabilseydim, bunu çok isterdim.
devamını gör...

okurken "keşke ilk okuduğum roman bu roman olsaydı" dediğim çocuk kitabı.
türü her ne kadar çocuk kitabı olsa da her kesime öğrettiği şeyler var. bence çocuk kitapları acı gerçekleri yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. bu kitap da benim için böyle oldu.
zamanı iyi değerlendiremediğim bir anda, bolca kendimden ödün verdiğim bir zamanda bu kitabı okumuş olmam içerisinden çıkarttığım derslerin sayısını daha arttırmaya vesile oldu. kitabın içerisinde altını çizdiğim birçok satır oldu. bir de ileride çocuğum ve müstakbel eşim okursa o satırları okurken neler düşündüğümü bilsinler istedim.
momo herkesin yapamadığı bir şeyi yapıyor: dinliyor. herkes dinlediğini sanır ama dinleyemez bence. mesela ben sabırlı bir dinleyici değilimdir. hemen aklıma gelen şeyleri sıralamak isterim. momo'nun bana ilk satırlarında öğrettiği şey bu oldu. yani iyi bir konuşmacı olmanın ilk yolu iyi bir dinleyici olmaktır derler ya, onun gibi bir şeyler düşünüp hissettim diyebiliriz.
bitireli iki gün oldu. iyi bir zaman planı yapıp akabinde bu süreçte bir adet daha kitap bitirip bir de final sınavıma rahatlıkla çalışabildim. bazen insan zamanının boşa geçtiğini hisseder ya, hatta belki boşa geçirir. sonra pişman olur. işte o pişmanlığı yaşadığım bir dönemde okumam bir kere daha bana zamanın ne kadar önemli ve değerli bir şey olduğunu anımsattı.
kitabın kurgusu insanın aklını karıştırmıyor. zaten çocuk kitabı olduğu için dili sade ve duruydu. okumanızı tavsiye ederim. bir de kitaptan bir alıntı bırakmak isterim:


…nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa insanın yüreği de zamanı algılamaya yarar.
devamını gör...

orijinal adı la casa de papel olan kitaptır.

mina urgan'ın bir dinazorun anıları kitabını okurken çok eğlenmiştim, çünkü bildiğim/okuduğum yazarlardan bahsediyordu.
alberto manguel okurken borges ile tanışmıştım, borges'tan bahsederken birçok kitabına atfedildi diye de bahsi geçen kitaplarını da okumuştum.

şimdi bu iki bilgiyi şuraya bağlıyorum:

bu kitabı okurken de birçok yazardan, birçok kitabın hikayesine değinerek anlatıyordu. bende de o bazı kitapların eksiği vardı ve buna rağmen okumayı sürdürdüm. bu yüzden de buruk bir tat kaldı boğazımda. şimdilerde kitapta bahsi geçen kitapları aldım ve onları okuduktan sonra yeniden okumayı düşündüğüm incecik bir kitap olarak zihnimde kaldı kağıt ev.

bazı insanlar vardır, sohbet ederken şairlerden, yazarlardan, filozoflardan, görüşlerden alıntılar yapar. işte bu türden bir kitaptı. zaten oldum olası ince kitaplardan korkarım, içerisinde çok bilgi barındırdığına inandığım için. öyle bir kitaptı neyse.

kitapta bir de çok sevdiğim bir cümleyi paylaşmak istiyorum:

inşa edilen bir kütüphane, yaratılan bir hayat demektir; yığılmış kitaplar toplamı değildir asla.


eksiklerimi tamamladıktan sonra bir daha okumam gereken kitap...
devamını gör...

çok uzun seneler evvel doğan hocanın başka bir kitabını alıp okumaya başladığımda sıkıldığımı fark edip yarıda bırakmıştım. bu kitabı alırken tüm önyargılarımı bir kenara koyup okumaya koyulacağıma dair de kendime söz vermiştim. nitekim “iyi ki” önyargısızca yaklaşıp okumuşum. okurken defalarca kendimi bulduğum, hatalarımı gördüğüm, kendimi ne kadar es geçtiğimi, neden zaman zaman mutsuzluğu çağırdığımı vb. birçok soru işaretime cevap buldum. benim çoktan başucu kitabım oldu bile.

kitapla ilgili o kadar çok not aldım ki hangi birini sizinle paylaşacağımı bilemiyorum. ben en çok kendimde mutsuz olduğum noktalara odaklandım. kendimdeki eksiklikleri fark edip büyük bir aydınlanma da yaşadım. kitabı okurken kendimi sevmeyi ve bunu nasıl yapacağımı öğrendim. doğan hocanın tavsiyelerine kulak verdim. benim yaşamımı etkileyen önemli bir eser.

son olarak “varım!” diyorum.
devamını gör...

kitabın kapağına baktığımızda ben tasarımına kesinlikle bayıldım. bir de üzerinde yazan "keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı" cümlesi beni hem düşündürdü hem de hüzünlendirdi. üzerine epey yazılması gereken bir cümle olduğunu düşünüyorum.

kitabın içeriğinden bahsetmek istiyorum biraz: ege köylüsü olan mustafa ve eşi mesude'nin hayatlarının afgan bir kadın ve onun oğlu olan samir'in hayatlarıyla kesişmesini anlatıyor. kitap bence bir roman gibi değil de uzun bir öykü gibiydi. evrensel bir sorun olan mülteci sorunu ve evrensel bir duygu olan annelik duygusunun anlatımı yoğundu. içerisinde barındırdığı bu hassas konular itibariyle usta da sanatçı elini değdirerek oldukça titiz davranmış. ustanın okumadığım eseri yok denecek kadar az. bu kitabı yazma sebebi olarak sanatçı duyarlılığı diye düşünüyorum.
eserin içerisinde beni vuracak aforizmalar pek yoktu. bir kısımda bayıldığım bir cümle ile rastlaştım ve alıntılamak istedim:

bazı kadınlara özgü bir kararlılığa, bir şeyi bitirdi mi tam bitirme yeteneğine sahipti.
devamını gör...

çok uzun zaman önce aldığım ama okumak için kendimi hazır hissetmediğim bir kitaptı. hem kalın sayfaları hem de rus edebiyatındaki karışık isimlerden korkuyordum. doğru zamanın olduğuna inandığım bir gün elime alıp, bırakamadan beş altı günde bitirdim. şu kadarını söylemem gerekir ki: etrafımda sevdiğim herkese kitabı okutma isteği yarattı bende.
kitabın baş kahramanı raskolnikov eski bir hukuk öğrencisidir. kitabı okurken raskolnikov’un iç dünyasına, bakış açısına, aile ilişkisine, toplumda kendisini gördüğü yere ve topluma bakış açısına, fakirliğine, aklına ve zekasına tanık oldum. kitapta öylesine müthiş detaylar, ayrıntılar ve betimlemeler var ki… tek kelimle ile ba-yıl-dım. raskolnikov'un yazmış olduğu bir makale var ve onu okuduğunuzda ciddi anlamda sosyal bilimlerin her alanından analiz yapılması gerektiğini, hatta yapıldığını görüyorsunuz. beni en çok meraklandıran ise freud’un roman üzerine yaptığı psikolojik tahlillerin neler olduğu ve onları okumaktı. zaten biraz bakınıp okumaya çalışınca bir o kadar bu analizlere hayran kaldım.. üstelik kitabı ikinci kez okuma isteği de uyandırdı bende.
kitapla ilgili bir de rivayet var: suç ve ceza yayımlandıktan sonra savcı dostoyevski hakkında dava açıyor ve gerekçe olarak diyor ki; “bir caninin ruhsal durumunu bu kadar gerçekçi ve ayrıntılı anlatan bir kişinin geçmişinde kesinlikle bir cinayet saklıdır.”
devamını gör...

orijinal adı wuthering heights olan kitaptır.
açıkçası herkes son zamanlarda okuyor gibi geliyordu, instagram story'lerde oldukça sık görür olmuştum. en sonunda da bir arkadaşımın evine gittiğimde kitabı masanın üzerinde görmemle birlikte içimde bir merak duygusu uyandı. kapağı bana hep soğuk geliyordu, okumam için kendisine çekmiyordu. kime sorsam "nasıl bir kitap sence" diye, olumlu hatta çok fazla olumlu dönütler alıyordum. bunun üzerine ben de okudum ve bahsettikleri gibi bir çırpıda da bitirdim.

