1.
alıp götüren bir nina nastasia mırıldanışı.
2022 mayıs.
izleyecek film arıyorum. efkarlı ruh halinde tercih edeceğim bir tür olmasa da canım o gün “hayatta kalma” tarzı bir şey izlemek istiyor. önümde “şunu da filmle sünnetlerim” diye koyduğum önceki günden kalmış şarap.
salgın filmlerine bakıyorum. salt zombi geğiriği izlememek için özel olarak ağır tempolu bir şey arıyorum. carriers diye bir film geliyor karşıma. chris pine’ı da görünce fazla kurcalamadan izlemeye başlıyorum.
beklediğimden daha sürükleyici çıkıyor. the stand’i bitireli birkaç hafta geçmiş. terk edilmiş amerikan otoyolları, camları kırık oteller, hastalıkla birleşen yolculuk atmosferi… kitabın filmini izliyormuş gibi kaptırıyorum kendimi. çözüm kısmı da batırmadan, usturuplu bir şekilde gelip geçiyor. “bu geceyi de fena bitirmedik” diyerek, şişeden düşmemek için çabalayan damlalara aman vermeden son bir kadeh koymaya uzanıyorum. yeni bir sahne geliyor. iki çocuk (abi-kardeş) sahildeki bir cankurtaran kulesine çıkıyor, alttan usul usul başlayan bir gitar melodisi eşliğinde rüzgarla dalgalanan bayrağı yakalamaya çalışıyor. siyah ekran beliriyor.
kadehi düşürmek üzereyim. şaşkınlık veya şok değil, daha çok kullanıcı adıma yaraşır bir hipnoz hali. çalan şarkının güzelliği ile neredeyse nefes almadan izliyorum birkaç dakika ekranı. önce abimi düşünüyorum. çocuklara bakarken aklıma o mu geldi de böyle hislendim diye soruyorum kendime. sonra içimde bir yerlerde, onunla alakası olmayan bir sızı hissediyorum. son yudumumu aldıktan sonra koltukta geriye yaslanıp gözümü kapatıyorum. kafamda birinin suratı. geçmişimin hayaletlerinden birisi. ne bir salgın hastalıkla, ne ölümle, ne de abimle alakası var ama filmi bitirdikten sonra gözlerimin birkaç santimetre önünde ondan başka hiçbir şey göremiyorum. zihnimde yüzlerce kapı varmış ve ardında onun yüzünün saklandığı kapıyı yalnızca bu şarkı açabilirmiş gibi.
hayaletlerin gerçekten hayalet olarak kalabildiği günlerde yaşamadığıma üzülerek telefonu açıyorum. o yüzü bulmak bir dakikamı bile almıyor. tek sefer de değil üstelik. ekrandaki pikseller onun bir fotoğrafını dağıtırken öbürünü oluşturmak için yeniden birleşiyor. filmin jeneriğine eşlik eden şarkı sonlanana kadar başımı kaldıramıyorum. sonra hızlı bir arayışla şarkıyı bulup fotoğraflara bakmaya devam ediyorum. gözlerime yansıyan telefon ışığı azalıp artıyor ama ben hiçbir şey hissetmiyorum. üzgünüm, sanırım, ama benim üzgünlüğüm değil gibi. başka bir hypnotized narcissist gerçekten üzgün. üzgün, çünkü o gerçekten yaşadı benim yalnızca keşke’lerime ya da zavallı acaba’larıma kattıklarımı. benim hissettiklerim, onun “aslı gibidir” nüshası gibi.
aslı gibi, ama değil de gibi.
telefonu bırakıp karanlık odada alkolün zihnimi sessizleştirmesini bekliyorum. şarkı devam ediyor. beni burada böyle etkilediyse, “onu” nasıl etkilemiştir hayal bile edemiyorum. kestirmek güç.
belki o evrende bu şarkı hiç yazılmamıştır bile.
2022 mayıs.
izleyecek film arıyorum. efkarlı ruh halinde tercih edeceğim bir tür olmasa da canım o gün “hayatta kalma” tarzı bir şey izlemek istiyor. önümde “şunu da filmle sünnetlerim” diye koyduğum önceki günden kalmış şarap.
salgın filmlerine bakıyorum. salt zombi geğiriği izlememek için özel olarak ağır tempolu bir şey arıyorum. carriers diye bir film geliyor karşıma. chris pine’ı da görünce fazla kurcalamadan izlemeye başlıyorum.
beklediğimden daha sürükleyici çıkıyor. the stand’i bitireli birkaç hafta geçmiş. terk edilmiş amerikan otoyolları, camları kırık oteller, hastalıkla birleşen yolculuk atmosferi… kitabın filmini izliyormuş gibi kaptırıyorum kendimi. çözüm kısmı da batırmadan, usturuplu bir şekilde gelip geçiyor. “bu geceyi de fena bitirmedik” diyerek, şişeden düşmemek için çabalayan damlalara aman vermeden son bir kadeh koymaya uzanıyorum. yeni bir sahne geliyor. iki çocuk (abi-kardeş) sahildeki bir cankurtaran kulesine çıkıyor, alttan usul usul başlayan bir gitar melodisi eşliğinde rüzgarla dalgalanan bayrağı yakalamaya çalışıyor. siyah ekran beliriyor.
kadehi düşürmek üzereyim. şaşkınlık veya şok değil, daha çok kullanıcı adıma yaraşır bir hipnoz hali. çalan şarkının güzelliği ile neredeyse nefes almadan izliyorum birkaç dakika ekranı. önce abimi düşünüyorum. çocuklara bakarken aklıma o mu geldi de böyle hislendim diye soruyorum kendime. sonra içimde bir yerlerde, onunla alakası olmayan bir sızı hissediyorum. son yudumumu aldıktan sonra koltukta geriye yaslanıp gözümü kapatıyorum. kafamda birinin suratı. geçmişimin hayaletlerinden birisi. ne bir salgın hastalıkla, ne ölümle, ne de abimle alakası var ama filmi bitirdikten sonra gözlerimin birkaç santimetre önünde ondan başka hiçbir şey göremiyorum. zihnimde yüzlerce kapı varmış ve ardında onun yüzünün saklandığı kapıyı yalnızca bu şarkı açabilirmiş gibi.
hayaletlerin gerçekten hayalet olarak kalabildiği günlerde yaşamadığıma üzülerek telefonu açıyorum. o yüzü bulmak bir dakikamı bile almıyor. tek sefer de değil üstelik. ekrandaki pikseller onun bir fotoğrafını dağıtırken öbürünü oluşturmak için yeniden birleşiyor. filmin jeneriğine eşlik eden şarkı sonlanana kadar başımı kaldıramıyorum. sonra hızlı bir arayışla şarkıyı bulup fotoğraflara bakmaya devam ediyorum. gözlerime yansıyan telefon ışığı azalıp artıyor ama ben hiçbir şey hissetmiyorum. üzgünüm, sanırım, ama benim üzgünlüğüm değil gibi. başka bir hypnotized narcissist gerçekten üzgün. üzgün, çünkü o gerçekten yaşadı benim yalnızca keşke’lerime ya da zavallı acaba’larıma kattıklarımı. benim hissettiklerim, onun “aslı gibidir” nüshası gibi.
aslı gibi, ama değil de gibi.
telefonu bırakıp karanlık odada alkolün zihnimi sessizleştirmesini bekliyorum. şarkı devam ediyor. beni burada böyle etkilediyse, “onu” nasıl etkilemiştir hayal bile edemiyorum. kestirmek güç.
belki o evrende bu şarkı hiç yazılmamıştır bile.
devamını gör...