41.
eren aysan'ın ulus baker için yazdığı yazıyı buraya bırakıyorum.belki okuyan olur , belki bunu okuyunca ulus baker'i okumak isteyen olur
------ alıntı -------
unutulmaz bir buckley şarkısı : ulus baker
on yıl geçmiş aradan. oysa ulus’u düşününce yalnız kalbim değil aklım da parçalanıyor. yıllar sonra karşılaşsak…
ülkenin durumunu sorsam ona. “vahim” derdi, hiç şüphe yok. işte onun bu sözcüğe yaptığı özel vurguyu özledim. ben, bu adamı onun deyişiyle, “el kadar çocukken” tanıdım. bir açık hava gibi yanımdaydı her zaman. eğri gözlükleriyle sabahlara kadar içip dans ederken de, evinin önüne park eden bir cenaze arabasına komşusunun verdiği tepkiyi canlandırırken de, çamaşır ipini pantolonuna düşmesin diye kemer yerine takarken de, bir yandan kitap okuyup bir yandan da hamburger yerken akan sosa aldırmadan çalışmaya devam ederken de, kolaj yapıyorum deyip evinin dört bir yanını gazete kupürleriyle doldururken de, anna ahmatova’yı tartışırken güzel kadınlar üzerine aforizmalar sunarken de, altı ay tek camı olmayan bir gözlükle sokakta dolaşırken de yaşamımın bir yerinde hep ulus vardı. sanırım jeff buckley’i bana o öğretmişti. buckley’in, cohen’in o meşhur hallelujah’ını yorumlarken şarkının en başındaki nefes sesi belki de onun son nefesiydi.
on yıl geçmiş aradan. ortaokul yıllarımda konur sokak’ta bir zamanlar ali balkız’ın “kardelen”in yerinde “üç çiçek” vardı. ulus’u orada alacalı bir hayal gibi hatırlıyorum. daha sonra babam psikiyatri tezine çalışırken yazdıklarını bilgisayara aktaracak bir yardımcı belirdi: ulus. neredeyse altı ay aynı çatı altında yaşadık. çocukluk işte… bir pembe diziye, “hayat ağacı”na dadanmışım o zamanlar. ulus’la birlikte göz ucuyla televizyona bakardık. benim derdim dizinin şimdi pek sıradan gelen aşk öyküsü, onun derdi dizide oynayan sam’ın güzel bacakları. annem ulus’un dağınıklığına mı dayanamadı? yoksa babamın tezinde epeyce yol alındı da ondan mı? aklım ermiyor. bir süre sonra kayboldu bizimki.
çok güzel piyano çalardı. belki de çok az kişi onun daha önce konservatuarın kompozisyon bölümünü kazandığını bilir.
bana geldiğinde piyanonun başına oturup resitaller verirdi.
muhtelif dünya dillerini bilirdi. değişik dillerde ilginç mesajları telefonla gönderme kabiliyetine hiçbir zaman vakıf olamadı!
ulus, disiplinlerarası ilişkinin sınır tanımayanıydı. felsefeden müziğe, sinemadan edebiyata, resimden sosyolojiye, simyadan kimyaya, matematikten psikolojiye uzanan bir bileşkeydi. hislerinin anlamını bulma yolunda ilerlemeciydi. ulus’un “kanaatlerden imajlara duygular sosyolojisine doğru” tezinin çevirmeni sevgili harun abuşoğlu’na da buradan bir selam yollamak gerek. ama en başta da ünal nalbantoğlu’na… ulus’u ünal hoca’sız anmak bir eksiklik duygusu yaratır insanda. biz, hep ünal hoca’nın “patikalar”ından sessizce yürüyenler olalım.
on yıldan fazla zaman geçmiş aradan. sanırım doğum günüm… sıkıcı bir muhabbet dönüyor masada. “bugün bir yaş daha yaşlandım. bari biraz eğlenceli şeylerden konuşalım,” diyorum. muhtemelen bütün kapılar yine spinoza’ya çıkıyor.
en sonunda konuyu kapatmak için, “spinoza ispinozdan mı geliyor ulus?” diye kendi çapımda geyik çevirmeye çalışıyorum. verdiği yanıta karnımı tuta tuta saatlerce gülüyorum: “hayır, ispinoz ibranice kökenli bir kelimedir!”
on yıl geçmiş aradan. belki de daha sonraki yıllarda arkadaşlığımızı perçinleyen aynı mahallenin çocukları olmamızdı.
evet, bir adalıydı. tıpkı benim gibi… biz de giritliyizdir. evet, babası da bir psikiyatristti. tıpkı benim gibi… ama ulus hiçbir zaman babasının “neden?” öldürüldüğünü anlatmadı bana. ben de soramadım. sanki gizli bir alana dalıp onun kalbini incitebileceğimi düşündüm. sakındım bir şeylerden.
evet, annesi bir şairdi: pembe marmara… tıpkı ailemde olduğu gibi… kıbrıs’ın özellikle 40'lı yıllarının önde gelen kadın şairlerinden biriydi o. nihat sami banarlı’nın teşvikiyle türkiye’de de, “yedigün” dergisinde şiirleri yayımlanmıştı. ümit yaşar oğuzcan’la mektup arkadaşlığı süreçte aşka dönüşmüştü. ne yazık ki, o zamanın şartlarında kıbrıs’tan türkiye’ye gitmek büyük bir lükstü. bir erkeğin kalkıp da kıbrıs’a sevdiği kızı görmeye gelmesi ise neredeyse imkânsızdı. ama ferman dinlemeyen yürekler bu aşkı besleyip büyütmüştü. sonunda, posta yoluyla, ümit yaşar’ın bir kitabın içini oyarak yerleştirdiği yüzükle kendi aralarında nişanlanmışlardı. pembe marmara’nın babası vaziyeti öğrendiğinde evde kıyametler koparmış, kızına etmediğini bırakmamıştı. ama gelin görün ki, babasının gözünün nuru kızı yemeden içmeden kesilince çaresiz kalmıştı. mecburen en büyük oğlunu istanbul’a damat adayını görmeye göndermişti. dönüşte ise karar belliydi: imkânsız izdivaç. her şeyden önce pembe’ye göre değildi yeniyetme şair. ümit yaşar, kısa boylu ve kekemeydi!
ne zaman annesiyle ilgili söze başlasam bir süre sonra konuyu kapatırdı. ulus fazlasıyla içli bir adamdı. kaçmak istediği konular konuşulmaya başlayınca başını hafifçe öne eğer, bir süre sonra da toz olurdu.
ulus doksanlı yılların ortasında önemli bir figürdü benim için
hiçbir zaman onun için yazdığım bu dizeleri okuyamadı:
yok’a gazel
“yalnızlık tanrıya değdi değecekti”
şükrü erbaş
evde dolaşan sıkıntılı bir kadın yoktu
uzakla aramızda bir avuç mesafe yoktu
koltukta kedi gibi kıvrılmıştı anlam
üstünü örtecek serin bir gece yoktu
kaç kere kuşkuya adını sordum
içinde duracak istasyon yoktu
gökyüzünde bekliyordu zaman
kendini bölen bir yanı yoktu
rüzgâr eğildi kum tanesine
karbonun elmasa dönüştüğü an yoktu
bir öpüşte ölen devlet, yitirilen atlas
üstünden atların geçmesinden korkan nehir yoktu
her akşam gidip iki tek atmaya niyetli
gittikçe genişleyen mermer masalar yoktu
iğne deliğinden geçen yalnızlığım
beni avutacak yeni bir hayal yoktu
on yıl geçmiş aradan. 2000'li yılların ortasında ankara bozkırında bir grup ateşli genç yan yana gelmiş, ülkemizde pek kıymeti bilinmeyen edebiyat eleştirisi odaklı hakemli bir dergi çıkartmak için toplanmıştık. sanırım altıncı sayımız, “edebi kanon” üzerineydi. ulus’un, “ulusal edebiyat nedir?” yazısı çerçevesinde tartışırken onu aramıştım. son haberleşmemiz oydu. artık çoktan ankara’yı terk etmiş, yaşamının sonlandığı yere taşınmıştı. biz belki de ulus’un etrafındaki koruyucu meleklerdik. tuhaf bir misyon yüklemişti her birimize: ulus’u koruma ve kollama derneği üyesi olmak gibi. şu, o tuhaflıkta orhan’la ( tekinsoy) rakı içmek lazım.
on yıl geçmiş aradan. elimden bir bilye kayıp gitti sanki. türkiye hayattayken farkına varamadığı bir filozofunu yitirdi.
ulus yaşarken bir dehaydı, şimdi efsane oldu.
--------alıntı-----------
------ alıntı -------
unutulmaz bir buckley şarkısı : ulus baker
on yıl geçmiş aradan. oysa ulus’u düşününce yalnız kalbim değil aklım da parçalanıyor. yıllar sonra karşılaşsak…
ülkenin durumunu sorsam ona. “vahim” derdi, hiç şüphe yok. işte onun bu sözcüğe yaptığı özel vurguyu özledim. ben, bu adamı onun deyişiyle, “el kadar çocukken” tanıdım. bir açık hava gibi yanımdaydı her zaman. eğri gözlükleriyle sabahlara kadar içip dans ederken de, evinin önüne park eden bir cenaze arabasına komşusunun verdiği tepkiyi canlandırırken de, çamaşır ipini pantolonuna düşmesin diye kemer yerine takarken de, bir yandan kitap okuyup bir yandan da hamburger yerken akan sosa aldırmadan çalışmaya devam ederken de, kolaj yapıyorum deyip evinin dört bir yanını gazete kupürleriyle doldururken de, anna ahmatova’yı tartışırken güzel kadınlar üzerine aforizmalar sunarken de, altı ay tek camı olmayan bir gözlükle sokakta dolaşırken de yaşamımın bir yerinde hep ulus vardı. sanırım jeff buckley’i bana o öğretmişti. buckley’in, cohen’in o meşhur hallelujah’ını yorumlarken şarkının en başındaki nefes sesi belki de onun son nefesiydi.
on yıl geçmiş aradan. ortaokul yıllarımda konur sokak’ta bir zamanlar ali balkız’ın “kardelen”in yerinde “üç çiçek” vardı. ulus’u orada alacalı bir hayal gibi hatırlıyorum. daha sonra babam psikiyatri tezine çalışırken yazdıklarını bilgisayara aktaracak bir yardımcı belirdi: ulus. neredeyse altı ay aynı çatı altında yaşadık. çocukluk işte… bir pembe diziye, “hayat ağacı”na dadanmışım o zamanlar. ulus’la birlikte göz ucuyla televizyona bakardık. benim derdim dizinin şimdi pek sıradan gelen aşk öyküsü, onun derdi dizide oynayan sam’ın güzel bacakları. annem ulus’un dağınıklığına mı dayanamadı? yoksa babamın tezinde epeyce yol alındı da ondan mı? aklım ermiyor. bir süre sonra kayboldu bizimki.
çok güzel piyano çalardı. belki de çok az kişi onun daha önce konservatuarın kompozisyon bölümünü kazandığını bilir.
bana geldiğinde piyanonun başına oturup resitaller verirdi.
muhtelif dünya dillerini bilirdi. değişik dillerde ilginç mesajları telefonla gönderme kabiliyetine hiçbir zaman vakıf olamadı!
ulus, disiplinlerarası ilişkinin sınır tanımayanıydı. felsefeden müziğe, sinemadan edebiyata, resimden sosyolojiye, simyadan kimyaya, matematikten psikolojiye uzanan bir bileşkeydi. hislerinin anlamını bulma yolunda ilerlemeciydi. ulus’un “kanaatlerden imajlara duygular sosyolojisine doğru” tezinin çevirmeni sevgili harun abuşoğlu’na da buradan bir selam yollamak gerek. ama en başta da ünal nalbantoğlu’na… ulus’u ünal hoca’sız anmak bir eksiklik duygusu yaratır insanda. biz, hep ünal hoca’nın “patikalar”ından sessizce yürüyenler olalım.
on yıldan fazla zaman geçmiş aradan. sanırım doğum günüm… sıkıcı bir muhabbet dönüyor masada. “bugün bir yaş daha yaşlandım. bari biraz eğlenceli şeylerden konuşalım,” diyorum. muhtemelen bütün kapılar yine spinoza’ya çıkıyor.
en sonunda konuyu kapatmak için, “spinoza ispinozdan mı geliyor ulus?” diye kendi çapımda geyik çevirmeye çalışıyorum. verdiği yanıta karnımı tuta tuta saatlerce gülüyorum: “hayır, ispinoz ibranice kökenli bir kelimedir!”
on yıl geçmiş aradan. belki de daha sonraki yıllarda arkadaşlığımızı perçinleyen aynı mahallenin çocukları olmamızdı.
evet, bir adalıydı. tıpkı benim gibi… biz de giritliyizdir. evet, babası da bir psikiyatristti. tıpkı benim gibi… ama ulus hiçbir zaman babasının “neden?” öldürüldüğünü anlatmadı bana. ben de soramadım. sanki gizli bir alana dalıp onun kalbini incitebileceğimi düşündüm. sakındım bir şeylerden.
evet, annesi bir şairdi: pembe marmara… tıpkı ailemde olduğu gibi… kıbrıs’ın özellikle 40'lı yıllarının önde gelen kadın şairlerinden biriydi o. nihat sami banarlı’nın teşvikiyle türkiye’de de, “yedigün” dergisinde şiirleri yayımlanmıştı. ümit yaşar oğuzcan’la mektup arkadaşlığı süreçte aşka dönüşmüştü. ne yazık ki, o zamanın şartlarında kıbrıs’tan türkiye’ye gitmek büyük bir lükstü. bir erkeğin kalkıp da kıbrıs’a sevdiği kızı görmeye gelmesi ise neredeyse imkânsızdı. ama ferman dinlemeyen yürekler bu aşkı besleyip büyütmüştü. sonunda, posta yoluyla, ümit yaşar’ın bir kitabın içini oyarak yerleştirdiği yüzükle kendi aralarında nişanlanmışlardı. pembe marmara’nın babası vaziyeti öğrendiğinde evde kıyametler koparmış, kızına etmediğini bırakmamıştı. ama gelin görün ki, babasının gözünün nuru kızı yemeden içmeden kesilince çaresiz kalmıştı. mecburen en büyük oğlunu istanbul’a damat adayını görmeye göndermişti. dönüşte ise karar belliydi: imkânsız izdivaç. her şeyden önce pembe’ye göre değildi yeniyetme şair. ümit yaşar, kısa boylu ve kekemeydi!
ne zaman annesiyle ilgili söze başlasam bir süre sonra konuyu kapatırdı. ulus fazlasıyla içli bir adamdı. kaçmak istediği konular konuşulmaya başlayınca başını hafifçe öne eğer, bir süre sonra da toz olurdu.
ulus doksanlı yılların ortasında önemli bir figürdü benim için
hiçbir zaman onun için yazdığım bu dizeleri okuyamadı:
yok’a gazel
“yalnızlık tanrıya değdi değecekti”
şükrü erbaş
evde dolaşan sıkıntılı bir kadın yoktu
uzakla aramızda bir avuç mesafe yoktu
koltukta kedi gibi kıvrılmıştı anlam
üstünü örtecek serin bir gece yoktu
kaç kere kuşkuya adını sordum
içinde duracak istasyon yoktu
gökyüzünde bekliyordu zaman
kendini bölen bir yanı yoktu
rüzgâr eğildi kum tanesine
karbonun elmasa dönüştüğü an yoktu
bir öpüşte ölen devlet, yitirilen atlas
üstünden atların geçmesinden korkan nehir yoktu
her akşam gidip iki tek atmaya niyetli
gittikçe genişleyen mermer masalar yoktu
iğne deliğinden geçen yalnızlığım
beni avutacak yeni bir hayal yoktu
on yıl geçmiş aradan. 2000'li yılların ortasında ankara bozkırında bir grup ateşli genç yan yana gelmiş, ülkemizde pek kıymeti bilinmeyen edebiyat eleştirisi odaklı hakemli bir dergi çıkartmak için toplanmıştık. sanırım altıncı sayımız, “edebi kanon” üzerineydi. ulus’un, “ulusal edebiyat nedir?” yazısı çerçevesinde tartışırken onu aramıştım. son haberleşmemiz oydu. artık çoktan ankara’yı terk etmiş, yaşamının sonlandığı yere taşınmıştı. biz belki de ulus’un etrafındaki koruyucu meleklerdik. tuhaf bir misyon yüklemişti her birimize: ulus’u koruma ve kollama derneği üyesi olmak gibi. şu, o tuhaflıkta orhan’la ( tekinsoy) rakı içmek lazım.
on yıl geçmiş aradan. elimden bir bilye kayıp gitti sanki. türkiye hayattayken farkına varamadığı bir filozofunu yitirdi.
ulus yaşarken bir dehaydı, şimdi efsane oldu.
--------alıntı-----------
devamını gör...
42.
''herkes her şeyleşiyordu'' ''ulus baker''
devamını gör...
43.
yaşarken anlaşılır gibi yapanların teveccühüyle konuşurdu. bu dünyadan göçtükten kelli anlaşılırlığı tezahür eden feylesoftur.
devamını gör...
44.
özgün ve yetkin bir beyin olduğu kesin. tanıyan, söyleşen dostlarımdan dinledim.
devamını gör...
45.
ne yazık ki youtube üzerinden dinleme imkanına sahip olabildiğim düşünür diye kendisine seslenmek istiyorum.
keşke aynı okulda, aynı sıralarda ya da bir ortamda kendisiyle karşılaşıp sohbet edebilme keyfine ya da dinleme şansına sahip olabilseydim.
keşke aynı okulda, aynı sıralarda ya da bir ortamda kendisiyle karşılaşıp sohbet edebilme keyfine ya da dinleme şansına sahip olabilseydim.
devamını gör...
46.
hiç düşündünüz mü, neden spinoza, deleuze ya da marx gibi isimler, asırlar geçmesine rağmen hala düşüncelerimize musallat olmuş durumda? ne zaman özgürlükten, fikirlerden ya da günlük hayatımızın normlarına karşı çıkmaktan bahsetsek oradalar. görünmez bir harita gibi yollarımızı çizmişler. ulus baker’in düşüncesinde de spinoza’nın bu hayaleti var, düşüncelerini bedensellikten öte bir yere koyan o `intellect` (entellektüel düşünce) anlayışından bahsediyorum. ve belki de bizi huzursuz eden şey, işte tam da burada, “normal” algımızı yeniden düşünmemize neden olması.
spinoza, her şeyin “tek bir öz” olduğunu düşünürdü; gerçekliğin sonsuz ve sınırsız bir akış olduğuna inanırdı. ona göre, her şey bağlantılı, zihin ile beden arasında kesin bir sınır yok. spinoza bizleri arzularımız ve düşüncelerimizle şekillenen ama tam anlamıyla kontrol edemediğimiz varlıklar olarak görüyordu. bu bakış açısı biraz rahatsız edici – kendimizi özgür bireyler olarak görmek isteriz değil mi? ama spinoza şunu hatırlatırdı aynı zamanda: “bak, sen çevrendeki güçler tarafından etkileniyorsun, şekilleniyorsun; sana dair her şey, çok daha büyük olan bir akışın parçası.”
ulus baker ve onun gibi entelektüellere dair konuşmalarımızda spinoza’nın etkisini burada görebiliyoruz. ulus da sınırları zorlayan bir düşünürdü. spinoza’nın hayaleti gibi, geleneksel rollerden ve beklentilerden bağımsız bir düşünce ruhu gibi hareket ederdi. bir bakıma, ulus da spinoza’nın “entellektüelin etiği” dediği şeye inanıyordu – yani, toplumsal normlar veya elde ettiği başarılar ile değil, zihninin özgürlüğüyle kendini var etmeye. cv’ye ya da indeksli makale sayısına önem vermemesi, ona göre akademinin dar kalıplarının dışına taşma cesaretini gösteriyordu. spinoza da muhtemelen bu yaklaşıma bayılırdı.
böylesi birinin çevresindekileri rahatsız etmesi de çok olağan. çünkü “normal” olarak kabul ettiğimiz şeyleri sorgular. ulus’un, geleneksel anlamda anlaşılmayı veya “öğretim görevlisi”, “akademisyen” ya da “entellektüel” olarak görülmeyi umursamadığı aşikâr. spinoza’ya göre, gerçekten özgür olmak işte böyle bir şey – belirli bir kimliğe ya da role sığma ihtiyacını bırakmak, tıpkı onun bahsettiği saf “öz” gibi akmak. rahatsız edici, değil mi? insan kendi hayatına bakıp, ne kadarının kendine ait, ne kadarının “olması gereken” olduğu sorusunu sormaya başlıyor.
devamını gör...