londra'da hızlı bir şekilde büyümeye devam eden getir'in tottenham hotspur ile imzaladığı sponsorluk anlaşması.
devamını gör...

evine göre sofra bezi ile de olabilendir.
annelerin evde her türlü kırıntı görmeye dayanamamasından kaynaklı önlem.
devamını gör...

sevdiğim bi' yazar. beraber eşli batak turnuvası organize ederiz belki.*
devamını gör...

komedyen
devamını gör...

"dünyayla yaralı"

önce bir minik biyografi ile başlayayım. 13 şubat 1958 yılında, moda'da, bulgaristan göçmeni bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. kadıköy maarif kolejinden mezun olduktan sonra önce istanbul üniversitesi türk dili ve edebiyatı bölümünde okudu. daha sonra okuldan ayrıldı ve tekrar sınava girip boğaziçi üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı bölümüne geçip buradan mezun oldu. bitirme tezini de herkes bilir: "sylvia plath'in şairliğinin intiharı bağlamında analizi"

arada aklıma gelmiyor değil, sylvia plath'i düşünürken acaba "sonum onun gibi mi olacak?" diye düşünüyor muydu? ya da korkuyor muydu o sondan. kendini öldürürken hiç çığlık atmamış. belki de emindi sonundan. bilmiyorum.

boğaziçi, umutsuzlar merdiveni ve nilgün hakkında bir şeyler ekleyeyim biraz. zaten biliyorsunuz ki nilgün marmara'yı umutsuzlar merdiveninden bağımsız düşünmek çok zor. buyurun ece ayhan ne demiş;


"boğaziçi ünivesitesi'nde (ve daha önce robert college'de, 'yukarıda') okuyanlar iyi bilirler; orada, spor salonu ile kantinin bulunduğu yapıda bahçeye bakan ünlü bir 'umutsuzlar merdiveni' vardır; demirdendir. kimbilir belki de bırakılmış bir yangın merdiveni! okul arkadaşları anlatırlar: nilgün marmara, boğaziçi üniversitesi ingiliz filoloji'sinde öğrenciyken derslere pek girmez ve garip bir 'kuş' olarak basamaklara tünermiş. acaba büyük kanatları yüzünden uçamayan 'o' (ya da 'bir') albatros mu? denizler kuşu. gözleri denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki maviliktedir işte. benim öyle 'umran' görmüşlerin boş vakitlerinde can sıkıntılarından uğraştığı ruh çağırmaları ya da parapsikolojiyle filan herhangi bir ilişim yok, olsaydı belki eskiden nilgün marmara'nın oturduğu basamakta şimdi geceleri bir hayaletin (yine çığlık atmadan) görüldüğünü söyleyebilirdim."


mezun olduktan sonra ilk önce marmaris'te bir tatil köyünde sonra çeşitli yerlerde çalıştı. zaten ne iş hayatı ne hayatı çok uzun sürdü canım şairin.

1982 yılı, yabancıların en yakını olarak gördüğü eşi kağan önal ile evleniyor. ben bunu sorgulayacak veya yorumlayacak doğru kişi değilim ama hakkında bir şey yazmam gerekirse, ona çok doğru gelen, ama belki 29 yıllık yaşamı boyunca yaptığı en yanlış tercihlerden biri. hiçbir şey değil ama kağan önal'ın bir dediği çok canımı sıkmıştı bir ara, belki bu ara.

"nilgün'ün şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı."


13 ekim 1987, daha 29 yaşında ve evinin balkonundan atlayarak hayatına son veriyor. daha sonra nilgün'ün intihar etmediği, eşi kağan önal tarafından öldürüldüğü söyleniyor. kağan önal şu açıklamaları yapıyor:


"oysa nilgün’ün tedavi olması gerekiyordu ama o doktordan kaçıyordu. doktor, geldiğinde evde olması gerekirken evde değildi. doktor beklemişti. gelince de konuştular... doktor bana “işiniz çok zor, tedavi olması lazım ama çok zeki ve kültürlü. yani en zor vakalardan” demişti. çünkü iyileşmesi için entelektüel faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu. ilacı dayayacaklar ve uyuşacaktı. orta kültür ve zekalı durumlarda bu hastalık genelde 20’li yaşlarda ortaya çıkarmış, lityum tedavisi ile başarılı olunurmuş. ancak nilgün bu tipte değildi. tedavi olması, buna ikna olması, tedaviden memnun kalması hepsi ayrı bir dertti. dolayısıyla tedavi olmadı. öldüğü gün bana tedaviye tekrar başlayacağına dair söz vermişti."


ölümünden sonra ece ayhan pek çok şey demiş, meçhul öğrenci anıtı demiş. cenazede nilgün'ün annesine sormuş okul numarasını. oradan geliyor 128.

cemal süreya,

"nilgün ölmüş. beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış, ece ayhan söyledi. çok değişik bir insandı zelda. akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. çok da gençti. sanırım otuzuna değmemişti daha.. bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. dönüp baktığımda bir acı da buluyorum nilgün’ün yüzünde. o zamanlar görememişim. bugün ortaya çıkıyor."
demiş.

bir de gülseli inal'ın dedikleri var, pek ölümüyle alakalı değil. ece ayhan'ı suçlar gibi. belki biraz haklı, bence haksız:


"1986'nın sonbaharı, nilgün ve ben boğaziçi üniversitesi dış taşlığının umutsuzlar merdivenlerinde oturuyoruz. nilgün'e “haydi" diyorum "yaprak'a -kız kardeşim- çaya gidelim evi buraya çok yakın.” konuşa konuşa üniversiteyi geride bırakıyoruz. yaprak, bizi harika bir coşkuyla karşılıyor. çaylar, sohbetler, duygu paylaşımları. sonra evlere dönmek için bir taksiye atlıyoruz. tam benim semtime geldiğimizde nilgün bana dönüp; "biliyor musun” diyor, “ben şiir yazıyorum ve yazılmış çok şiirim var.”
şaşkınlıktan donup kalıyorum.
"bundan hiç söz etmedin."
"hiç kimseye söz etmedim, yalnız sana öylüyorum."
"ece ya da ilhan berk de mi bilmiyor?"
"hiçbiri. ama şiirlerimi sana göstereceğim."
"peki neden göstermedin şiirlerini?"
"hiç sormadılar ki. işte öyle. önümüzdeki hafta buluşalım. okumanı istiyorum. belki iki yüz elli sayfalık şiirim var."