kitap konu itibariyle aşk, tutku ve intikam duygusunu bir arada barındıran kahramanın neler yaptığını anlatmaktadır. betimlemeler ve anlatım oldukça içten. bu yüzden de kendimi, kitabı dışarıdan okuyan üçüncü kişi olarak değil de olayların geçtiği yerlerde her şeyi tüm gerçekliği ile izleyen biri olarak hissettim.
bazı kahramanlar vardı ki beni gerçek anlamda kendisinden nefret ettirdi. okurken kötülüklerinden dolayı kendilerine karşı bir tiksinti hissettim. yeri geldi bazı karakterler için çok üzüldüm. bütün karakterler adeta et tırnak ilişkisi olarak çok yakın olduklarından dolayı bir bütünlük içerisinde değerlendirmeye özen gösterdim.

böylesi klasik romanlarda beni içerisine en çok çeken şeylerden birisi de kahramanların psikolojik tahlilleri oluyor. tıpkı suç ve cezayı okurken sigmund freud'un yaptığı tahlilleri merak ettiğim gibi, bu kitap için de aynı merak duygum uyandı. gerçekten de bu tür klasik edebiyat eserleri ile psikoloji arasındaki tahlil bağı beni oldukça cezbediyor.*


beni roman içerisinde etkileyen kısımlardan birisi de catherine'nin, mr. heathcliff'e önce "...oysa sizi seven kimseniz yok; bizi ne kadar zavallı yaparsanız yapın, bu acımasızlığınızın bizimkinden daha taşkın olan kendi acınızdan geldiğini düşünerek yine öcümüzü alacağız...... kimse sizi sevmiyor, öldüğünüzde arkanızdan kimse ağlamayacak." deyip ardından birtakım olaylar geliştikten sonra "ömrünüzde hiç kimseyi sevmediniz mi?" diye sorması oldu. bunu okurken içimden "ah yavrum, tüm bunları anneciğine olan aşkından yapmadı mı?" demek geçti. dedim bile hatta, kendi kendime, ancak tabii ki cathy'e ulaşmadı. bu iki nokta beni kitapta oldukça vurdu.
olur ya bazı kitapları okumuşuzdur ama seneler sonra hatırlamayız veya birkaç olay örgüsü hatırlarız. bu kitap aklımda bu örgüleri bıraktı.
sonunda hareton ile değil de lockwood ile birlikte olacağını, hatta kaçacaklarını düşünmüştüm, sonu beni bayağı yanılttı.


özet: intikam duygusunun ince bir şekilde satır satır, ilmek ilmek işlendiği bir ingiliz klasiği!
devamını gör...

1 -44. basımı on küçük zenci olan, sonraki basımları ise on kişiydiler ismi ile yayımlanan ve orijinal ismi and then there were none olan agatha christie'ye ait olan polisiye romanıdır.
bu kitaba agatha christie on küçük zenci ismini vermiş ve daha sonra fikrini değiştirip on küçük kızılderili yapmıştır. ancak son dönemlerde amerika'da yaşanan ırkçılık olaylarının ardından lonrda merkezli olan agatha christie vakfı'nın talebiyle kitabın adı gereksiz hakaret oluşturmaması için tüm ülkelerde on kişiydiler olarak yeniden değiştirilmiştir.

türü itibariyle olayda herhangi bir çözümleme yapan bir dedektif yoktur. konusu itibariyle ise, geçmişlerinde kendi hataları, ihmalkarlıkları veya kararları sebebi ile kimselerin ölümüne sebep olan insanların bir adada bir araya gelmesi ile olaylar gelişmektedir. birbirini tanımayan bu kişiler ücretsiz tatil için asker adası ismi verilen bir adaya bir ev sahibi tarafından davet edilirler.

ancak ortada bir ev sahibi yoktur. bu kişiler davet edildiklerinin ilk günü yemek yerken ve sohbet ederken birden bire bir gramofon sesi işitirler. bu ses masa etrafındaki on kişinin geçmişte neden oldukları ölümlerden dolayı suçlu olduklarını hatta suçlandıklarını söylemektedir. işte tam da o gün başlar olayın roman örgüsü.

ayrıca evde bulunan ve misafirlerin kaldığı odalarda bir şiir asılı durmaktadır.

her şey bu şiir sırasına göre gitmekte ve yemek salonunda bulunan on adet asker biblosu da olay örgüsü sırasına göre eksilmektedir.

bu roman benim agatha hanımın romanlarını beğenmeme vesile olan ikinci kitap oldu.
devamını gör...

edgar allan poe'ya ait bir öykü kitabıdır. can yayınların çıkmaktadır ve çevirisi morgue sokağı cinayetleri şeklindedir. okurken tüylerimin ürperdiği ve üzerinde birçok yerde düşünmeme sebep oldu. başlarken çerezlik diye elime aldım ancak kitabın başında yoğun bir derinlik olduğunu fark ettiğimde üzerinde epey düşündüm. daha sonra öyküye adapte olduğumda başkahraman olan duphin'in zihnine hayran kalmamak elde değil. bu kitaptan bir gün öncesinde de agatha hanımın doğu ekspresinde cinayet kitabını bitirmiştim. o da şaşırtmıştı ancak hanımefendinin esintisinin nereden geldiğini anladığımda çok mutlu oldum.
(bkz: güzel denk gelişler)
kitaptan bir de alıntı bırakayım size:

gerçek her zaman bir kuyunun dibinde değildir... biz onu vadilerin derinliklerinde ararken, o dağların doruklarında durmaktadır.
devamını gör...

agatha christie'nin yazdığı polisiye romandır. kitabın baş kahramanı dedektif hercule poirot'nundur.
agatha hanım bu romanı 1933 yılında istanbul'da, pera palas otel'de yazımıştır. romanın giriş bölümü de istanbul'da geçiyor.
uzun zamandır kitap okumuyorsanız ya da kitap okumakta zorlanıyorsanız eğer sizi içine çeken bir roman. dün elime aldım, ertesi güne kadar ara ara okudum ve bir çırpıda da bitti zaten. üstelik hem okuyor hem eğleniyor hem de heyecan içerisinde kalıyorsunuz. ben hep bir sonraki sayfayı merak ederek okudum.
kitap üç bölümden oluşuyor. ilk bölümde kitaptaki karakterleri tanıyorsunuz, yavaş yavaş olaya adapte olmaya başlıyorsunuz, kitabın sizi içen çektiği ilk adım. ikinci bölüm ise olayın yaşandığı, geliştiği bölüm. heyecana kapılıp sürüklendiğiniz yer de diyebilirim. üçüncü bölüm ise sonuç bölümü. olayın çözüldüğü kısım.
kitabı okurken katilin kim olduğunu tahmin etmem her bir ifade alınışta değişti. zaten okumuşsanız ne demek istediğimi anlamışsınızdır. okumadıysanız da şöyle söyleyeyim; kitabın sonunda şok üzerine şok yaşadım.
size kitaptan bir de alıntı bırakayım:

sadakat çok güç bulunur ve bedeli asla ödenmez.
devamını gör...

gogh'u tanımak için okunması gereken kitaplardan bir tanesidir. kardeşine yazdığı mektuplarda hem ekonomik durumunu hem ruhsal durumunu hem de iş durumunu kolaylıkla öğreniyoruz. ben çok severek okumuştum, çok yerin altını çizmiştim. hala arada dönüp bakarım. birçok tablosuna hayranlıkla baktıktan çok sonra bu kitabı okumak benim için biraz geç kalmışlık oldu.
neden bilmiyorum, kitabı okurken dostoyevski romanı okuyor gibi hissettim. birisi edebiyatta birisi resim sanatında hayran olduğum kişilerdir. sanırım çok sevgi kaynaklı olabilir veya dönemin şartları bu benzerliği beraberinde getirdi. kitapta gogh'un bir yandan bir şeyler üretmenin peşindeyken diğer yandan ne kadar mutsuz ve içsel sıkıntıları olduğunu sıklıkça gözlemliyoruz.
kitaptan çok sevdiğim bir alıntıyı da bırakmak istiyorum şöyle:

başımızdan gerçek acıların geçeceği, büyük düş kırıklıklarına uğrayacağımız, büyük bir olasılıkla birçok kötü suç işleyeceğimiz, yanlış işler yapacağımız her ne kadar kesinse bile, yine kesin olan bir şey var ki, ateşli ve cesur olmak-yapabileceğimiz tüm hatalara- karşın dar kafalı ve aşırı temkinli olmaktan iyidir. birçok şeyi çok sevmek de iyi bir şey çünkü insana güç kazandıran budur. çok seven kişi çok da çalışır ve çok şey başarabilir, sevgiyle yapılmış bir iş iyi yapılmıştır.
devamını gör...

netflix’te küfüler altyazılı verilen, görüntü kalitesi daha net olan ve 1 mart itibariyle kaldırılan dizi.
79. bölümde kaldım, gelene kadar izlemem herhalde.
netflix’e ne zaman girsem hem kaldığım yerden devam ediyordum hem de sürekli izlemediğim için bu durum işime yarıyordu. keşke yeniden sözleşme yapsalar da izlesem.
hem bir senedir top 10’dan aşağı inmeyen bir dizi idi.
devamını gör...

okuduğum en güzel kitaplardan birisi. neden geç kaldığım konusunda kendime kızgınlık yarattı. üstelik tek kızgınlığım da bu değil.. ön sözünden son sözüne kadar dönüp dönüp bir daha okuyorum. iyi ki altını çizmişim demiştim ilk okuduğumda. şimdi altını çizmediğim yerlerde de düşüncelerine katıldığını fark ettim. zeki olduğum için gece uyumuyorum sanıyordum, kitap beni güzel tokatladı. üstelik tek tökezlediğim nokta da bu olmadı. hani bazı kitaplar vardır ya, arada rastgele sayfasını açıp bakarız.. benim için öyle bir kitap oldu. rastgele sayfa açıp sayın yazarla tartışmaya çalışıyorum olmuyor. fikrinin üstüne fikir koyamıyorum. haklısın demek de istemiyorum çünkü bazen çok haklı.
devamını gör...

okurken sıkılıp bunaldığım ender kitaplardan birisidir. ya ben bu kadar içsel sancılanmaya dayanamıyorum ya da yine bende başka bir sorun var. ciddi anlamda okurken bir hevesle başlamıştım ancak bence yazarın anayurt oteli isimli kitabı bu kitabından daha başarılı.
devamını gör...

(bkz: oğuz haluk alplaçin)

seneler evvel okuduğum ancak hatrımda çok şey kalmayan kitap. aklımdaki birkaç notu paylaşayım:

kitabı hazırlayanlar sezer duru ve orhan duru. hayalet oğuz lakaplı oğuz haluk alplaçin'i anlatıyorlardı. daha sonra kendisinin adına edebiyatımızın hüzünlü prensesi olan tezer özlü'nün bir kitabında rast gelmiştim.
devamını gör...

yaşar kemal'in akçasazın ağaları isimli iki seriden oluşan kitabının ilkidir. bir diğer için:

(bkz: yusufçuk yusuf)

yaşar kemal'in birçok eserini ve bu kitabı okumuş birisi olarak söylemem gerekiyor ki bu kitapta farklı bir yaşar kemal kalemi görüyorsunuz. üstelik büyük ustanın zalimliği, zulmü ve kan davasını anlattığı müthiş bir eserdir.

kitaptan herkesin bildiği o meşhur cümleyi bırakıyorum: "demirin tuncuna insanın piçine kaldık..."

ve şu anda bu entryi yazarken kitabı elime aldım, altını çizdiğim yerlerden en çok beğendiğimi yazıyorum (19. baskı sayfa 72): "ölümü bilmeyen hiçbir şeyi bilmez. ölümü bilmeyenler yaşıyor da sayılmazlar. ya ölüm olmasaydı, ya ölüm korkusu olmasaydı? usandırıcı bir şey... ölüm olduğu için biraz daha çok yaşamak istiyoruz. ölüm olmasaydı..."
devamını gör...

(bkz: netflix)


konusu: dünyada her şey yolunda giderken bir anda güneş öldürücü bir hal alır. bunu fark eden italyan nato askeri brüksel'e giden bir uçağa yönelir. asker uçağa silahı ile birlikte girer ve uçağı kaçırıp erken talep eder. dizi başında kaçırma sadece pilot bilirken ilerleyen insanlar güneş'in öldürücü hale getirerek internet ile fark eder.


(bkz: mehmet kurtuluş)
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim