sözlükte kadın olmak
sabahtan beri solda görüyorum başlığı. okudum her şeyi. az önce yine göz gezdirdim. kendinden emin olmayanlar editlemiş. yazdığını komple silip değiştirenleri kastediyorum, harf hatası yapanları değil. yapılan uygunsuzluklarda iki tarafında eser miktarda payı var. biri yüzde yüz hatta yüzde altmışa/kırk haklı diyebileceğim bir durum yok.
dün doğmadıysan, sanal ortamda herkesin gözünün kadınlara doymuş olmayacağını, herkesin sana kibar yaklaşmayacağını, insan gibi davranmayacağını, seni provoke edebilme potansiyeline sahip olduğunu göz önünde bulundurursun. etki verip tepki almayacağımızı varsayarak ilerleme kaydedemeyiz ahali.
bir kadın yazar olarak bence erkek yazarlarla eşitim. herhangi bir üstünlük veya altta kalma yaşamadım. en başlarından beridir buradayım. iki tane dengesiz ile fikir ayrılığına düştüm. dengesiz diyorum çünkü denge yok. biri kin güdüyordu bana, hiç sebepsiz. diğeri de sataştı, etti, sonradan yazdığım başlıklara destek tanım girmeye başladı, yazdıklarımın bazılarını oylamaya başladı vesaire.
bence ben erkek olsaydım da yaşanırdı bu. bu platforma fiziklerimizle değil fikirlerimizle kaydolduk. diğer sosyal mecralarla kıyaslamayalım lütfen.
çiçek olun.
edit: kelime hatası
dün doğmadıysan, sanal ortamda herkesin gözünün kadınlara doymuş olmayacağını, herkesin sana kibar yaklaşmayacağını, insan gibi davranmayacağını, seni provoke edebilme potansiyeline sahip olduğunu göz önünde bulundurursun. etki verip tepki almayacağımızı varsayarak ilerleme kaydedemeyiz ahali.
bir kadın yazar olarak bence erkek yazarlarla eşitim. herhangi bir üstünlük veya altta kalma yaşamadım. en başlarından beridir buradayım. iki tane dengesiz ile fikir ayrılığına düştüm. dengesiz diyorum çünkü denge yok. biri kin güdüyordu bana, hiç sebepsiz. diğeri de sataştı, etti, sonradan yazdığım başlıklara destek tanım girmeye başladı, yazdıklarımın bazılarını oylamaya başladı vesaire.
bence ben erkek olsaydım da yaşanırdı bu. bu platforma fiziklerimizle değil fikirlerimizle kaydolduk. diğer sosyal mecralarla kıyaslamayalım lütfen.
çiçek olun.
edit: kelime hatası
devamını gör...
parmaklıklar arasında
1967 yapımı stuart rosenberg filmi. zaten isa göndermeleri ile dolup taşan film bana green day grubunun meşhur jesus of suburbia'sını anımsatıyor. bir kahramana hatta direkt isa'ya dönüşen luke karakteri paul newman'ın o çarpık, biraz delivari ve insanı delip geçen gülümsemesi ile yükseldikçe yükselmiştir. bu film; "hapishaneden kaçış temalı bir film madem o zaman biraz aksiyon görelim" diyen kitleyi memnun etmez, temasına nazaran tamamen durağan geçen bir film zaten çoğu insanın aklında o meşhur iddia sahnesi ile kazınmıştır ama bana kalırsa filmin bunun dışında onlarca etkileyici sahnesi vardı.
luke'un dragline ile mücadele ettiği sahne hem sinema dünyası için unutulmayacak bir sahne hem de luke karakterini çözümlemek için ideal bir andı. filmin açılış sekansında bile luke karakterinin o yarı deli tavrını zaten anlaşılıyordu ama bu sahnede dragline onu dövmekten bıkana kadar hırsla kalkıp dayak yemeye devam etmesi karakterin genel bir portresini çizmeye yetiyor.
diğer bir etkileyici sahne luke'un annesi ile yaptığı son konuşma sahnesi ama bu sahneyi bu kadar vurucu yapan harry dean stanton'ın sakince just a closer walk with thee diye şarkıya girmesi ve luke'un annesi ile vedalaşmasının hemen ardından stanton'ın buğulanmış gözlerini uzaklara dikip şarkıya devam etmesidir bana kalırsa hatta o meşhur sahneyi de ekleyeyim buraya:
luke'un annesinin ölümünden sonra hücreye kapatılması yine ekrana bakıp sövüp saydığım bir sahneydi. luke'un ikinci kaçışından sonra bilerek tabağına fazladan yemek konulması -yemek bitmezse geceyi tek başına hücrede geçirmesi gerekecekti- ve hapishanede bulunan herkesin kendi yemeklerini bitirmelerine rağmen luke'a yardımcı olmak için onun yemeğinden sırayla bir kaşık almaları muhtemelen film boyunca beni ağlatmaya yaklaşmış az sayıda sahneden biridir yine.
başlık sahibi yazar biraz bahsetmiş ama ben tüm repliği yine de ekleyeyim. guns n' roses dinleyenler civil war şarkısının girişindeki o repliği anımsayacaklardır: "what we've got here is... failure to communicate. some men you just can't reach. so you get what we had here last week, which is the way he wants it... well, he gets it. i don't like it any more than you men."
strother martin'in o meşhur repliğinin geçtiği sahne yine cool hand luke filminin muhtemelen en akılda kalan ikinci sahnesiydi ki luke karakterinin vurulmadan önce pencereden bakıp; "what we've got here is... failure to communicate" dedikten sonra vurulup öldüğü sahne aynı şekilde çarpıcıdır.
luke'un vurulmadan önce tanrı ile yaptığı tek taraflı konuşma sahnesi için ise pek az şey söyleyebilirim, newman o sahnede sanatın vücut bulmuş hâli gibidir ki zaten replikler de aynı derecede güzeldir.
otoritenin kırılganlığını son dakika suratımıza çarpmış olan gözlük kırılma sahnesine değinmeyeceğim o kadar spoiler okuduysanız açıp izleyin zaten. o sahnenin etkisi okununca değil izlenince çarpıcı bir hâle geliyor.
"sometimes nothing can be a real cool hand"
luke'un dragline ile mücadele ettiği sahne hem sinema dünyası için unutulmayacak bir sahne hem de luke karakterini çözümlemek için ideal bir andı. filmin açılış sekansında bile luke karakterinin o yarı deli tavrını zaten anlaşılıyordu ama bu sahnede dragline onu dövmekten bıkana kadar hırsla kalkıp dayak yemeye devam etmesi karakterin genel bir portresini çizmeye yetiyor.
diğer bir etkileyici sahne luke'un annesi ile yaptığı son konuşma sahnesi ama bu sahneyi bu kadar vurucu yapan harry dean stanton'ın sakince just a closer walk with thee diye şarkıya girmesi ve luke'un annesi ile vedalaşmasının hemen ardından stanton'ın buğulanmış gözlerini uzaklara dikip şarkıya devam etmesidir bana kalırsa hatta o meşhur sahneyi de ekleyeyim buraya:
luke'un annesinin ölümünden sonra hücreye kapatılması yine ekrana bakıp sövüp saydığım bir sahneydi. luke'un ikinci kaçışından sonra bilerek tabağına fazladan yemek konulması -yemek bitmezse geceyi tek başına hücrede geçirmesi gerekecekti- ve hapishanede bulunan herkesin kendi yemeklerini bitirmelerine rağmen luke'a yardımcı olmak için onun yemeğinden sırayla bir kaşık almaları muhtemelen film boyunca beni ağlatmaya yaklaşmış az sayıda sahneden biridir yine.
başlık sahibi yazar biraz bahsetmiş ama ben tüm repliği yine de ekleyeyim. guns n' roses dinleyenler civil war şarkısının girişindeki o repliği anımsayacaklardır: "what we've got here is... failure to communicate. some men you just can't reach. so you get what we had here last week, which is the way he wants it... well, he gets it. i don't like it any more than you men."
strother martin'in o meşhur repliğinin geçtiği sahne yine cool hand luke filminin muhtemelen en akılda kalan ikinci sahnesiydi ki luke karakterinin vurulmadan önce pencereden bakıp; "what we've got here is... failure to communicate" dedikten sonra vurulup öldüğü sahne aynı şekilde çarpıcıdır.
luke'un vurulmadan önce tanrı ile yaptığı tek taraflı konuşma sahnesi için ise pek az şey söyleyebilirim, newman o sahnede sanatın vücut bulmuş hâli gibidir ki zaten replikler de aynı derecede güzeldir.
otoritenin kırılganlığını son dakika suratımıza çarpmış olan gözlük kırılma sahnesine değinmeyeceğim o kadar spoiler okuduysanız açıp izleyin zaten. o sahnenin etkisi okununca değil izlenince çarpıcı bir hâle geliyor.
"sometimes nothing can be a real cool hand"
devamını gör...
cenk raporu radyo yayını
yetişkinlik çok zor, para kazanmak zorunda olmak, evini, sorumlu olduğun insanlar varsa onların hayatını idame ettirmek, fatura ödemek, o, bu, şu. anladınız işte. dolayısıyla cenk'e katılıyorum. mecburiyetlerimiz bizi "büyütüyor". istesek de istemesek de razı geliyoruz büyümeye ve gereklilerine. istediğimiz başka şeylere ulaşmak için toplumun dayatmalarına boyun eğiyoruz. ama büyümek bu mu gerçekten?
değil abi. olamaz yani... her kirasını ödeyen yetişkin mi? geçelim...
büyümek rob'un anlattığı gibi bir şey tam olarak. sorunlar karşısında çözüm üretmek ya da en azından bunun için çaba sarf etmek yerine "bana ne, bana ne" diye ağlamıyorsak omuzlarımızı silkip, artık yetişkinizdir. ve yetişkinlik çok güzel abi, boş verin. ömür boyu ergen kalan insan yok mu bir sürü zaten?
sana atari aliyim mi cenk? sen tam bir yetişkinsin çünkü ve her yetişkinin atari oynamaya hakkı vardır, bilirsin.
değil abi. olamaz yani... her kirasını ödeyen yetişkin mi? geçelim...
büyümek rob'un anlattığı gibi bir şey tam olarak. sorunlar karşısında çözüm üretmek ya da en azından bunun için çaba sarf etmek yerine "bana ne, bana ne" diye ağlamıyorsak omuzlarımızı silkip, artık yetişkinizdir. ve yetişkinlik çok güzel abi, boş verin. ömür boyu ergen kalan insan yok mu bir sürü zaten?
sana atari aliyim mi cenk? sen tam bir yetişkinsin çünkü ve her yetişkinin atari oynamaya hakkı vardır, bilirsin.
devamını gör...
üçlü arkadaş grubu
2 kişinin muhabbeti sardığında 3.nün mal gibi ortada kaldığı arkadaş grubuna dönüşebilir.
devamını gör...
muhabbet etmesini bilmeyen insan
belki biliyorda seninle muhabbet etmek istemiyordur. kişiler arasındaki enerji sohbetin gidişatını yönlendiriyor. öyle bir zaman geliyor ki muhabbet kuşu olmana rağmen ilerletemiyorsun konuşmayı,takılıp kalıyorsun yerinde. kimiyle iki kelimeyi bir araya getiremezken kimisiyle de konuştukça daha da açılıyorsun. konu açma isteğin karşındaki kişiye göre şekilleniyor.
devamını gör...
sanat sanat içindir
sanat yağcılıktan uzak olmalı…
whistler, (the white girl, grey and silver battersea beach, harmony in blue and silver: trouville, an orange note gibi eserlerin ressamı) bir zamanlar böyle demiş.
whistler’ın sanat tanımı elbette bundan ibaret değil, ancak bana göre ''sanat sanat için'' tartışmasının ardındaki en mühim noktalardan biri de bu.
sanatın öğretici ve ders verir nitelikte olması gerektiği fikrine karşılık olarak 19. yüzyılda fransa’da ortaya çıkan 'sanat sanat için yapılmalı' sloganı, sonraları özellikle ingiltere’de rağbet gördü. l'art pour l'art terimini ilk kullanan kişinin théophile gautier olduğu öne sürülse de victor cousin’in, benjamin constant’ın ve edgar allan poe’nun da aynı dönemlerde bu fikri desteklediği ve sloganı kullandığı görülür. britannica ansiklopedisi’nde bu terimi ortaya atan kişinin victor cousin olduğu belirtilir. leopold senghor ve chinua achebe gibi afrikalı yazarlarsa bu sloganın sanatı ve yaratıcılığı kısıtladığını ve daha ziyade avrupalıların görüşünü yansıttığını öne sürerler.
ars gratia artis sloganını içinde barındıran estetizm/estetikçilik akımıysa esas olarak ''çirkin ve nihilist'' sanayi çağına bir tepki olarak 19. yüzyılda ortaya çıktı ve ana hatları immanuel kant tarafından oluşturuldu. kant’ın estetizm konusunda öne sürdüğü başlıca fikir en yalın haliyle, güzellik yargısının kişinin hayal gücüyle oluştuğu. kant estetik yargıları yargı gücünün kritiği isimli eserinin ''güzelin analizi'' bölümünde dört ana gruba (nitelik, nicelik, bağıntı ve modalite) ayırarak çözümleme yoluna gider.
kant bir şeyi güzel ya da çirkin olarak nitelerken hayal gücü kadar, mantığın da rol oynadığını söyler. kısacası, bir şeyin güzel olduğu yargısına varırken, hem hayal gücümüzü, hem de mantığımızı kullanıyor, bunu oldukça da kişisel bir biçimde yapıyoruz. ancak, kant varılan bu subjektif yargıların aynı zamanda evrensel bir gerçekliğe de işaret ettiğini savunur.
bu arada, hem usdışıcılık, hem de estetizm, olguculuğa karşı birer tepki olarak başlamış ve kant’ın görünmeyen varlık alanı olarak tabir ettiği kavramı vurgulamış. görünmeyen varlık alanı zaman, mekan ve nedenselliğe dayanmayan bilgilerden oluşuyor. kant’a göre, etik, estetik ve mantık bu görünmeyen varlık alanı dahilinde değerlendirilmeye tabii tutulmalı.
devamını gör...
bir kadının sustuğu an
susuyorum. canım artık konuşmak istemiyor. zamanında çok konuştum, bir şey fark etmedi.
devamını gör...
kölelik
modern dünyada uygulanmasının (bkz: insan hakları evrensel beyannamesi) ile kesinlikle yasaklandığı, çok eski çağlara ait olan bu aşağılık sistem, şimdilerde dolaylı yoldan sıklıkla uygulanmaktadır. #240980 numaralı tanımda da anlattığım gibi köle, hiçbir hakkı olmayan, sahibinin emrinde çalışmak zorunda olan, para biriktiremeyen ve kabaca karın tokluğuna çalışmak şeklinde ifade edilen biçimde çalışan kişilere verilen sıfattır. hani o çok büyük gördüğümüz, özendiğimiz, oldukça modern gözüken büyük devletler, bu sistemi yasal olmayan bir şekilde özellikle afrika gibi az gelişmiş ancak yeraltı kaynakları ve özellikle tarımsal açıdan verimli topraklara sahip olan bölgelerde uygulamaktadır.
devamını gör...
sembolizm
fransa'da 1885 yılından sonra başlayan akımdır. ahmet haşim bu alımla ilgili göl saatleri isimli eserinde " hayatın şekillerini ben hayal havuzunun sularında seyrettim ; onun için yeryüzünün taşları ve bitkileri bana renkli bir akistir" demiştir. alman filozofu schopenhauer de ileriye sürdüğü "dünya bir tasarımdır, hayalden ibarettir" görüşüyle duyularımız dış dünyayı olduğu gibi değil de, onun esas halini değiştirip bizlere aktarır.
devamını gör...
en zevkli matematik konusu
kpss'ye dahil olmayan tüm konulardır.*
devamını gör...
army of the dead
öncelikle filmin afişi, buyrun;

ben ne izledim diyeceğiniz türden bir film. zack snyder filmlerini seven biri olarak söylüyorum bu film olmamış. filmden iki karakter aklımda kaldı . "the coyote" ve " zeus" .
the coyote


the zeus

film kumarhane kasası soymak için toplanan bir ekibin zombi dolu bir şehirde başından geçenleri anlatıyor. spoiler vermiyorum fakat gözüme takılan bazı detayları paylaşmak istiyorum.
öncelikle pembe tonlar niye bu kadar çok kullanılmış? * netflix son zamanlarda pembe tonları ve cinsel içerikleri arttırmaya başladı tamam ama zack snyder gibi bir yönetmenin böyle bir şeyi yapmasını beklemezdim. diğer filmlerine göre "zoom sevdası" göze çok batmıyor ki bu iyi bir şey. daha önce çektiği filmlerdeki aksiyon sahnelerinde, hızlı geçişleri ve zoom olayını abartırdı ve bu gözü çok yorardı. bu filmde gözü yoracak çok fazla etken olmadığını söyleyebilirim. bu filmde mantığı zorlayan çok etken vardı. tamam zombi dünyası anlarım ve çok severim fakat "zeus" karakteri neydi öyle ya. zombi benzeri yeni bir tür yaratık oluşturma çabasına girilmiş ama onun bile aile sorunu olur mu arkadaş. bak ya diyorum. mart 2017 de kızı autum snyder intihar ettikten sonra justice league filmindeki yerini ,filmi berbat bir hale getirecek joss whedon adlı yönetmene bıraktı. bu berbat edilmiş dc filminden sonra,ben de dahil bir çok fanın katıldığı etkinlikler neticesinde* 4 yıl sonra dc evreni şölenini yaşamamız için tekrardan koltuğa geçti ve hbo max yardımıyla 4 saatlik muazzam bir şölen yaşattı. zack snyder's justice league adlı şölende * dikkatimi uzatılmış bir sahne çekmişti.sonradan öğrendim ki bu sahnede kızına bir saygı göndermesi olarak, intiharı önleme vakfına dikkat çekmek istemiş. ( 0:42)
bu konuya neden değindim ? önceki satırlarda bahsettiğim sahne acaba mı dedirtirken ,zombi filmimizde bu iyice ayyuka çıktı. bu kadar çok baba çocuk sorunlarına değinmesi bu durumu henüz atlamadığını ve çocuğuna zamanında yeterli ilgiyi gösterememesinden dolayı pişmanlığının ne derece büyük olduğunu göstermektedir. sırf bu sorunlara dikkat çekmek için senaryonun zayıf kalmasını bile göze aldığı rahatça anlaşılabiliyor. tamam daha önce çektiği filmlerininde senaryoları çok derin sayılmazdı fakat bu kadar da kötü değildi. görsel olarak bu adama kimse laf edemez. mezun olduğu bölümün hakkını sonuna kadar veriyor. her filminde mitolojiye bir dokundurma yapıyor. nedendir bilmiyorum ama tanrı ve insan çatışmasına çok parmak basıyor. neyse biraz uzattım, filme gelirsek zombi filmleri fanı ve zack snyder filmleri seven biriyseniz izleyin fakat çok bir beklentiniz olmasın.sonuç olarak netflix için yapılmış çerez bir film. iyi seyirler dilerim.
bahsettiğim vakıf: afsp.org/
görseller:entertainment-factor.blogsp...

ben ne izledim diyeceğiniz türden bir film. zack snyder filmlerini seven biri olarak söylüyorum bu film olmamış. filmden iki karakter aklımda kaldı . "the coyote" ve " zeus" .
the coyote


the zeus

film kumarhane kasası soymak için toplanan bir ekibin zombi dolu bir şehirde başından geçenleri anlatıyor. spoiler vermiyorum fakat gözüme takılan bazı detayları paylaşmak istiyorum.
öncelikle pembe tonlar niye bu kadar çok kullanılmış? * netflix son zamanlarda pembe tonları ve cinsel içerikleri arttırmaya başladı tamam ama zack snyder gibi bir yönetmenin böyle bir şeyi yapmasını beklemezdim. diğer filmlerine göre "zoom sevdası" göze çok batmıyor ki bu iyi bir şey. daha önce çektiği filmlerdeki aksiyon sahnelerinde, hızlı geçişleri ve zoom olayını abartırdı ve bu gözü çok yorardı. bu filmde gözü yoracak çok fazla etken olmadığını söyleyebilirim. bu filmde mantığı zorlayan çok etken vardı. tamam zombi dünyası anlarım ve çok severim fakat "zeus" karakteri neydi öyle ya. zombi benzeri yeni bir tür yaratık oluşturma çabasına girilmiş ama onun bile aile sorunu olur mu arkadaş. bak ya diyorum. mart 2017 de kızı autum snyder intihar ettikten sonra justice league filmindeki yerini ,filmi berbat bir hale getirecek joss whedon adlı yönetmene bıraktı. bu berbat edilmiş dc filminden sonra,ben de dahil bir çok fanın katıldığı etkinlikler neticesinde* 4 yıl sonra dc evreni şölenini yaşamamız için tekrardan koltuğa geçti ve hbo max yardımıyla 4 saatlik muazzam bir şölen yaşattı. zack snyder's justice league adlı şölende * dikkatimi uzatılmış bir sahne çekmişti.sonradan öğrendim ki bu sahnede kızına bir saygı göndermesi olarak, intiharı önleme vakfına dikkat çekmek istemiş. ( 0:42)
bu konuya neden değindim ? önceki satırlarda bahsettiğim sahne acaba mı dedirtirken ,zombi filmimizde bu iyice ayyuka çıktı. bu kadar çok baba çocuk sorunlarına değinmesi bu durumu henüz atlamadığını ve çocuğuna zamanında yeterli ilgiyi gösterememesinden dolayı pişmanlığının ne derece büyük olduğunu göstermektedir. sırf bu sorunlara dikkat çekmek için senaryonun zayıf kalmasını bile göze aldığı rahatça anlaşılabiliyor. tamam daha önce çektiği filmlerininde senaryoları çok derin sayılmazdı fakat bu kadar da kötü değildi. görsel olarak bu adama kimse laf edemez. mezun olduğu bölümün hakkını sonuna kadar veriyor. her filminde mitolojiye bir dokundurma yapıyor. nedendir bilmiyorum ama tanrı ve insan çatışmasına çok parmak basıyor. neyse biraz uzattım, filme gelirsek zombi filmleri fanı ve zack snyder filmleri seven biriyseniz izleyin fakat çok bir beklentiniz olmasın.sonuç olarak netflix için yapılmış çerez bir film. iyi seyirler dilerim.
bahsettiğim vakıf: afsp.org/
görseller:entertainment-factor.blogsp...
devamını gör...
gece gelen açlık hissi
bir türlü bastıramadığım histir.
evde yiyecek bir şey kalmamış; hepsini yedim çünkü... swh.
evde yiyecek bir şey kalmamış; hepsini yedim çünkü... swh.
devamını gör...
geceye bir sanat eseri bırak
2010 yılında yapılan heykel sam jinks tarafından silikon, insan saçı, poliüretan köpük, kereste, akrilik, naylon ve ipek kullanılarak yapılmış olan "kadın ve çocuk" adlı heykel.

görselin kaynağı

görselin kaynağı
devamını gör...
beşiktaşlı sözlük yazarları
bizim aşkımız gerçekten çok farklı.herkes popüler ve daha çekişmeli maçları olan gs ve fb yi tutmayı tercih ederken; ben beşiktaşlı olmaya doğuştan taliptim sanki.siyah-beyaz asil renkleriyle ve çılgın taraftarıyla her daim bende farklı bir yeri olacak.
devamını gör...
hırs mı daha iyidir azim mi sorunsalı
azim çünkü hırs bir noktada başkalarının kötülüğünü istemeye evrilebilir.
devamını gör...
bengaripsengüzeldünyaumutlu ile dünyadan uzak
başladı! aç sesini karrrrdeşim!
devamını gör...
türkiye’nin bir cümlelik özeti
otur balkona parodi izle..
devamını gör...
kitap alıntıları
"oto galerisini dolandırdığım günü hatırlıyorum: sessizliği uğuldayarak dağıtan ayazın yüzümde patlayıp ensemi yaladığı bir gündü. pardösümün yakasını kaldırmıştım. yaktığım sigaradan birkaç fırt çekip fırlattım. sol cebimden çıkardığım telefonun tuşlarına bastım. karşımdaki kadının sesini ezecek tonda konuşmaya başladım:
"işyeri sahibiyle görüşmek istiyorum."
"kim arıyor diyeyim?"
"keçiören belediye başkanı yardımcısı murat ürkmez ben."
"bir saniye efendim," diyen kadının heyecanı sesinde dalgalandı. doğru yoldaydım. bekleme müziğini dinlerken derince soluyup yutkundum.
karşıdaki ses, "merhaba başkanım, beklettim sizi kusura bakmayın," dedi. "orhan çerçi efenim, galerinin sahibiyim. nasıl yardımcı olabilirim?"
"orhan bey biliyorsun mübarek ramazana neredeyse bir hafta kaldı."
"evet başkanım."
"şimdi biz belediye olarak, her yıl olduğu gibi büyük bir çadırda iftar yemeği verecez, her günün masrafını keçiören'deki itibarlı müesseselerden biri karşılasın istiyoruz, bir günü de sen alacaksın, uygunsan tabii."
"hay hay başkanım, ne demek!"
"büyük sevap işlersin valla orhan bey, çok büyük."
"inşallah başkanım."
belediyeyle "iyi ilişki" kurmanın hazzını duyan orhan,"bu vesileyle belediyemize bir dahlimiz olacaksa, yani sizi temin ederim, benim için büyük şeref bu," dedi. "miktarı, bir de nereye yatırmam gerektiğini söylerseniz, gerisini hallolmuş sayın beyfendi."
"her gün ortalama 15 bin tutar diyoruz, kağıt kalem hazırla banka bilgilerini vericem... çok teşekkür ederiz tabii iyilik yapan iyilik bulur. belediyeyle ilgili bir problem olursa bu numaradan arıyosun orhan kardeşim, tamam mı?"
"sağ olun başkanım, allah başımızdan eksik etmesin sizi."
işte, her şey bu kadar kolay gerçekleşmişti. bundan böyle benzeri bir iş çıkarmam neredeyse imkansızdı. şimdi ise bırakın dolandırıcılık yapmayı, süte düt diyecek kadar zavallı bir durumdaydım. belki de hayatta olduğum için şanslıydım."
alocu tilki'nin serencamı, emrah polat 2. baskı 2015, sf 44-45 iletişim yayınları
bir dolandırıcının başından geçenler anlatılıyor romanda. olaylar ankara'da geçiyor. bu ayrıca hoşuma gitmişti.
sade ve samimi bir anlatımı var. karakterlerin konuşma tarzları ait oldukları sosyal çevreyi yansıtıyor diyebiliriz.
kitapta alıntıladığım kısma benzer tespitler de var. insanların menfaatperest olması bir dolandırıcının gözünden anlatılmış.
zaten dolandırılmanın içinde bir parça menfaat olduğunu söyleyebiliriz.
şu yukarıda anlatılan kısım size biraz, "kaldı mı böyle dolandırılmak?" dedirtebilir. yazarımız 1974 doğumlu. anlattığı hikaye 90'lı yılların sonlarında geçiyor tahminim. bu da dönem için gerçekçi bir dolandırıcılık hikayesi demektir.
yazar, ankara'da doğumlu. odtü sosyoloji bölümünü bitirmiş. 2000 yılında kendisine manik depresif bozukluk tanısı konulmuş.
hastalığı intihara teşebbüs etmesine sebep olmuş. olaydan sonra belkemiği kırıldığı için artık yürüyemiyormuş.
köpek adamlar adlı romanı arnavutluk, bulgaristan ve romanya’da da basılmış.
yazar aynı zamanda hâlen edebiyat haber www.edebiyathaber.net/ adlı online edebiyat dergisinin yayın yönetmenliğini yürütüyor.
şu kitabın kaliteli olduğuna adım gibi eminim. kim peki emrah polat? belki edebiyat camiası onu çok iyi tanıyordur.
ama ben onu kitap fuarında yakaladım. üstünde pembe bir 5 tl özel fiyat etiketiyle.
bir gün tüm yazarlar hak ettiği değeri bulur umarım.

buradan kitabın ilk üç bölümüne ulaşabilirsiniz. kitap da zaten altı liraymış. desenize bir lira kârdayım.
"işyeri sahibiyle görüşmek istiyorum."
"kim arıyor diyeyim?"
"keçiören belediye başkanı yardımcısı murat ürkmez ben."
"bir saniye efendim," diyen kadının heyecanı sesinde dalgalandı. doğru yoldaydım. bekleme müziğini dinlerken derince soluyup yutkundum.
karşıdaki ses, "merhaba başkanım, beklettim sizi kusura bakmayın," dedi. "orhan çerçi efenim, galerinin sahibiyim. nasıl yardımcı olabilirim?"
"orhan bey biliyorsun mübarek ramazana neredeyse bir hafta kaldı."
"evet başkanım."
"şimdi biz belediye olarak, her yıl olduğu gibi büyük bir çadırda iftar yemeği verecez, her günün masrafını keçiören'deki itibarlı müesseselerden biri karşılasın istiyoruz, bir günü de sen alacaksın, uygunsan tabii."
"hay hay başkanım, ne demek!"
"büyük sevap işlersin valla orhan bey, çok büyük."
"inşallah başkanım."
belediyeyle "iyi ilişki" kurmanın hazzını duyan orhan,"bu vesileyle belediyemize bir dahlimiz olacaksa, yani sizi temin ederim, benim için büyük şeref bu," dedi. "miktarı, bir de nereye yatırmam gerektiğini söylerseniz, gerisini hallolmuş sayın beyfendi."
"her gün ortalama 15 bin tutar diyoruz, kağıt kalem hazırla banka bilgilerini vericem... çok teşekkür ederiz tabii iyilik yapan iyilik bulur. belediyeyle ilgili bir problem olursa bu numaradan arıyosun orhan kardeşim, tamam mı?"
"sağ olun başkanım, allah başımızdan eksik etmesin sizi."
işte, her şey bu kadar kolay gerçekleşmişti. bundan böyle benzeri bir iş çıkarmam neredeyse imkansızdı. şimdi ise bırakın dolandırıcılık yapmayı, süte düt diyecek kadar zavallı bir durumdaydım. belki de hayatta olduğum için şanslıydım."
alocu tilki'nin serencamı, emrah polat 2. baskı 2015, sf 44-45 iletişim yayınları
bir dolandırıcının başından geçenler anlatılıyor romanda. olaylar ankara'da geçiyor. bu ayrıca hoşuma gitmişti.
sade ve samimi bir anlatımı var. karakterlerin konuşma tarzları ait oldukları sosyal çevreyi yansıtıyor diyebiliriz.
kitapta alıntıladığım kısma benzer tespitler de var. insanların menfaatperest olması bir dolandırıcının gözünden anlatılmış.
zaten dolandırılmanın içinde bir parça menfaat olduğunu söyleyebiliriz.
şu yukarıda anlatılan kısım size biraz, "kaldı mı böyle dolandırılmak?" dedirtebilir. yazarımız 1974 doğumlu. anlattığı hikaye 90'lı yılların sonlarında geçiyor tahminim. bu da dönem için gerçekçi bir dolandırıcılık hikayesi demektir.
yazar, ankara'da doğumlu. odtü sosyoloji bölümünü bitirmiş. 2000 yılında kendisine manik depresif bozukluk tanısı konulmuş.
hastalığı intihara teşebbüs etmesine sebep olmuş. olaydan sonra belkemiği kırıldığı için artık yürüyemiyormuş.
köpek adamlar adlı romanı arnavutluk, bulgaristan ve romanya’da da basılmış.
yazar aynı zamanda hâlen edebiyat haber www.edebiyathaber.net/ adlı online edebiyat dergisinin yayın yönetmenliğini yürütüyor.
şu kitabın kaliteli olduğuna adım gibi eminim. kim peki emrah polat? belki edebiyat camiası onu çok iyi tanıyordur.
ama ben onu kitap fuarında yakaladım. üstünde pembe bir 5 tl özel fiyat etiketiyle.
bir gün tüm yazarlar hak ettiği değeri bulur umarım.

buradan kitabın ilk üç bölümüne ulaşabilirsiniz. kitap da zaten altı liraymış. desenize bir lira kârdayım.
devamını gör...
çekilen acıyı hafifletmek için uyumak
ağlamak uyku getirdiğindendir. vücut herhalde pes ediyor, bu kadar acı yeter, bi’ mola verelim, diyor, şalteri indiriyor.
devamını gör...