41.
lise yıllarıma kadar iran için , haritadaki sınır çizgimizin ötesinde bir ülke derdim. şimdilerde ise humaynı,kapalı kadınlar, kırbaç, yalova - termal(her yerde iranlılar olduğundan)ve ne yazık ki idam edilen kürtler gelmekte.
devamını gör...
42.
"6.5 metre"
-film tavsiyesidir.
-film tavsiyesidir.
devamını gör...
43.
(bkz: persepolis)
(bkz: soraya’yı taşlamak)
bu iki film de bana ülkemiz için mücadele etmekten neden vazgeçmememiz gerektiğini hatırlatıyor her zaman...
(bkz: soraya’yı taşlamak)
bu iki film de bana ülkemiz için mücadele etmekten neden vazgeçmememiz gerektiğini hatırlatıyor her zaman...
devamını gör...
44.
arkaplan
92… bu dağın hayallerini kura kura büyüdük. böylesi bir dağ var mıydı? fotoğraflarda ve kitaplarda ve ezgilerde ve sert devrimci marşlarda var deniliyordu ve inanıyorduk. akif’le tek bir hayalimiz vardı. operasyon öncesi omuz omuza, kefenimiz olacak karların üzerinde iki rekatlık bir şükür namazı kılmak. beş altı yıl içimizdeki bu zalim duyguyu bir türlü dindiremedik ve din değiştirme dahil akla hayale gelemeyecek işlere kalkıştık. hep, bir gün bahsedilen bu dağın eteklerinde sıfırdan bir besmeleyle yepyeni bir hayata uzanmak içindi.
ne istiyorduk? hiçbir şey! sadece içimizdeki coşkuyu dindirmek… emanete ihanet etmiş ve pişman olmuş bir adamın psikolojisiydi taşıdığımız. hayat bize ne verebilirdi? hiçbir şey! hayattan hiçbir isteğimiz yoktu ve biz ona bir şeyler katmak istiyorduk. hayatın bizden bir beklentisi var mıydı? kitaplar, kasetler, ayetler, idamlık yazarların çeviri kitapları ve kitapsı hayatları, “çok şey” diyordu… ve inanıyorduk…
bir şey vardı bir şey… günün yirmi dört saati bizi ayakta, beklemede, dinlemede, hazır kıta tutan bir şey… insan nedir? hayat nedir? oysa tek bir ayetle okulu bırakıp hicret ettik. ruhlarımız henüz yalama olmamıştı zira… elimizde topu topu dört beş cümle, ve hayatımızı bu dört beş cümleyle ilmik ilmik örüyorduk. koca bir hayat için bir tutam cümle yeterli midir? ciddi, hayâtî kararlar almak, vermek için beş on gram cümle yeterli midir? birlerini, bir şeyleri yargılamak, hükmü vermek ve infaz etmek üzere yola çıkmak için, yan yana gelseler ancak bir paragraf edebilen birkaç cümle yeterli midir? israf haramdır… çok bile…
ama insan dört beş cümlenin ardından nereye kadar gidebilir ki?
96… iran’dayız… sıra gezmeye geldiğinde tahran’ın kuzey bölgesinde bulunan imam’ın meşhur camisine uğradık. hemen üst tarafında da evi bulunuyordu. evin içine giremiyorsun. biz de dışarıdan seyrettik. zaten ev demeye de bin şahit lazım. evin antresi filan yok. direkt oturma odasının içine giriyorsun. oda dörde dört ancak var. içinde çekyat tipi bir kanepe, kanepenin üst tarafında ufak bir kitaplık, karşı duvarın dibinde iki yer minderi, berisinde de pabucu. oradan içeriye ufak bir oda. görevliler yatak odası olduğunu söylediler. yan tarafta da ufacık bir mutfak. iki kişinin ancak sığabileceği bir öğrenci evi tipi.
kum kentindeki imam’ın da bir zamanlar öğretmenlik yaptığı medreseye gidiyoruz. bursa’daki kozahan’a benzer bir mimari yapısı var. orta bahçede ağaçlar, havuz, kubbe altı serin gölgelikler… burada 12 yılda müçtehit çıkarıyorlar. mezun olan kişinin göze çarpan ilk özelliği filozof oluşu. okutulan dersleri ise sormayın. bahçede oturup karşılaştığımız öğrencilerle konuşuyoruz. medrese denilince akla her nedense fıkıh, tefsir, usul vesair alanlar geliyor. oysa eski grek filozoflarından girip, oradan mekke’ye, oradan da endülüs’e uzanıp emin adımlarla günümüze kadar getiriyorlar cümlelerini. artık döndüğümüz her köşede kindî, ibn haldun, farâbî çıkar karşımıza diye korkuyoruz.
medresenin müdürüyle, bizdeki adı rektörle görüşmek istiyoruz. izin alıyorlar ve yanına giriyoruz. girdiğimizde kamera şakası gibi geliyor bize. medresenin başındaki adam yerde ikiye katlanmış bir battaniyenin üzerinde oturuyor. kalkıp sarılarak karşılıyor bizleri. bize gösterilen minderlere çöküyoruz. önünde bir balya kağıt, okuyor, inceliyor, hımlıyor, sınıflandırıyor, büküyor, dürüyor her neyse… sonra bize dönüp başlıyor muhabbete. “nereden?” “türkiye’den” “kardeş ülke türkiye, hoş gelmişsiniz.” ebû bilmem ne diye sesleniyor, içeriye biri giriyor. “bize güzelinden ve soğuk bir kavun kes” diyor adama. karşılıklı kavun yiyoruz, muhabbet ediyoruz. kurduğu cümleler bizim cümlelere hiç benzemiyor. kurduğu her cümlenin tek bir kelimesiyle dahi tüm dünyaya kafa tutabilir. kendi kültürünün kendi coğrafyasının kendi tarihinin cümlelerini kuruyor. cümleler net ve kelimeler kendilerinden emin.
kum’da bir kütüphaneyi geziyoruz. hemen kapı girişinde, sağda bir mezar. “baba bu ne?” “bu adam filan molla.” “ee?” “ölmeden vasiyet etmiş. öldüğümde kitaplarımla adıma bir kütüphane açın, beni de içine gömün” demiş. dört katlı devasa bir kütüphane. bu memleketin örümcekleri hangi karanlıkta gizlenir ki? molla dediğin nedir ki? işte kendi kitaplarının arasında gömülmeyi vasiyet eden ve harbiden gömülen bir molla. yanardağın ağzındaymış gibi duran kum kentinin o bunaltan sıcaklarında adamların taktıkları sarıklar ile giydikleri cübbeleri gözlerimiz görmüyor artık. din nedir, bilim nedir, kültür nedir, kültürel bağımsızlık nedir, çağdaşlık nedir, medeniyet nedir, çağdaş medeniyet ne demektir… yerinde görmek gerekmiş…
hayallerimin, ütopyalarımın, putlarımın ülkesi… imam’ın mezarının başında artık kendimden geçiyorum… akşam girdiğimiz camide sabahlıyoruz. sabah namazını imam’ın oğlu kıldırıyor bize. itikaf nedir? işte burada bir ömür kalabilirim.
ilginç bir dilleri var. öte tarafta arş’ı taşıyan meleklerin farsça diliyle konuştuğunu söyler rivayetler. hitabet denen olay farsçayı sadece konuşmaktır. ancak tek kelime yok. “çillo kebap” ne kadar farsça sayılırsa artık ve ana yemeğimiz olduğu için rahatça kullanabildiğimiz tek cümle. ancak biz onları anlıyoruz, onlar da bizi. tuhaf ve huzur verici bir diyalog.
suriye’deyken iranlı kitap tüccarı muhammed ilâhi adında bir arkadaşımız vardı. iki üç ayda bir binlerce ciltlik kitap getirirdi iran’dan, suriye’de satmak için. kitaplar gelince de ilk bizi çağırırdı. beleş mezar hesabı artık adlarını sadece kitapların kaynakçasında duyabildiğimiz kitapları seçer, dizerdik raflarımıza. iran’da sigaranın çok ucuz olduğunu söylerdi bize. “hoca, kamel ne kadara orada?” diye sorardık. “kameli kim içer!” derdi. “palmal ne kadara?” “palmalı kim içer!” malboro ne kadar?” “malborayı kim içer!” lan ne ucuz memleketmiş bu öyle! ancak gerçekten de bunları kimse içmiyor. çünkü yok. varsa yoksa vinston. o da el yakıyor. yine de türkiye’den on kat daha ucuz hayat orada. tabi buradaki gelirimize göre. yoksa iranlı için ucuzluk diye bir şey yok.
gece saat 10 gibi indik kum kentine ve tebriz’den beri tutuyoruz kendimizi. hemen dibimizde bir park, girdik. derken tuvaletleri karşımızda gördük. ancak 8. imam ali rıza’nın ölüm yıl dönümü ve iran’ın yarısı orada. ve bunlardan kimsenin sıkışmak ve tuvalete gitmek aklına gelmiyor. dört kişi elimizde bavullarımız tuvaletlerin önünde bekliyoruz. biri girsin veya çıksın diye bekliyoruz zira yanlış yere girdiğimiz taktirde ikinci gün baş aşağı vince asılmak istemiyoruz. allah’tan dedenin biri merdivenlerden aşağıya doğru akmaya başladı. dört kişi elimizde bavullar peşinden koşuyoruz ki motorlu iki kişi dibimizde durdu. devrim muhafızları… pasaport zart zurt filan… hasılı..
gözaltındayken rahatsızlanan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden beyefendinin hanımı, röportaj sırasında: “insan kendi ülkesinde korkar mı? biz kendi ülkemizde korkar hale geldik” demişti… hele şükür dedim. ömrü boyunca öylesi bir cümle kuracağını aklına getirmemişti belki. bu cümleyi daha önce kuranlar var mıydı? hayatı boyunca böylesi bir cümlenin gölgesi altında yaşayanlar var mı, hiç düşünmemişti belki de. ama, kişinin kendi ülkesinde korkması öyle bir şey işte. ancak şansı var ki öylesi bir cümleyi ekranlardan milyonlar duyabiliyor. böylesi bir cümlenin içinde boğulup giden, sesini duyuramadan kimliğini kişiliğini geleceğini ülkesini değiştiren ve kış ortası bir kibrit çöpü gibi sönüp giden ancak kimselerin umurunda olmayan insan evlatlarının kulakları çınlasın…
92… bu dağın hayallerini kura kura büyüdük. böylesi bir dağ var mıydı? fotoğraflarda ve kitaplarda ve ezgilerde ve sert devrimci marşlarda var deniliyordu ve inanıyorduk. akif’le tek bir hayalimiz vardı. operasyon öncesi omuz omuza, kefenimiz olacak karların üzerinde iki rekatlık bir şükür namazı kılmak. beş altı yıl içimizdeki bu zalim duyguyu bir türlü dindiremedik ve din değiştirme dahil akla hayale gelemeyecek işlere kalkıştık. hep, bir gün bahsedilen bu dağın eteklerinde sıfırdan bir besmeleyle yepyeni bir hayata uzanmak içindi.
ne istiyorduk? hiçbir şey! sadece içimizdeki coşkuyu dindirmek… emanete ihanet etmiş ve pişman olmuş bir adamın psikolojisiydi taşıdığımız. hayat bize ne verebilirdi? hiçbir şey! hayattan hiçbir isteğimiz yoktu ve biz ona bir şeyler katmak istiyorduk. hayatın bizden bir beklentisi var mıydı? kitaplar, kasetler, ayetler, idamlık yazarların çeviri kitapları ve kitapsı hayatları, “çok şey” diyordu… ve inanıyorduk…
bir şey vardı bir şey… günün yirmi dört saati bizi ayakta, beklemede, dinlemede, hazır kıta tutan bir şey… insan nedir? hayat nedir? oysa tek bir ayetle okulu bırakıp hicret ettik. ruhlarımız henüz yalama olmamıştı zira… elimizde topu topu dört beş cümle, ve hayatımızı bu dört beş cümleyle ilmik ilmik örüyorduk. koca bir hayat için bir tutam cümle yeterli midir? ciddi, hayâtî kararlar almak, vermek için beş on gram cümle yeterli midir? birlerini, bir şeyleri yargılamak, hükmü vermek ve infaz etmek üzere yola çıkmak için, yan yana gelseler ancak bir paragraf edebilen birkaç cümle yeterli midir? israf haramdır… çok bile…
ama insan dört beş cümlenin ardından nereye kadar gidebilir ki?
96… iran’dayız… sıra gezmeye geldiğinde tahran’ın kuzey bölgesinde bulunan imam’ın meşhur camisine uğradık. hemen üst tarafında da evi bulunuyordu. evin içine giremiyorsun. biz de dışarıdan seyrettik. zaten ev demeye de bin şahit lazım. evin antresi filan yok. direkt oturma odasının içine giriyorsun. oda dörde dört ancak var. içinde çekyat tipi bir kanepe, kanepenin üst tarafında ufak bir kitaplık, karşı duvarın dibinde iki yer minderi, berisinde de pabucu. oradan içeriye ufak bir oda. görevliler yatak odası olduğunu söylediler. yan tarafta da ufacık bir mutfak. iki kişinin ancak sığabileceği bir öğrenci evi tipi.
kum kentindeki imam’ın da bir zamanlar öğretmenlik yaptığı medreseye gidiyoruz. bursa’daki kozahan’a benzer bir mimari yapısı var. orta bahçede ağaçlar, havuz, kubbe altı serin gölgelikler… burada 12 yılda müçtehit çıkarıyorlar. mezun olan kişinin göze çarpan ilk özelliği filozof oluşu. okutulan dersleri ise sormayın. bahçede oturup karşılaştığımız öğrencilerle konuşuyoruz. medrese denilince akla her nedense fıkıh, tefsir, usul vesair alanlar geliyor. oysa eski grek filozoflarından girip, oradan mekke’ye, oradan da endülüs’e uzanıp emin adımlarla günümüze kadar getiriyorlar cümlelerini. artık döndüğümüz her köşede kindî, ibn haldun, farâbî çıkar karşımıza diye korkuyoruz.
medresenin müdürüyle, bizdeki adı rektörle görüşmek istiyoruz. izin alıyorlar ve yanına giriyoruz. girdiğimizde kamera şakası gibi geliyor bize. medresenin başındaki adam yerde ikiye katlanmış bir battaniyenin üzerinde oturuyor. kalkıp sarılarak karşılıyor bizleri. bize gösterilen minderlere çöküyoruz. önünde bir balya kağıt, okuyor, inceliyor, hımlıyor, sınıflandırıyor, büküyor, dürüyor her neyse… sonra bize dönüp başlıyor muhabbete. “nereden?” “türkiye’den” “kardeş ülke türkiye, hoş gelmişsiniz.” ebû bilmem ne diye sesleniyor, içeriye biri giriyor. “bize güzelinden ve soğuk bir kavun kes” diyor adama. karşılıklı kavun yiyoruz, muhabbet ediyoruz. kurduğu cümleler bizim cümlelere hiç benzemiyor. kurduğu her cümlenin tek bir kelimesiyle dahi tüm dünyaya kafa tutabilir. kendi kültürünün kendi coğrafyasının kendi tarihinin cümlelerini kuruyor. cümleler net ve kelimeler kendilerinden emin.
kum’da bir kütüphaneyi geziyoruz. hemen kapı girişinde, sağda bir mezar. “baba bu ne?” “bu adam filan molla.” “ee?” “ölmeden vasiyet etmiş. öldüğümde kitaplarımla adıma bir kütüphane açın, beni de içine gömün” demiş. dört katlı devasa bir kütüphane. bu memleketin örümcekleri hangi karanlıkta gizlenir ki? molla dediğin nedir ki? işte kendi kitaplarının arasında gömülmeyi vasiyet eden ve harbiden gömülen bir molla. yanardağın ağzındaymış gibi duran kum kentinin o bunaltan sıcaklarında adamların taktıkları sarıklar ile giydikleri cübbeleri gözlerimiz görmüyor artık. din nedir, bilim nedir, kültür nedir, kültürel bağımsızlık nedir, çağdaşlık nedir, medeniyet nedir, çağdaş medeniyet ne demektir… yerinde görmek gerekmiş…
hayallerimin, ütopyalarımın, putlarımın ülkesi… imam’ın mezarının başında artık kendimden geçiyorum… akşam girdiğimiz camide sabahlıyoruz. sabah namazını imam’ın oğlu kıldırıyor bize. itikaf nedir? işte burada bir ömür kalabilirim.
ilginç bir dilleri var. öte tarafta arş’ı taşıyan meleklerin farsça diliyle konuştuğunu söyler rivayetler. hitabet denen olay farsçayı sadece konuşmaktır. ancak tek kelime yok. “çillo kebap” ne kadar farsça sayılırsa artık ve ana yemeğimiz olduğu için rahatça kullanabildiğimiz tek cümle. ancak biz onları anlıyoruz, onlar da bizi. tuhaf ve huzur verici bir diyalog.
suriye’deyken iranlı kitap tüccarı muhammed ilâhi adında bir arkadaşımız vardı. iki üç ayda bir binlerce ciltlik kitap getirirdi iran’dan, suriye’de satmak için. kitaplar gelince de ilk bizi çağırırdı. beleş mezar hesabı artık adlarını sadece kitapların kaynakçasında duyabildiğimiz kitapları seçer, dizerdik raflarımıza. iran’da sigaranın çok ucuz olduğunu söylerdi bize. “hoca, kamel ne kadara orada?” diye sorardık. “kameli kim içer!” derdi. “palmal ne kadara?” “palmalı kim içer!” malboro ne kadar?” “malborayı kim içer!” lan ne ucuz memleketmiş bu öyle! ancak gerçekten de bunları kimse içmiyor. çünkü yok. varsa yoksa vinston. o da el yakıyor. yine de türkiye’den on kat daha ucuz hayat orada. tabi buradaki gelirimize göre. yoksa iranlı için ucuzluk diye bir şey yok.
gece saat 10 gibi indik kum kentine ve tebriz’den beri tutuyoruz kendimizi. hemen dibimizde bir park, girdik. derken tuvaletleri karşımızda gördük. ancak 8. imam ali rıza’nın ölüm yıl dönümü ve iran’ın yarısı orada. ve bunlardan kimsenin sıkışmak ve tuvalete gitmek aklına gelmiyor. dört kişi elimizde bavullarımız tuvaletlerin önünde bekliyoruz. biri girsin veya çıksın diye bekliyoruz zira yanlış yere girdiğimiz taktirde ikinci gün baş aşağı vince asılmak istemiyoruz. allah’tan dedenin biri merdivenlerden aşağıya doğru akmaya başladı. dört kişi elimizde bavullar peşinden koşuyoruz ki motorlu iki kişi dibimizde durdu. devrim muhafızları… pasaport zart zurt filan… hasılı..
gözaltındayken rahatsızlanan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden beyefendinin hanımı, röportaj sırasında: “insan kendi ülkesinde korkar mı? biz kendi ülkemizde korkar hale geldik” demişti… hele şükür dedim. ömrü boyunca öylesi bir cümle kuracağını aklına getirmemişti belki. bu cümleyi daha önce kuranlar var mıydı? hayatı boyunca böylesi bir cümlenin gölgesi altında yaşayanlar var mı, hiç düşünmemişti belki de. ama, kişinin kendi ülkesinde korkması öyle bir şey işte. ancak şansı var ki öylesi bir cümleyi ekranlardan milyonlar duyabiliyor. böylesi bir cümlenin içinde boğulup giden, sesini duyuramadan kimliğini kişiliğini geleceğini ülkesini değiştiren ve kış ortası bir kibrit çöpü gibi sönüp giden ancak kimselerin umurunda olmayan insan evlatlarının kulakları çınlasın…
devamını gör...
45.
mezhep radikalizmi ve takiyye.
1) şia (imamiye, ismailiye) mezhebine göre yönetilen ve molla isimli kişilerin kafasına göre at koşturduğu teokratik bir ülkedir iran.
2) afganistan'ın işgal edilmesinde; "büyük şeytan" olarak adlandırdıkları amerikaya bile yardımcı olmaktan çekinmeyen radikal takiyyecilik ile yaşamını idame ettirmeye çalışan, aynı mezhebi/ideolojiyi desteklemeyenleri sudan bahaneler ile idam eden gaddar bir rejimdir iran.
3) isminde "islam" yazan ama islamiyette büyük saygı duyulan bir çok sahabeye (hz. ömer, hz. ebubekir, hz. osman, hz. aişe, hz. hafsa vb) ağır hakaretlerin edildiği ve bu isimleri kullanmanın yasak olduğu çelişkiler yumağı bir ülkedir iran.
4) saddam hüseyin sonrası; amerikanın desteği ile şiileştirme politikaları ve buna bağlı olarak oluşturulan şii milis kuvvetleri ile ırağı kan gölüne çeviren sinsi ama açıkça savaşmaktan kaçan korkak bir ülkedir iran.
5) yakın tarihi boyunca müslüman kanı dökmek dışında en ufak bir icraatı olmayan ama "vahdet" söylemi ile müslümanları kandırabileceğine inanan "çoklu kişilik bozukluğu"dan muzdarip insanların yönettiği ülkedir iran.
şii olanlar için güzel ama başka insanlar için cehennem misali bir ülkedir iran.
1) şia (imamiye, ismailiye) mezhebine göre yönetilen ve molla isimli kişilerin kafasına göre at koşturduğu teokratik bir ülkedir iran.
2) afganistan'ın işgal edilmesinde; "büyük şeytan" olarak adlandırdıkları amerikaya bile yardımcı olmaktan çekinmeyen radikal takiyyecilik ile yaşamını idame ettirmeye çalışan, aynı mezhebi/ideolojiyi desteklemeyenleri sudan bahaneler ile idam eden gaddar bir rejimdir iran.
3) isminde "islam" yazan ama islamiyette büyük saygı duyulan bir çok sahabeye (hz. ömer, hz. ebubekir, hz. osman, hz. aişe, hz. hafsa vb) ağır hakaretlerin edildiği ve bu isimleri kullanmanın yasak olduğu çelişkiler yumağı bir ülkedir iran.
4) saddam hüseyin sonrası; amerikanın desteği ile şiileştirme politikaları ve buna bağlı olarak oluşturulan şii milis kuvvetleri ile ırağı kan gölüne çeviren sinsi ama açıkça savaşmaktan kaçan korkak bir ülkedir iran.
5) yakın tarihi boyunca müslüman kanı dökmek dışında en ufak bir icraatı olmayan ama "vahdet" söylemi ile müslümanları kandırabileceğine inanan "çoklu kişilik bozukluğu"dan muzdarip insanların yönettiği ülkedir iran.
şii olanlar için güzel ama başka insanlar için cehennem misali bir ülkedir iran.
devamını gör...
46.
ilk olarak aşağıda bir yerlere özellikle eklediğim (bkz: soraya'yı taşlamak) filmi; (bkz: serçelerin şarkısı), (bkz: cennetin çocukları), (bkz: kaplumbağalar da uçar) ve daha nice filmin yaşattığı duygular geliyor.
sonrasında gezip görmeyi çok istediğim şehirleri geliyor aklıma; (bkz: tahran),(bkz: tebriz), (bkz: keşan), (bkz: şiraz) gibi gibi.
ayrıca bir de kürk mantolu madonna kitabının, içinde geçen öpüşme kelimelerinden dolayı yasak olması geliyor. garip bir mekanın garip bir döneminde yaşıyoruz*.
sonrasında gezip görmeyi çok istediğim şehirleri geliyor aklıma; (bkz: tahran),(bkz: tebriz), (bkz: keşan), (bkz: şiraz) gibi gibi.
ayrıca bir de kürk mantolu madonna kitabının, içinde geçen öpüşme kelimelerinden dolayı yasak olması geliyor. garip bir mekanın garip bir döneminde yaşıyoruz*.
devamını gör...
47.
yeryüzünün en korkak yönetimi.
demokrasiden korkan,
haktan korkan,
hukuktan korkan,
insanlıktan korkan
hasılı kelam güzel olan her şeyden korkan bir yönetim geliyor aklıma.
hakkını arayan demokrasiden bahseden insan gibi yaşamak isteyenlerin darağacına asıldığı bir ülke geliyor aklıma.
sonra sürekli geçmişi ile övünen
neyden bahsedersiniz edin hemen “iran’da şöylesi var, böylesi var, şu kadar güzeli var.” diyen aşağılık kompleksi yüksek; iran’dan kaçıp avrupa ülkelerine sığınmış iki yüzlü insanlar geliyor aklıma.
iran’ı kötülemezler mesela!
sürekli ne kadar eski bir medeniyet olduklarını,
ne kadar güçlü bir edebiyatları olduğunu,
ne kadar müthiş bir kültüre sahip olduklarını anlatıp duruyorlar.
peki o zaman ne işin var burada,
neden kaçıp buraya geldin?
diye sorduğunuz zaman da bizim gurbetçi türkler gibi kıvırmaya başlarlar.
madem çok seviyorsunuz, madem bu kadar müthiş bir yer; gitsenize kardeşim ülkenize!
dediğiniz zaman sizi ırkçı ilan ederler.
abi 1000 yıl önce ne oldu, ne bitti şu anda umrumda değil.
ben şu anda olana bitene bakarım.
şu anda berbat bir yer iran.
insanlar asılıyor, insanlar işkence görüyor, insanlar istedikleri hayatı yaşayamıyor,
kimse fikrini açık bir şekilde söyleyemiyor...
batsın öyle medeniyet.
basın öyle güzellik.
basın öyle tarih.
demokrasiden korkan,
haktan korkan,
hukuktan korkan,
insanlıktan korkan
hasılı kelam güzel olan her şeyden korkan bir yönetim geliyor aklıma.
hakkını arayan demokrasiden bahseden insan gibi yaşamak isteyenlerin darağacına asıldığı bir ülke geliyor aklıma.
sonra sürekli geçmişi ile övünen
neyden bahsedersiniz edin hemen “iran’da şöylesi var, böylesi var, şu kadar güzeli var.” diyen aşağılık kompleksi yüksek; iran’dan kaçıp avrupa ülkelerine sığınmış iki yüzlü insanlar geliyor aklıma.
iran’ı kötülemezler mesela!
sürekli ne kadar eski bir medeniyet olduklarını,
ne kadar güçlü bir edebiyatları olduğunu,
ne kadar müthiş bir kültüre sahip olduklarını anlatıp duruyorlar.
peki o zaman ne işin var burada,
neden kaçıp buraya geldin?
diye sorduğunuz zaman da bizim gurbetçi türkler gibi kıvırmaya başlarlar.
madem çok seviyorsunuz, madem bu kadar müthiş bir yer; gitsenize kardeşim ülkenize!
dediğiniz zaman sizi ırkçı ilan ederler.
abi 1000 yıl önce ne oldu, ne bitti şu anda umrumda değil.
ben şu anda olana bitene bakarım.
şu anda berbat bir yer iran.
insanlar asılıyor, insanlar işkence görüyor, insanlar istedikleri hayatı yaşayamıyor,
kimse fikrini açık bir şekilde söyleyemiyor...
batsın öyle medeniyet.
basın öyle güzellik.
basın öyle tarih.
devamını gör...
48.
300 spartalı
devamını gör...
49.
(bkz: kızım olmadan asla) güzel bir kitaptır. tavsiye ederim.
devamını gör...
50.
cevabı kendimce "sanat" olan soru.
devamını gör...
51.
mükemmel bir çizgi roman uyarlaması olan persepolis filmi.
devamını gör...
52.
ahvali şooma
luşe can
iranlılar güzel insanlardır.
iranın yüzde kırkı azeri türküdür.
onlar bizi sever ; bizde onları severiz.
siyasetçiler utansın.
onların siyasetçileri ve bizim siyasetçiler dahil.
luşe can
iranlılar güzel insanlardır.
iranın yüzde kırkı azeri türküdür.
onlar bizi sever ; bizde onları severiz.
siyasetçiler utansın.
onların siyasetçileri ve bizim siyasetçiler dahil.
devamını gör...
53.
1987 senesinde gürbulak sınır kapısının az ötesinde özellikle bizim taraftan da gözüksün de ibret olsun diye astıkları 3 kişinin buz tutup donmuş cesedi.
adamcağızlar 4 gün öyle asılı kaldı, sonra bir gece - resmi olmayan - bir emir geldi de gizlice oldukları yerden alıp doğubayazıd'da mezarlığa gömdük.
doğubayazıt'a gelip paris'e gelmiş gibi soluk alıp, rahatça ( doğubayazıt diyorum bak?) dolaşan kadıncağızlar bir de.
adamcağızlar 4 gün öyle asılı kaldı, sonra bir gece - resmi olmayan - bir emir geldi de gizlice oldukları yerden alıp doğubayazıd'da mezarlığa gömdük.
doğubayazıt'a gelip paris'e gelmiş gibi soluk alıp, rahatça ( doğubayazıt diyorum bak?) dolaşan kadıncağızlar bir de.
devamını gör...
54.
bize de mi karışacak ahmedi nejat
devamını gör...
55.
devamını gör...
56.
filmleri.
devamını gör...
57.
(bkz: santur)
devamını gör...
58.
"muta nikahı" iranda zinaya dini bir kılıf uydurmak için para karşılığı yapılan nikah... 1 gün, 1 saat, 3 gün, 1 hafta vb süren nikahla...
devamını gör...
59.
nükleer güc yüzünden abd'den çekmediği kalmadı
devamını gör...
60.
molla rejimi.
devamını gör...