...bob byerley ...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
...jim daly ...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
...theodore gerard ...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
...émile munier...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
...harry brooker ...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
...blaas, eugene de ...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
...eugenio zampighi...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
...petit savoyard...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

türkiye'de etkin siyasi parti sayısı her yıl değişkenlik göstermektedir. birçok parti kurulur, birçok parti kapanır. etkin parti demek olağan toplantılarını yapan parti anlamındadır. 30 kişiyi toplayan siyasi parti kurar.
aşağıdaki partilerin çoğu “tabela partisi" olarak bilinir. seçime girme yeterliliğine sahip sadece 15 siyasi parti vardır.
faaliyette olan siyasi partiler yargıtay cumhuriyet başsavcılığı sitesinden takip edilebilir.

19 ocak 2021 tarihi itibari ile faaliyette olan siyasi partiler (kuruluş tarihlerine göre sıralama yapılmıştır).
1 demokrat parti
2 milliyetçi hareket partisi
3 millet partisi
4 demokratik sol parti
5 vatan partisi
6 cumhuriyet halk partisi
7 genç parti
8 türkiye sosyalist işçi partisi
9 büyük birlik partisi
10 türkiye komünist partisi
11 sol parti
12 liberal demokrat parti
13 emek partisi
14 devrimci sosyalist işçi partisi
15 ilk parti
16 saadet partisi
17 adalet ve kalkınma partisi
18 bağımsız türkiye partisi
19 hak ve özgürlükler partisi
20 yurt partisi
21 bağımsız cumhuriyet partisi
22 sağduyu partisi
23 ayyıldız partisi
24 emekçi hareket partisi
25 halkın kurtuluş partisi
26 müdafaa-i hukuk hareketi partisi
27 işçinin kendi partisi
28 yüce diriliş partisi
29 doğruyol partisi
30 devrimci işçi partisi
31 ebedi nizam partisi
32 demokratik bölgeler partisi (bdp)
33 hak ve hakikat partisi
34 yeni dünya partisi (büyükanavatan)
35 ezilenlerin sosyalist partisi
36 ulusal parti
37 türkiye işçi köylü partisi
38 esnaf ve çiftçi partisi
39 anavatan partisi
40 özgürlük ve sosyalizm partisi
41 engelsiz türkiye partisi
42 toplumcu kurtuluş partisi
43 hak ve adalet partisi
44 halkların demokratik partisi
45 türk birliği partisi
46 yeşiller ve sol gelecek partisi
47 hür dava partisi
48 muhafazakâr yükseliş partisi
49 sosyalist yeniden kuruluş partisi.
50 genç anadolu partisi
51 kadın partisi
52 turan hareketi partisi
53 merkez parti
54 hak ve huzur partisi
55 komünist parti
56 cihan partisi
57 çoğulcu demokrasi partisi
58 türkiye ekonomi ve kalkınma partisi
59 milli mücadele partisi
60 as parti
61 işçi demokrasisi partisi
62 türkiye komünist hareketi
63 birleşik devrimci parti
64 adalet partisi
65 sosyalist emekçiler partisi
66 demokrasi zamanı partisi
67 büyük türkiye partisi
68 osmanlı partisi
69 güven adalet ve aydınlık partisi
70 iyi parti
71 türkiye işçi partisi
72 ötüken birliği partisi
73 adalet birlik partisi
74 yeniden refah partisi
75 ülkem partisi
76 türk ve dünya birliği partisi
77 gelecek partisi
78 anadolu birliği partisi
79 aydınlık geleceğin partisi
80 merkez ana partisi
81 barış ve eşitlik partisi
82 güç birliği partisi
83 demokrasi ve atılım partisi
84 toplumsal özgürlük partisi
85 yeniden birlik partisi
86 umut partisi
87 yeni yol partisi
88 değişim ve demokrasi partisi
89 yenilik partisi
90 cumhuriyet ve istiklal partisi
91 güzel parti
92 cesur düşünce partisi
93 kuvayi milliye partisi
94 doğru parti
95 bizim parti
96 milli parti
97 devlet partisi
98 milliyetçi cumhuriyet partisi
99 devrim haraketi partisi
100 uyanış partisi
101 türkiye değişim partisi
102 vatan ve hürriyet partisi
103 türkiye’m partisi
104 türkiye yaşam partisi

yurdumuzda siyaset bir oyundur. sürekli oyuncular değişir. oyunun kurallarını da kendileri koyarlar.
insanların büyük bir kısmı siyasete hizmet için değil de rant, güç, makam için girerler.
siyasi partiler kanunu değişmedikçe siyaset yapanlar halkın sorunlarına çözüm üretemez.
parti genel başkanı ne derse bir partide o olur.
kıraathanelerde sürekli siyaset konuşan emekliler ise sadece oturduğu yerden ahkam keser. “partiye gel, aktif ol” diye çağırırsın gelmez. “şunun şöyle yapılması lazım, sizin böyle yapmanız lazım” derler anca. iyi niyetlilerdir ama lafla peynir gemisi yürümez.

"meclis kürsüsüne çıkıp birbirine atıp tutan, hakaret eden vekillerin daha sonra meclis lokantasında karşılıklı güle oynaya yemek yediğini görseydiniz; tanıdıklarınızla siyasi tartışmalara asla girmezdiniz!" - muhsin yazıcıoğlu.
devamını gör...

gireceğim entry üstteki arkadaşın nickidir.
devamını gör...

çok zordur zor olduğu karar kıymetli biz anlatmadan bizi anlayan insanlarla çok nadir yollarımız kesişir belki de hiç kesişmez
bunu en güzel zülfü livaneli kelimelere dökmüş
"yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz? düpedüz, sarıl bana dedikten sonra, sarılmanın ne anlamı kalır ..."
devamını gör...

kaynak
mardin'de bir imam ve kilise görevlisi, cami ve kilise bahçesinde masa tenisi oynamış. ortaya güzel görüntüler çıkmış.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

sevda.
devamını gör...

tanım: öldürmeyip süründüren şeylerdendir.

bununla ilgili bir anımı yazmak istiyorum. biraz uzun oldu ama iyi oldu gibi...




uzun yolculukları oldum olası sevmem, özellikle otobüste olanlarını. sanki birkaç saatliğine hapse mahkum edilmişsin gibi gelir bana, cezanı da otobüs hapishanesinde çekmek zorundasın.
sevmememin birçok nedeni var: dar alanda nefes alamamam, çok fazla sigara içen biri olarak istediğim zaman bir tane tellendirememem, rahatsız bacak sendromundan bi' hayli muzdarip olduğumdan kendimi olduğumdan daha dar bir yerde sıkışmış hissetmem…

bu yolculukları gece karanlığında geçirmekten olabildiğince kaçınırım. zaten hareket halinde bir vasıtada uyuyabilmem mümkün değil, bunun yanında gece olunca ortaya çıkan kelimelerle anlatamayacağım bazı psikolojik problemleri de bünyemde fazlasıyla barındırıyorum. bundan dolayı otobüste geçirdiğim mahkumiyet zamanımı olabildiğince gündüz ışığında geçirmeye çaba gösteririm.

otobüste geçirdiğim zamanın yaklaşık yarısını kitap okumakla, diğer kısımlarını da sosyal medyada dolaşıp, otobüs firmasının bize sunduğu olanaklardan ( bilindiği gibi günümüz otobüslerin çoğunda koltukların arkasına montelenmiş oldukça kalitesiz ekranlarda ulusal kanalları izleyebilir, muhtemelen telifi ödenmeyen görüntüsü düşük kaliteli filmlere bakabilir, birkaç dandik oyunla zamanınızı öldürebilir ya da kayıtlı bulunan müziklerden zevkinize uyan birkaç tane bulunuyorsa ve müzik dinlemeye değer veren insanlar gibi kulaklığınız da yeterli kalitede performans sağlıyorsa hiç değilse biraz daha kaliteli zaman öldürebilirsiniz. gerçi bunun için de çoğumuzda spotify mevcut olduğundan bu dandik ekranla işimiz olmuyor.) bazılarıyla zamanımı heba ediyorum. geçireceğim yolculuk süresinin yarısında bitirebileceğim bir roman bulurum. bence bu yolculukta okunmaya başlanan bir roman o yolculukta bitirilmelidir. belki bir psikoloğa bu durumu açsam tıpta bunun isminin telaffuz edemeyeceğim bir şey olduğunu söyler ama ben o kitabı bitiremeyeceksem o yolculukta o kitabın kapağını açmam.

geçen gün yine bir otobüs mahkumiyetindeyken başıma gelenleri anlatmak istiyorum. bu mahkumiyet okulumun bulunduğu çanakkale’den ailemle yaşadığım denizli’ye uzanan bir yolculuktu. önceki gün valizimi hazırlamış, yolculuğumda zamanımın hatırı sayılır bir kısmında bana eşlik edecek bir kitabı seçmeye koyulmuştum. öncelikle kitaplığımdakilerden daha önce okuduklarımı eledim, sonra o yolculukta bitiremeyeceklerimi eledim daha sonra da kalakalan birkaç kitap içinden franz kafka’nın dava’sını alıp benimle beraber otobüsün içinde yolculuk edecek sırt çantama yerleştirdim. sonraki gün koltuğuma yerleşip vücudumun yadırgadığı deri alana alışana kadar çantamdan çıkarmadım.

otobüste en sevdiğim koltuk upuzun koridorun en sonundaki tekli koltuk. bu koltuğu hemen hemen her yolculuğumda boş bulurum. insanların daha çok öndeki koltukları tercih ettiklerine bihayli şahit oldum. nedeni, belki psikolojik olarak kendilerini daha iyi hissetmek olabilir ama aynı yere giden onlarca koltuk içinden benim canım 47 numaram (bazen 51 olabiliyor) neden bu kadar çok dışlanıyor anlamış değilim. çok daha ön koltuklardan yolculuk seyri daha iyi olabiliyor belki (her seferinde internet sitesi üzerinden baktığımda sadece 1 koltuk satılmışsa o koltuk kesinlikle 1 numara oluyordu, daha kalabalık paylaşımlarda 1 numaranın boş olma olasılığını siz hayal edin. bir keresinde ilk defa 1 numaralı koltuğu boş bulmuş önce şaşırmış sonra da meraktan almıştım. yirmiden fazla koltuk doluydu ama 1 numara boştu. muhtemelen sonradan iptal edilen bir bilet yol açmıştı bu şaşkınlığıma. yolculuğumun çoğunu kocaman bir ekranda olabildiğince hd kaliteden dağları, bayırları, yüzlerce arabayla tıkanan yolları izledim.) ama arkalara doğru bunun pek farklılık gösterdiğini sanmıyorum (psikolojiden anlayan varsa burada bana yardımcı olabilir).

yolculuğuma gelecek olursak, final dönemi sonrası otobüsler ne kadar doluysa o kadar dolu olan bir otobüste yolculuğa başladım. kitabımı elime alıp önce sıkıla sıkıla, yerime iyice alışınca da kitaba dala dala okumaya başladım. yaklaşık 60 sayfa kadar ilerlemiştim, bu süre zarfında muavin tarafından iki defa sulanarak, bir defa da nescafelenerek yolculuktan önce itinayla boşalttığım mesanemin alarm vermesiyle panik haline girmiştim. ilk başta sakinliğimi koruyabildim, ne de olsa bir buçuk saattir yoldaydık ve yaklaşık yarım saat içinde mola verilecekti, ben de olabildiğince hızlı bir şekilde otobüsten kendimi atıp, bir lirayla turnikeden geçerek en yakın pisuvara uğrayarak içinde bulunduğum sıkıntıdan kendimi kurtaracaktım. bu avuntuyla bir süre bekledim. otobüs bir otogara girmek için burnunu çevirince yavaştan hazırlandım ama otobüsün içinde karıncalı bir hoparlör sesi yankılandı: “sayın yolcularımız, otobüsümüz x otogarına girmek üzeredir, lütfen yerlerinizden ayrılmayın. bir yolcu alınıp yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz, geçirdiğimiz rötar yüzünden maalesef ihtiyaç molası verilmeyecektir.” muavin muhtemelen bu sözlere yaklaşık on saniyesini harcadı ama “maalesef ihtiyaç molası verilmeyecektir” kısmı dakikalarca kafamda söylenip durdu. “neyse” dedim, “biraz daha sıkarım kendimi, bir dahakine çok kalmamış olsa gerek”. ama maalesef düşündüğüm gibi gitmedi.

otogardan çıkıp yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik ama nasıl devam ettik, anlatamam. saate göre yarım saat geçti, bana sorsalar en azından bir yarım gün daha devam ettik derdim. daha fazla dayanamayacaktım, bu işe bir son verilmesi gerekliydi. yoksa 93ten beri kusmama rekorum elimden kayıp gidebilirdi. (aslında 97, 93 doğumluyum zaten ama hımymdan ted’e bir selam çakayım dedim.)

sadece bacaklarımı kavrayan emniyet kemerini çıkardım (yeri gelmişken, emniyet kemeri takmayı ihmal etmeyin), sağ dirseğimi dayadığım kolçağı yukarı kaldırıp aşağı indirerek kapalı konuma getirdim, ani hareketlerden kaçınarak ufak adımlarda koltuğumdan sıyrılıp bana sırat köprüsü gibi gelen koridorun taa en ucundan muavinle şoförün bulunduğu alana bakmaya çalıştım. bakın bakamadım, bakmaya çalıştım. hani filmlerde klişe bir sahne vardır ya, yükseklik korkusu olan biri çok yüksek bir yerden baktığında görüntü uzar da uzar, yüksekliği bir anda 2x, 3x şeklinde algılar, ahan da işte o koridor bana tam da öyle geldi. “bu yüzden diğer insanlar arka koltuğu pek tercih etmiyor olabilir” diye düşündüm, koridoru geçebilmek için “yapacak bir şey yok , o yolun sonuna gitmezsen başka yolun sonuna gidebilirsin, 93tenen beri…” diyerek kendime mecal kazandırdım, koltuklara ellerimi dayaya dayaya, ufak adımcıklar ata ata, yeri geldi bazı yolcuların desteğiyle bana birkaç gün gibi gelen kısa bir süre zarfından sonra hedefime ulaştım. insanlar da nasıl bakıyor, tasvir bile edemem. içlerinden “sakat herhalde” ya da “napıyor bu a…” dediklerine yemin edebilirim.

neyse, güç bela vardım hedefime. kendimi olimpiyatlarda kazanamamış ama hiç değilse parkuru tamamlama şerefine ulaşmış bir atlet gibi hissediyordum. ufak ufak eğilerek arkasında durduğumdan haberi olmayıp şoförle hararetli bir şekilde üst komşusunun dedikodusunu yapan muavinin omzuna hafifçe dokundum, muavin arkasını sakince döndü ve sadece gözleriyle “ne istiyorsun?” diye sordu. ben de sanki sesimi yüksek çıkarırsam arkamda bulunan yaklaşık kırk kişinin gözü önünde bir çocuktan ziyade aklı melekeleri yerinde olmayan yirmili yaşlarında bir mahluk gibi görüneceğim korkusuyla kısık sesle şöyle dedim: “affedersiniz, genelde haddim olmaz ama genelden daha fazla sıkıştığım için ne zaman ihtiyaç molası verebileceğimizi öğrenebilir miyim?” muavin daha cevap vermeden aklımdan türlü türlü hem beni hem de mesanemi mutlu edecek cevaplar geçirdim. “hemen önümüzdeki petrol istasyonunda duracağız beyefendi” ya da “birazdan x otogarına” ya da “x dinlenme tesisine gireceğiz beyefendi” ya da “hemen duralım, yol kenarında ihtiyacınızı karşılayın” gibi. şimdiye kadar ya pisuvara, ya tuvalete ya da altıma işemişliğim olan bana şu son cevap bile çok fazla mutluluk kazandırabilirdi. ama zalimlikten payına düşenden fazlasını alan muavin bana “beyefendi, oldukça fazla rötar yaşadığımız için izmir’e kadar yolculuğumuz hiç mola verilmeden devam edecektir” anlamına gelen birkaç anadolu şivesinden sözcük gevelemesiyle benim şartellerimin kontrolünü kaybetmem bir oldu. önce kendimi olabildiğince sakin tutmaya çalışsam da kontrolü elinden düşürdüm, muavinin karşısına hakkettiği derecede korkunç bir canavara dönüştüm. başladım bağırmaya. “ne demek hiç mola yok, insanların molaya ihtiyaç duyabileceğini hiç mi idrak edemiyorsunuz, daha izmir’e varmamıza 3 saatten fazla zaman var. benim daha fazla çişimi içimde tutmaya mecalim falan kalmadı” anlamlarına getirebileceğimiz oldukça küfürlü ve kimseye yakıştıramadığım pis bir söylem ağzımdan uçtuuu gitti. sonra da ekledim: “siz önümüze çıkan ilk istasyonda durdunuz durdunuz, yoksa yemin ediyorum çıkarıp burada işeyecem. 20 yıldan fazladır içinde bulunmadığım bir duruma beni sokamazsınız” dememle muavin bir yumuşadı bir yumuşadı, o an yapılabilse aynı bir pamuk şekeri gibi top top edilip avucunuza alabilirdiniz. (bu yumuşamanın kaynağında insana olan saygıdan çok işini kaybetme korkusu yattığınız biliyorum. ekmeğimizi kazanmak için sizinle hiçbir alakası olmayan bir olay yüzünden benim gibi şerefsizlik yapan bazı insanlara katlanmak, alttan almak zorunda kalabiliyoruz.) “tabi efendim, biz sizin mağdur olmanızı hiç ister miyiz. önümüze çıkan sözleşmemizin olduğu ilk istasyonda durur, yolcuların ihtiyacını karşılamasına izin verebiliriz” dedi.

sakinlemiştim, kısa bir süre içinde mesanemin de sakinleşeceği mesajını alarak en az muavin kadar yumuşamıştım. öncelikle ettiğim kaba sözler için özür dilemiş, muavinden oldukça nahif bir sesle yan koltuğa geçebilmesinin mümkün olup olmadığını sormuştum. bu beden o koridoru bir daha yürüyebilecek dinçlikte değildi. arkaya doğru bakmak bile korkunçtu. sanki arkada yıllardır aç bırakılmış bir canavar var, ben oraya gidersem açlığını benimle giderecekmiş gibi hissediyordum. ya da daha kötüsü…

muavin yan koltuğa geçti, ben de onun yanında oturdum, bekledik petrol istasyonuna varmayı. bekleyiş sürdükçe sürdü, yol üstünde yarım saat içerisinde karşılaşılabilecek her istasyonla karşılaşmış, sanki bize layık değilmiş gibi hepsini pas geçmiştik. bir ara şoför birine yanaşmaya yeltendi, kalbim platonik aşkıyla ummadık bir yolda karşılaşan bir liseli gibi atmaya başladı. sonra da şoför sanki o istasyonu beğenmedi de ona da dumanını koklattıktan sonra otobüsü tekrar yola alıp var gücüyle yoluna devam etti. o platonik liseli çocuğun o kızın aşık olduğu kız olmadığını fark ettiği anda içinde bulunduğu hüzün bendeki hüznün yanında devede kulak. bacaklarımı olabildiğince birbirine yaklaştırdım, biraz daha çaba harcasan iki bacağım tek bacak haline gelecek. artık titremeye başlamıştım, yavaştan muavine dönerek istemeden bir gülümsemeyle “bu firma, hangi petrol firmalarıyla anlaşmalı?” diye sordum. birkaç tane isim saymasıyla benim şartellerin kontrolünü tekrar kaybetmem bir oldu. “be a… ko…larım, sabahtan beridir kaç tane o firmaların önünden geçtik. siz benimle dalga mı geçiyonuz lan, önümüzdeki ilk firmada durmazsanız” diye bağırdım, tekrar “ahan da buraya işerim” kartımı devreye soktum. bu problemin sorumlusu belki muavin değil ama muavine işte tam da böyle durumlara göğüs germesi için de maaş veriliyor. (özür dilerim muavin kardeş, içine düştüğüm durum bana bunları söyletti. normalde melek gibi insanımdır.) “tamam efendim, ilk istasyonda duracağız, söz veriyoruz” diye gevelediler de gevelediler. baktım, taa ufuklarda bir istasyonun tabelası görünüyor. işte o an bir miçonun bağırdığı gibi “kara göründüüüüü” diye bağırasım geldi, ama mutluluktan ağlıyor, bağıramıyorum.

otobüs nazlı nazlı yol kenarına yanaşırken “beş dakika ihtiyaç molası” anonsunu duyduktan sonra dörtlüleri yakıp yolun kenarında durdu. çünkü istasyonla sözleşme yokmuş, girmeleri yasakmış. “beni bağlamaz abi, ben sözleşmeniz olmayan istasyonda da işerim” demek isterdim. hemen ayağa kalktım, madalya almaya hazırlanan bir sporcu gibi ödülümün gelmesini bekledim. kapı açılır açılmaz karaya ilk ben ayak bastım. sanki neil armstrong’un attığı adım, benim attığım adımın yanında hiçbir şey. oysa ki yarım ayak boyunda adımlarla yürüyorum, biraz daha açarsam zihnimde keban barajı’nın kapıları açılıyor. küçük küçük alışveriş mağazasına yürüyorum ama otobüsten sanki bir zombi sürüsü indi de ilerdeki tek canlı belirtisine hücum ediyorlar, bense bacakları olmayıp da kollarımla sürünen zombi gibi geride kalıyorum. lanet olasıca mağazaya çok uzakta durmuşuz, gitdikçe varamıyorum. zor bela hedefime ulaştım.

otomatik kapının önüne geldim. boyum oldukça kısa, kısa boylular iyi bilir otomatik kapılar kendilerini düşük insan sınıfına koyuyor gibi inatla geç açılır. ama bu kapı halime acımış gibi hemen açıldı. birkaç damla göz yaşı da bu yüzden aktı yanaklarıma. girdim içeri, koridorların sonuna yürüyorum ama yürüyorum da yürüyorum. bakmadığım yer yok, üstünde wc yazmayan bir kapı bile yok. küçük adımlarla kasaya kadar ilerledim (bu adımlar her seferinde bir ayağımı öbür ayağımın ancak yarım ayak geçecek kadar) kasiyer hemen müşteri sanıp döndü bana. hiç vakit kaybetmeden tuvaletin yerini sordum. bana sorsalar ki ‘ben seni arkadaş olarak görüyorum’dan daha acı söz varmı, aha bu kasiyerin verdiği cevabı veririm. “beyefendi siz yanlış gelmişsiniz, burası özel bir mağaza, istasyonun mağazası hemen yan dükkan. orada tuvalet var” yemin ediyorum kendimi evladını körolasıca kartallara kaptırmış “boş beşik”teki fatma girik gibi hissediyordum. o benim kadar üzülmüş müdür, tartışılır.

bütün dünyam başıma yıkılmıştı. 93ten beri yapmadığım bir şeyi yapacaktım, hem de ağlaya ağlaya. ufak bir umutla istasyonuz mağazasına ilerlemeye başladım, o anki umudumu bir milyonla çarpsan sonuç yine sıfır çıkardı. çünkü yaklaşık 40 tane zombi kılıklı yolcu otobüsten inmişti ve görünürde kimse yoktu. içerisinde tuvalet barındıran mağazaya ulaşmak için de bir yarım günümü harcadım. muhtemelen az ilerimde gördüğün otomatik kapının kapanmasını engelleyen insan kuyruğunun ucu benim hayallerime varıyordu. ben bunu göre göre içeri aynı ufak adımlarımla girdim, belki baştaki kişiden rica etsem, olmadı fakir bir öğrencinin verebileceği en yüksek rüşveti versem yerini bana verebilir ya da satabilirdi. ilerledikçe ilerledim, kuyruğun başına varmam bihayli zaman aldı. iki tane kuyruk oluşmuştu. birinde ayakta işeyebilecek olanlar, diğerinde de çömelmek zorunda kalanlar. ayakta işeyecek bir sonraki kişi muavindi. şerefsiz muavin. birden sinirlendim, “lan” dedim içimden “madem hepinizin işemesi lazımdı, niye bana destek çıkmadınız, niye daha erken otobüsün durmasını sağlamadınız. şerefsiz şoför mü lan şu?” sonra bir şey dikkatimi çekti. o şey sanki bulutların içinde arkasından ilahi şulelerin aktığı bir kapıydı. üzerinde wc yazıyor, önü de boştu, bomboş. ama wc’nin altında da ufak puntolarla şey yazıyordu:engelli. otobüsteki herkesin bu kadar duyarlı olabileceği kimin aklına gelebilirdi.

o engelli yazısı var ya, beni temsil ediyordu. zaten bu adımlarla ancak bir engelliye benziyordum, herkesin çoktandır beni engelli sandığından da eminim. oraya varamasam ve mesanemi boşaltmasam, birazdan pantolonumdaki kocaman ıslaklıkla bu da tescillenmiş olabilirdi.

küçük adımlarımı olabildiğince hızlandırdım, hızlandım, hızlandım. sonunda vardım kapının önüne. sanki herkes bana “başarabilirsin, sana güveniyoruz” gibi bakıyordu. iki defa vurdum kapıya, normalde üç defa vururum ama üç defa vursam sanki içerden biri “dolu” diye bağıracaktı. baktım ses yok, indirdim kapının kolunu, açtım kapıyı, içeri girerken kafamda ‘queen-we are the champions’ şarkısı çalıyordu, başka da hiçbir ses duyamıyordum. ordaydı, klozet ordaydı lan. o an o klozet bir arap kralının altın klozetinden daha değerliydi gözümde. yanaştım yanına, kaldırdım kapağını, açtım kemerimi, indirdim işememe engel olan her ne varsa. o an şeyim kafasını bana doğru kaldırmış, ağzı olsa bana “teşekkür ederim patron” diyerek ağlayacağını biliyordum. saatlerdir idrar yolunu tıkamak için elinden geleni yapmıştı. artık işi devralma zamanı bana geldiğine göre, onu tebrik ederek azat edebilirdim. o ilk anı, o kapıların açılması ve iltica eden litrelerce idrarın birbirinin üstüne basa basa ilerlemesinin verdiği hazzı hayatım boyunca unutmayacağım. başladım işemeye. onu, bir itfaiyecinin hortumunu kavrar gibi kavradım, bir itfaiyecinin hortumunu zapt edebilmek için uğraştığı gibi uğraştım. geriye doğru düşmemek için ağırlığımı öne doğru verdim. işedikçe işedim. işedikçe işedim. ‘we are the champions’ biterken benim de nakliye işlemim bitmiş, yüzümde dudaklarımın hayatımda oluşturduğu en uzun gülümsemeyle tuvaletten çıktım. içeri girerken gördüğüm iki kuyruk bir de karışık cinsiyetten üçüncü bir kuyruk doğurmuştu. herkes sanki bana alkışlıyormuş gibi bakıyordu, utanmasalardı alkışlayacaklarını da biliyorum.

dışarıya çıkmış, otobüsün önünde yol duvarında oturup üst üste sigaralarımı içiyordum. bizim kabileden ortalama bir dakikada biri otobüsteki yerini alıyor yahut sigaralarını yakmak için benden çakmak dileniyorlardı. beş dakikalık mola yerini kırk beş dakikalık molaya vermiş, o da bittikten sonra otobüs yolculuğuna kaldığı yerden devam etmiştir.

yolculuğun geri kalanına her zamankilere benzer şekilde devam ettik, tek farkla: yolculuk boyunca süren çok güzel bir rahatlama gülümsemesi bir türlü beni rahat bırakmayarak rahatlatıyordu.
devamını gör...

kazıktır efenim. ne ben yemeye doydum ne de onlar atmaya..
devamını gör...

aynı karaktere etki eden genlerin çoğunda tam baskınlık, çekiniklik görülse de bazı durumlarda eksik baskınlık görülür. baskın gen tam olarak etkisini gösteremez. sonuçta ne baskın, ne de çekinik genin etkisi ortaya çıkar. son durum ikisinden de farklıdır.

örneğin: bir tür çiçekte kırmızı ve beyaz çiçek rengi eksik baskın ise, kırmızı ve beyaz çaprazlaması sonucu pembe renkli çiçekler oluşabilir.
bu durum çoğunlukla eş baskınlık ile karıştırılır. aynı örnek üzerinden gidelim. eğer bu çiçekte kırmızı ve beyaz eş baskın olsaydı, çaprazlama sonucu ele edilen yavruların çiçekleri kırmızı-beyaz olurdu diyebiliriz.
başka bir örnek: bir kuş türünde beyaz tüylü erkekler ile siyah tüylü dişiler çaprazlanınca lacivert tüylü yavrular oluşabiliyor. anlıyoruz ki, tüy rengine etki eden bu iki gen eksik baskın. eksik baskınlıkta illa ortası olacak diye bir kural yok. siyah ile beyazdan gri oluşmuyor bu örnekte. ikisinden de farklı bir durum oluşuyor, lacivert. turuncu da olabilirdi.
insanlardan örnek vermek gerekirse: saç şekli. düz saçlı ve kıvırcık saçlı ebeveyn çaprazlamasından dalgalı saçlı çocukların olması gibi.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

sabah erken kalkma sebebimdir. bir tek ben mi seviyorum şu kuşları.
devamını gör...

türk milleti, türklük, türkçülük, türk düşmanları ile alakalı şeyler yazıldığında başlığa damlayıp kinini kusan bir kaç zagros beslemesinin mevcut olduğu ve yazılanlara da 'özgürlük' adı altında göz yumulduğu aşikardır.
bunların bir de siyasal islamcıları mevcut ama şu anın konusu değil.
sanal kimliklerin arkasına saklanıp türklüğün kutsallarına salya akıtmaya çalışan ve bunu marifet sayan bu utanmazlara karşı her zaman ve her yerde mücadelemiz devam edecektir.

başbuğ atatürk'ün de söylediği üzere:


ülkeniz sizindir, türklerindir. bu ülke, tarihte türktü, bugün de türktür ve sonsuza dek türk olarak yaşayacaktır.
devamını gör...

sadece birkaç defa kullandığım ve hem kötü tadı hem de zararları sebebiyle kullanmayı bıraktığım ağız bakım sularının üreticisidir.

aslında en doğrusu bu ağız bakım sularının hiçbirini kullanmamaktır çünkü bu tür suların ağız ve diş sağlığına oldukça zararları vardır. tabii ki bu zararlarının yanında illaki birkaç tane de faydası vardır en azından pratiklik açısından işlerimizi kolaylaştırmaktadır.

önce faydalarına bakalım:

-bu tür ağız bakım suları diş fırçalamaya zamanınız olmadığı anlarda pratik bir kurtarıcıdır.

-diş macununa oranla ağızda daha ferahlatıcı bir his bırakır ve kötü kokuları kısa süreliğine de olsa önler.

- içeriğinde bulunan sorbitol isimli madde hem tatlandırıcı içererek ağızda güzel bir tat bırakır hem de tartar oluşumunu önler.

-içeriğinde bulunan bir diğer madde olan okaliptüs yağı ağızdaki kötü kokuları giderici özelliğe sahiptir.

açıkçası bunlardan başka bir faydasını bulamadım araştırmalarımda, eğer bulursam editlerim.

şimdi de zararlarına bakalım:

-içeriğinde bulunan alkol, ağızdaki mukozanın yıkımını sağlar. ağızdaki ve boğazdaki ph değişikliğine izin verir bu durum da kanser riski oluşturabilir.

-içeriğindeki sorbitol, yutulması halinde ishale neden olur.

-içeriğindeki benzoik asit, astım, burun iltihabı gibi sağlık sorunlarına neden olabilir.

-içeriğindeki sodyum sakarin isimli maddenin kullanımı, hayvanlarda meme kanserine yol açması sebebiyle yasaklanmıştır. kanserojen bir maddedir.

bu tür ürünler bunun gibi nice sorunlara yol açabilmektedir.

ha şimdi diyeceksiniz ki diş macunları sanki çok doğal. evet haklısınız maalesef o da çok doğal değil ama en azından su ile yıkandığında büyük bir çoğunluğu ağızdan uzaklaşıyor ve zarar verme riski azalıyor.

bu ağız bakım suları ise uzun bir süre ağızda kaldığı için diş macunundan daha fazla risk teşkil ediyor.


kaynak.
devamını gör...

bu konunun etikliğiyle ilgili bir şey diyemem ama bu vesileyle daha fecaat bir durumdan bahsedeyim. sevgili yazar bebeğin mahrem yerlerinden bahsediyor. ben 9 yaşında koskaca çocukken eve çağırılan sünnetçi neredeyse tüm sülanenin önünde kesme işlemini tamamladı. yediden yetmişe herkes sansürsüz bir şekilde açık hava sineması tadında izledi bu durumu. ne kadar saçma olduğunu, yanlış olduğunu o yaşımda o koca insanlara bir türlü anlatamadım. şimdi kalkıp onlara desem bebeğin mahremi etik falan kafam güzel muamelesi yaparlar. daha o seviyeye gelemedik.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

hadi helal ettik diyelim, allah kabul eder mi? bunca olay, bunca yanlış, ölüm, geçinme problemi bir kaç helal etme ile geçip gider mi?
devamını gör...

larktwain_123_ tabiki sürekli denk geldim 2 gündür.
devamını gör...

pes 13 te orta sahanın az ilerisinden kaleye yolladığı füzelerle aklımda kalmış orta saha pozisyonunda oynayan alman futbolcu.
devamını gör...

öncelikle iyi, keyifli bol rock'lı bir yayın diliyorum. system of a down* favorim olmak üzere korn, limpbizkit ve linkin park da dinlerdim.
tekrar keyifli olması dileğiyle, iyi yayınlar hanımlar. *
devamını gör...

koyabiliyor musun adını
yokladığında
hissedebiliyor musun

sesleniyor sana
duy beni

inatçı çocuk vazgeç inadından
elini götür
kulağının önüne
vursun parmak uçlarına
kalbinin sesi...
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim