161.
pazartesi sendromu aslında istemeden yapmak zorunda kalınan işlerin başlaması nedeniyle derinden duyulacak korku hissidir. insan genel olarak tembellik yapmaya çok istekli bir yapıda dizayn edilmiştir. kaytarmak asıl, çalışmak istisna oluşturur. bu yüzden her çalışılmayan gün ya da günlerden sonra gelen iş/okul günü bu korkunun yaşanacağı gündür. giderilmesi zordur, mutlaka katlanılacaktır. ne demiş atalar? "korkunun ecele faydası yoktur".
devamını gör...
162.
163.
çok kötü bir sendromdur. hatta pazar gününde kendini hissettirmeye başlamasından dolayı cumartesi hiç geçsin istemem.
devamını gör...
164.
işsiz bir pislik olmamadan ötürü özlediğim sendrom.
devamını gör...
165.
aşalı çok oldu ya, pazartesi sendromu bllmem ne sendromu, gerçekten kafaya hiç takılmayacak şeyler. olay zaten pazarteside değil, iş gününün ilk günü olmasından. salı olsa salı sendromu denirdi. boş boş şeyler.
devamını gör...
166.
on dokuz senelik çalışma hayatımda bir türlü alışamadığım sendrom. göğsü sıkıştıran.
devamını gör...
167.
pazartesi bendromu.
devamını gör...
168.
169.
170.
biten tatilin ardından daha şimdiden başlayan iç sıkıntısı
devamını gör...
171.
(bkz: abv)
devamını gör...
172.
yorucu bir haftanın sonunda, akreple yelkovanın adeta oldukları yere çivilendiği, zamanın geçmek bilmediği, mesainin o son vakitlerinde tüm yapmak istediğiniz hiçbir şeydir… evet, hiçbir şey. buna literatürde devlet memuru ironisi denir. çünkü esasen, mesainin son anlarında, hiçbir çalışan gerçekten de bir şeylerle meşgul olmaz, tabii ki hiçbir şey yapmamayı kapsayan hafta sonu planlarının dışında... yani aslında, tam da hiçbir şey yapmadığınız o anlarda istediğiniz şey, hiçbir şey yapmamanın yanında, bunu evinizde sıcak yatağınızda gerçekleştirmektir… yasalar yazmaz, bu da devlet memuru ironisinin ikinci bendidir, çünkü sıcak bir yatağınız varken, bir memur olmanız çoğu zaman içinde kuvvetli bir çelişki taşır…
neyse ki böyle düşüncelere dalarsanız, akreple yelkovan size çaktırmadan ilerler ve özlemini duyduğunuz hafta sonuna ulaşırsınız, ben de ulaştım. tek yapmak istediğim eve gidip birkaç yorgan yardımıyla sıcak olabilen yatağıma uzanmak ve hafta sonu denilen süre boyunca da orada kalmaktı. tam da çıkış kapısından durağa giderken, kendisini çok iyi bir şekilde gizlemiş(buna yemin edebilirim) bir karpuz kabuğuna bastım. –bence de bu bir muz kabuğu olsaydı her şey çok daha mantıklı olurdu, özellikle içinde bulunduğumuz mevsimi düşündüğümüzde, ama orada bir karpuz kabuğu vardı ve tekrar söylüyorum çok iyi gizlenmişti- bir an durağın kırık camına çarpacağımı sandım. ama uzay-zaman sürekliliğinin bozulduğu o bilindik anlardan birisiydi ve kırık durak camında paralel evrenlere açılan bir çeşit boyutlar arası kapı oluşmuştu. tüm o boyut yolcuğu sırasınca -ki bunun ne kadar sürdüğü hakkında en ufak bir fikrim bile yok- tek düşündüğüm, bu boyut yolculuğunun da nereden çıktığıydı. zaten işten çıkıp eve gitmem bile büyük bir sorunken, hiç de planlarımda olmayan bu boyutlar arası yolculuk yüzünden tüm hafta sonum gidecekti ve benim hafta sonu için hiçbir şey yapmama gibi çok daha iyi planlarım vardı… sonunda yolculuk bitti… geldiğim yer, nasıl söylesem, yolculuğa başladığım yerden çok farklı durmuyordu, sadece durakta, kimse yoktu… saatime baktım- ki bu çok saçma bir hareketti- hayır, hayır, mesai çıkış saatiydi ve durak bomboştu… o an boyutlar arası yolculuk gerçekleştirdiğime emin oldum ya da daha mantıklı bir açıklama bulmak gerekirse saatim bozulmuştu. durağın boşluğunu bunlardan başka ne açıklayabilirdi ki? az ilerdeki bir dükkâna girdim, gördüğüm manzara şaşırtıcıydı. tam karşımda benim hafta sonu hayallerimi yaşayan bir adam vardı, dükkânın içine yerleştirdiği yatağa yatmış yorganı boynuna kadar çekmiş ve hiçbir şey yapmıyordu. geldiğimi duyunca “ne istiyorsan al, parayı da tezgâha bırak” dedi ve yorganı başının üstüne çekti. “af edersiniz, bir şey almayacağım ben, sadece burası neresi? onu soracaktım” dedim. yorganı başından çekti, “bu ne saçma soru, kocaman yazdım ya dışarıya çocuk dünya bakkaliyesi” “anlamadım” dedim, anlamamıştım çünkü… sonra şoku atlattım “hayır, yani genel olarak burası neresi” dedim. adam bana ters ters baktı, burası genel olarak da çocuk dünya bakkaliyesi” dedi ve yorganı başına tekrar çekti. oradan çıkmam gerektiğini anladım ve bu sefer bunun dışında hiçbir şeyi gerçekten anlamadım. neyse ki çıkınca onunla karşılaştım, çocuk dünyanın rehberi… yani kendisini öyle tanıttı bana… altı yedi yaşlarında, yeşil gözlü, uzun altın saçlı şirin mi şirin bir kız çocuğu yüzünde kocaman bir gülümsemeyle “merhaba” dedi. “ben çocuk dünyanın rehberiyim, sen galiba, boyut kapısından düştün buraya.”
“bu çok saçma” dedim, tamam az önce ben de sizlere boyutlar arası yolculuk falan dedim ama tabi ki dalga geçiyordum. böyle bir şey mümkün olabilir miydi? “burası çocuk dünya” dedi çocuk… “senin geldiğin yerden biraz farklı, bazen sizin dünyanızdan insanlar geliyorlar… o yüzden beni görevlendirdiler yani rehber olarak, şaşırdığını biliyorum ama çocuk dünyaya alışsan iyi olur…” kısa bir tereddütten sonra ekledi, “gerçi çok kalmayacaksın”. tekrar saatime baktım, “çok kalmasam gerçekten de iyi olur” dedim “çünkü eve gidip yatmam lazım” gülümsedi “siz” dedi “dünyanızda çok fazla çalışıyorsunuz, çocuk dünyada kimse gerektiğinden fazla çalışmaz…” “o halde burada da kalabilirim” dedim. "üzgünüm ama" dedi gülümseyerek "bu pek mümkün değil"
bana ne göstereceğini sordum… eğer gerçekten kimse gerektiğinden fazla çalışmıyorsa, bu rehberlik işinde pek yardımcı olamaması da olasıydı. zaten pek çalışılmayan bir dünyada küçücük bir çocuğa bile iş verilmesi biraz mantık dışıydı, benim geldiğim dünyada bile bu yaştaki çocukların çalıştırılmasına kötü gözle bakılırdı. tabi bunda kirli ve eski kıyafetlerle çalışmalarının ve duygu sömürüsü aracı olarak kullanılmalarının payı yadsınamaz… bu endişelerimi çocuk dünyanın rehberiyle paylaşırken, acaba çocuk dünyanın rehberi bu kadar sevimli olmasa da bu oyuna katılır mıydım diye düşünüyordum… biliyorsunuz ki esasında önümde yatarak geçirmek istediğim bir hafta sonu var ve bu çocuğun hayal gücünü her ne kadar takdir etsem de, bu oyun birazcık benim hiçbir şey yapmayı düşünmediğim zamanlardan çalacaktı. saati sorabileceğim birisini bulsam iyi olur diye düşünüyordum… “endişelerin yersiz” dedi çocuk dünyanın rehberi. “burada zaman sizin dünyanızdan farklı akar…” “daha mı yavaş” diye sordum, “hayır, farklı.” dedi. daha fazla açıklama ihtiyacı duymadı. çünkü bir aptalın bile bu ikisi arasındaki farkı anlayabileceğini düşünüyordu. açıkçası pek anlamamıştım. ama üstelemedim. “yine de acele edelim” dedi “göstermem gereken çok yer var, hiçbir zaman sonunu yetiştiremem.” sonra da koşmaya başladı. tüm haftanın yorgunluğu üzerimdeydi ve değil koşmak yürümek bile istemiyordum. ancak bu dünyada sadece zamanın değil her şeyin biraz daha farklı olduğunu anlıyordum. çünkü tüm isteksizliğime rağmen ayaklarım çoktan harekete geçmişti. gözlerim ise başka bir karpuz kabuğuna basmamak için dört açılmıştı.
çocuk dünyanın rehberi olan kız çocuğu hızla koşuyordu ve ben de yorgun bacaklarımla onu takip ediyordum. sokaklardan geçtikçe çevremdeki görüntülerin bir tuhaflık barındırdığını fark ettim. bu dünyada her şey biraz… nasıl desem, eksikti. binalar pastel renklerle boyanmıştı, ama pencere kenarlarında çiçek yoktu. insanlar mutlu görünüyordu, ama yüzlerinde bir tür boşluk vardı, bir şeyleri eksik yaşıyor gibiydiler.
“buradaki insanlar neden böyle?” diye sordum.
rehberim bana bakıp hafifçe gülümsedi. “biz burada sadece çocukların rüyalarını yaşarız,” dedi. “bu yüzden her şey biraz tamamlanmamış gibi görünür. herkes her şeyi yapar, ama kimse hiçbir şeyi gerçekten bitirmez.”
tam o sırada bir parka vardık. bir ağacın altında toplanmış birkaç kişi gördüm, tüm gün boyunca sadece uzanmışlardı, ne çalışıyorlardı ne de bir hedef peşindeydiler. görünüşe göre burada “iş” kavramı sadece bir efsaneydi. herkes istediği gibi dinleniyordu, ama bu, benim kafamdaki dinlenme fikrinden çok farklıydı; burada sanki amaçsız bir şekilde dinleniliyordu.
"bir şeyler yapmak yok mu burada? ya da herkes boşlukta mı yaşıyor?" diye sordum, garip bir huzursuzluk hissiyle.
“biz burada büyümeyiz,” dedi rehberim. “çocuklar gibi hayal ederiz, ama asla tam anlamıyla bir şeylerin peşine düşmeyiz. çocuk dünya'da kimse pazartesi sendromu yaşamaz çünkü burada bir pazartesi yoktur.”
bir an düşündüm: sürekli çocuk kalmak, hiçbir şey yapmadan, eksik, daima yarım. ilk başta kulağa güzel gibi gelmişti, ama bu dünyada birkaç dakikadan fazla kaldıkça, bu eksikliğin içinde bir yalnızlık hissettim. bu dünyada eksik olan şey, belki de tüm zorluklarıyla birlikte anlam peşinde koşmaktı.
"sanırım," dedim, "geri dönmek istiyorum. belki yoruluyoruz, belki pazartesileri sevmiyoruz, ama en azından bir şeylerin peşindeyiz."
rehber kız sadece gülümsedi. “biliyorum,” dedi. “çoğu yetişkin aynı şeyi söyler. sana yolu göstereceğim.”
beni sokaklardan geçirip tanıdık bir noktaya, o ilk düştüğüm durağa geri götürdü. tam ayrılacakken, yüzüme baktı ve dedi ki, “ama her zaman kendine şunu hatırlat: dünya ağır olabilir, ama eksiksizdir. yine de arada sırada buraya bir bakmaya gelmeyi unutma.”
bir anda gözlerimi açtım ve kendimi o karpuz kabuğuna bastığım yerde buldum. bu sefer, haftasonunun o rehavetinden çıkıp hayatı tam anlamıyla kucaklamaya hazırdım. pazartesi’ye bir yanıtım vardı artık.
neyse ki böyle düşüncelere dalarsanız, akreple yelkovan size çaktırmadan ilerler ve özlemini duyduğunuz hafta sonuna ulaşırsınız, ben de ulaştım. tek yapmak istediğim eve gidip birkaç yorgan yardımıyla sıcak olabilen yatağıma uzanmak ve hafta sonu denilen süre boyunca da orada kalmaktı. tam da çıkış kapısından durağa giderken, kendisini çok iyi bir şekilde gizlemiş(buna yemin edebilirim) bir karpuz kabuğuna bastım. –bence de bu bir muz kabuğu olsaydı her şey çok daha mantıklı olurdu, özellikle içinde bulunduğumuz mevsimi düşündüğümüzde, ama orada bir karpuz kabuğu vardı ve tekrar söylüyorum çok iyi gizlenmişti- bir an durağın kırık camına çarpacağımı sandım. ama uzay-zaman sürekliliğinin bozulduğu o bilindik anlardan birisiydi ve kırık durak camında paralel evrenlere açılan bir çeşit boyutlar arası kapı oluşmuştu. tüm o boyut yolcuğu sırasınca -ki bunun ne kadar sürdüğü hakkında en ufak bir fikrim bile yok- tek düşündüğüm, bu boyut yolculuğunun da nereden çıktığıydı. zaten işten çıkıp eve gitmem bile büyük bir sorunken, hiç de planlarımda olmayan bu boyutlar arası yolculuk yüzünden tüm hafta sonum gidecekti ve benim hafta sonu için hiçbir şey yapmama gibi çok daha iyi planlarım vardı… sonunda yolculuk bitti… geldiğim yer, nasıl söylesem, yolculuğa başladığım yerden çok farklı durmuyordu, sadece durakta, kimse yoktu… saatime baktım- ki bu çok saçma bir hareketti- hayır, hayır, mesai çıkış saatiydi ve durak bomboştu… o an boyutlar arası yolculuk gerçekleştirdiğime emin oldum ya da daha mantıklı bir açıklama bulmak gerekirse saatim bozulmuştu. durağın boşluğunu bunlardan başka ne açıklayabilirdi ki? az ilerdeki bir dükkâna girdim, gördüğüm manzara şaşırtıcıydı. tam karşımda benim hafta sonu hayallerimi yaşayan bir adam vardı, dükkânın içine yerleştirdiği yatağa yatmış yorganı boynuna kadar çekmiş ve hiçbir şey yapmıyordu. geldiğimi duyunca “ne istiyorsan al, parayı da tezgâha bırak” dedi ve yorganı başının üstüne çekti. “af edersiniz, bir şey almayacağım ben, sadece burası neresi? onu soracaktım” dedim. yorganı başından çekti, “bu ne saçma soru, kocaman yazdım ya dışarıya çocuk dünya bakkaliyesi” “anlamadım” dedim, anlamamıştım çünkü… sonra şoku atlattım “hayır, yani genel olarak burası neresi” dedim. adam bana ters ters baktı, burası genel olarak da çocuk dünya bakkaliyesi” dedi ve yorganı başına tekrar çekti. oradan çıkmam gerektiğini anladım ve bu sefer bunun dışında hiçbir şeyi gerçekten anlamadım. neyse ki çıkınca onunla karşılaştım, çocuk dünyanın rehberi… yani kendisini öyle tanıttı bana… altı yedi yaşlarında, yeşil gözlü, uzun altın saçlı şirin mi şirin bir kız çocuğu yüzünde kocaman bir gülümsemeyle “merhaba” dedi. “ben çocuk dünyanın rehberiyim, sen galiba, boyut kapısından düştün buraya.”
“bu çok saçma” dedim, tamam az önce ben de sizlere boyutlar arası yolculuk falan dedim ama tabi ki dalga geçiyordum. böyle bir şey mümkün olabilir miydi? “burası çocuk dünya” dedi çocuk… “senin geldiğin yerden biraz farklı, bazen sizin dünyanızdan insanlar geliyorlar… o yüzden beni görevlendirdiler yani rehber olarak, şaşırdığını biliyorum ama çocuk dünyaya alışsan iyi olur…” kısa bir tereddütten sonra ekledi, “gerçi çok kalmayacaksın”. tekrar saatime baktım, “çok kalmasam gerçekten de iyi olur” dedim “çünkü eve gidip yatmam lazım” gülümsedi “siz” dedi “dünyanızda çok fazla çalışıyorsunuz, çocuk dünyada kimse gerektiğinden fazla çalışmaz…” “o halde burada da kalabilirim” dedim. "üzgünüm ama" dedi gülümseyerek "bu pek mümkün değil"
bana ne göstereceğini sordum… eğer gerçekten kimse gerektiğinden fazla çalışmıyorsa, bu rehberlik işinde pek yardımcı olamaması da olasıydı. zaten pek çalışılmayan bir dünyada küçücük bir çocuğa bile iş verilmesi biraz mantık dışıydı, benim geldiğim dünyada bile bu yaştaki çocukların çalıştırılmasına kötü gözle bakılırdı. tabi bunda kirli ve eski kıyafetlerle çalışmalarının ve duygu sömürüsü aracı olarak kullanılmalarının payı yadsınamaz… bu endişelerimi çocuk dünyanın rehberiyle paylaşırken, acaba çocuk dünyanın rehberi bu kadar sevimli olmasa da bu oyuna katılır mıydım diye düşünüyordum… biliyorsunuz ki esasında önümde yatarak geçirmek istediğim bir hafta sonu var ve bu çocuğun hayal gücünü her ne kadar takdir etsem de, bu oyun birazcık benim hiçbir şey yapmayı düşünmediğim zamanlardan çalacaktı. saati sorabileceğim birisini bulsam iyi olur diye düşünüyordum… “endişelerin yersiz” dedi çocuk dünyanın rehberi. “burada zaman sizin dünyanızdan farklı akar…” “daha mı yavaş” diye sordum, “hayır, farklı.” dedi. daha fazla açıklama ihtiyacı duymadı. çünkü bir aptalın bile bu ikisi arasındaki farkı anlayabileceğini düşünüyordu. açıkçası pek anlamamıştım. ama üstelemedim. “yine de acele edelim” dedi “göstermem gereken çok yer var, hiçbir zaman sonunu yetiştiremem.” sonra da koşmaya başladı. tüm haftanın yorgunluğu üzerimdeydi ve değil koşmak yürümek bile istemiyordum. ancak bu dünyada sadece zamanın değil her şeyin biraz daha farklı olduğunu anlıyordum. çünkü tüm isteksizliğime rağmen ayaklarım çoktan harekete geçmişti. gözlerim ise başka bir karpuz kabuğuna basmamak için dört açılmıştı.
çocuk dünyanın rehberi olan kız çocuğu hızla koşuyordu ve ben de yorgun bacaklarımla onu takip ediyordum. sokaklardan geçtikçe çevremdeki görüntülerin bir tuhaflık barındırdığını fark ettim. bu dünyada her şey biraz… nasıl desem, eksikti. binalar pastel renklerle boyanmıştı, ama pencere kenarlarında çiçek yoktu. insanlar mutlu görünüyordu, ama yüzlerinde bir tür boşluk vardı, bir şeyleri eksik yaşıyor gibiydiler.
“buradaki insanlar neden böyle?” diye sordum.
rehberim bana bakıp hafifçe gülümsedi. “biz burada sadece çocukların rüyalarını yaşarız,” dedi. “bu yüzden her şey biraz tamamlanmamış gibi görünür. herkes her şeyi yapar, ama kimse hiçbir şeyi gerçekten bitirmez.”
tam o sırada bir parka vardık. bir ağacın altında toplanmış birkaç kişi gördüm, tüm gün boyunca sadece uzanmışlardı, ne çalışıyorlardı ne de bir hedef peşindeydiler. görünüşe göre burada “iş” kavramı sadece bir efsaneydi. herkes istediği gibi dinleniyordu, ama bu, benim kafamdaki dinlenme fikrinden çok farklıydı; burada sanki amaçsız bir şekilde dinleniliyordu.
"bir şeyler yapmak yok mu burada? ya da herkes boşlukta mı yaşıyor?" diye sordum, garip bir huzursuzluk hissiyle.
“biz burada büyümeyiz,” dedi rehberim. “çocuklar gibi hayal ederiz, ama asla tam anlamıyla bir şeylerin peşine düşmeyiz. çocuk dünya'da kimse pazartesi sendromu yaşamaz çünkü burada bir pazartesi yoktur.”
bir an düşündüm: sürekli çocuk kalmak, hiçbir şey yapmadan, eksik, daima yarım. ilk başta kulağa güzel gibi gelmişti, ama bu dünyada birkaç dakikadan fazla kaldıkça, bu eksikliğin içinde bir yalnızlık hissettim. bu dünyada eksik olan şey, belki de tüm zorluklarıyla birlikte anlam peşinde koşmaktı.
"sanırım," dedim, "geri dönmek istiyorum. belki yoruluyoruz, belki pazartesileri sevmiyoruz, ama en azından bir şeylerin peşindeyiz."
rehber kız sadece gülümsedi. “biliyorum,” dedi. “çoğu yetişkin aynı şeyi söyler. sana yolu göstereceğim.”
beni sokaklardan geçirip tanıdık bir noktaya, o ilk düştüğüm durağa geri götürdü. tam ayrılacakken, yüzüme baktı ve dedi ki, “ama her zaman kendine şunu hatırlat: dünya ağır olabilir, ama eksiksizdir. yine de arada sırada buraya bir bakmaya gelmeyi unutma.”
bir anda gözlerimi açtım ve kendimi o karpuz kabuğuna bastığım yerde buldum. bu sefer, haftasonunun o rehavetinden çıkıp hayatı tam anlamıyla kucaklamaya hazırdım. pazartesi’ye bir yanıtım vardı artık.
devamını gör...
173.
pazar günleri saat 16:00 dan sonra başlayan ve pazartesi günü sabah saat 10:00 civarına kadar süren, insanın içine bir umutsuzluk ve huzursuzluk hissi veren, iğrenç sendromdur.
tatil zamanlarında bile bu saat aralığında sendromun içindeyimdir. çaresi yoktur. lanet denilen şey bu olabilir…*
tatil zamanlarında bile bu saat aralığında sendromun içindeyimdir. çaresi yoktur. lanet denilen şey bu olabilir…*
devamını gör...
174.
lan bu nası başlık
bugünü pazartesi sandım
pazar pazar hortlatmayın şöyle şeyler.
bugünü pazartesi sandım
pazar pazar hortlatmayın şöyle şeyler.
devamını gör...
175.
ama pazar sabahından başlamışsınız.. bu böyle olmaz ki..
devamını gör...
176.
doğada pazartesi yoktur
ozan akyol
ozan akyol
devamını gör...
177.
geçen hafta güne çarşambadan başlamak iyiydi. pazartesiyi aradan çıkarıp hep çarşambadan mı başlasak ?
devamını gör...
178.
allah'tan meslegim yok. evet.
devamını gör...
179.
sendrom için günlerden pazartesi olmasına gerek yok.
pazartesi sendromu, cumartesiyi pazara bağlayan geceden başlıyor bende.
pazartesi sendromu, cumartesiyi pazara bağlayan geceden başlıyor bende.
devamını gör...
180.
işini severek yapanların asla rahatsız olmadığı bir gündür pazartesi. güle eğlene gidiyorum ben :)
devamını gör...
"pazartesi sendromu" ile benzer başlıklar
pazartesi
74