üniversitede ilk tanışılan kişiler
önceden tanışıklığın olan biriyle üniversitenin ilk günü karşılaşmak sayılıyorsa eski kocam.
yine, yeniden bir anıyla karşınızdayım sevgili kafadaşlarım. hazır mıyız?
şimdi efendim, sanki ben, şu lise bitsin bir daha kapısından geçmeyeceğim bu okulun diyerek 4 yıl boyunca gün saymamışım, sanki öss sonuçları açıklandıktan sonra yaz tatilinin bitmesini sabırsızlıkla beklememişim, büyümeye aceleci, üniversiteli olmayı erişilebilecek en havalı makam addetmiş bir insan evladı değilmişimcesine okul 2 ekim 2006 pazartesi günü açılmış olmasına rağmen çarşamba günü okula "teşrif edecek" kadar coolluğu saçma kurgulamış bir insandım ergenken, evvela onu söyleyeyim. burnum beş karış havada, bahçede çömez olduğumu belli etmeyeceğim diye tripten tribe hunharca savrulacak tutum ve davranışlar içerisinde, güneşli bir çarşamba öğleden sonrası banka çöküzlemiş sigara içmekteyken ben, birinin size gözünü dikmiş bakarken yaşadığınız o garip hissiyat vardır ya hani, heh işte onun içimde büyüdüğünü fark ettim. okuduğum kitaptan kafamı kaldırdım, sağa sola bakındım ve göz göze geldik. yani, tamam yakışıklı adamdı. ama açıkçası o esnada odaklandığım "ohooo dakka bir gol bir" g.t kalkmasıydı, itiraf ediyorum. döndüm kitabıma, hiç renk vermediğimi düşünerek, ama nabız hızlandı bir kere. miko durur mu? tekrar baktım o yana asla anlamadığım 3-5 satır daha okuduktan sonra; hala bakıyor. tek başına oturuyor, sigara içiyor ve o da ne, şimdi de gülümsüyor! o esnada, iç sesimin "allahım yarappim yaa" nidasını mı, yoksa yüz kaslarımın bana oynadığı "oha lan ben de mi gülümsüyorum acaba şu an" oyununu mu daha çok dert ettim tam anımsayamıyorum ama ok yaydan çıkmıştı artık yani, orası çok net. elimi ayağımı nereye koyacağımı falan karıştırdım bir süre. 3. sınıf kantin kahvesini banktan yere düşürdüm gibi gibi şeyler. bir daha baktım ki artık gülümsemiyor bildiğin gülüyor herif. sinirlendim tabi bu defa. asla pas vermeyeceğime, o gülümsemeyle kahkaha arasında, pisliğe çok da yakışan gerçek gülücük esnasında karar verdim. dedim bu ilk gün bakışması ile sınırlı kalacak adama son bir kez dikkatli bakayım bakalım neye benziyormuş ve fark ettim ki o anda, tanıyorum ben bir yerden bunu. haa mevzu buymuş. o da beni bir yerden tanıyormuş da bakıyormuş. ohh içim rahatladı diye telkinler telkinler üstüne, kalktım banktan yürümeye başladım buna doğru. o bana bakıyor, ben ona. yürüyorum dimdik. dümdük? aramızda 3-5 mt kaldı, o oturduğu yerde bi' toparlandı, ben yürümeye devam ediyorum, yana döndü, profilden baktım bir daha alıcı gözle, cıks değil. en son en az 6-7 yıl önce paten kaydığım, bizim sitedeki çocuk değil bu. çok benziyor ama değil yani. iş attı, ben de oltaya geldim, şimdi de tanışmaya gidiyorum. vazgeç kızım miko dedim ve hiçbir şey olmamış gibi önünden geçtim gittim yanındaki allahtan boş olan banka oturdum. saçmalığın dik alası. döndü bana baktı ne yapıyorsun der gibi, ben de ona tabi, ya sen o musun diye sordum, hahah o'yum sen de miko'sun dedi, gülüştük, kalktı yanıma geldi.
2 gün sonra sevgili olduk. 7 yıl sonra evlendik. 6 yıl sonra da boşandık. 4 ekim 2006'da açılan çember 18 haziran 2020'de kapandı. büyükmüşse demek.
yine, yeniden bir anıyla karşınızdayım sevgili kafadaşlarım. hazır mıyız?
şimdi efendim, sanki ben, şu lise bitsin bir daha kapısından geçmeyeceğim bu okulun diyerek 4 yıl boyunca gün saymamışım, sanki öss sonuçları açıklandıktan sonra yaz tatilinin bitmesini sabırsızlıkla beklememişim, büyümeye aceleci, üniversiteli olmayı erişilebilecek en havalı makam addetmiş bir insan evladı değilmişimcesine okul 2 ekim 2006 pazartesi günü açılmış olmasına rağmen çarşamba günü okula "teşrif edecek" kadar coolluğu saçma kurgulamış bir insandım ergenken, evvela onu söyleyeyim. burnum beş karış havada, bahçede çömez olduğumu belli etmeyeceğim diye tripten tribe hunharca savrulacak tutum ve davranışlar içerisinde, güneşli bir çarşamba öğleden sonrası banka çöküzlemiş sigara içmekteyken ben, birinin size gözünü dikmiş bakarken yaşadığınız o garip hissiyat vardır ya hani, heh işte onun içimde büyüdüğünü fark ettim. okuduğum kitaptan kafamı kaldırdım, sağa sola bakındım ve göz göze geldik. yani, tamam yakışıklı adamdı. ama açıkçası o esnada odaklandığım "ohooo dakka bir gol bir" g.t kalkmasıydı, itiraf ediyorum. döndüm kitabıma, hiç renk vermediğimi düşünerek, ama nabız hızlandı bir kere. miko durur mu? tekrar baktım o yana asla anlamadığım 3-5 satır daha okuduktan sonra; hala bakıyor. tek başına oturuyor, sigara içiyor ve o da ne, şimdi de gülümsüyor! o esnada, iç sesimin "allahım yarappim yaa" nidasını mı, yoksa yüz kaslarımın bana oynadığı "oha lan ben de mi gülümsüyorum acaba şu an" oyununu mu daha çok dert ettim tam anımsayamıyorum ama ok yaydan çıkmıştı artık yani, orası çok net. elimi ayağımı nereye koyacağımı falan karıştırdım bir süre. 3. sınıf kantin kahvesini banktan yere düşürdüm gibi gibi şeyler. bir daha baktım ki artık gülümsemiyor bildiğin gülüyor herif. sinirlendim tabi bu defa. asla pas vermeyeceğime, o gülümsemeyle kahkaha arasında, pisliğe çok da yakışan gerçek gülücük esnasında karar verdim. dedim bu ilk gün bakışması ile sınırlı kalacak adama son bir kez dikkatli bakayım bakalım neye benziyormuş ve fark ettim ki o anda, tanıyorum ben bir yerden bunu. haa mevzu buymuş. o da beni bir yerden tanıyormuş da bakıyormuş. ohh içim rahatladı diye telkinler telkinler üstüne, kalktım banktan yürümeye başladım buna doğru. o bana bakıyor, ben ona. yürüyorum dimdik. dümdük? aramızda 3-5 mt kaldı, o oturduğu yerde bi' toparlandı, ben yürümeye devam ediyorum, yana döndü, profilden baktım bir daha alıcı gözle, cıks değil. en son en az 6-7 yıl önce paten kaydığım, bizim sitedeki çocuk değil bu. çok benziyor ama değil yani. iş attı, ben de oltaya geldim, şimdi de tanışmaya gidiyorum. vazgeç kızım miko dedim ve hiçbir şey olmamış gibi önünden geçtim gittim yanındaki allahtan boş olan banka oturdum. saçmalığın dik alası. döndü bana baktı ne yapıyorsun der gibi, ben de ona tabi, ya sen o musun diye sordum, hahah o'yum sen de miko'sun dedi, gülüştük, kalktı yanıma geldi.
2 gün sonra sevgili olduk. 7 yıl sonra evlendik. 6 yıl sonra da boşandık. 4 ekim 2006'da açılan çember 18 haziran 2020'de kapandı. büyükmüşse demek.
devamını gör...
bok böceği
kendilerine bok böceği dediğimizi duysalar üzülebilecek canlılardır.
devamını gör...
tazmanya kaplanı
20. yüzyılda soyu tükenen hayvan. fakat buna rağmen, o dönemden kalma fotoğrafları günümüze ulaşmıştır. insan böyle soyu tükenen hayvan görünce garip oluyor, fotoğrafını falan. şimdi gelecek nesiller bu hayvanı göremeyecek. e biz de göremiyoruz. ama sonuçta dedelerimiz görmüştür. görmeseler bile, onların devrinde böyle bir hayvan vardı yani. mesela bunu düşününce, dedemi, jurassic parkta yaşamış gibi hayal ettim. ama, durun dostlar. bu hayvanın nesli her ne kadar 1936 yılında tükense bile, bazı insanlar bu hayvanı avustralya'da gördüklerini iddia ediyorlar. ne ilginç. bu arada böyle vakalar yaşanmış zamanında, 30 yıldır neslinin tükendiği sanılan canlı bir anda hop diye çıkıvermiş, "mekanın sahibi geri geldi" diye. yaşanıyor böyle ilginç vakalar. yani şimdi dinazor falan çıkabilir, kendinizi buna hazırlayın derim. dost tavsiyesi. ayrıca bilim adamları bu hayvanı tekrar canlandırmak istiyor diye dedikodular dolaşıyordu bir dönem ortalıkta. yani bilemeyiz, bu hayvan ölmüş mü yoksa ihbarlar doğru mu? ha eğer değilse bile, bilemeyeceğimiz bir şey daha var. o sahte ihbarları yapan kişilerin amaçlarının ne olduğu..*

ve böyle vahşi, haşin bir hayvanın akrabaları sizce kimdir? tilki mi? çakal mı? kurt mu? kanguru mu(kanguruyla birçok benzer yanı var)? kaplan mı? hayır değil.
işte tazmanyanın kralının en yakın akrabaları:


burdan şu sonucu çıkarabiliriz, bence tazmanya kaplanına, akrabalarının bunlar olduğunu söylemişler, o da ölmüş. tabii bu benim teorim. ama bu hayvanın soyunun tükenmesinin asıl sebebi, 19. yüzyılda sömürgecilerin binlerce tazmanya kaplanını öldürmesidir. böylece sayıları çok azalmış, son tazmanya kaplanı da, 1936 yılında hayvanat bahçesinde hayata veda etmiştir.

ve böyle vahşi, haşin bir hayvanın akrabaları sizce kimdir? tilki mi? çakal mı? kurt mu? kanguru mu(kanguruyla birçok benzer yanı var)? kaplan mı? hayır değil.
işte tazmanyanın kralının en yakın akrabaları:


burdan şu sonucu çıkarabiliriz, bence tazmanya kaplanına, akrabalarının bunlar olduğunu söylemişler, o da ölmüş. tabii bu benim teorim. ama bu hayvanın soyunun tükenmesinin asıl sebebi, 19. yüzyılda sömürgecilerin binlerce tazmanya kaplanını öldürmesidir. böylece sayıları çok azalmış, son tazmanya kaplanı da, 1936 yılında hayvanat bahçesinde hayata veda etmiştir.
devamını gör...
bengaripsengüzeldünyaumutlu ile dünyadan uzak
merhabalar sevgili portakallar,
yine, yeni, yeniden aklımda bambaşka bir konsept varken dış minnakların bengaripsengüzeldünyaumutlu'nun hüzne gark eden yayınları isyanına maruz kalarak değiştirdiğim konseptimizi duyurmaya geldim.
yayınlarımızın ciğer bırakmadığını söyleyerek isyan eden canım portakalları kıramadım ve yeni yayınımızın konseptini "neşeli şarkılar" olarak belirledim. "3 haftadır yanan ciğerimizi bir nebze de olsa birlikte söndürelim" diyorsanız sizler de neşeli bir şarkıyı anons ettiğiniz ses kaydınızı yollayabilirsiniz.
konseptimizde müzik türü ve dili önemli olmayıp istediğiniz türde müzik göndermeniz mümkündür; yeter ki neşeli olsun. peki o zaman ne yapıyoruz?
çok basit! neşeli şarkılar konseptinden seçtiğiniz bir şarkıyı anons ederek ses kaydınızı discord ya da mail ile bana ulaştırıyorsunuz. hepsi bu kadar. hala mail ya da discord adresim olmayan yazarımız varsa mesaj attığında seve seve paylaşırım.
ps: kayıt göndermek için son günümüz çarşambadır, daha geç gelen kayıtları akışa koyamamaktayım, sevgiler.
o halde, en az adı kadar neşeli olan afişimiz gelmesin mi?

ps: bu kez ben demeden afişi hazırlayan ve başının etini yeme seanslarımdan beni mahrum bırakan sevgili gomercan'a aşırılı çoklu teşekkürler efendim.
yine, yeni, yeniden aklımda bambaşka bir konsept varken dış minnakların bengaripsengüzeldünyaumutlu'nun hüzne gark eden yayınları isyanına maruz kalarak değiştirdiğim konseptimizi duyurmaya geldim.
yayınlarımızın ciğer bırakmadığını söyleyerek isyan eden canım portakalları kıramadım ve yeni yayınımızın konseptini "neşeli şarkılar" olarak belirledim. "3 haftadır yanan ciğerimizi bir nebze de olsa birlikte söndürelim" diyorsanız sizler de neşeli bir şarkıyı anons ettiğiniz ses kaydınızı yollayabilirsiniz.
konseptimizde müzik türü ve dili önemli olmayıp istediğiniz türde müzik göndermeniz mümkündür; yeter ki neşeli olsun. peki o zaman ne yapıyoruz?
çok basit! neşeli şarkılar konseptinden seçtiğiniz bir şarkıyı anons ederek ses kaydınızı discord ya da mail ile bana ulaştırıyorsunuz. hepsi bu kadar. hala mail ya da discord adresim olmayan yazarımız varsa mesaj attığında seve seve paylaşırım.
ps: kayıt göndermek için son günümüz çarşambadır, daha geç gelen kayıtları akışa koyamamaktayım, sevgiler.
o halde, en az adı kadar neşeli olan afişimiz gelmesin mi?

ps: bu kez ben demeden afişi hazırlayan ve başının etini yeme seanslarımdan beni mahrum bırakan sevgili gomercan'a aşırılı çoklu teşekkürler efendim.
devamını gör...
bilinmeyene olan korku
shakespeare hamletteki 'olmak ya da olmamak' tiradında, bu duruma şöyle değinir;
bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
kim ister bütün bunlara katlanmak
ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
o kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
ürkütmese yüreğini?
bilmediğimiz belalara atılmaktansa
çektiklerine razı etmese insanları?
bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
yürekten gelenin doğal rengini.
ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
yollarını değiştirip bu yüzden
bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
kim ister bütün bunlara katlanmak
ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
o kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
ürkütmese yüreğini?
bilmediğimiz belalara atılmaktansa
çektiklerine razı etmese insanları?
bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
yürekten gelenin doğal rengini.
ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
yollarını değiştirip bu yüzden
bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
devamını gör...
pala bıyıklı kuş
bir diğer adı ınca tern olarak bilinen komik görünümlü bir kuş türü. muhteşem görünümlü bıyıklı olan bu deniz kuşlarının yuvaları, şili ve peru sahillerindeki kayalık oyuklarda bulunmaktadır. bu kuş türü küçük balıkları yiyerek beslenirler. çıkardıkları ses kedi miyavlamasına benzer.
kaynak

devamını gör...
küfür etkisi yaratan ama küfür olmayan sözler
küfür
devamını gör...
anneler günü
üniversiteye kadar benim de sosyal mecralara fotoğraflar yükleyerek, anneme slaytlar hazırlayarak kutladığım bir gündü. hiç "acaba birinin canını acıtır mıyım, üzer miyim?" diye düşünmemiştim.
peki üniversitede ne değişti?
3. sınıfta topluma hizmet uygulamaları isimli bir dersimiz vardı. bu ders kapsamında çocuk esirgeme kurumuna staja gitmemiz gerekiyordu. buraya kadar her şey iyi güzel; "zaten çocukları da severim, onlarla vakit geçirir karşılıklı mutlu oluruz" diye düşünüyordum.
ama öyle olmuyormuş.
daha kapıdan girer girmez küçüklü büyüklü onlarca çocuk gözlerinizin içine öyle bir sevgi açlığı ile bakıyorlar ki kalbinizin sıkıştığınızı içeride bir yerlerin cayır cayır yandığını hissediyorsunuz. odaya adımınızı atar atmaz sanki sizin gelmenizi bekliyorlarmış gibi elinizi tutup bacaklarınıza sarılıyorlar ve hepsinin dilinde tek bir kelime var "anne". onlar için onlara sevgi gösteren, elini tutan, başını okşayan herkes anne.
kurumda çalışan görevliler çocuklarla çok bağ kurmamamızı, bunun hem bizi hem onları olumsuz etkilediğini ve sonrasında her iki tarafında üzüldüğünü söylediler. tecrübeliydiler ve haklılardı. stajdan çıktığım her gün o çocukları orada bırakmamın ağırlığı tonlarca bir ağırlık gibi bindi omuzlarıma. hani böyle derin bir nefes alıp rahatlamak istersiniz de alamazsınız ya staj sonrasında alamadım o derin nefesi, kaldı içimde.
o staj günlerinden sonra hiçbir anneler gününü sosyal mecraları geçtim, annemden başka bir üçüncü şahsın duyup görebileceği bir yerde kutlamadım. çok büyük konuşmak istemiyorum ama kutlamam da sanırım.
son olarak yetimhaneden bir anne fotoğrafı bırakıp tanımı bitireyim.
peki üniversitede ne değişti?
3. sınıfta topluma hizmet uygulamaları isimli bir dersimiz vardı. bu ders kapsamında çocuk esirgeme kurumuna staja gitmemiz gerekiyordu. buraya kadar her şey iyi güzel; "zaten çocukları da severim, onlarla vakit geçirir karşılıklı mutlu oluruz" diye düşünüyordum.
ama öyle olmuyormuş.
daha kapıdan girer girmez küçüklü büyüklü onlarca çocuk gözlerinizin içine öyle bir sevgi açlığı ile bakıyorlar ki kalbinizin sıkıştığınızı içeride bir yerlerin cayır cayır yandığını hissediyorsunuz. odaya adımınızı atar atmaz sanki sizin gelmenizi bekliyorlarmış gibi elinizi tutup bacaklarınıza sarılıyorlar ve hepsinin dilinde tek bir kelime var "anne". onlar için onlara sevgi gösteren, elini tutan, başını okşayan herkes anne.
kurumda çalışan görevliler çocuklarla çok bağ kurmamamızı, bunun hem bizi hem onları olumsuz etkilediğini ve sonrasında her iki tarafında üzüldüğünü söylediler. tecrübeliydiler ve haklılardı. stajdan çıktığım her gün o çocukları orada bırakmamın ağırlığı tonlarca bir ağırlık gibi bindi omuzlarıma. hani böyle derin bir nefes alıp rahatlamak istersiniz de alamazsınız ya staj sonrasında alamadım o derin nefesi, kaldı içimde.
o staj günlerinden sonra hiçbir anneler gününü sosyal mecraları geçtim, annemden başka bir üçüncü şahsın duyup görebileceği bir yerde kutlamadım. çok büyük konuşmak istemiyorum ama kutlamam da sanırım.
son olarak yetimhaneden bir anne fotoğrafı bırakıp tanımı bitireyim.

devamını gör...
kalıplaşmış öğretmen cümleleri
kalıplaşmış anne cümleleri ve kalıplaşmış baba cümlelerinden sonra herkesin bildiği kalıplaşmış öğretmen cümlelerini toplayabileceğimiz bir başlık olsun istedim.
ilkini şuraya bırakayım;
ben gülüyor muyum
ilkini şuraya bırakayım;
ben gülüyor muyum

devamını gör...
villa alırken dikkat edilmesi gereken hususlar
içinde merdiven olmasın aşağı yukarı yaşanmıyor. ya da üst kat atıl olsun.
bahçesi köpek yaşayacak kadar, sebze ekilecek kadar, salıncak koyulacak kadar, iki araba sığacak kadar olsun. mutfağın tezgahının önünde pencere olsun ve bahçeye baksın. en az iki tuvalet olsun. içinde soba olsun. şimdilik bunlar geldi aklıma. geldikçe eklerim.
bahçesi köpek yaşayacak kadar, sebze ekilecek kadar, salıncak koyulacak kadar, iki araba sığacak kadar olsun. mutfağın tezgahının önünde pencere olsun ve bahçeye baksın. en az iki tuvalet olsun. içinde soba olsun. şimdilik bunlar geldi aklıma. geldikçe eklerim.
devamını gör...
mahlassızım
sözlüğün kalitesini arttıran, her tanımıyla bilgi veren favori sözlük yazarım, iyi ki var.
ayrıca beğeniler konusunda da gönlü bol olduğundan arada bildirimleri şenlendirip minik minik gülümsetir.
ayrıca beğeniler konusunda da gönlü bol olduğundan arada bildirimleri şenlendirip minik minik gülümsetir.
devamını gör...
viyana
1913 yılında tarihe yön verecek olan beş adamın aynı anda yaşadığı şehirdir. aynı anda viyana' da bulundukları için acaba bir şekilde karşılaştılar mı, insan merak ediyor.
önce en masumundan bahsedeyim:
sigmund freud, avusturyalı, psikanalizmin kurucusu.
josip broz tito : hırvat asıllı yugoslav mareşal. ikinci dünya savaşında ülkesini işgal eden hitler ile mücadele etmiş, savaş sonunda yugoslavya devlet başkanı olmuş, ancak bu seferde ikinci dünya savaşında müttefiki olan josef stalin ile kanlı bıçaklı olmuş marksist-leninist görüşlere sahip devlet adamı.
lev troçki : lenin, joseph stalin ve troçki ekim devrimi sırasında ayrılmaz üçlüdür. lenin ölüp stalin iktidara gelince troçki yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, ve meksika'da stalinin emri ile suikast sonucu öldürtülmüştür.
josef stalin : polonya' da sürgünken viyana' ya sonradan kanlı bıçaklı olacağı troçki' nin yanına gelmiştir. bir süre viyana' da birlikte yaşamışlar.
ve adolf hitler. aslen avusturya doğumlu olan, viyana' ya ressam olma rüyaları ile gelen ama açlıktan evsizler yurdunda kalan diktatör.
görüldüğü üzere hitler, stalin, troçki ve tito ileride hep birbirleri ile kanlı bıçaklı olacaklar.
keşke yukarıda saydığım beşinci kişi olan sigmund freud bunları kanepeye yatırıp çocukluklarına inseymiş.
önce en masumundan bahsedeyim:
sigmund freud, avusturyalı, psikanalizmin kurucusu.
josip broz tito : hırvat asıllı yugoslav mareşal. ikinci dünya savaşında ülkesini işgal eden hitler ile mücadele etmiş, savaş sonunda yugoslavya devlet başkanı olmuş, ancak bu seferde ikinci dünya savaşında müttefiki olan josef stalin ile kanlı bıçaklı olmuş marksist-leninist görüşlere sahip devlet adamı.
lev troçki : lenin, joseph stalin ve troçki ekim devrimi sırasında ayrılmaz üçlüdür. lenin ölüp stalin iktidara gelince troçki yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, ve meksika'da stalinin emri ile suikast sonucu öldürtülmüştür.
josef stalin : polonya' da sürgünken viyana' ya sonradan kanlı bıçaklı olacağı troçki' nin yanına gelmiştir. bir süre viyana' da birlikte yaşamışlar.
ve adolf hitler. aslen avusturya doğumlu olan, viyana' ya ressam olma rüyaları ile gelen ama açlıktan evsizler yurdunda kalan diktatör.
görüldüğü üzere hitler, stalin, troçki ve tito ileride hep birbirleri ile kanlı bıçaklı olacaklar.
keşke yukarıda saydığım beşinci kişi olan sigmund freud bunları kanepeye yatırıp çocukluklarına inseymiş.
devamını gör...
celebrant
adını her gördüğümde cebelitarık diye okuduğum yazar.
devamını gör...
20 yıl sonra eski arkadaşınıza rastlamak
samimi değilseniz konuşacaklarınız iki kelimeyi geçmez.medeni durum,çocuk hatır sorulur sadece.eski sohbetler mazide kalmıştır.
devamını gör...
mortaks: yazının dört mevsimi
bir evrenin iki yarısı: güneş ve ay
güneş ve ay hakkında geçmişten beri birçok düşünce ortaya atılmıştır. kimileri onları sürekli birbirlerini kovalayan, ezeli iki düşman kimileri de birbirlerine tutkun iki aşık olarak tasvir etmiştir. benim zihnimdeki hikayede de onlar iki aşık. asla kavuşamayan, hep bir arada olabilmek için çırpınan ama birbirlerinden de bir o kadar uzakta olan iki aşık... iki farklı hayata sahip olan. işte onların hikayesi de böyle başladı:
aşıklardan birisi olan güneş, günü açardı. tüm parlaklığıyla herkesin gözünü kamaştırırdı. gören herkes birkaç saniyeden daha fazla bakamazdı bu aşığa. güneşin tüm parlaklığı aşkında gelirdi. o'nun içindi hepsi. gün güzelse o'nun içindi. hava güzelse o'nun eseriydi. aşkından mest olmuş bir şekilde, yaptığı her şey aşkı içindi. kimi zaman özlemin buruk acısıyla kavururdu çölleri. kimi zaman da kışın dışarıda üşüyen yürekleri ısıtırdı kendi yüreğinin sıcaklığıyla. ona göre sevgisinin göstergesiydi ışığı. çünkü aşkı olmasaydı o ışığın bir anlamı da olmazdı. o hiç var olmamış olsaydı o zaman kendi varlığının ne önemi kalırdı ki? kendi mevcudiyeti aşkının varlığına bağlıydı...
diğer aşık ay ise gece gelirdi. karanlığı severdi. gecenin ortasında mağrur ve gururlu duruşuyla herkesi kendine hayran bırakırdı. aşkı ne kadar enerji doluysa o, o kadar sakin bir yapıya sahipti. içindeki fırtınaları sevdiğinden başka kimseye göstermezdi. nitekim ondan başka kimse de görmezdi yüreğindeki yangınları. belki de ona bu kadar bağlı olmasının sebebi buydu. onu bir tek sevdiği anlardı. bir tek onun sözleri değerliydi. çünkü her zaman söylenecek doğru kelimeleri hiç zorluk çekmeden bulurdu. kalbinde kendine bile söylemediği kelimeleri ne güzel de bir araya getirirdi. adeta 'iç sesinin dış sesi'ydi. bu evrende onun karanlığını aydınlatabilecek bir tek o vardı.
bu iki aşık çok farklı olmalarına rağmen birbirlerine o farklılıklar kadar bağlıydılar. hani "gün ve gece kadar ayrı olmak" tabiri vardır ya, bizim aşıklar bu tabire hiç anlam veremezlerdi. farklı olduklarını inkar ettikleri yoktu ama aşkın ve sevginin, ne kadar ayrı olurlarsa olsunlar birleştiremeyeceği kimse olmadığının en güzel kanıtıydılar. buna rağmen insanlar sevdikleri kişide kendilerinden farklı bir taraf görünce hemen karalar bağlarlardı. bunu gören güneş ve ay insanların sevinmesi gereken yerde neden üzüldüklerini de anlamazlardı. çünkü onlar birbirleri sayesinde hayata başka bir pencereden bakabilmeyi öğrenmişlerdi. mesela güneş aslında karanlıktan korkardı. ta ki zifiri karanlık bir gecede ay onun elinden tutana kadar. o karanlığın içinde ikisi yürürken güneş ilk defa kendini böyle bir anda çok güvende hissettiğini fark etti. karanlığın barındırdığı o belirsizlik onu korkutmuyordu artık. aksine canından çok sevdiği ay ile beraber o karanlığa adım atmak, orayı keşfe çıkmak ve aşklarıyla aydınlatmak istiyordu.
ay ise her zaman o karanlıkta yaşamıştı. ruhu geceye aitti. aydınlık yerlerde duramaz hemen gölgeye kaçardı. fakat güneşin elini tutunca ışığın o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başladı. hatta alışabilirdi de aydınlığa. sevebilirdi bile... yanında sevdiği olduktan sonra geceyi aydınlatmak bir başka güzeldi neticede.
tabii bizim aşıkların yan yana gelebildikleri zamanlar çok azdı. özlem ve hasret onların hep yanındaydı. en iyi dostlarıydı hatta. az görüşebilmelerinden dolayı ikisinin de tek isteği birlikte olabilmekti. fakat yılda yalnızca birkaç kez bir araya gelebiliyorlardı.
insanlar buna güneş tutulması diyordu ve çok az kavuşabilen bu iki aşığın beraberlikleri herkesin gözlerini kamaştırıyordu.
onlar içinse bu anlar kalp tutulmasıydı. çünkü birbirlerine yavaş yavaş yaklaşırlarken kalplerinin son derece olan hızı bir anda, karşı karşıya olduklarında, dururdu. o an insanlar o karşılaşmayla mest olmuşken, onlar bu özel anın tadını çıkarırlardı.
güneş uzun uzun bakardı sevdiğine. ay da ona karşılık verirdi. gözlerini ayıramazlardı. o kısa anların bir saniyesini bile ziyan etmek istemezlerdi. zira ikisi içinde sevdiğine bakamadığı her saniye ziyan olmuş zamandı. o an konuşmayı unuturlardı. sadece birbirlerine bakarlar ve o anın tadını çıkarırlardı. ışıl ışıl olan bakışları sevinçlerini anlatmaya yetmezdi.
o kısa anlarda konuşacak pek vakit bulamadıklarından daha sonra okumak üzere birbirlerine yazdıkları mektupları verirlerdi. hatta bu yüzdendi göğün bazen renk değiştirmesi. ikisi de mektupları okurlarken kâh güler kâh ağlarlardı. göğün rengi değişirdi onların ruh haline göre. bazen bulutlanırdı hava, güneş yüzünü göstermek istemezdi. bazen ay hiç gelmezdi, hatta bütün ışığını yitirirdi. bazen de hava o kadar güzel olurdu ki güneş doğaya ve canlılara hayat verirdi. ay ise en güzel gülümsemesini o gecelere saklardı.
hep özlerlerdi birbirlerini hep uzaklardı... ve bu uzaklık onları asıl yakınlaştıran şeydi. hallerinde memnundular. özlem, aşkın en güzel haliydi çünkü. aşkın en güzel ve en saf olan hali... çektikleri tüm acılara ve üzüntülere değerdi onların sevgisi. her ayrıldıklarında da bilirlerdi, her ayrılık bir son değil, aksine her ayrılık yeni bir başlangıçtı onların yüreğinde. kısacası onlar bu evrenin en imkansız aşkına sahiptiler ama aynı zamanda da en imkanlı aşkına...
edit: uzun zamandır yoktum herkese merhabaaa. bu benim 300. gönderim ve özel bir yazı olsun istedim. bu yüzden de sanırım yazdığım hikayeler arasında en sevdiğim hikaye olmaya aday olan hikayeyi yani ay ve güneşin hikayesini benim bakışımdan olabildiğince anlatmaya çalıştım. onlara böyle güzel bir hikaye yazmak çok farklı ve özeldi. umarım sizlerde beğenmişsinizdir. güneş ve ayın birlikteliği benim ilişkime de benzediği için onların hikayesinin bende yeri ayrıdır. tüm benzerlik ve farklılıklarına rağmen sevmekten ve sevilmekten vazgeçmeyen herkese de umut olması dileğiyle...
bir sonraki hikayede görüşmek üzere. o zamana kadar da kendinize çok iyi bakın, aşkla bakın*.
güneş ve ay hakkında geçmişten beri birçok düşünce ortaya atılmıştır. kimileri onları sürekli birbirlerini kovalayan, ezeli iki düşman kimileri de birbirlerine tutkun iki aşık olarak tasvir etmiştir. benim zihnimdeki hikayede de onlar iki aşık. asla kavuşamayan, hep bir arada olabilmek için çırpınan ama birbirlerinden de bir o kadar uzakta olan iki aşık... iki farklı hayata sahip olan. işte onların hikayesi de böyle başladı:
aşıklardan birisi olan güneş, günü açardı. tüm parlaklığıyla herkesin gözünü kamaştırırdı. gören herkes birkaç saniyeden daha fazla bakamazdı bu aşığa. güneşin tüm parlaklığı aşkında gelirdi. o'nun içindi hepsi. gün güzelse o'nun içindi. hava güzelse o'nun eseriydi. aşkından mest olmuş bir şekilde, yaptığı her şey aşkı içindi. kimi zaman özlemin buruk acısıyla kavururdu çölleri. kimi zaman da kışın dışarıda üşüyen yürekleri ısıtırdı kendi yüreğinin sıcaklığıyla. ona göre sevgisinin göstergesiydi ışığı. çünkü aşkı olmasaydı o ışığın bir anlamı da olmazdı. o hiç var olmamış olsaydı o zaman kendi varlığının ne önemi kalırdı ki? kendi mevcudiyeti aşkının varlığına bağlıydı...
diğer aşık ay ise gece gelirdi. karanlığı severdi. gecenin ortasında mağrur ve gururlu duruşuyla herkesi kendine hayran bırakırdı. aşkı ne kadar enerji doluysa o, o kadar sakin bir yapıya sahipti. içindeki fırtınaları sevdiğinden başka kimseye göstermezdi. nitekim ondan başka kimse de görmezdi yüreğindeki yangınları. belki de ona bu kadar bağlı olmasının sebebi buydu. onu bir tek sevdiği anlardı. bir tek onun sözleri değerliydi. çünkü her zaman söylenecek doğru kelimeleri hiç zorluk çekmeden bulurdu. kalbinde kendine bile söylemediği kelimeleri ne güzel de bir araya getirirdi. adeta 'iç sesinin dış sesi'ydi. bu evrende onun karanlığını aydınlatabilecek bir tek o vardı.
bu iki aşık çok farklı olmalarına rağmen birbirlerine o farklılıklar kadar bağlıydılar. hani "gün ve gece kadar ayrı olmak" tabiri vardır ya, bizim aşıklar bu tabire hiç anlam veremezlerdi. farklı olduklarını inkar ettikleri yoktu ama aşkın ve sevginin, ne kadar ayrı olurlarsa olsunlar birleştiremeyeceği kimse olmadığının en güzel kanıtıydılar. buna rağmen insanlar sevdikleri kişide kendilerinden farklı bir taraf görünce hemen karalar bağlarlardı. bunu gören güneş ve ay insanların sevinmesi gereken yerde neden üzüldüklerini de anlamazlardı. çünkü onlar birbirleri sayesinde hayata başka bir pencereden bakabilmeyi öğrenmişlerdi. mesela güneş aslında karanlıktan korkardı. ta ki zifiri karanlık bir gecede ay onun elinden tutana kadar. o karanlığın içinde ikisi yürürken güneş ilk defa kendini böyle bir anda çok güvende hissettiğini fark etti. karanlığın barındırdığı o belirsizlik onu korkutmuyordu artık. aksine canından çok sevdiği ay ile beraber o karanlığa adım atmak, orayı keşfe çıkmak ve aşklarıyla aydınlatmak istiyordu.
ay ise her zaman o karanlıkta yaşamıştı. ruhu geceye aitti. aydınlık yerlerde duramaz hemen gölgeye kaçardı. fakat güneşin elini tutunca ışığın o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başladı. hatta alışabilirdi de aydınlığa. sevebilirdi bile... yanında sevdiği olduktan sonra geceyi aydınlatmak bir başka güzeldi neticede.
tabii bizim aşıkların yan yana gelebildikleri zamanlar çok azdı. özlem ve hasret onların hep yanındaydı. en iyi dostlarıydı hatta. az görüşebilmelerinden dolayı ikisinin de tek isteği birlikte olabilmekti. fakat yılda yalnızca birkaç kez bir araya gelebiliyorlardı.
insanlar buna güneş tutulması diyordu ve çok az kavuşabilen bu iki aşığın beraberlikleri herkesin gözlerini kamaştırıyordu.
onlar içinse bu anlar kalp tutulmasıydı. çünkü birbirlerine yavaş yavaş yaklaşırlarken kalplerinin son derece olan hızı bir anda, karşı karşıya olduklarında, dururdu. o an insanlar o karşılaşmayla mest olmuşken, onlar bu özel anın tadını çıkarırlardı.
güneş uzun uzun bakardı sevdiğine. ay da ona karşılık verirdi. gözlerini ayıramazlardı. o kısa anların bir saniyesini bile ziyan etmek istemezlerdi. zira ikisi içinde sevdiğine bakamadığı her saniye ziyan olmuş zamandı. o an konuşmayı unuturlardı. sadece birbirlerine bakarlar ve o anın tadını çıkarırlardı. ışıl ışıl olan bakışları sevinçlerini anlatmaya yetmezdi.
o kısa anlarda konuşacak pek vakit bulamadıklarından daha sonra okumak üzere birbirlerine yazdıkları mektupları verirlerdi. hatta bu yüzdendi göğün bazen renk değiştirmesi. ikisi de mektupları okurlarken kâh güler kâh ağlarlardı. göğün rengi değişirdi onların ruh haline göre. bazen bulutlanırdı hava, güneş yüzünü göstermek istemezdi. bazen ay hiç gelmezdi, hatta bütün ışığını yitirirdi. bazen de hava o kadar güzel olurdu ki güneş doğaya ve canlılara hayat verirdi. ay ise en güzel gülümsemesini o gecelere saklardı.
hep özlerlerdi birbirlerini hep uzaklardı... ve bu uzaklık onları asıl yakınlaştıran şeydi. hallerinde memnundular. özlem, aşkın en güzel haliydi çünkü. aşkın en güzel ve en saf olan hali... çektikleri tüm acılara ve üzüntülere değerdi onların sevgisi. her ayrıldıklarında da bilirlerdi, her ayrılık bir son değil, aksine her ayrılık yeni bir başlangıçtı onların yüreğinde. kısacası onlar bu evrenin en imkansız aşkına sahiptiler ama aynı zamanda da en imkanlı aşkına...
edit: uzun zamandır yoktum herkese merhabaaa. bu benim 300. gönderim ve özel bir yazı olsun istedim. bu yüzden de sanırım yazdığım hikayeler arasında en sevdiğim hikaye olmaya aday olan hikayeyi yani ay ve güneşin hikayesini benim bakışımdan olabildiğince anlatmaya çalıştım. onlara böyle güzel bir hikaye yazmak çok farklı ve özeldi. umarım sizlerde beğenmişsinizdir. güneş ve ayın birlikteliği benim ilişkime de benzediği için onların hikayesinin bende yeri ayrıdır. tüm benzerlik ve farklılıklarına rağmen sevmekten ve sevilmekten vazgeçmeyen herkese de umut olması dileğiyle...
bir sonraki hikayede görüşmek üzere. o zamana kadar da kendinize çok iyi bakın, aşkla bakın*.
devamını gör...