nilgün'le tanışalı neredeyse bir buçuk yıl olmuş, ece ise onu tanıyalı dört yıl... bir gariplik var. iki yüz elli rakamı kafamı kurcalıyor. hiçbir zaman, evet hiçbir zaman, onun evinde, orada burada, pera'daki buluşmalarda şiir üzerine konuşmalar, özellikle boğaz'daki kaptan'da yemekli buluşmalarımızda, tüm gün konuştuğumuz şiir dolu saatlerde nilgün'ün şiir yazdığına dair en ufak bir işaret yoktu ve hiç olmamıştı. kaptan'daki yemekte, ece'nin bana sorduğu soruya nilgün'ün çok gülmesi; "o şiirinde gözlerini balıkların yediği delikanlıyla gerçekten tanıştın mı?" yine aynı gün şiirin yoğun konuşulduğu, nilgün'ün şiir konusunda hiçbir konuşmaya katılmayıp sadece herkesi dinlediğini anımsıyorum. birkaç gün sonra nilgün'le yine kızıltoprak'taki evinde buluşuyoruz; salonun ortasındaki cam masanın üzerinde sayısız şiir tomarı içinden, birini bana uzatıyor okumam için.
"ece bunları görmedi mi?"
"o ilgilenmez."
ece ayhan; yakın çevresinde olup biteni pek sezmeden karşısında marjinal, sıradışı kadının şair olabileceği ihtimali üzerinde durmadan sadece kendinden söz ediyor. karşımızda bu kez; karşı taraftan beklediğini kendisi uygulamayan, "zihinle bakarak" görmeyen, görmek istemeyen, elinin tersiyle iten biri var; bir usta şair yine marjda, yine atak. ne olursa olsun kendi isyan iktidarını yaşayan ve sivil iktidarlar kuran biri. 13 ekim 1987'de, nilgün'ün cenazesinde, doğru nilgün'ün annesinin yanına gidip o yaslı kadına nilgün'ün okul numarasını sorma ve ardından yanıt olarak verilen sayının aslında nilgün'ün mezar numarasıyla aynı oluşu. 128 nilgün. insanın insana fütursuzca sadistçe 'acıtmak, canını yakmak' eylemine karşı çıkan kara şair, bu kez sırılsıklam aşık olduğu nilgün'ün canını yakıyor. garip kısırdöngü, içinden çıkılamayan çark, insanın kendini algılayamaması. 'zihinle bakmak'ın uğramadığı yer. bir etikçiye dönüşen şairin garip paradoksu. bir karşılaştırma yapıyorum ister istemez, ezra pound düşüyor aklıma; anglo-sakson edebiyatına inanılmaz katkılarda bulunan marjinallerin marjinali bir şair. karşımızda kara mı kara anarşist bir edebiyatçı var, ece'nin çağdaşı amerikalı asi adam ezra pound. pound, sadece dehamsı şiirleriyle, başkaldırılarıyla değil, 20, yüzyılın çok önemli ingiliz, irlandalı şairlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1913'te james joyce'u ilk keşfeden pound oldu. joyce'un ilk gençlik şiirleriyle, dev eseri ulyysess'in ilk yayımlanışı pound'un çabaları sayesinde gerçekleşti. pound; d.h. lawrence, wyndham lewis ve t. s. eliot içinde aynı şeyleri yaptı. henry miller'ın dönenceler'ini, kimsenin ilgilenmediği bir dönemde sonuna kadar savunmuştu. eliot'ın çorak ülke'si pound'un sayesinde tanındı ve onun çabalarıyla edebiyat tarihine böyle dahiyane bir şiir armağan edildi... robert frost, hemingway, dönemin anglo-sakson yazarlarının hepsi, pound'tan coşkulu destekler aldılar.
nilgün'ün ani ölümünden sonra, ece ayhan, günah çıkartır gibi nilgün üzerine sayısız yazı kaleme aldı. bir gönül borcu olabilir mi! ya da yaşarken takındığı aldırmazlığın üstünü örtmek olabilir mi?! "aldırma nilgün marmara" adlı ilk yazısında ise, şaşırtmacalı bir dille gümüşlük'te nilgün'ün şiirlerini bildiğini yazar ki, bu baştan aşağıya koskoca bir aldatmacadır. 128 nilgün, artık toprak altındadır ve kimse onu yanıtlayamaz öyle değil mi? nilgün'ün ölümünün birinci yıl anma toplantısında ece ayhan, herkesin içinde nilgün için sadece bir anekdot anlatıp ortadan kayboluyor; nilgün'ün bir gece cemal süreya ve cihat burak'ın başlarından aşağıya toz şeker dökmesinin çok ilginç olduğunu söyleyerek... öncesi ve sonrasında ise dile gelen hepsi bu kadardır. .nilgün'ün intiharından sonra, bir günahın tilmizi gibi sayısız yazı yazar, ama nafile, olan olmuştur... belki derin bir pişmanlık, belki ona çarpıp geçen bir kuyrukluyıldızın şaşkınlığı. "nilgün marmara'nın başına da 1987'de bir scorpio olayı getirildi ama nilgün marmara bunu yazmaya 13 ekim 1987'deki ölümü yüzünden vakit bulamadı.” (sivil denemeler kara) diyecek denli her şeyi bilen! acaba scorpio kendisi olmasın, ya da ölüm meleği."


bilemiyorum, ece ayhan'ı bu derece suçlamak çok yanlış. suçlanamaz gibime geliyor. belki de açık olması lazımdı. açık olmak elinde miydi peki? sanmıyorum.

nilgün, beni çok korkutuyor, feci korkutuyor. hakkında öğrendiğim her yeni şeyi kendimde bulmam çok korkutuyor. değişik bir insan. ece de öyle. bu dünyaya ait olmadığı için farklı dünyalar aramaya yola çıktı. umarım bulmuştur.

bilmiyorum bu uzun, belki de yazdığım en uzun yazıyı buraya kadar okuyan var mıdır?
devamını gör...

az önce uyanmamla birlikte bir atağını daha savuşturmuş olduğum migren türü. ağrının kalıntıları hala minik minik devam etse de uyumadan önceki cehennem azabının yanında hiç kalır. emareler başladığı an uyudun uyudun, yoksa ibrahim tatlıses'in kafasına kalaşnikof mermisi yediği o saliselik anı saatlere yayılmış loop şeklinde tekrar tekrar yaşıyorsun.

ön belirtiler herkeste farklı seyrediyor. bir üstteki arkadaşın söylediği gibi kiminde ışık çakmaları, tat ve koku hassasiyeti, zihin sisi ve konuşma bozuklukları şeklinde kendini gösterirken, kiminde geçiçi körlük ya da tarifi imkansız görme bozuklukları olarak ortaya çıkıyor. o korkunç görme bozukluğunu yaşamış biri olarak dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.

biraz geriden başlayayım... ilk atağımı yediğimde sanıyorum 18 yaşında falandım. öğle vakti evimize yakın bir parkta koşu yapıyordum. dinlendiğim bir sırada önümü geveze bir dede kesti. "ben de senin yaşında böyleydim" diye lafa girip kendi gençliğini anlatmaya başladı. ben de ne yapayım, nekazeten dinlemek zorunda kaldım. fakat bir süre sonra dünyanın en acayip şeyi oldu: dedenin yarısı yok oldu! bunu tarif etmek çok zor. çünkü bu göz kaynaklı bir bozukluk değil, beynin gözden gelen verileri nedense yanlış işlediği algısal bir bozukluk.

bir insanın sadece sol tarafını gördüğünüzü hayal edin, ortadan ikiye ayrılmış gibi... işte dedenin sağ tarafı öyle kayboldu. ama nereye kaybolduğu hakkında hiçbir fikrim yok. şimdi bir yağlı boya tablosu hayal edin. hayalinizde onu üç parçaya ayırın. orta parçayı kaldırıp atın ve ilk ve son parçaları yeniden birleştirin. anlatabiliyor muyum? çünkü adamın sağ tarafı bulanık ya da karartılı değildi, komple yoktu! korkudan hemen çevreme bakınmaya başladım tabi... nereye bakarsam bakayım baktığım şeyin yarısı yoktu. mesela, karşıdan gelen araba tek farlıydı, market tabelalarının yarısı kesilmişti, altı kişlik arkadaş grubunun üçü kayıptı vs... en sonunda iki elimi açıp baktım ve ne göremedim dersiniz? evet, sağ elim yoktu... sadece sağ elime odaklandığımda da sağ elimin üç parmağı yok oluyordu...

bu arada ben korkudan canımı vermek üzereyken dede hala bir şeyler anlatıyordu. hiçbir şey demeden arkamı dönüp yürümeye başladım. böyle bir durumda yürümek de zorlaşıyor. biraz sonra bir yere oturup ölmeyi bekledim.

ya nedense bu bozukluğu iyi ifade edemedim gibi geliyor. bu yüzden bir örnek daha vermek istiyorum. şimdi eğer çevreniz karanlık değilse sağ gözünüzü kapatın. şu an teknik olarak etrafın yarısını simsiyah görmeniz gerekiyor değil mi? ama sağ gözünüzdeki siyahlığı göremezsiniz. çünkü beyniniz sağ taraftaki karanlığı görmezden gelerek sadece sol gözünüzden gelen ışığı ana ekran haline getiriyor. aslında görüş alanınızda olan burnumuzu beynimizin görmezden gelmesi de aynı şekilde...

neyse, daha fazla uzatmayayım... ben bir şekilde eve gittim. bu yaşadığımı aileme anlatmaya çalıştımsa da anlatamadım. zaten o zamana kadar yavaş yavaş her şey normale dönmüştü. ama sonrasında gelecek olan kalaşnikof mermili baş ağrısından haberim yoktu. o zaman daha auralı migrenim olduğunu ve her şeyin yarısının yok oluşuna şaşmak yerine hemen uyumaya çalışmam gerektiğini bilmiyordum.

aynı atağı daha sonra bir kere daha yaşadım. o kadar paniklemesem de yine ürtütücüydü. başka yaşamadım. genelde ışık çakmaları ya da buna benzer basit ön belirtiler oluyor. her seferinde de ardından baş ağrısı gelmiyor. ama tabii ne olur ne olmaz yine de en mantıklısı hemen uyumak. çünkü migrenin uyumaktan başka çaresi yok. varsa da ben bilmiyorum.
devamını gör...

üzücü bir durumdur. ne kadar herkes için geçerli bilemem ama kimle tanışsam "boş vaktinde ne yapmaktan hoşlanırsın?" sorusuna asla doğru dürüst bir cevap alamıyorum. okulda birisine "haftasonu neler yaptın?" diyince suratıma boş boş bakışı cidden beni üzüyor. "ders çalışmazsan hayatın sona erer" öğretisinden dolayı mı yoksa refah veya eğitim ile mi bağlantılı bilemiyorum ama çok üzücü bir durum.

edit: madem başlık tutmuş size mesaj: oturun evinize çıkmayın dışarı iki hafta da şu vaka sayıları bir azalsın.
devamını gör...

şey denen şeyi ayrı yazması.
devamını gör...

farklı kullanımı ile ohlokrasi, ayak takımının yönetimi şeklinde bir tabirdir. hemen hemen belki de dünya üzerindeki çoğu yönetimin bu şekilde olduğunu düşünenlerdenim.

düşünsenize, bir dünyaya geliyorsunuz. ve daha gelirken sizin adınıza konulan tüm kuralları kabul ederek geliyorsunuz. aslında özgürlük denilen bir kavram yok. var mı? birileri toprak parçalarını bölüyor, sınırlarını çiziyor. siz oradan ileri adım atamıyorsunuz. ama bu durum kör isek çok da bir anlam ifade etmiyor aslında. çünkü dünyaya geldiğimizde açık olan gözlerimiz, eğitim sistemi ile kapatılmaya başlanıyor. sonraları okumak denen kavramı içselleştirirsek o kapanan gözleri yavaş yavaş açmaya başlıyoruz. ve açıldıkça gözlerimiz, acı çekmeye başlıyoruz. çünkü anlıyoruz ki, her ne kadar görebilmeye başlasak da hiçbir şeyi değiştiremeyeceğiz. işte bu yüzdendir belki de; cahillik mutluluktur.
devamını gör...

hayatımın en büyük travmasıdır. ilacı yoktur, tedavisi yoktur, kalbine oturmuş olan yük ile senelerce yaşamak zorunda kalırsın.
devamını gör...

maneviyatına çok inanırım, her okuduğumda farklı bir huzur veriyor gerçekten.
devamını gör...

on dokuzuncu yüzyılda kahvehaneler çok işlevliymiş.
edmondo amicis, istanbul kitabında 1874 yılında gitmiş olduğu bir kahveyi aktarıyor:

duvarda küçük bir ayna asılıydı, hemen yanında üstünde sabit saplı tıraş bıçaklarının dizili olduğu rafa benzer bir şey duruyordu. kahvelerin büyük kısmı aynı zamanda berber dükkanıdırlar ; kahvecinin aynı zamanda bir dişçi ya da kan alma uzmanı olması kurbanlarına başka müşterilerin kahvelerini yudumladıkları odada muamele yapması, nadir görülen bir durum değildir.

#1250537 nolu tanımıyla @eniyisipencereden kitap hakkında bilgi edinebilirsiniz.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
görsel için kaynak ve biraz daha bilgi
devamını gör...

koyun sürüsü olmaya.
devamını gör...

yağmur yağdıktan sonra gelen toprak kokusu gibidir.
devamını gör...

"ilk tanıdığım haline âşık, son tanıdığım haline ise kırgınım."
-ilhan berk

ne kadar da nahif bir söz değil mi? yüreğimi şuracığa bıraktım.
devamını gör...

gülümser çakarsın
devamını gör...

canını önemseyen ve kurallara uyan insandan başkası değildir.

örnek alınası can
devamını gör...

cevabını bilemediğim soru.

hiç öğrenemeceğim belki, belki de en başından beri diye gönlümden geçen zaman parçası.

tuhaf, kafa karışıklığı yaratıyor bu soru?
kalbin ne zamandır atıyor? gibi..

bilmiyorum ya da ben biz olalı.
devamını gör...

“rakı şifadır! tüm yaraların acısını dindirir. kısa bir süreliğine de olsa.”

- kafa’sı güzel birinin sözü.
devamını gör...

cape town şehrinin hemen açıklarında bulunan küçük bir adadır. apartheid zamanında, hapishane olarak kullanılmıştır. nelson mandela'da burada hapis yatmıştır. şimdi müzedir.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim