2481.
öyle bir zamanda yaşıyoruz ki yazmak istediklerimizi yazamıyoruz, sormak istediklerimizi soramıyoruz, söylemek istediklerimizi haykıramıyoruz ve en sonunda şu kısa ömürde içimizde sakladıklarımızla birlikte kara toprağa giriyoruz. girene kadarsa kafamızın içindeki o ses peki o gün beni tutan şey olmasaydı ne olurdu diye bizi sorgulayıp duruyor.
devamını gör...
2482.
ben yokum artık! gerçekleri görebilecek kadar aklım yerinde ama başkalarının görmesi için de bir silkelenmesi gerekiyor, mesela benim her koşulda yanında durmama güvenmemeleri gerekiyor artık. arkadaşlıksa hakkını vermek, güvense hissettirmek gerekiyor ve bunu görene kadar hayalet rolü oynayacağım. sessiz sakin akışına bırakacağım ama kendi hayatım dışında kimse için kılımı kıpırdatmayacağım. sorduklarında da dürüstçe gerekçeleri ya da gerçekleri söyleyeceğim, sonrası da onların bileceği iş.
devamını gör...
2483.
kokusuz kafe

bir mekanın gürültüsünden kaçmak için başka bir mekana gitmek belki de çok iyi bir fikir değildi. konum olarak en iyi masayı seçtim ama maalesef bir grup orta yaşlı kadın hemen yanı başımdaki sosyal masaya oturdu. sosyal masaları sevmediğimi söyleyebilirim. kendim insanlarla iletişim kurmayı sevmediğimden değil. sanki bu masalar insanları zorla konuşmaya teşvik ettiğinden ve bazen de iletişim değil kakofoni doğurduğundan.

eh gürültüye tahammülüm belirli saatlerde ve belirli sınırlarda oluyor. şimdi mesela mekanın sağ tarafında taş duvarın dibine konulmuş çiçek desenli iki boş berjer kolduk var. tam da bir sevgiliyle oturmalık diye düşünüyorum ama bu düşünceyi hemen savurmam gerekiyor. kadınların gürültüsü arasından aşk hayatımın acınası haline gömülme fikri beni heyecanlandırmıyor.

en iyisi taş duvarın tepesinden sarkan begonvillerin pembe çiçeklerine şiir yazmak olabilir. gerçi şiir yazma konusunda da iyi değilim. şimdi soruyorum kendime.

bir insan bir işte nasıl ve ne kadar iyi olduğunu nasıl kesin olarak anlayabilir?
işi kamu oyuna sunduğunda, belirli bir kitleyle paylaştığında ve takdir gördüğünde mi? kendini değerlendirecek kadar kendi kriterlerini oluşturamamış bir birey için bu pek tabii mümkün. bu sebeple kendi kriterlerimi oluşturmam hayati bir mesele gibi geliyor gözüme. oysa ben ciddiyeti ve hayati meseleleri seven biri de değilim. bütün bunlar bir oyun olsa aslında ne güzel olur. tekrar bakıyorum boş berjer koltuklara. kıvrımlarında kollarını uzatmış iki insan hayal ediyorum. tam olarak bir kadın ve bir erkek. koltukların arasındaki mesafe bu iki insanın sağlıklı iletişim kurması için yeterli olmayacak diye üzülüyorum.

gözle temas edebilirler pek tabi. ama gözle temas sağlanan iletişim oldukça yanıltıcı olabiliyor.
eğer düşünce okuyamıyorsanız ve gözleriniz kilitlendiyse, o sırada farkında olmadan bilinçaltınızda geçenleri sanki karşı taraf anlıyormuş gibi bir algıya kapılabiliyorsunuz. bu bir felaket. şimdi bu yüzden kalkıp o iki berjeri birbirine yakınlaştırmak geliyor içimden. hani oturacak çifte bir jest, bir iyilik ve bir saygı gösterisi olarak. gerçi fiziksel yakınlık da iki insanın sağlıklı iletişim kurması için yeterli değil. neyin gerçekten yeterli olup olmayacağını düşünecek kadar dikkatimi toparlayamıyorum.

bara bakmak belki bu dikkat dağınıklığına iyi gelir. her şey ne kadar da hareketli ve gürültülü. bir kafeye gittiğinde bunun olacağını bilip yine de şikayet etmek ise ahmaklık olsa gerek. bardaki barmenin gömleğinin yarısı geometrik desenli yarısı siyah. oldukça şık diyebileceğim bu gömleğe de şiir yazmak istiyorum. kesinlikle bu şiir şöyle başlamalı.

zıtlığını koydum önüme…

belki de bir iç yansıma. kendi zıtlıklarımı ve çelişkilerimi düşünmem için bir fırsat.
barmenin gömleği ile sakallarının uyumuna bakıyorum tekrar. bankonun üzerinde duran elma dilimlerinin olduğu kavanozlar, misket limonlarının bulunduğu kase. ve karıştırıcı makinelerin uzaktan gelen uğultulu sesi.
bu mekanda bir şeyler eksik olmalı. bu mekanda bir şeyler eksik ki ben tam olarak kendimi kaybedemiyorum ve kendimi yarattığım bir oyunun içinde bulamıyorum.
belki de kokudur yokluğuyla canımı sıkan.
çünkü taş duvar uzak, taş duvarın üzerindeki begonviller uzak. begonvillerin kokmasını beklemek ise şu an bir hayal.
devamını gör...
2484.
naber la sözlük? evet, "la" dedim, fazla behzat ç izliyorum galiba bugünlerde. neyse, büyümekten bahsedelim mi? ama bireyin değil, şehirlerin büyümesinden. aynı insan gibi yaşlanmasından.

yaklaşık 28 yıldır aynı ilçede yaşıyorum sözlük. çok büyük değil, avucumun içi gibi biliyorum her yerini ama son 1-2 senede büyüdü o da sözlük. yeni sokaklar, yeni caddeler. 27 yıldır boş arazi diye bildiğim, 1 senedir gitmediğim yerlerde binalar dikilmiş, hatta insanlar yerleşmiş oturuyorlar.

la ne ara inşaat yaptınız, ne ara bitti, ne ara eski evleri yıktınız?

ama sonra düşündüm, insan da böyle büyüyor galiba. kaza kaza, eskileri yıka yıka. yeni anılar için eskileri yıkıyoruz. yüksek katlı anılarımız var artık, yıktık tek katlı anılarımızı.

acaba mümkün müydü müstakil, tek katlı anılarda yaşamak? bahçesini kazardım anılarımın. bulurdum bir şeyler. şimdi yüksek katlı anıların gölgesinde kayboluyor tek katlı anılarım. unutuyorum çoğu detayı. hatırlamaya çalıştıkça daha çok unutuyorum. elimden kayıp gidiyor sanki.

bu metni nereye bağlayabileceğim konusunda hiç bir fikrim yok. burda böyle bodoslama bitireyim.
devamını gör...
2485.
çok yoruldum. o kadar yoruldum ki artık yorgun olmaktan bile yorgunum.

şımartılmayı özledim. şımarmayı pek beceremem ben, tıynet meselesi. rolünü yapsam da kötü durur bence zaten. ama buna rağmen şımartılma deneyimlerim oldu. allah var, mükemmel bir şey gerçekten. düşüncesi bile gülümsetti bak. babamı özledim.

sen otur, sonra için rahat etmez, kontrol edersin zaten. bırak ben halledeyim denmesini özledim. etmez rahat içim evet. birinin eşliğinde zaten o kadar da yorulmuyorum ben. galiba işlerin kendiliğinden hallolmasını ya da bir başkası tarafından benim için yapılmasını değil her şeyin sadece benim sorumluluğumda, tek başıma halledilmek zorunda olmamasını istiyorum artık. eşlik. eşlikçimi özledim. kimse o...

içsel motivasyonu yüksek bir insanım esasen. kendimi, kapasitemi biliyorum; büyük konfor. ama galiba bana güvenildiğini duymayı özledim. sözüne güvendiğim birinden bunu duymayı elbette. alelade bir sen halledersin değil. ben tabi ki hallederim. mevzu o değil. ama bunu bilen, gören, her ooofffff dediğimde, ama istisnasız her birinde, biliyorum bebeğim, çok yoruldun ama dayan cümlesini tam bana lazım olan şekilde kurmanın yolunu bilen. seni, çok özledim.

özlemekten de yorulduğumu söylemiş miydim? olsun, söylemeyi bile özledim.
devamını gör...
2486.
öncelikle derdim varsa buradayım ben*. bir gün bile olsa oleyy, bugün içimde çiçekler açtı diyerek yazmadım bu başlığa - sanırım amaç da o'ya neyse- bu yüzden çok miktarda mutsuzluk içeren söz öbekleri var. ya da içim öyle. iki kaşık fıstık ezmesine bahane buldum yüzümde çıkan alerjik döküntüler için. ama içten içe biliyorum. yalnızca bir kez daha bu kadar kötü olmuştum. sanırım yetişkin bana dair en büyük travma idi ve o günden sonra hem ruhumu hem de bedenimi iyileştirmek için her yolu denedim. sanırım oldu. yani iyileşmedim belki ama mental ve fiziksel açıdan inteloransım olan ya da bana zarar veren şeylerden uzak durmayı başardım. azaldı da...

ancak bazen değer versek ya da sevsek de yaramıyor işte. bir karar verdim bir daha buna izin vermeyeceğim diye.
dört yıl geçti. bu kez bambaşka biri, bambaşka bir neden. kalbim çok kırık. çok çaresizim.
artık kemoterapi bile alamıyorum deyip ağlayan arkadaşımın elini tuttum. elini tuttuktan sonra acaba canını yaktım mı diye düşündüm. çünkü her an vücudunda binlerce iğnenin acısını hissettiğini söylüyordu. ben elini tuttum. canını yakarım diye korktuğum için, veda edersem inancımın kalmadığını anlar diye sarılamadım. kalktım. yüzümdeki gülücüğü biraz gözyaşı ile sildim.
devamını gör...
2487.
hayatım b*k gibi. buraya da yazayım belki gün gelir de düzlüğe çıkarsam okuyup hatırlarım.
en azından şuyum var dediğim her şeyi bir bir kaybettim ve kaybetmeye de devam ediyorum. kimisi benim yüzümden kayboldu geri gelmiyor kimisi de elimde değil ve sırf bu yüzden canımı daha çok acıtıyor. her anım kendimi sakinleştirmekle geçiyor. buna rağmen iyiyim diyorum sonra yüzümü yıkamak için aynaya bakıyorum göz altlarım daha çok çökmüş, elimi saçıma atıyorum saçım dökülüyor, sanki uyumuyorum da kavgadan dönüyorum sabahları...kendimi kandırdığımı sanıyorum ama vücudum daha dürüst. kafam dağılsın diye saçma sapan şeyler izliyorum, dinliyorum, yazıyorum... ilerleme olayı bitti sanki benim için. bir boğuşmanın içindeyim, çıkamıyorum. iyiymiş gibi görünmek en zoru şimdi. eskiden en iyi olduğum şey buydu, iyiymiş gibi görünmek. en yakınımdakilerden en uzağımdakilere kadar kimse anlayamazdı kötü olduğumu, hafifçe bahseder konuyu geçiştirirdim ustaca. şimdi sadece kaçıyorum beni göremesinler diye, hiçbir şey sormasınlar diye. kimsenin beni yargılamasından korkmuyorum sadece anlatacak ve dinleyecek halim yok. daha gençken benim niye yok, onlarda niye var diye kıyaslardım kendimi başka insanlarla. şimdi sadece kendi geçmişimle kıyaslıyorum kendimi, o zamanlar ne kadar çok şeyim varmış meğer. acaba yarın da bugünüm için aynı sözleri mi sarf edeceğim? işte en büyük korkum bu.
devamını gör...
2488.
karalayayım diyorsun bir şeyler, karalıyorsun ama bir süre sonra daha nereye kadar karalayacağım diyorsun.
sonra karalamadan geçen günlerini düşünüp neden daha önce böyle karalamadan durmuşum diye düşünüyorsun.
devamını gör...
2489.
hepimizi masallarla kandırdıkları için böyleyiz biz;
çünkü gerçek hayatta ne öptüğün kurbağa prense dönüşüyor, ne külkedisi prensese, ne de her sorunu çözecek sihirli bir değnek var elimizde...
aslında herkes olduğu gibi, onlara hiç olmadıkları / olamayacakları anlamlar yükleyip yüceltirken kendini paçavraya çeviren biziz!
yani o adam asla seni istediğin gibi sevmeyecek küçük kız ya da
o kız (hani soğan ekmek yeriz diyen kalmamıştır artık sanırım da) beklediğin fedakarlığı hayatta yapmayacak senin için küçük adam.
sonra tek tek ördüğün o yapı bir anda yerle bir olacak;
dev bir çukur açılacak içinde ve havuz problemleri gibi bir yandan doldururken diğer yandan boşaltarak problemi çözmeye çalışmak kağıt üzerinde olduğu gibi işe yaramayacak.
çünkü mantıksızlık sadece matematikte mantıklıdır.
çünkü normal hayatta yedi numaradaki recep'in de hep dediği gibi müsrifliğin lüzumu yoktur ve ne kadar sürede boşalacağını anlamak için havuz doldurmaz insanlar.
ama en çok da o akılları baştan alan cam ayakkabının peşine düştükçe tökezleyeceğiz...
ne o muhteşem ayakkabı var, ne de onu giyecek muhteşem ayaklar!
bizler pürüzlüyüz, hatalıyız, eksiğiz...
kabul edip yola devam etmeliyiz.
devamını gör...
2490.
hadi bakalım. yarın inşalah.
devamını gör...
2491.
selam dudes,

buraların bir çok başlığına aşinayız. varya hani:

insan nasıl mutlu olmalı?
insan neye üzülür?
ruh sağlığına iyi gelen şeyler… uzun zaman sonra yazma isteğimi uyandıran başlık ise;

insan kendini nerede aramalı? oldu. neden o başlıkta değil de burada sürtüyorum çok mantıksız. zaten fazla mantık kullandığımdan error verdim ve anayurda döndüm, hala dönmekteyim. yoldayım! kendimi orada bulur muyum? daha belli değil, bulduktan sonra bildiririm desem, ya seni ya kendimi kandırırım. gidiyoruz ya öyle tıngır, mıngır.

son zamanlar da obsesif kompulsif bozulmuş olmamdan şüpheleniyordum, onu gideriyorum. bi’ yandan özüme bakıyorum, orada mısın? dön bana. ben de dönüyorum, ankara’ya.
devamını gör...
2492.
ortak oldu satırlarıma, beğendi yazdıklarımı.
anlıyorum seni dedi. takdir etti. sonra güzel dileklerde bulundu.
sonuçta o dilekler tuttu.
nereden bilsin burnumun dikine gittiğimi?
gerçi yine olsa yine giderim. salaklık parayla mı? **

bir arabam olacak. nerelere gitmem ki. nerelere gitmem sahi. yahu gitmeyeceğim yerleri yazarsam sabah olur. peki nerelere giderim? yol nereye gidiyorsa oraya giderim diyeceğim ama... bak gördün mü satırlarda bile gidemiyorum. evin önünden çıkamadık.

ıhlamur kasrına gittiniz mi? ben önünden geçtim. şöyle bi baktım. bir gişe koymuşlar. diyorlar ki yakından bakmak için bize ateşlemen lazım biraz.
demedim tabii
ben ayakta da bakarım böyle
güzelmiş bahçeniz ve konağınız
yüce devletim
sanki istanbul'da değil gibi
sanki buraya gelene kadar
yaşamadılar onca sıkıntıyı.

fotoğraf çektirenleri gördüm sonra. bir de öylesine koşturan çocukları, yüce devletim müzeyi onlar için işletiyor işte.

içimden de sen müze sevmiyordun aykut boşver gidelim buradan dedim.

güzel bir yer ama tam fotoğraf çekmelik, bahçesinde oturmalık.

yaşasın milli saraylarımız.

o değil de bir şatomuz olmadan ölüp gideceğiz.
devamını gör...
2493.
son zamanlarda çok hırslı hissediyorum sözlük. ama herhangi biriyle bir sorunum veya s*dik yarışım yok. sadece hayata karşı hırslıyım yüzyıl gibi hissettiğim bir süredir sanki kendi kendimi bir köşeye atmışım , belki korumaya almışımdır o da muhtemel çünkü ruh halimde inanılmaz değişimler var. her neyse ne olduysa oldu artık oyuna tekrar karışmam lazım ve en iyi benim oynamam lazım gibi hissediyorum. hayırlısı.
devamını gör...
2494.
bugün konser var ama ben gitmeyeceğim. ilerki zamanlarda başka bir yerde denk gelir o zaman giderim diye düşünüyorum o da neden mi?
yapmam gerekenler var ve bunlar hayatta o kadar önemi olmamasına rağmen bazı yerlerde önemli ve bu yer de benim hayatım için önemli.
bugünün farklı olmasını istiyorum.
sanki öyle olacak gibi hissediyorum ve bunun için uğraşacağım.
burası sanal günlük gibi bir ortam, güzel bir mecraa sayılır.
sonraa eski xxxxxx arkadaşım bir daha iletişim kurmak istemiyorum senle.
sebebi çok zaten, sana da söyledim, o halde seviyorum ayakları vs sen emin misin bunun sevgi olduğuna.
annen değidim senin, değilim de. her kalp kırıklığını sineye çekip seni hayatımda var edemem. bazı şeyler olmayınca olmaz, saçma sapan şeyler yapmayı bırak.
senin yoldan geçen insanlardan farkın kalmadı artık benim için.
hata etmişiz. biraz da akıllanalım ve bir daha hayatlarımıza birbirimizi alıp üzülmeyelim.
iyi kalman dileğiyle. end.

evet bugün farklı olmalı. bunu ben seçmeliyim ve yapmayalım. buna yetecek gücüm var.
modu düşük, enerjimi sömüren arkadaşım, bu kadar yıpratma kendini derim, her şey gibi hayat da bitecek. kendini kara kuyulara atmana gerek yok bence.
iyi akşamlar.
devamını gör...
2495.
bu aralar sosyal yetilerimi iyice yitirdiğimi düşünüyorum. kimseyle sohbet edemiyorum. konuşurken bile zorlanıyorum. sıkıyormuşum, bunaltıyormuşum gibi geliyor. uzun uzun sessizlikler oluyor dahil olduğum sohbetlerde. bazen insanlar da beni dinlemiyor sanki sözcüklerim havada kayboluyor. artık kimseyle arkadaş olamayacağımı hissediyorum. keşke çocukken olduğu kadar kolay olsaydı.
devamını gör...
2496.
bi aptallık edip birini
kendimden, saygımdan, gelecekteki bazı hedeflerimden daha çok sevdim.
cidden çok sevmiştim.
bu kadar terbiyesizliği, güven problemini, kötü hisleri kenara koyup sevgimi aldım, kalbimde sakladım amaaa
gelin görün ki sevgim de onun hissettirdiği değersizliğe yenik düştü.
hayatımı skti sağ olsun.
gram anlayamamış beni, anlasa hadi anlamadın boş ver bunu da söylüyor önemli deyip bir saniye düşünse şu an böyle olmazdım.
hata ben de.
şimdi yalnızım, bundan müzdarip değilim.
daha ağır yükler geçti omzuma
pişmanlık
güven sorunu
acımasızlık vb.
tabii iyi şeyler de oldu onlar hatıra ama iyi ki der miyim bilmiyorum.
gram mutlu oldum, sevildim, sayıldım sandım ne kadar da açmışım sevgiye.
yazık bana.
fark edemedim.
kimse de dur yapma demedi, tokatlamadı beni, hani neredesiniz beni sevdiğini, arkadaş olarak gördüğünü söyleyenler?
hayatım şu an 1 ay içinde ne haltta şekilleneceği belli olacak.
selda bağcan diyor ya "kimseye minnet eylemem." eylemedim ama bundan sonra bunun tenezzülünde bile bulunucağımı sanmıyorum.
onun için hava hoş.
yeni bir işe girecek, hayatına başkalarını alacak
onlara da belki böyle kötü şeyler hissettirir ya da bu sefer hissettirmez, hatasını anlayıp bari bu da beni sevdi, deyip değerini bilir kim bilir?
ama ben inanmıyorum insanlara.
evvelden inanırdım, iyi sanırdım, saflığıma denk geldi.
öylesine bencil, kötü insanlar var ki allah onları bildiği gibi yapsın.
bak o xxx kişi de çok bencildi.
bi de utanmadan mesaj atıyor.
sana ne be sana ne!
hayatımı sktin, sevgi diye diye içimi çürüttün. nasıl mıyım?
b*k gibiyim oldu mu?
ne yapabilirsin, zamanında o kadar üzdün be yaptın ki? bencil yaratık.
sorsan çok sevdi ben neden böyleyim o zaman?
sevgi, insanı bu hale mi getirir?
bi git ya.
nasıl insanlarla olmak istersen ol umrumda değil.
sakin olmalıyım.
hepten gemileri karaya çekersem o zaman kim bana yardım edip denize açılmamı sağlayacak?
hiç kimse.
beklemiyorum zaten, bu hayatta kimseden bir şey beklemiyorum böylece üzülmüyorum.
daha kendimden beklediklerimi yapamıyorum el alemden bana ne ya!
seviyorum diyen kişiler bizi bu hale getirdi zaten.
sevmeyin ya beni.
giderim kedi, köpek severim çok da mutlu olurum.
allah sizi ve sevginizi değer verenler de buluştursun.
devamını gör...
2497.
biraz saçma bir başlık olduğunu kabul ederek başlıyorum yazıma. doğrusunu söylemek gerekirse kılıçdaroğlu'nun bugünkü açıklamaları beni derin düşüncelere zerk etti.

çocukluktan beri pkk'nın ve temsilcisi olduğu kürt hareketinin ''öcü'' olduğu anlatıldı bana. nitekim 90'larda ne büyük acıların bu eli kanlı örgüt tarafından yapıldığı benden önceki nesiller tarafından bilfiil yaşandı ve bana da aktarıldı. insanlar öleceklerini bile bile gittiler operasyonlara, hudut karakolları kim bilir kaç kişi için mezar oldu. bu boşuna kavga kim bilir kaç türk oğlu türkün evine ateş düşürdü.

bunların hiçbiri yaşanmamış gibi davranamıyorum; yine de bugün terörle mücadelenin hangi boyutta son bulacağını da bilemiyorum artık. siha/iha ve teknolojinin gelişmesi ile son yıllarda kürt cephesi türkiye sınırlarındaki faaliyetlerini sindirdi. fethullah gülen güdümünde yıllarca tsk'da yer edinmiş cuntaya, 15 temmuz girişimine ve iç düzeni karmakarışık bir orduya rağmen terörle mücadelede nasıl bu kadar etkili olabildiğimizi iki faktörle açıklayabiliyorum: tsk içerisinde hala vatansever bir iradenin varolduğuna (en azından inanmak istiyorum) ve gelişen teknolojinin düzenli ordularda yer bulabilmiş olmasının kontrgerilla bir mücadeleyi anlamsızlaştırması. nitekim pkk da bugün mücadelesini (en azından türkiye'de) canlı bombalar ve karakol basmalar ile değil (belki de yapamadığından değil, yapmamanın yapmaktan daha kârlı olması nedeniyledir) basın yayın ve kamuoyu oluşturma yolu ile yapması oldukça dikkat çekici. bugün yurtdışında zaten türklere antipati ve -belki de haklı- önyargılar ile bakan egemen güçler kürt propagandalarına alan tanıyor, hatta fonluyor(pek muhtemel onlar da kendi çıkarlarını gözeterek bunu yapıyorlar).

türkiye, erdoğan'ın ulusal-islamcı politikaları sonucu uzlaşılamaz ve anlaşılamaz bir ülke imajı çiziyor yurtdışında. elbette erdoğan da yurtdışında kendi bildiği ölçütte ülkenin menfaatlerini düşünerek davranıyor. bu demek değil ki attığı her adım ülkenin menfaatlerine yaradı; bugün türkiye'nin pakistan ve azerbaycan dışında bir müttefiki yok, avrupa birliğinin medeniyet çizgisinden taban tabana zıttız, tüm komşularımızla kanlı bıçaklı vaziyetteyiz ve hatta bazılarının iç işlerine karışıyoruz, dünya yine batı ve doğu olarak bloklaşırken türkiye yine yapayalnız, cılız bir ekonomi ile herkesin kendilerince haklı nefretini üzerine çekiyor. söylemem o ki, uluslararası ilişkiler noktasında sınıfta kaldık. yine de ben bu adamların ülkeyi yok etmek istemediklerine inanıyorum. davos ekonomik zirve'sinde one minute deyip kalkmak, o gün oradan baktığımızda karizmatik ve haklı bir tepki gibi gelmiş olabilir. erdoğan'ın orada söylediği sözler hakkaniyetli de olabilir. yine de davos'un, gezi'nin, osman kavala'nın, rahip brunson'ın ve daha belki yüzlerce sayılabilecek zıtlaşmanın günün sonunda türkiye adına bir imaj çizdiğini hatırlamalıydık. eurovision'dan çıkmamız yalnızca müzik ve sanat anlamında değil, sosyolojik anlamda da sonuçlar doğuracağını bilmeliydik. sonuç olarak türkiye'ye 26. doğu meridyeninin batısından bakıldığında görülen görüntünün böyle olması tesadüf olmadığı gibi tek taraflı da değil. ben demiyorum ki türkiye kendini sevdirmeliydi ve yamanmalıydı; ancak kendinden nefret ettirmeden kendi çıkarlarını gözetebilmeye diplomasi deniyor. bunları elbette bir diplomat olarak değil, bir genç olarak söylüyorum ve yanılabilirim pek tabii.

ama oluşan bu imaj şuna sebep oldu: oluşmakta olan post-modern göç'ün durak noktası olarak türkiye seçildi. arkadaşlar bu dünyada elon musk diye bir adam var, bir de biz varız. kylie jenner diye bir kız var, dünyadaki en zengin 100 insandan birisi ve 20'lerinde ulaştı bu mevkiye, bir de sen varsın arkadaşım oturduğun kırık divanda, yurt odanda, baban görüp kızmasın diye altına saklandığın battaniyenin ardında, güttüğün koyunlar kaçtı mı diye bakıp sonra dünyanın adaletini sorguladığın dağın tepesindeki o tek ağacın altında... ama bunlar 100-150 yıldır bilinen şeylerdi zaten. ve yine bu şiddete dayanamayan halka hak ettiği insan hakları verildi. ancak sosyal medyanın icadı ile beraber başka bir şey yaşandı; artık biz sadece en tepenin değil, g-10 ülkelerinin vatandaşlarının nasıl bir hayat yaşadığını da saniye saniye görüyoruz. bunun yarattığı şiddet, inanın içinde bulunduğunuz toplumun ''efendi''lerinin hayat biçimlerinden çok daha fazla. aynı adam afrika'da, afganistan'da, malezya'da doğmuş olmasının mı ceremesini çekiyor? buna nasıl katlanır sudan'lı bir genç kız? dünya üzerindeki 200'e yakın ülke, bu 10-15 ülkenin fertlerinin müreffeh bir hayat yaşaması için mi nefes alıp veriyor? elbette böyle bir düzen sürdürülebilir değil. bu düzenin çökmesi için ilk girişim bu göç dalgası ve iç karışıklıklar. eğer bu göç dalgası avrupa'nın duvarlarını aşar ve tsunami gibi avrupa kentlerine yayılır ise, bu sefer bambaşka şeyler yaşanır. avrupa elbette bunları ön gördüğü için 30 yıl sonrasının önlemini şimdiden aldı ve kendine de facto bir duvar çizdi. yarattığı medeniyetin kırıntılarını ihracat adı altında fahiş fiyatlara bu geri kalmış ülkelere serperek onların halklarını da uyuşuk, memnuniyetsiz ve kendi kültüründen nefret eder hale getirdi. bu geri kalan 180 ülkede yoğun bir öfkenin giderek tırmandığını görmemek için aptal olmak gerekiyor.

türkiye'nin bu noktada 80 yıllık ideolojik tembelliğinin ceremesini biz çekiyoruz 90 doğumlular ve sonrası... üstteki son 100 yılın insanlık tarihine baktığımızda türkiye'nin neden batılı güçlerin seçimi olduğunu anlamak zor değil. çünkü batının duvarları yunanistan'dan başlıyor. çünkü fundamentalism denilen şey de türkiye'de başlıyor. mustafa kemal'in savaştığı şey islam da değildi kürtler de değildi, osmanlı da değildi, hatta itilaf devletleri bile değildi. kurtuluş savaşı elbette bir varoluş mücadelesiydi ve layığı ile savaşıp varlığımızı tüm dünyaya kabul ettirdik. ancak bugün tarafsız bir gözle bakınca, kurtuluş savaşının tüm varlığı ile tükenmiş bir anadolu için gerçeküstü bir manevi ve ''maddi'' bir direnç olduğu oldukça dikkat çekici. daha açık konuşmam gerekirse 20. yüzyılın başlarındaki bir anadolu sakinine batılı güçlerin anavatana girip sömürü düzenini inşa edeceğini anlatmak imkansıza yakın. hadi bunu bir tane anadolulu'ya anlattın; aynı şeyi bir halka anlatmak, hele ki en eğitimlisini bile böyle örgütlemesi ne zor iştir, okuma yazma oranının erkeklerde %3 ve kadınlarda %0.1 olduğu bir halka laf anlatmak imkansızdır. mustafa kemal atatürk ilk defa halk örgütlemiyordu; trablus halkını da kendisi örgütledi ve italyanlara karşı direndi. dolayısıyla bir topluluk nasıl örgütlenir, gayet iyi biliyordu. yine de böylesine eğitimsiz bir topluluğun olağanüstü kısa sürede mağlubiyetten manevra alıp tarih kitaplarına konu olacak bir direnişe imza atması ''gerçeküstü'' geliyor bana. bu demek değil ki atatürk'ün mücadelesi yalandı, haşa! sadece yunanların mağlubiyeti ''tesadüf değildi''. yaratılmak istenen yeni asia minor'un mimarı atatürk seçilmişti gibi geliyor bana. o yüzden itilaf devletleri ile savaşan ülke osmanlı devleti gibi geliyor bana; türkiye değil. atatürk türkiyesi, hatta, itilaf devletlerinin (bugünün de g-10'unun) bir müttefiki olmaya çalıştı. ancak eğer her şey atatürk'ün hayal ettiği gibi ilerleseydi, atatürk bugün almanya'nın yaşadığı ekonomik atılımı yaşardı. elbette batılı güçlerin hiçbiri böyle bir şeyi istemez; zaten o yüzden pkk ismindeki örgütü de, şeyh sait'i de hep aynı kişiler ve ardılları destekledi. türkiye 80 yıl boyunca hep ''yanlış soruları'' sordu. ''sol mu, sağ mı'', ''kürtler türklerle eşit midir?'' gibi sorular yanlış sorulardır ve vakit kaybettirir.

şu örneği vereyim:

kadınlar erkeklerle eşit midir?

bu sorunun cevabı evet değildir arkadaşlar. çünkü bu soruyu sormanın, kadınlarla erkekler arasındaki ilişkide bir ast-üst var mı diye sormanın kendisi namussuzcadır. elbette cinsiyetler tarihinin sicili karanlık lekelerle doludur ve bu sorular da kendi kendine sorulmamıştır. bir gey bir hetero erkekle eşit midir? bu ne biçim bir sorudur! peki ya bir gey, trans bir erkekle eşit midir? bu sorular sadece namussuzca değil, aynı zamanda olağanüstü önemsizdir. bu sorulara verilmesi gereken yanıt da bellidir.

bu sorulara istenilenin dışında, insanlığın ötesinde yanıt verdiren şey din falan da değildir aslında; insanın dini algılayış biçimidir. yani fundamentalism/köktendinciliktir. kısaca tanımlayacak olursak; bir şeyin nasıl olması ve olmamasına dair kesin görüşlerinin olması ve bu görüşlerini kendinden de öte, bir kanun/temel gibi gördüğün için karşında bu kalıba uymayan hiçbir şeye yaşam hakkı vermemek. bu işgalci tavır aslında erkeğin de, kadının da, toplumun da, bir dizinin de, bir metnin de, bir kitabın içeriğinin de, eğitim sisteminin de, ülkenin de nasıl olması gerektiğine ilişkin her şeye yanıtını ''çoktan'' vermiştir ve köktendinci toplumlarda bize düşen de bu önceden verilmiş tanımlara karşı son derece edilgen bir tavır almak. bugün ''hassas türk aile yapısı'' diye dayatılan şey, sadece birkaç adamın ''bir aile nasıl olmalıdır'' diye kendi kendilerine cevap verip inandıkları tanımlamayı milyonlara dayatmasıdır.

ancak köktendincilik, dindarlık/inançsızlık demek değildir kesinlikle. üstelik bence batı toplumlarının başına gelen en kötü şey, köktendincilik ve inançsızlığı iki zıt olarak kabul etmek ve bütün bir nesli inançsız yetiştirmektir. şu an son derece demotive ve hayvandan farksız bir batı medeniyeti var. köktendinciliğin zıttı toleranstır. bizim islamcılar merhamet ile eş anlamlı sanar; ancak merhamet bizim karıncaya yaptığımız gibi bir şey; yani kendi içerisinde yine olağanüstü bir ''üstten bakış'' vardır. toleransta ise -latince tolerare yani kaldırmak, taşımaktan gelir- bir çeşit ''tahammül'' söz konusu. elbette her insan gibi, benim de kafamda ''şeyler nasıl olmalılardır'' gibi bir tanım var. bu tanımlara uygunluklarına göre de o şeylerin (o ''şey'' bir pasta bile olabilir) kafamdaki ideale yakınlıklarına göre ne derece sevip sevmediğime karar veririm. ancak ben meyveli pasta seviyorum diye gidip çikolatalı pastayı teammülden kaldırmam. çikolatalı pasta sevenlere hayatı zindan da etmem. çikolatalı pasta sevenlere ''merhamet'' de etmem, çünkü ben kimim ki onlara ''izin'' vereyim. ben tahammül ederim. ne zamana kadar? gidip benim pastama çikolata fırlatana kadar. orada da devreye benim cebimdeki silah değil, devlet devreye girmeli. zaten benim cebimde neden silah var, hatta nasıl devlet görevlisi birinin dışında birinin cebine silah girebilir? demek istediğim, atatürk'ün mücadelesini verdiği şey ''son derece geç kalınmış bir din savaşı'' idi. avrupa bu konu ile ilgili mücadelesini reformlarla, din savaşları ile, insan haklarının oluşması ile, kıta felsefesi ile yüzlerce yılda verip o noktaya ulaşmıştır. atatürk de bu mücadeleyi 20 yılda vermeye çalışmıştır ve gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz ki bu onun açık ara farkla en büyük savaşıdır, ve görünen o ki kaybetmiştir.

atatürk'ten sonrakilere düşen de atatürk'ün mücadelesini kaldığı yerden devam ettirmekti, ancak belli ki atatürk daha yanındakiler tarafından bile anlaşılamamıştır. atatürk'e de ''kürtler ile türkler eşit midir'' sorusu sorulmuş. o da cevabı kesin ve net vermiştir: tunceli'yi bombalamıştır. şeyh said'i sorgusuz ve sualsiz yok etmiştir. bu sorularla vakit bile kaybetmemiştir. ondan sonrakiler için ise bu sorular ''sorulabilir'' olmuştur daha en başında. bu neye benziyor biliyor musunuz; eşinizin gidip ''şu bardaki avukatla bir kere sevişebilir miyim?'' demesi gibidir. bu soruya hayır yanıtı versen bile, daha sorunun sorulması evliliğin içine edivermiştir. aynı şekilde, atatürk bu soruları yok sayarak aslında 80 yıllık patinajımızı önlemeye çalışmış, şimdi daha iyi anlıyorum.

--------------------

gelelim tüm bunlardan sonra günümüze;

kılıçdaroğlu'nun bu söylemlerini, kavala ve demirtaş'ın ve hatta öcalan'ın serbest kalmasının bu sorulara artık yanıt vermemesi, hatta bu soruları sormaması olarak algılamak mümkün müdür? diyelim ki suriye ve ırak sınırında yeni bir devlet kuruldu; bu devletin kurulması bizi elbette muhteşem etkilemeyecektir. ancak türkiye'nin buradaki kaybı eğer musul ve ırak'taki petroller ise, o petroller ne zaman bizim oldu? atatürk'ün misak-ı milli sınırlarına nerelerin dahil olduğu malum, ancak günümüzün konjonktüründe bu sınırları harfiyen elde etmeye çalışmak işgalci bir tavır değil midir? ve diyelim ki bu devleti batı güçleri ''insanlık?'' adına kurdu, yıllarca savaş alanı olmuş bir coğrafyada kürtler mutlu olacak mı? bu topraklar ile gerçekten ne yapmayı hedefliyorlar? hatta diyelim ki böyle bir ülke tüm direnişimize rağmen kuruldu, doğu vilayetlerimiz derhal ayaklanıp bu ucube ülkeye dahil olmaya mı çalışacaklar? eğer öyleyse, yani oradaki halkın ezici çoğunluğu ayrılıkçı ise ve bu ülkenin manevi varlığından hiçbir şey edinmemişse bu yüz yılda, bu insanları hala dikta ve baskı ile bu ülkenin mevcudiyetine katmak ne kadar doğru? sadece kendi kaynaklarımızı harcıyoruz sahte bir konsolidasyon için. bu ülkenin iyiliği için ya atatürk'ün yaptığını yapabilmeli ve ibret'i alem olsun diye diyarbakır'ı, hakkari'yi, siirt'i yerle bir etmeliyiz(çünkü madem böylesine ayrılıkçılar, demek ki türkiye cumhuriyetine düşmanlar; bu ülkenin mevcudiyetine kökten hınçlı bu kitle türkiye cumhuriyetinin düşmanı değil midir), ya tamam deyip ayrılmak isteyen her vilayete izin verip paramparça olmalıyız, ya da kaftancıoğlu terimi ile ''anadolu'' olmalıyız. bugün ibb'nin alanlarında ''mevcut konjonktürde ayrılıkçı olarak tanımlanan'' insanların ayrılmak istediği şey ''türk''lük. ancak aslında hepsi yeni bir terimde birleşiyor: ''anadolu''. hepsi anadolu şarkıları yapan, toprağın kendisini ve içerisindeki etnik unsurların tamamını kabul edip kucaklayan (veya kucakladıklarını iddia eden ve aslında türkleri bu medeniyetler beşiğinden ötelemek isteyen?) düşüncelere sahipler. elbette sözde anadolu şarkıları tutturan bu düşüncenin ardında türklere çok da sıcak olmayan bir bakış açısı da yatıyor. daha doğrusu, türkleri bu kaynaşmanın ve ''anadoluya dönüşmenin'' önündeki en büyük engel olarak görüyorlar. ben bugün chp'nin evrilmeye çalıştığı noktanın bir ''türkiye cumhuriyeti partisi'' değil, bir ''anadolu'' partisi olmak olduğunu sanıyorum. yani az önceki ''kürt hareketi ile ne yapacağız?'' sorusuna verdiğim ilk 2 cevaptan sonra üçüncüsünü chp öneriyor: ''barışacağız''. şimdi açıkçası ben abilerimizi ve amcalarımızı hudut karakollarında kurşuna dizen düşünce ile nasıl barışabileceğimi bilmiyorum. ancak ben eminim ki aynur doğan dinleyip elinde ''rahmetli boran abisi''nin tablosuna bakıp hayal kuran kız çocuğunun da bana ve bize karşı daha farklı düşünmediğini sanıyorum. demek istediğim; evet savaş insanları olağanüstü ayrıştırabilir ancak bunca yıllık savaşın ardından türkler ve ayrılıkçılar arasında ortak bir nokta daha var: iki taraf da çok acı çekti ve kanadı. çok fazla sevdiğimizi kaybettik, doğru; ama onlar da kaybetmedi mi? şu an belki biz akp'den bezdik ve onların ''bir erkek nasıl olmalı, bir aile nasıl olmalı, bir türk nasıl olmalı, bir kadın nasıl giyinmeli'' gibi sorulara verdiği son derece ''işgalci'' yanıtlarından usandık. ancak bir benzerini kürtler için de yapmıyor muyuz? ''bir kürt nasıl düşünmeli, bir kürt nasıl konuşmalı ve şivesini nasıl terk etmeli'' gibi aslında son derece ırkçı düşüncelere sahibiz. doğrusunu söylemek gerekirse, belki yüzeyde bu ırkçı tavrın törpülendiğini söylüyoruz ama o yüzeyi azıcık kazıdığımızda %80-90'ımızda (hem türk hem kürt) altta derin bir ırkçı tavrı göreceğiz. nitekim bugün akp'nin verdiği yanıt aslında atatürk'ünkine yakın: suriye'nin kuzeyini ve ırak'ın kuzeyini adeta süpürmek istiyor akp; üstelik kendince haklı sebepleri bile olabilir. en nihayetinde bu da bir strateji. ancak bunun etnik bir temizlikten ne farkı var? bildiğin orada ikamet eden vatandaşı ya sindirecek, ya da süpürüp bilmemkaçıncı paralelin altına itecek ve esad rejiminin insafına bırakacak. üstelik bu bir askeri operasyon; belki de başarısız olacak. dahası, başarılı olsa ile bunun uğruna milyonlarca insanın hayatına savaş girecek. ölenler olacak, hayatı mahvolanlar olacak, fakr'u zaruretten bitap olacak kimseler olacak. bana bunu savaşla çözmek de vicdansızca geliyor arkadaşlar. ayrıca vicdana sığdırsak bile türkiye artık geri dönülmez bir şekilde barbar gibi gözükecek. sen gelip bu yaptığın şeyi anlatamazsın elin iskandinavına. zaten adamda kürt basınının iyi çalışmasından ötürü elde ettiği bir intiba var: barbar ve despot bir türkiye ve mazlum kürtçükler. sen meramını anlatsan bile karşında zaten seni anlamaya hazır bir batı yok ve sen savaş çanları çaldığın sürece asla olmayacak.

ben 2014'teki çözüm sürecinin yapıcı olmadığını ve kürt cephesi tarafından olağanüstü suistimal edildiğini düşünüyorum. dolayısıyla iyi yönetilemediğini ve eğer muhtemel bir chp ikidarı ile tekrarlanırsa iyi yönetilip yönetilemeyeceğinin de bir muamma olduğunu düşünüyorum. akp'nin yozlaşmış bürokratları ve devlet adamları var diyelim; chp'nin devlet kadrosu çok mu sahih insanlardan oluşacak. milletvekilleri maskottur arkadaşlar(burada aşağılama yapmıyorum, sadece analojide bulundum), hele şu anki sistem içerisinde sahiden de tezahürat dışında ne kadar işlevli oldukları tartışılabilir. ancak bürokratların ve işleyişin önemi çok büyüktür. bizim ''devlet'' dediğimiz ve bugün iflas etmekte olan organın yeni bir iktidarda kimler tarafından oluşturulacağı çok büyük önem arz etmekte; zira mevcut sistemde tüm kadrolar ve görevlendirmeler bir sadakat usulüne dayalı. hadi diyelim ki iktidar değiştiğinde buradaki kadronun %60'ı (ki ''çoğunluk'' olduklarını hiç sanmıyorum da) ''oh be, sonunda vesayetten kurtulduk'' diyecek, geri kalan %40 mevcut hükümete gönülden bağlı arkadaşlar ve devlet işleyişinin aksaması ve çökmesi için çalışacak ne yazık ki(en azından benim öngörüm bu). tabii bunlar şayet yine akp'ye gönülden bağlı başka insanların demokratik olgunluk gösterip devr-i sabık'a boyun eğmesi durumunda olacak ki ne yazık ki bugün silahlanıp bu demokratik olgunluğu göstermeyip halkı galeyana getirmeleri de bir başka olasılık. o yüzden kılıçdaroğlu kendini ''helalleşmek'' zorunda hissediyor olabilir; eğer bu koyu islamcı oluşumun karşısına halkı oluşturan tüm unsurları arkasına alırsa, psikolojik bir üstünlük yakalayıp iktidarı teslim alabilir. onun dışında da, kürtler özelinde konuşmak gerekirse, daha fazla savaşın bizi korumadığını; aksine böldüğünü savunuyor olabilir.

----------------

gelelim bunların ışında benim düşünceme:

arkadaşlar ben bir kez daha suistimal edilmek istemiyorum. erdoğan diyor ya: ''bir müslüman aynı delikten iki kez geçmez'' diye; sanırım bu çözüm süreci denilen şeyin aynısını yaşamak pek doğru gelmiyor bana. çünkü biliyorum ki sorunun kendisi bizim vakit kaybetmemiz için soruluyor bize. mazlum kobaniydi, bilmemneydi tamamen türkiye'nin vakit kaybetmesi için var. bence gerçek bir kazancı bile yok ''sözümona'' hayallerinin gerçek olması durumunda. türkiye'nin yapması gereken, kürt hareketinin saçma ütopyasını değiştirmek. bunu da bence savaş yolu ile 100 senede yapamadığı aşikar. o yüzden bunu ''orta yol'' ile yapmalı. yani elbette sınırlarını korumalı ve sınırları içerisindeki düzeni mutlak bir şekilde sağlamalı. ancak teröristbaşı'nı yıllardır imralı'da tutmanın türkiye'ye günün sonunda neler kazandırdığı bir soru işaretidir. üstelik bugün türkiye'de terör örgütü mensubunun azalmasının sebebi abdullah öcalan'ın çürümesi değil, teknolojik gelişmeler ve silahlı etkin bir mücadeledir bence. bu demek değil ki öcalan çıksın elini kolunu sallayarak gezsin. bence rahmetli birand'ın yaptığı şey, yani öcalan ile röportaj; bugün trt'de ısmarlama seçim mektubu okutmaktan çok daha büyük bir diyalog gibi geliyor bana. evet, o röportajda öcalan'ın dediği şeyler hiç hoş değil. ayrıca öcalan'ın burnunu ve kulağını karıştırması da hoş değil. bunu ırkçı bir tavırla söylemiyorum; gerçekten çok kaba bir adam. yine de bu adam ile diyalog kurulması gerekiyor. günümüzde kürt hareketi (açıkçası pkk değil, ypg ypj vsvs alfabenin muhtelif harfleri kifayesiz kaldığı için bu tanımlamayı kullanıyorum; yazımın genelini okudu iseniz bu terimin bir övgü içermediğini söylemek isterim ve şayet daha iyi bir tanımlamanız varsa entry'mi düzenleyip değiştirmeye de hazırım) öcalan'ı haklı olarak bypass etmiş ve yeni kanaat önderleri yaratmıştır. bu oluşumları destekleyen kamuoyu da bu yeni liderleri özümsemiş gibi görünüyor. dolayısı ile post-erdoğan türkiye'sinin bu yeni önderler ile bir görüş birliğine girmesi gerekiyor. burada gelebilecek en büyük karşı çıkışlardan birisi ''devlet teröristle anlaşmaz, aynı masaya oturursa bu onu tanıdığını gösterir ve devletin otoritesini sarsar.'' diyebilir ve demekte de haksız sayılmaz. ancak senelerdir devam eden bu savaş halinin gerçek bir sonuç getirmediği ortada. biz en iyi ihtimalle kürtlerin (en azından hatrı sayılır miktardaki kürtlerin) gönlündeki kürdistan'ın işgalcileriyiz. ancak bizim o platonik kürdistan'ı da, bu hayali ülkenin kendilerini bu ülkenin vatandaşı addeden insanları da fethetmemiz gerekir. bu ikisi arasındaki ayrıma verdiğimiz değer bizim 2. mehmet'e ''fatih'' ünvanını yakıştırışımızdan bellidir ve aynı şekilde batılı bakış açısına göre istanbul işgal edilmiş ve ele geçirilip dönüştürülmüştür. nitekim onların savına göre konstantinapol osmanlı hakimiyetine girdiği anda içerisindeki sanat ve bilim insanları venediğe kaçmıştır; dolayısı ile bu bir fetih olamaz. bugünkü durumumuzu da düşününce, bu anektod oldukça manidârdır.

tüm bunları düşündüğümüzde, olası bir suriye ''seferinin'' başarılı olması durumunda kürt kuvvetlerini süpüreceği hedeflenendir. ancak bu bir fetih olmayacağı gibi, ne o toprakların de jure sahibi esad, ne de facto sahibi kürt oluşumları ve dünya kamuoyu tarafından kabul görmeyecektir. dolayısıyla herkes için işgal olarak adlandırılan bu eylemin bedelini türkiye ağır bir şekilde ödeyeceği gibi ne kadar gerçek kazanımları olacağı da tartışmalıdır; üstelik milyonlarca insanın hayatını karartacağı en üzücü ve en gerçek kısmıdır. idealler, doğrular, yanlışlar; bu sözümona doğrular uğruna ölen insanlar karşısında hükümsüz gibi geliyor bana. kazanmak için her yolun mübah olmayışı gibi, kendi doğrularım için hele ki başkasının topraklarında dökülecek kan meşru olamaz. canım vatanımın bir karış toprağını peşkeş çekecek midesizlikte zinhar olmayacağıma göre geriye diyalog yolu kalıyor arkadaşlar. ancak bununla beraber en büyük çekincem de başlıyor:

açık söylemek gerekirse, ben chp'nin milliliğine güvenmiyorum. bundan daha açık nasıl söylenir bilmiyorum ama durum bu. akp her ne kadar eline yüzüne bulaştırsa da her şeyi, biliyorum ki bu adamlar uluslararası arenada ''ingilizce bile bilmemelerine rağmen'' türkiye'nin iyiliğini düşünmüşlerdir. yapmışlardır demiyorum, ama niyetleri yapmak lehinedir. veya beni bile niyetleri konusuna inandırmışlardır. ha, bu ''iyi?'' niyetlilik onlara oy vermem anlamına gelmez asla. nitekim ne kadar yozlaştıkları, raydan çıktıkları ortadadır. hadi diyelim ki yurt dışında bu ülkeyi korumak gibi bir vizyonları var; yurt içinde sömürülen bir halk ve talan edilen öz kaynaklar var. bu insanlar iyi falan değil orası kesin, ama milliler. chp iktidarında aydınların tamamı ''sömürgeci aydını'' idi ve bundan hep tiksindim. ''milli kaynaklarımız ve değerlerimizin hepsi aşağılık ve dönüşmemiz gereken bir avrupa var'' gibi ucube bir anlayış ile takdir almayı denedi bu ülke yıllarca o kendisinden üstte gördüğü avrupa'dan. ''bakın, biz de sizin gibi olabildik mi?'' gibi bir ezik soru sorduk ve yıllarca bir de bununla oyalandık. oysa utanmadan kendimiz olmalı ve kendimizdeki sorunları çözmeliydik... sadece bunu yapsak, kendisinden utanmayan ve nefret etmeyen bir nesil yetiştirebilseydik, kendi milli değerlerine düşman olmayan bir toplum yaratabilseydik belki avrupa birliği'ne girmeyi değil, almanya gibi başı çekebilir miyiz'i konuşuyor olurduk. chp ve bu yeni merkez solun beni korkutan tarafı, gidip diyalog kuracağız diye yine oyalanırlar mı, hatta gidip ödün vermeyi kabul ederler mi, hatta gidip ''ermeni soykırım yalanını'' halkların kardeşliği ayağına kabul eder mi? kısacası ülkenin kafasına sıkar mı? yine her zaman yaptığı gibi ''efendilerine yamanmak için ülkesini beş dolara satar mı''? diyeceksiniz ki ''bugün de beş dolara satmıyorsak beş dinara satıyoruz'', ben de beş dinara ülke satanlara da oy vermeyeceğimi söylerim. ancak beş dinara sattığı şey ülkenin milli kaynakları ise -ve elbette kesinlikle kabul edilemez bir şey bu- olası bir chp iktidarının satmasından korktuğum şeyi ülkenin ta kendisi, ülkenin tüm manevi hazinesi, tüm itibarı, namusu. bu ülkeyi beş paralık etmelerinden, paramparça etme ihtimallerinden korkuyorum. sanırım benim oyum hiçbir şeyi değiştirmeyecek ve belki de tüm bu metni boşu boşuna yazdım. hiçbirinizin sonuna kadar okumayacağını da zaten başından kabullendim.. yine de kendi içimdeki duyguları, düşünceleri yine kendime tercüme etmek için yazdım bu yazıyı. eğer okuyan olursa şimdiden teşekkür ediyorum ve lütfen like'lamak yerine fikrinizi sunun. sizce ben olası bir chp iktidarının niyetlerini ve tehlikelerini yanlış mı anlıyorum?

t: bir şeyleri daha iyi anladığımı sanarak bilmem kaç bin kelimelik metnin sonunda çok da bir şey anlamadığımı fark ederek bir soru yönelttiğim başlık.

tanıma dair edit: bu entry (bkz: 28 mayıs 2022 bir şeyleri daha iyi anlamam) isimli başlığa girildi. ancak moderatör bir arkadaş bu entry'i gidip bu başlığa atarak tamamen yanıtlanmamasına vesile oldu. ben de her ne kadar bir allah'ın kulunun bile bu entry'i okumayacağını öngördüm, ama demek ki birinin belki okuyup iki satır yazabileceğine ihtimal verdim ki (%3) şansımı deneyip müstakil bir başlık açıp biraz olsun dikkat çekmeyi denedim. belki o cevap düşüncelerimi oturtacaktı. entry'nin buraya taşınması vesilesi ile o ihtimal de %0 oldu. buradan o moderatöre teşekkür ediyorum. çok doğru bir karardı.
devamını gör...
2498.
...
bir sen varsın dünyayı değiştiren
kaybolan yarımı bulduran
istanbul'u bilmem ama
dudaklarının kıvrımlarıdır
tarihi yeniden yazdıran.

-sevgili claudemon.
devamını gör...
2499.
söylenen sözler bazen ok olup kalbi vurur. bazı şeylerden vazgeçsen bile izi kalır. çünkü yara o kadar kanamıştır ki ihtiyacınız olan kan bulunsa bile size yetmemiştir artık, yetmeyecektir de.
belli dönemlerde zor sınavlardan geçeriz, geçme puanı biraz yüksek olan sınavlardır bunlar.. çok çaba gerektirir.
bazen dümdüz bakıp, çokça düşünüp, çokça susmak gerekir.. zaten ahmed arif de öyle demiyor muydu? "susmak ve beklemek, müthiş!" nerede bu olayın müthişliği arif'im? sen leylâ 'dan ötürü her şeyi müthiş gördün.. acı bile cennetti sana.. vuslatın hayali ile ömrünü noktaladın..
peki biz? sevmeyi senin kadar ustaca yapamayanlar? biz, o acıların altında eziliyoruz. ruhumuzdan birer birer, biner parçalar kopuyor.. sabrına kurban olduğum!
yorgunum, çokça.. kelimeleri bile atamıyorum içimden.. düşünmekten yorulup, uykuyla sevişiyorum.. saatlerce ağladığım bir gecenin sonu yine.. kalbime saplanan okları kendimi öldürmeden çıkarmaya çalışıyorum.. bakalım.. tek arzum, huzurun tanımı olan bir kucakta uyumak.. daha fazla dalma lan ütopyalara! çek örtüyü kafana zıbar! zaten kim anlamak ister ki? kim yaralarını sarmak ister? hepsi hikaye.. her şey..
devamını gör...
2500.
insanlara sorduklarında kendi tecrübelerinden çıkardığın dersleri anlatmak o kadar da iyi bir fikir olmayabilir. zira öğrenmek için ilk senin üzerinde deneyebiliyorlar laerrof.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"normal sözlük yazarlarının karalama defteri" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim