insan olun biraz yazar profili

insan olun biraz kapak fotoğrafı
insan olun biraz profil fotoğrafı
rozet
insan olun biraz (editör)
karma: 176113 tanım: 5038 başlık: 3170 apolet: 10 takipçi: 309
Eğer bir gün ölürsem ve eğer Tanrı varsa ve eğer Tanrı anlatıldığı gibi biriyse ve eğer ben de düşündüğüm, olduğumu sandığım gibi bir insansam ve eğer Tanrı sözünün eriyse ve eğer ben sözümün eriysem ve eğer cennet gerçekten sıkıcı bir yerse ve eğer Tanrı öldüğüm zaman da beni sevmemeye devam ederse ve eğer ben öldüğümde de bu kadar inatçı bir insan olmaya devam edersem herhangi bir sorgu suale gerek kalmadan kendi yerimi kendim bulurum.

son tanımları | başucu eserleri


dudaklarının kıvrımları tarihi yeniden yazıyor

oscar wilde‘ın dorian grey’in portresi isimli tartışmalı ama muhteşem kitabının yirminci bölümde kullandığı cümledir.

cümlenin orijinali şöyledir:
the world is changed because you are made of ivory and gold. the curves of your lips rewrite history.

dünya değişti çünkü sen fildişi ve altından yapılmışsın. dudaklarının kıvrımları tarihi yeniden yazıyor.

bu cümleyi ilk okuduğumda tam anlamlandıramamıştım ama şimdi anlıyorum. bir insanın dudaklarının kıvrımı belki dünya tarihini değil ama o dudakların sahibine aşık olan insanın kişisel tarihini değiştirip alt üst edebilir. her şeyi geçtim ama durakların kıvrımı dikkate alınması gereken bir tehlikedir ama güzel bir tehlike.

şöyle bir düşünelim mesela:

üst dudağı yok denecek kadar az bir kadın. ama alt dudak üst dudağın yokluğunu hissettirmeyecek kadar güzel bir kıvrıma sahip. olmayan üst dudağın hemen yanında varlığı tartışmalı bir gamze. hani insanın uçurum kenarından itilmesine neden olacak bir gamzelik rüzgardaki o meşhur gamze.

yine de kıvrımlı dudağın kusursuz olması güzelliği önünde en büyük engel olacağı için bu dudağın altında tüm sevimliliğe ile tutunan küçük bir yara. zira bazı yaralar aşkı harlar. öyle bir har ki hiçbir mesafe yakmasına engel olamazlar.

velhasılı bazı dudak kıvrımları tarihi değiştirir. yerle yeksan bir zamansızlığa zümrüdü anka kanı damlatmak gibidir bu değişim. değiştirsin varsın.
devamını gör...

iki gözümün çiçeği

çöpçüler kralı filminde kemal sunal’ın canlandırdığı apti şakrak karakteri tarafından ayşen gruda’nın canlandırdığı hacer karakterinin hizmetçilik yaptığı evdeki çocukları parka götüreceğini duyduğunda söylenen parka gidecekmiş iki gözümün çiçeği sözünden sonra benim de günlük hayatımda sıklıkla kullanmaya başladığım sözdür.

herkese iki gözümün çiçeği diye hitap edilmez, edilmemelidir. bu söz öyle pata küte kullanılacak bir söz değildir. bir ağırlığı vardır. saf, temiz ve derin bir sevgi göstergesidir. içinde barındırdığı anlama bu sevginin öznesi ve nesnesi karar verir. ve o anlam ne mesafe tanır ne de başkaca bir engel.

bu sözü kullanmadan önce düşünürüm. karşımdaki insanın gerçekten iki gözümün çiçeği olduğunu hissediyor muyum diye. eğer öyleyse, eğer içimde gerçekten bu his varsa hiç çekinmeden kullanırım.

siz de kullanın. ama abartmadan. hak ettiğini düşündükleriniz için kullanın, hafızanıza hiçbir şeyin söküp atamayacağı kadar kazınmış olanlar için kullanın, eksikliklerinizi tamamlayanlar için, hiçbir beklenti içinde olmadan yanında olmak istedikleriniz için.

tanımı yine istemsizce uzattım. burada bir son vermem gerekiyor artık. belki bu tanımı okuyacaktır iki gözümün çiçeği.
devamını gör...

yazarından daha ünlü olan kitap kahramanları

bazı kitap kahramanlarının yazarının adının önüne geçmesi durumudur. dünya edebiyat tarihinde örneklerine çok rastlanmıştır. aklıma gelen birkaç örnek:

1. frankenstein: marry shelly’nin kaleminin gücüyle ortaya çıksa da dr. frankenstein yazarı gölgede bırakmıştır. ancak doktorum şanssızlığı herkesi romandaki canavarın adını frankenstein sanmasıdır.

2. don quijote: la mancha’nın bağrından kopup gelmiş bu şövalye yazarı cervantes’in önüne geçmiş ve adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır.

3. dracula: transilvanya yöresinden kana olan iştahıyla tanıdığımız bu soylu şahısın ismi de yazarı bram stoker’ın isminden önce gelir.

4. oblomov: içine kök salmış tembelliği kadar uşağı zahar’dan çok çekmiş olan tembellerin piri yazarı gonçarov’u neredeyse edebiyat tarihinden silmiştir.

5. küçük prens: popüler kültür tarafından sömür sömür sömürülen bu kafası karışık küçük adam da yazarı exupery’yi fersah fersah aşan bir üne sahiptir.
devamını gör...

öğretmenler odası

kaideyi bozmayan istisnaları olmakla birlikte çocukken düşündüğümüz gibi önemli ve saygın bir yer değildir.

birkaç öğretmen tipini içinde barındırır:

1. elinde telefon sürekli borsayı takip edip yanındaki grubuyla gümüş mü yoksa altın mı alınması gerekeceğimi tartışan, mutlaka çok önemli bir yerde adını veremeyeceği biri tarafından kendisine tüyo verilmiş olan tip.

2. bir yandan sınıf defteri doldurup bir yandan öğrencileri ve sistemi eleştirirken ders saatinin geçtiğini fark etmeyi* derse geç girerek eğitime bir darbe de kendisi indiren tip.

3. öğretmenler odasındaki panoya asılan ek ders, nöbet ve ders programı gibi çizelgeleri durmadan inceleyip kimin kime haksızlık yaptığını görüp sürekli sıkıntı çıkaran tip.

4. evden haşlanmış brokoli getirip bunu tüketirken maranki’den bahseden ve herkes sağlıksız yemek yemekle suçlayan tip.

5. her öğle vakti abdestini aldıktan sonra kol düğmelerini öğretmenler odasında iliklerken sadece allah’ın değil cümle alemin takdirini kazanmaya çalışan tip.

bunun dışında kalan yani işi layıkıyla yapanlar öğretmenler odasında olmaz. ya sınıfta soru çözüyordur, ya bahçede çocuklarla top oynuyordur, ya da sigara odasındadır.
devamını gör...

dikiş kutusu

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
çocukken en sevdiğim oyuncaklarımdan biriydi.

her insan gibi ben de çocukken daha derin, daha ele avuca sığmaz, gerçeklikten alabildiğine kopuk ama yine de kendi içinde bir mantık barındıran ışıl ışıl bir hayal gücüne sahiptim. bunu zaman içinde elimden aldılar. ben de pek direnmedim, ne yalan söyleyeyim. soldu gitti o hayal gücü. elimde kalanla kıt kanaat geçinmeye çalışıyorum artık.

çocukken benim için her şey bir oyuncak olabilirdi. alice'in, peter pan'in, küçük erkek'in ve dilenci baba'nın gerçek olduğuna inanan bir çocuk için her şey aslında sahip olduğu işlevinden çok farklı özelliklere sahiptir.

en büyülü oyuncaklarımdan biri annemin ahşap dikiş kutusu idi. benim o zamanki bilgimle değerlendirdiğimde benim için bir mühendislik harikası idi bu kutu. kapalıyken sade bir kutu gibi görünürken açıldığında iki tarafa doğru üç katlı bir yapıya dönüşüyordu.

benden epey küçük olan küçük kardeşim tarafından gazi edilen en sevdiğim oyuncağım komutan ile bu ahşap dikiş kutusunda maceradan maceraya koşardım.

ahşap dikiş makinesi en çok gemi olurdu benim için. o zamanlar sinbad çizgi filmi, temel reis ve robert louis stevenson'un define adası kitabının hayranı olduğum için komutan ile denizlerde maceralar yaşardım. bazen korsan olur bazen korsanları kovalayan bir denizci olurdum.

o zamanlar ingilizce bilmediğim için heyooooo, huyaaaaaa gibi sesler çıkarırdım oyunumu seslendirirken. arada bir de hay bin kunduz falan derdim. yabancı bir kültür tabii. çocukken insan uyum sağlama konusunda zorlanıyor. gerçi bir liman köyünde büyüdüğüm ve sülalemin yarısı denizci olduğu için konuya az çok hakimdim ama bizimkiler balıkçı olduğu için onlardan duyduğum sözler pek bir işe yaramıyordu. sonuçta büyük bir korsan ya da korsan avcısı olarak hamsiye gidemezdim.

dikiş kutusunun içinde bulunan yüksük genelde şarap fıçısı oluyordu benim için. ama tabii ne komutan ne de ben bu yüksüğe yaklaşırdık. zira kuran kursuna giden bilinçli ama ne bildiğini de pek anlamayan bir çocuk olarak harama el uzatamazdım. neden orada olduklarını anlamayan düğmeler ise genelde tayfa niyetine kullandığım nesnelerdi. bir şeyleri yamamak için orada bulunan kumaş parçaları ise elbette ki yelken bezi oluyordu. toplu iğneler ise bazen ok bazen ise mızrak olurdu bu savaşlar esnasında. hem ben kazanırdım bu savaşları. hırslı bir insan olduğum için değil komutan'a kıyamadığım için.

ahşap dikiş kutusunun en çok dönüştüğü ikinci şey ise kale olurdu. bu konuda elim daha güçlüydü. zira hem kara murat serisini, hem malkoçoğlu serisini, hem battal gazi serisini izlemiş, hatta ezberlemiştim. ayrıca tarkan ve karaoğlan filmleri de cabası idi.

bir süper kahraman haline gelen komutan ile dikiş kutusu içinde kendi renklerine tutunup bekleyen iplik makaraları ile savaşmak çok keyifli idi benim için. bu sefer bizans askerlerine dönüşen öksüz ve yetim düğmelerle savaşır ve de iplik makaralarının kancık kafalarını korkak bedenlerinden ayırırken henüz küçük bir çocuk olduğum için kendime bir düşman beldenin yiğit güzeli bulmayı düşünmezdim hiç.

ara ara kendi nidama ters bir davranışla bağırmayacaktın anton diye bağırırdım. toplu iğne takılan o yuvarlak plastik şeyi bir ahtapot sayıp onunla savaşırdım. annem için, babam için ve hiç gitmediğim malatya için katlettiğim düğmenin haddi hesabı olmazdı.

ahşap dikiş kutusu hala önemlidir benim için. bir yerde karşıma çıksa oynayasım gelir.
devamını gör...

öyle şeyler sadece filmlerde olur

bir gece arkadaşlarımın tüm ısrarına rağmen onlarda kalmayıp çalıştığım ilçedeki evime dönmekte ısrar etmiştim. gece belli bir saatten sonra o ilçeye araba olmadığı ve benden o belli bir saati geçirdiğim için tek çarem otostop çekmekti. çok soğuk olmayan hava bana yardımcı olacak gibiydi, eğer hava çok soğuk olmadığına bakmadan yağmura durmasaydı.

ben yol kenarından gelen geçene otostop çekerken yanıma bir adam yaklaştı. gayet temiz yüzlü bir arkadaşımız olmakla birlikte ben de şüphe uyandırmadan de edemeyen bir şekilde tumturaklı bir selam salladı bana en ruhanisinden. gecenin bir yarısı yağmur altında böyle içten gelen bir allah kelamı beni derin düşünce kuyularına düşürdüğü için aynı azimle bir kontra çıkarıp uzun uzun aldım selamını zira annemin anlattıkları kulağımda idi ve bu adam hızır olabilirdi. olmadı.

meğer arkadaş bir imam imiş ama nerde çalıştığını yol boyu öğrenemedim. aslında öğrenemedik. çoğul bir cehalete döndürdüm cümlemi çünkü biz imamla selamları uzattıktan yarım saat sonra bizden daha genç ama daha görmüş geçirmiş olduğu belli olan bir arkadaş daha çıktı ortaya. onun selamı allahtan çok kula yakındı ama sıcak bir selamdı. velhasılı biz yol kenarında bekleyen üç kişi olduk mu! üçüncü kardeşimiz konuşkan bir arkadaş olduğu için fenerbahçe’nin durumundan dolar kurundaki dalgalanmalara kadar her şeyi anlattığında sabah ezanı okunmak üzereydi ki bir gazete dağıtım aracını pat diye durdu önümüzde.

bindik, yola çıktık 20 dakika sonra neden bilmem bir yerde durduk. yarım saat sonra yola devam edeceğimizi söyledi şoför. oturduk çay içmeye başladık. o ara genç kardeşim imama bir hayat kadını ile evlenmenin caiz olup olmadığını sordu. imam da caizdir, hatta büyük sevaptır ama önceki hayatını özlerse sorun olur dedi. bir hayat kadınının önceki hayatını özlemesina anlama veremedim elbette. bu sohbet uzadı tabii şurası sevaptır burası günahtır öbür tarafı vaciptir derken tekrar yola koyulduk. yalnız yola çıkmadan önce genç çocuğun tabancasını da görmüş olduk. aklımda milyonlarca soru varken bir de silah eklenince şahlıktan şahbazlığa yumuşak bir geçiş yaşadım.

neyse uzatmayayım yarım saat sonra ben indim. benimle birlikte imam da indi. ben eve doğru yürürken belki açık bir yer bulurum diye geri döndüğümde polislerin imamı kafasını eğerekten ekip arabasına bindirdiklerini gördüm.

açık yer aramaktan vaz geçip hiçbir şeyden korkmadan ( ! ) sigaralarımın yeteceğini umarak eve yollandım.

sabah telefon sesiyle uyandım. genç arkadaşım “ abi ben gürcistan’a vardım, her şey yolunda, hakkını helal et, ben dönünce arayacağım seni” diyerek bana mutlu bir günaydın sarkıttı ama ben ona telefon numaramı verdiğimi bile hatırlamıyordum ve ne gürcistan’ı? ayrıca neden dönünce beni arasındı ki?

imam ne oldu, genç adam o silahla gürcistan’da ne yaptı bilmiyorum ama böyle bir şey sadece filmlerde olur gibi geldi bana.
devamını gör...

kelimelerin etkisi

karşı koymanın neredeyse imkansız olduğu etkidir.

kelimelerin gücüne inanarak yaşıyorsanız, her zaman öyle yaşadıysanız ve kalan hayatınızı da böyle geçirmeye kararlıysanız kelimlerin etkisinden kurtulmaya çalışmak bile beyhude bir çaba olacaktır.

çünkü kurtulamazsınız. beklenmedik bir anda yapılan doğru sözcük seçimi içinizde büyük bir heyecana neden olabilir. bir kelimenin sadece yazılı halindeki asalet, okunuşundaki akışkanlık o kelimeye hayran olmanız için yetip artabilir.

ve gözleriniz ve kulaklarınız hep sözcükleri kovalar, takip eder, bulup yakalar. bir şarkıda geçen bir sözcük o şarkıyı sevmenize neden olabilir. bir romanda tam olması gerektiği yerde kullanılmış bir sözcük o romanı baş ucunuza taşıyabilir. bir insanın ağzından çıkan bir sözcük hayatınızı değiştirebilir, alt üst edebilir, temize çekebilir.

ve bazı insanların kelimeleri çoktur. ve bazı insanların kelimeleri başkalarınkinden etkileyicidir. daha derin anlamları vardır sanki. hep doğru kelimeyi bulmaya çalışırlar. hep de doğru kelimeleri duymak isterler. haklıdır onlar, hep haklı kalmalıdırlar.

kelimelerin anlamları kişiden kişiye değişir. etkileri de öyle. o zaman döksün herkes eteğindeki kelimeleri.
devamını gör...

paçadaki çamur

özellikle yağmurlu günlerde yürürken atılan adımlarla birlikte pantolon paçalarına bulaşan çamurdur. benim için ise çocukluk travmalarımdan sadece bir tanesidir.

henüz altı yaşındayken en yakın arkadaşım ve mahalle arkadaşım ahmet ile yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. çok farklıydık ama birbirimizi çok seviyorduk. bizim oturduğumuz bir + bir giriş katı evin önüne gelip adımı seslenince çok mutlu olurdum. ben ona gidip seslenemezdim çünkü kendilerine ait olan apartmanın beşinci katında otururlardı. arkadaşlığımızın kot farkıydı bu.

bir gün ahmet beni doğumgünü için evine çağırdı ve yaşadığımız şehirde yine yağmur yağıyordu. ben annemi ikna edip ahmet’e jules verne’in denizler altında yirmi bin fersah kitabını almıştım ve çok heyecanlıydım. koşa koşa gittim ahmetlerin evine.

ama keşke koşmasaymışım. ben koştukça çamurlar paçalarıma yapışmış. oysa ben epey küçük bir çocuktum o zamanlar. yapışmayabilirlerdi. ama işte doğa kanunu sanırım. çamur bile zayıf olanı eziyor.

eve geldiğim de iki ablası birden açtılar kapıyı. beni içeri aldılar. herkes gelmişti bile. evlerde sadece özel günlerde kapısı açılan misafir odasındaydı. 10 kadar çocuk vardı sanırım. ben oraya doğru yönelince ablası bana kapının önünü gösterdi. “ sen burda otur” dedi. yanmayan sobanın yanına oturttular beni. paçamdaki çamurlar yüzünden. ben de oturdum çünkü ben o zamanlar çok iyi bir insandım.

herkes bir şeylerle ilgilenmeye başlar başlamaz da koşa koşa çıktım evden. merdiven basamaklarından ikişer ikişer atladım. dışarı çıkınca da koşmaya devam ettim. bu sefer ben bulaştım çamura. belki ahmet’in ablası paçalarıma bakmasaydı. belki güzel olurdu. olmadı.

eve geldim ama ağlamadım. ağlamadım ama annem ağladığımı anladı. elimi yüzümü yıkadı. pantolonumu çıkarıp leğene attı. o esnada kapı çaldı. ahmet’in ablası kapıdaydı ve ıslanmıştı. annem sen neden ıslaksın, içeri girme demedi. bana yeni ve temiz bir pantolon giydirdi. ahmet’in ablası elimi tuttu, bu sefer koşmadan gittik eve. misafir odasına girdim. gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş ahmet’le sarıldık. kitabı verdim. mutlu oldu. ama aramızda yirmi bin fersah mesafe oluşmuştu bile. pastadan yedim biraz. gururluydum ama pasta çilekli idi.

sonra, yani o günden sonra ne zaman yağmur yağsa yavaş yürürüm ben. çamur bulaşmasın artık paçama.
devamını gör...

eric cantona

dünya futbol tarihinin en ilginç, en zeki, en karizmatik futbolcularından biridir kendileri.
önümüzdeki-maçlara-bakacağız, benim-gol-atmam-önemli-değil ya da galibiyeti-taraftarlarımıza-armağan-ediyoruz tarzı bir oyuncu değildir. konuştuğu zaman sözcüklerin hakkını verir. futbol topu işe aynı zekaya sahip topçular ile aynı mesleği yaptığı iddia dahi edilemez. kendisi bir futbol tanrısıdır.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

ingilizlerin sevdiği tek fransız olarak bilinen cantona zamanın hayranlık uyandıran manchester united’ında efsane olmayı başarmıştır. yakalarını kaldırarak - kubilay türkyılmaz’ın deyimi ile- sahada bir hindi gibi şişinerek yürüyüşü insanlarda nefret uyandırsa da aslında onların nefret dediği şey biraz da korkuydu.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel


eric dünya futbolunda adını harika golleri, karakteri ve karizmasının yanı sıra kendisine küfreden bir taraftarı maç esnasında uçarak tekme atmasıyla da duyurdu. bu “fatality” anında ben cantona’yı desteklediğimi ve içimden “ finish him” dediğimi çekinmeden itiraf edebilirim.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

futbolu bıraktıktan sonra “ looking for eric” filminde kendisini gördüğümde başta biraz yadırgadım ama bir futbolsever olarak hem film hem cantona beni çok etkiledi. film bitti ama etkisi “ looking for...” serisi ile devam etti. eric farklı ülkelerde belgeseller çekip o ülkelerin dünyaya mal olmuş derbilerini izledi. istanbul’da çektiği “ looking for istanbul” belgeselinde galatasaray - fenerbahçe derbisini konu aldı ve bu çok hoşumuza gitti.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

siyasetten de uzak durmayan eric yanlış hatırlamıyorsan 2010 yılında “ operation stopbanque” diye bir eylem çağrısında bulunup avrupalılardan bankalardaki paralarını aynı anda çekmelerini istedi. kansız bir devrimin bankalarla başlayacağını söyleyen eric başarılı olamasa da ses getirmeyi başardı.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

cantona tanımımıza küçük bir bonus bölüm ekleyebiliriz sanırım.

1993 yılında manchester united- galatasaray maçında galatasaray’a üçüncü golü sonradan oyuna girerek atmıştı cantona. ama bu takımı için yeterli olmadı ve türk futbolunda insanların “ lan?” diyerek şaşkınlık ve “ bu yapılabilir mi?” diyerek umut sahibi oldukları 3-3’lük beraberlik geldi.

maçın rövanşı istanbul’da oynandı ve sıfır sıfır bitti. galatasaray şampiyonalar ligine katılmaya hak kazandı. benim için ilginç olan nokta o maçtaki bir gerginlik esnasında cantona ve hakan şükür’ün burun buruna gelip birbirlerine diklenmesi idi. meğer siyasal islam ile anarşist sosyalizm savaşıymış bu, ama çocuk aklımız ermedi buna.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

velhasılı güzel adamdır eric.
devamını gör...

she’s the giggle at a funeral

hozier’in take me to church şarkısında geçen ve nedendir bilmem ama bana çokça anlam yüklü gelen, her dinlediğimde beni çok etkileyen bir sözdür.

bu sözden neden bu kadar etkilendiğime çok anlam veremiyordum ilk dinlediğim zamanlar ama şunu anlıyordum; bir insanın aşık olduğu insanı cenazedeki bir kıkırdamaya benzetmesi büyük bir nimettir. ve bulunması çok zordur.

düşünsenize; bir cenaze esnasında duyacağınız bir kıkırdama geri dönüşü olmayan bir şeydir. gülmek bulaşıcı bir eylem olduğu için çok ciddiye alınan bir eylemi, bambaşka bir şeye dönüştürebilir. bütün ciddiyet ve acı bir anda yok olup göklere gönderilebilir.

ayrıca bu eylem devrimci bir eylemdir de. onaylamaz sesler, öfkeli bakışlara neden olması kaçınılmazdır. çok insanın tepkisine rağmen engellemek de mümkün değildir. kıkırdama bir kere başladı mı çınlayan, ışıl ışıl bir kahkahaya dönüşmesi an meselesidir ve o an hiç kimse ve hiçbir şey önemli değildir.

ve gülümsemek, kıkırdamak, kahkaha atmak nerde ve ne zaman olursa olsun güzeldir. hem de her haliyle. insanın içine yaşama sevincini bırakıp geçmiş için hayıflanmasına gerek olmadığını da anlatır. çocuksudur da aynı zamanda. saftır, temizdir, insana dairdir.

ilk dinlediğim zamanlar anlamını sadece içimde duyduğum bir sözdü bu. sadece güzel yazılmış bir cümle idi. artık biliyorum ne anlatmak istediğini. gözümde canlanan görüntü şöyle; ben siyah takım elbisem ile bir cenazedeyim, herkes üzgün, hafif bir yağmur ıslatır gibi yapıyor herkesi, o kadar cılız. ve gözlerim tam karşıda bir kıkırdamaya kilitlenmiş.

gülüşümü sakallarımın arkasına gizliyorum.
devamını gör...

öyle göz olmaz

hayranlık bildirmek için kullanılan ama içinde şaşkınlık da barındıran, genelde kişinin içinden söylediği ama bazı olağanüstü durumlarda sesli olarak da dile getirdiği sözdür.

söz çok yaygın bir biçimde kullanılıyor olsa da aslında kullanım kurallarına zaman zaman uyulmamaktadır. her göz için kullanılabilecek bir söz değildir. bir göz mavi ya da yeşil olduğu için bu tepkiyi hak edecek diye bir kaide yoktur. gözün rengi sadece bir tamamlayıcıdır. ela ise istisna bir renk olup tek başına bu iç döküşü hak edebilir.

odaklanılması gereken asıl mevzu gözün şekildir. yüzün geri kalanı ile uyumudur. böyle bir tepki verilecek göz için bir örnek vererek savımı güçlendirmek isterim.

örneğin; çok fazla olmamak kaydıyla çekik bir göz olabilir. burna yakın olan tarafı dar olup dışarı doğru genişliyorsa ciddi bir adaydır başlıktaki sözü hak etmek için. yüzün üzerine sonradan yerleştirilmiş gibi görünecek kadar büyük, sanki her an kaybolacakmış gibi küçük olmaması da gereklilikler arasındadır.

bu niteliklere sahip göz eğer buruna çok yakın ya da çok uzak değilse ve her daim nemli bir görüntüye sahipse, üstelik içinde anlam kargaşasına neden olmayacak kararlı sözcükler varsa ela rengin de yardımıyla bu söze hedef olacaktır.

bu konu üzerinden asla bahse girmeyin. kaydedersiniz.
devamını gör...

uzaylı istilasından kurtulma tavsiyeleri

dünya üzerindeki baskın yaşam formu olan ve muhtemelen evrendeki baskın yaşam formları arasında en ilkeli olan insanını ihtiyaç duymayacağı tavsiyelerdir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

konu hakkında henüz somut kanıtlarımız olmadığı için bu istilanın ne zaman ve nasıl olacağı hakkında sağlıklı fikirlere sahip değiliz. ama hayal gücümüzü kullanarak bazı çıkarımlar yapabiliyoruz.

bu istila hakkındaki ön kabulümüz onların bizden daha zeki, teknolojik olarak daha ileride ve daha planlı olduklarıdır. bundan da adımız gibi emin olabiliriz zira insanlık bizim kibirle düşündüğümüz kadar ileri bir uygarlık kuramadık.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

gelelim tavsiyelere ihtiyacımız olmadığı gerçeğinin nedenlerine:

1. bu zamana kadar çekilmiş olan uzaylı istilası filmlerine ve bilimkurgu kitaplarına dayanarak söylüyorum. uzaylılar bizim için gelmeyecekler dünyaya, en azından bizim düşündüğümüz şekliyle olmayacak.

amaçları ya dünyanın kaynaklarına ihtiyaç duymaları olacak ya da bizi bir nevi gübre olarak kullanmak için iliğimizi kemiğimizi sömürecekler. kendi gezegenlerini yok edip yeni bir gezegene ihtiyaç duyuyor da olabilirler elbette. bu mevzuda son bir ihtimal de uzaylı dostlarımızın bir evrensel bir greenpeace gibi davranabilecek olmalardır. bunun içim elimizdeki gösterge “ dünyanın durduğu gün” filminde söylenen sözdür:

“ dünyayı sizden kurtarmaya geldik.”

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

2. zaten eğer hayal ettiğimiz kadar gelişkin canlılarla karşı karşıya kalacaksak direnmenin pek de bir manası olmayacaktır. tadını mı çıkarsak? nükleer füzelerimizi araçlarına fırlattığınızdan pinpon topu gibi geri sekme olasılığını düşündüğümüzde belki de onlara tükürerek iğrenmelerini beklememe daha mantıklı olur.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

3. tavsiyelere ihtiyaç duymadığınız gerçeği ile gerekçelerimizin sonuncu ise şu minvalde olacak; daha isimlerini duymadan, cisimleridir görmeden, öpmeden koklamadan korktuğumuz yaratıklara karşı ne gibi bir şansımız olabilir ki? ben sanmıyorum ki evrensel kafa sözlükte “ dünyalı istilası...” gibi bir başlık olsun.

4. sondan bir sonraki neden ise şöyledir ki; dünya sakinleri hangi tavsiyeyi dinledi ki uzaylı istilasına karşı yapılanları dinlesin? virüs önlemleri, türlerin yok olmasına karşı önlemler, küresel ısınma önlemleri... hepsi insanlığın bir kulağından girip hiçbir engeller karşılaşmadan ötekinden çıkıyor. muhtemelen böyle bir istila esnasında amerikalılar post- apolaliptik partiler verecek, türkler yerde taş arayacak, hintliler yeni bir tavrı buldukları için sevinecekler, latin amerikalılar ise uzaylıları mabadının uyuşturucu transferi için uygun olup olmadığını düşünecekler. *

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

velhasılı tavsiyeye ihtiyaç duyan bizler değiliz, uzaylılar gerekli tavsiyeleri alsınlar.
devamını gör...

lemur laneti

üzerimde dolaştığına inandığım lanettir.

altı kırkbeş yayınlarının yayımladığı kitaplarım ilk sayfasındaki her hakkı mahfuzdur kısmı için yazılan paragrafta geçen bir cümlede bu lanetten bahsedilir. kitabı izinsiz çoğaltanların rüyasında sürekli olarak kadıköy sokaklarından akın akın geçerek yıllık intiharlarını gerçekleştirmeye giden lemur sürüleri göreceğini ve derin bir yalnızlığa gömüleceğini söyler bu yazı.

ben uzun zamandır derin bir yalnızlığa gömülmüş hissediyorum kendimi. rüyamda lemur sürüleri gördüğümü söyleyemem. ama bu derin yalnızlık mevzusu beni biraz düşündürüyor. öyle altı kırkbeş yayınlarından çok kitap da okumadım. kitapla ilgili izinsiz bir şey yaptığımı da sanmıyorum.

ama bu lemur laneti canımı sıkıyor. hep çok yalnız hissediyorum. bu laneti kırmak için bir şeyler yapmam gerektiğinin de farkındayım. aslında aklımda bir plan var. önce glutensiz bir diyete ortak olma niyetindeyim. bu bana iyi gelebilir. bir an önce dans etmeyi öğreneceğim. sesli kitap dinlemeye alışabilirim belki. en azından denerim. bir de rüzgara ihtiyacım var. bunun dışında hiçbir şey önemli değil.

lemur laneti üzerinden gelinebilecek bir şeydir ve ben bunu başarır başaramaz bu tanımı güncelleyeceğim.
devamını gör...

hakan şükür

hakan şükür türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden biridir. ve okuduğum diğer tanımlarda anlatıldığı gibi de fetöcüdür, ancak diğer tanımlarda anlatılmadığı üzere değinilmesi gereken birkaç önemli nokta daha vardır.

hakan şükür, galatasaray’a transfer olduğunda da fetöcü idi. galatasaray ile uefa kupası kazandığında, türkiye’nin ligde bir sezonda en çok gol atan futbolcusu olduğunda, dört sene üst üste gelen galatasaray şampiyonluklarında gol yükünü çektiğinde, genç futbolcuların parasını kendi cebinden ödediğinde de öyleydi.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel


avrupa’ya yaptığı transferler esnasında da fetöcü idi. önce torino’ya sonra inter, parma ve blackburn rovers’a transfer olduğunda ve bu kulüplerde istediği başarıyı yakalayamadığında da.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

milli takımda en çok gol atan futbolcu olduğunda da fetöcü idi. dünya kupasında tarihin en erken golünü güney kore ağlarına bıraktığında, isviçre’ye ceza sahası dışından “ şapka çıkartılacak golü attığında”, oliver kahn’ı topla birlikte kaleye soktuğunda, belçika kalecisinin elle çıktığı yüksekliği kafası ile geçip gol attığında da öyle idi.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

iktidar partisinden milletvekili seçildiğinde de fetöcü idi. kendisine futbol ilgili sorular sorulduğunda yorum yapmayıp büyüklerimiz en doğrusunu bilir dediğinde de, trt ekranlarında spor yorumculuğu yaptığında da, darbeden sonra yurt dışına kaçtığında da öyleydi.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

velhasılı hakan şükür türk tarihinin gelmiş geçmiş en yetenekli, en golcü vatan hainidir.
devamını gör...

sic transit gloria mundi

dünyanın şanı geçicidir anlamına gelen latince bir sözdür.

benim hayalimdeki hayatı yaşayan profesyonel okur alberto manguel bir gün ingiltere’de sırf laf olsun diye bir kitabevine girer ve dr.moreau’nun adası kitabının olup olmadığını sorar ve ilginç bir soru ile karşılanır sorusu: yeni bir kitap mı? ingiltere’de h.g.wells’i hiç duymamış bir kitapçı ile karşılaşmaktan duyduğu şaşkınlık üzerine başlıkta kullandığım cümleyi yazar alberto manguel bu durumu anlatmak için.

çünkü dünyanın en büyük yazarlarından biri de olsanız dünyanın şanı geçicidir. bir dönemler ünleri ile kapı baca kıran insanlar şu an kimse tarafından tanınmıyor ve hatırlanmıyor. bu tanımda sıkıcı edebi örnekler vermeyeceğim, hatta biraz nostaljik magazine bile düşebilirim.

benim aklıma gelen örneklerden biri mutaf. uygun bir örnek olmayabilir ama sonuçta iyi bir örnektir bence. bir dönem şarkıcılık yapan mehmet mutaf şu anda çok ünlü bir plastik cerrah ama 1996 yılında yaptığı ayşa şarkısı ile sürekli ekranlarda idi. khaled’in aynı yıl seslendirdiği aicha isimli şarkının cover’ı olan bu parça ile ekranlardan düşmeye mutaf daha sonra piyasadan silindi ve sic transit gloria mundi.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
aklıma gelen ikinci isim yine doksanlardan. star’ın açılmasıyla sansürsüz yayın furyası başladığında türkiye’nin en ünlü kadınlarından biri yasemin evcim idi. yasemin’le gece jimnastiği kimsenin izlemediği (!) ama ülkenin en çok izlenen programı idi. bir jimnastik sporcusu olan yasemin evcim o dönemler birçok rüyada başrol oynamıştır ama sonra kısa zamanda silindi ve sic transit gloria mundi.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
madem daldan dala atlayarak latince bir sözü doksanlar batağına gömdük o zaman devam edelim. türk televizyon tarihinin ilk mürsel mistanoğlu’su olan kahramanmaraşlı musa kömeağaç türkiye’ye tatile gelen sarah cook ile büyük bir aşk yaşar. sadece küçük (!) bir sorun vardır. on sekiz yaşındaki musa’nın aşık olduğu sarah on üç yaşındadır. 1997 yılında sadece türkiye’de değil ingiltere’de de yılın konusu bu olmuştu. her akşam haberlerde musa ile sarah’ın aşkı anlatılıyordu. ingilizler ayaklanmış, türkler aşka saygı duyulması taraftarı. neredeyse ingiliz donanması akdeniz’e girecek. ortalık toz duman. musa hapse girer, bir ay yatar, sarah ülkesine döner ve her şey unutulur ve de sic transit gloria mundi.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kendimi durduramadığım ve doksanlar batağına düştüğüm için bir örnek daha vereceğim. türk televizyon tarihinin ilk atakan kayalar’ı olan selimcan sazak. üç yaşında okumayı öğrenen ve gerçekten çok zeki bir çocuk olan ve ilerki yıllarda da birçok alanda çalışarak bu zekasının hakkını sonuna kadar veren selimcan bir reklam ile ünü yakaladıktan sonra televizyon yorumculuğu yapmaya başlamıştı. o dönem yerlere göklere sığdırılamayan ali kırca’nın sunduğu programlarda yarım saati aşkın bir süre yorumculuk yapan selimcan türkiye’nin en ünlü simasıydı. bir programda kominksler hakkında yaptığı yorum da oldukça eğlenceli idi bence. sonra selimcan da azalarak yok oldu çünkü sic transit gloria mundi.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
andy warhol’un tüm dünya insanlarına tanıdığı on beş dakikalık ün hakkını fazlasıyla kullanmış insanlar oldu ülkemde ve zamanla hepsi kayboldu gitti. h.g.wells’in ingiltere’de kaybolmasından doksanlar batağına kadar süren bu tanım çokça uzatılabilir ama artık uzun tanımlar yazmamaya karar verdim. zaten sic transit gloria mundi.
devamını gör...

çocukluğun geçtiği sokaklarda yıllar sonra yürümek

çok zordur. hatta bazı durumlarda mümkün değildir. o sokak büyük ihtimalle bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir kentsel dönüşme uğramış olarak buldu.

diyelim ki bu gregorluk ona uğramadı, bu sefer de sokak artık küçülmüştür senin için. bir türlü sığmazsın içine. bir yeri tam otursa bir yeri taşar dışarı. beklenilenden fazla büyüdüğün için seneye de gezemezsin artık o sokağı.

çocukluğunun geçtiği sokaktan çocukluğun geçip gitmiştir. geçmiş bıraktığını yerde beklemiyordur seni. geçmiş olsundur.
devamını gör...

absürt anılar koleksiyonu

lise yıllarında “ çoban mehmet” dediğimiz, daha sonra bir bankaya müdür olan bir arkadaşımız vardı. bir gün okula elinde çok havalı ve pahalı görünen bir şemsiye ile geldi. hava çok kapalı görünmüyordu aslında ama şemsiye o kadar etkileyici idi ki aldırmadık bu manasızlığa. zaten daha sonra bu manasızlığa mana katmak için göklerden bir yerden bir yardım geldi mehmet’e. mehmet gün boyu şemsiye ile dolaştı ama aşırı bir ihtimamla tutuyordu şemsiyeyi. derste bile gözü şemsiyede idi desem abartmış olmam, zaten durum kendiliğinden abartı olduğu için benim fazladan bir çabaya girmeme de gerek yok. son ders bitmek üzereyken hepimizin isteyeceği ama aklından bile geçmediği şey oldu ve birden yağmur yağmaya başladı. hepimiz şemsiyenin kanatlarını açıp göğe doğru ve göğe karşı bir kalkan olup en azından bir iki tanemizi koruyacağını düşünüp heyecanlandık ama mehmet yağmur bulutlarından daha çok kararan yüzüyle dersin sonuna kadar somurttu. klasik müzik bestecilerini mezarlarında huzursuz eden son zil çaldığında koşa koşa dışarı çıktık ama mehmet en sona kaldı. şemsiyeyi açmasını istediğimizde bize öyle bir cevap verdi ki engels’in anlatmaya çalıştığı şeyi anlar gibi olduk. belki devletin değil ama ailenin ve özel mülkiyetin ne olduğunu çözdük bir anda. epifaniye neden olan cümle tam olarak şöyleydi: “ dedem, şemsiyeyi ıslatma dedi.”
devamını gör...

garip fobiler

yıllardır sahip olduğum korkudur.

bu korkunun latince bir adı var mı bilmiyorum, başkaları da aynı korkuya sahip mi onu da bilmiyorum ama ben de “ geç uyanma korkusu” var.

her zaman aniden saat altı olmadan uyanmamın nedeni bu. bu iyi bir şey de olabilir çünkü güne erken başlayınca zaman sıkıntısı yaşamıyor. 18 - 19 saatiniz olunca istediğiniz her şeye zaman ayırabiliyorsunuz.

korkunun nasıl bir şey olduğuna gelince; ben sabah uyuyakalırsam, ya da bir şekilde geç bir saatte uyanırsam sanki uyandığımda çok kötü şeyler olmuş olacak gibi geliyor bana. bir uyanacağım ve telefonumda 3400 arama olacak, seni uyandıramadık o yüzden moritanya’da iç savaş çıktı, sen uyanmayınca biz de 29 ilkokul çocuğunun idamını onayladık gibi.

ya da uyuyakalırsam bütün dünya çok eğlenecek, tarihi olaylara tanıklık edecek, toplanıp başka bir gezegene gidecek gibi geliyor. başucumda bir not bulacağım:
“ uyandırmaya kıyamadık, biz neptün’e koloni kurmaya gidiyoruz, sen de kahvaltını yap gel.”

çok korkunç bence, o yüzden herkesten önce uyanıp bekliyorum.
devamını gör...

muasır medeniyetler seviyesi

ne kadar yaklaştığımızı tartışmamız gereken seviyedir. maddeler halinde bakılabilir aslında bu konuya ve birlikte karar veririz:

1. hukuk: adli kontrol şartıyla serbest bırakılmak sözünü duymaktan gına getirdiğimiz bir dönemdeyiz şu an. kadınları taciz eden, onlara tecavüz eden, hayvana eziyet eden, trafikte alkollü ve ehliyetsiz ( tam tersi olmalıydı) araç sürerken insaların hayatını söndüren, çalan çırpan herkes bu şartla serbest bırakıldı. bunun haricinde eleştiren, hak arayan, ses çıkaran, muhalif olan herkes içeride. olmadı. ulaşmadık.

2. eğitim: ne müfredatlar doğru düzgün hazırlanıyor, ne de öğretmenler doğru düzgün yetişmiş olarak sahaya gönderiliyor.* öğrencilerin ve velilerin isteğine göre sınıf geçiliyor, kitap okuma araştırma desen zaten yok. öğretmenler hak ettikleri ücretleri alamadığı için ek işlerin peşine düşmüş durumda, birçok öğretmen zaten alanında yeterli bilgiye de sahip değil. idareciler belli bir siyasi görüşten seçildiği için okullar siyasetin fink attığı ilişkiler yumağı haline geldi. olmadı. bunda da ulaşamadık.

3. ekonomi: ayakkabı kutuları, cengiz inşaat, çılgın projeler kapsamında incelerken tadını artırmak için üzerine biraz da pudra şekeri serpmemiz gerek ekonomi doların ve avronun elinde bir yoyo gibi savruluyor. herkes kendini fakir hissederken büyük bir çoğunluk da tevekküle sarılmış uyuyor. olmadı. yine ulaşamadık.

4. medya: bir zamanlar tarafsız olduğuna dair şehir efsaneleri dinlediğimiz bu yapı kurban bayramında kaçan bir dana gibi ne yöne döneceğini şaşırmış, can havliyle koşturup durmakta. kim kimi kapısına bağlı, kim kime havlıyor belli değil. dizilerle inşa edilmeye çalışılan yeni insan prototipinden hiç bahsetmiyorum bile. bu da gol değil. ulaşmadık yine.


diğer yazarların ekleyeceği maddeler de vardır elbette. benden bu kadar. acaba beklesek de muasır medeniyetler seviyesi mi aşağıya inse?
devamını gör...

kibrit alevini rüzgardan koruma yöntemi ve biçimi

masallarla büyüyen bir çocuk olarak - bu yaşta hala kendime çocuk diyebildiğime göre masalların insan gelişimi üzerindeki etkilerini de araştırmam gerek- beni en çok etkileyen masal kibritçi kız olmuştur her zaman.

hikayesi beni bir yandan çok etkilerken bir yandan da çok üzmüştür. ben çocukken bu masala çok inanmıştım ve biliyorum ki çocukların inandığı masallar esasında gerçek.

bu masalı okuduğum zaman içimin nasıl ezildiğini hala o günkü derinliği ile hatırlıyorum. kibritçi kızın elindeki bütün kibritleri yakarak ısınmaya çalışması ama başaramaması aklımın derinlerinde küçük ama rahatsız edici bir kıymık gibi durmuştur her zaman. o zaman kibrit alevini rüzgardan korumak için kendimce çareler düşündüm.

benim de ellerimde bir kibrit alevi var bir süredir ve onu korumak için elimden geleni yapmaya kararlıyım. sönmeyecek, kimsenin söndürmeye de gücü yetmeyecek.

kibrit alevini rüzgardan korumak için avuçlarınızın ve parmak uçlarınızın yanmasından korkmayacaksınız. ben korkmuyorum mesela. kibrit alevinin sıcaklığı avuç içlerimi yakabilir, yaksın. kibrit daha çok yandıkça parmak uçlarım yanabilir yansın.

bir kibrit alevini korumak istiyorsanız eğer onu her türlü dış etkiden korumanız gerekir. hele ki kibrit rüzgara maruz kalma ihtimali çok yüksek olan bir yerde ise. o yüzden her an avuç içinizde tuttuğunuz kibrit alevini düşünmek zorundasınız. eğer kibrit alevi avucunuzun içinde ise sadece onu korumayı, onu yaşatmayı düşünmek zorundasınız. ben öyle yapma hevesindeyim. öyle de yapacağım.

bilmelisiniz ki kibrit alevi karanlığa düştüğünüz zaman sizi aydınlatacak şeydir. size ışık olacaktır. o yüzden onu rüzgardan korumak istiyorsanız gözünüzü ondan ayırmayın. başka hiçbir şeye kaymasın gözünüz. sadece ona bakın. ben öyle yapma niyetindeyim.

kibrit alevini rüzgardan koruyacağım ben, siz de öyle yapın. ben bütün masal kahramanlarına inanıyorum. birine daha fazla.
devamını gör...
devamı...

kısa hikaye denemeleri

kilise kapısından adımını dışarı attığında kıyameti izlemekten başka bir düşünce yoktu aklında. kendi kişisel kıyametini yaşadıktan sonra evrensel bir kıyameti göğüslemek o kadar kolay geliyordu ki ona kilisenin yıkılırken çıkardığı çatırtıları bile umursamadı. geriye dönüp baktığında kilisenin yerinde birkaç dua tortusu kalmıştı sadece. kilise kalıntısı birkaç duayı arkasına alıp evrensel kıyametin törensel şamatasını izlemek için şehir merkezine doğru yürümeye başladığında kimsenin kimseyi tanımadığını fark etti ve bunun kıyamet öncesinde de farklı olmadığını düşünerek adımlarını yavaşlattı. yürüme hızı ile hatırlamak ve unutmanın organik bağının farkında olduğu için yavaşlatmıştı adımlarını ancak daha büyük bir sorun vardı kafasını kurcalayan; neyi hatırlaması gerektiğini bir türlü hatırlayamıyordu. hatırlayamadıkça yürüyüş hızını artırmaya başladı ve hızlandıkça unutmak ağır basmaya başladı. bu döngü içinde asla hatırlayamayacağını anladı. elini cebine soktu, belki hızını kesmek için. ve parmakları sivri ve soğuk bir şeylere dokundu. çıkarıp baktığında dört tane çivi gördü. neden cebinde dört çivi olsundu ki? dört çivi ile ne yapılabilirdi ki? acaba işiyle ilgili bir şey miydi? acaba ne iş yapıyordu? ya da bir işi var mıydı? kim olduğunu bile tam anımsamadığına aydığında kıyamet aydınlığı, dünya dedikleri bu zindandan hallice kutunun altını üstüne getirmekle meşguldü.
devamını gör...

sigara ve edebiyat

her şey söylenebilir sigara için ama ne söylense yalandır. neden sigara içildiğini anlamayanlara, neden sigaranın bırakılamadığını kavrayamayanlara ithaf ediyorum bu yazımı. sigara içenlerle ilgili binbir kötü yorum yapılır. başta kötü bir koku yaydığımızdan bahsedilir, ama o bize ait bir ten kokusudur ve biz o kokuyla mutluyuz. öleceğimiz söylenir ki anlaşılması en güç olan da budur. zira sigara içmeyenlerin ölümsüzlüğe ermediği isviçreli bilim adamlarının bile araştırmaya tenezzül etmediği bir konudur. peki o zaman anlatayım ben yine de ne var bu sigarada. bir öykü yazmak için oturduğumda illa ki bir paket sigaram olacak yanımda ( yedek bir paket daha tabii ki). düşündükçe sigaradan bir fırt çekeceğim ve fikirler üşüşecek beynime. ben bu yüzden içiyorum sigarayı. çok sıkıldığım zamanlar, elimdeki kitaba haksızlık yapmadan bir dal yaktığımda kitap daha da akıcı olmaya başlıyor. bu yüzden içiyorum.

sigarayla edebiyatın mutlak bir bağı vardır. sigara içenlerden rahatsız olanlar için söylüyorum elbette ki duman solumamak en doğal hakkınız. ama edebiyat ve sigara bağını göz ardı etmeyiniz.

edebiyatımızın en büyük isimlerinin sigarayla olan bağlarını sizinle paylaşacağım dumansız bir toplum olmaya hızlı adımlarla ilerlediğimiz şu biçare senenin son günlerinden birinde. öldürürken elimizin bile titremediği sabahattin ali. sabahattin ali’nin tütünle olan yakınlığı biraz daha aristokrat bir görüntü sergileyen pipo aracılığıyla olmuştur. ama en nihayetinde pipoda sigaranın avrupa görmüş hali değil midir? yazılarında mutlaka sigaraya ilişkin bir küçük olay vardır sabahattin ali’nin. bazen leit- motif olarak kullandığı da olmuştur.


şimdi anlatacağım isim ise türk edebiyatı’nın ince memet’i yaşar kemal. yaşar kemal de sigarayla haşır neşir olan yazarlarımızdandır. ancak o sigara yerine daha doğru bir şekilde cigara demektedir. yaşar kemal bir röportajında sigara ile ilgili şöyle bir anı anlatır ki ben bu anıyı okuduktan sonra yaşar kemal’in sigara içmesine şaşırmıştım. hüyükteki nar ağacı isimli kitabının ilk beş sayfasını kaybettiği için bu kitabı yazmaktan vazgeçen yaşar kemal, bu sayfaların anası tarafından sigara içmek isteyen komşulara sigara kağıdı olarak kullanılmak üzere verildiğini öğrenir. yıllar sonra o kitabın komşularının ciğerlerine giden ilk beş sayfasını yeniden yazar ve yayımlatır.


türk edebiyatının temel taşı ahmet hamdi tanpınar da sigara tiryakileri tayfasından. onunla ilgili kısmı ben yazmayacağım. üstadın öğrencisi olma şeref ve mutluluğuna erişmiş ahmet miskioğlu’nun satırlarıyla paylaşıyorum:tanpınar, geldi, masanın başına oturdu. sigara paketini çıkardı. büyük bir beğeniyle, insanı imrendiren bir biçimde sigarasını yaktı; derin derin çekti içine. konuşmaya başlamadan sevdiği öğrencilerine şöyle bir baktı. gerçekten seviyordu bizi, biz de onu çok seviyorduk. üç beş arkadaştan tek not tutan bendim. kalemim kâğıdım hazır, yazmaya başlayacağım artık. dedi ki;

«bir komedi oynuyoruz… ancak, aktörler değişiyor!..»



yangınların şairi metin altıok artık lanetlemeye bile dilimin varmadığı o meşum yangında hayatını kaybeden ve bence türk dilinin en büyük şairlerinden biri olan kişidir. orda ölümü beklerken bir elinde kendini savunmak için tuttuğu süpürge sapı -o resmi ne zaman görsem ağlarım- diğer elindeyse fikrine dayanak sigarasıyla bekler. bazen şiirlerini o sigara kağıdına karalar şair ki o karalamlar aydınlıktır sigaranın ucu kadar.


sondan bir önce de bir kadın yazarımızdan bahsedelim. dünya okurları tarafından geleceğe kalacak 50 yazar arasında gösterilen aslı erdoğan. son dönemin en iyi yazarı. ancak reklam peşinde koşmayan yazarımız, türk okurları tarafından pek iltifata layık görülmez nedense. kabuk adam romanını okurken sigara üstüne sigara içmiştim. sürekli tepeleme dolu kül tablalarından bahsettiği belki onlarca yazısını okudum aslı erdoğan’ın ve hem okuduklarımdan hem de içtiklerimden dolayı kendisine minnettarım.


ve kapanışı isminin bir harfini iddia sonucu kaybedecek kadar cesur ve hayalgücü kuvvetli olan, büyük insan cemal süreya ile yapıyorum. trt’de katıldığı bir programda elindeki sigarayı görmek beni anlatamayacağım kadar mutlu etmişti. ama onunla ilgili bir şey anlatmayacağım yalnızca bir şiirini buraya bırakıyorum, alırsınız;

eskiden birinci işimdi sigara içmek
şimdiyse içmemek birinci işim.



sigara ve edebiyat birbiriyle gönül bağı olan şeylerdir. bazen bir kitabı açtığınızda burnunuza bir sigara kokusu çarpar. rahatsız olmayın. yazarın parmaklarından gelmektedir o koku. ama kokudan rahatsız oluyorum diye bar bar bağıranlardansanız sigara içenleri koklamayın…
devamını gör...

whoopsie daisies

ingilizcede, karşılaşılan beklenmedik bir durum anında ağızdan insiyaki olarak çıkan bir nidadır.

farklı kullanımları olsa da benim en sevdiğim hali başlıkta kullandığım halidir. çok yaygın bir kullanım olmasa da insanların aklında ve kullanım dağarcığında mevcut olmaya devam eder. genelde çok eski bir nida olarak kabul gören whoopsie daisies sözünün bir zamanlar küçük kızlar tarafından kullanıldığı genel kabul görür.

benim bu sözcükle tanışmam o dönemki kız arkadaşımla notting hill filmine gitmemiz ve bu filmin ardından etrafımızda kimsenin kullanmadığı bu nidayı kullanmaya başlamamızla oldu.

filmin bir bölümünde, sanırım gizlice parka girmeye çalıştıkları sahnede düşmek üzere olan hugh grant bu sözü kullanır ve söz julia roberts’a eski moda, komik ama bir o kadar da sevimli gelir. kız arkadaşımla ayrılma konuşması yaptığımız gün elimdeki taşlarla oynarken sağa sola attığım taşlardan biri önünde oturduğumuz kilisenin camına gelmiş ve ben istemeden whoopsie daisies dediğimden kız arkadaşımın gözleri dolmuştu, üzücü ama hatırlamaya değer bir anıdır benim için.

bu sözü ilk olarak 1711 yılında hayranlığımı anlatmaya kelimlerin yetmeyeceği mütevazı bir teklif öyküsünün yazarı jonathan swift’in up adazy şeklinde kullandığı iddia edilir:

come, stand away, let me rise: patrick take away the candle. ıs there a good fire!—so—up adazy. at night.—mr. harley did not sit down till six….
devamını gör...

sansür

o zaman da öyle düşünüyordum şimdi de aynı şekilde düşünüyorum: evlilik programlarına sansür uygulandığında her şey çığrından çıkmaya başladı.

yanlış anlaşılmasın evlilik programlarını savunuyor değilim ama bu programlar halk talep göstermediği için yayından kalkmalıydı, first lady istemediği için değil.

çünkü o zaman durum şöyle bir hal aldı:

bence evlilik programlarını yasaklandın dedikten ve alelacele bu programlar yasaklandıktan sonra insanlar bir kişinin tepkisi ile bir program formatının ağar topar değiştiğini gördü. bu da sansüre yeni bir boyut kazandırdı.

ya aynı lady spor haberlerini, ekonomi haberlerini, belgeselleri de zararlı bulursa? bunun üzerine ne işe yaradığını kendinin de bilmediği rtük durumdan vazife çıkarıp onu bunu sansürlemeye başladı.

yetmedi elbette, bu sefer kanallarda coştu ve manalı manasız her şey sansürlendi. yöneticilerimizin canını sıkma ihtimali olan, abdestini kaçırabilecek her şey sansürlendi. daha doğrusu kanallar otosansürün tadını çıkarmaya başladı.

daha da beter olacak. şimdi benim bunu yapanlara sansür ve otosansüre bulunanlar bir sorum var:

sürekli sansürlediğiniz o ünlü (bkz: kemal sunal)sözü neydi?
devamını gör...

vahşi güzel

müthiş bir pembe dizidir.

kalın kalın kitaplar okuyup ödüllü ödüllü filmler izleyip derin derin düşüncelere daldığım üniversite yıllarımda tlc için bulunmaz bir nimet olabilecek teyzemle yaşayarak evdeki domestos kokusunu ciğerlerime çeke çeke kendimi gerçekleştirmek için büyük ve acımasız bir savaş veriyordum.

yeni tanıştığım yazarlarla samimiyeti ilerletmeye çalışmak ve filozoflardan anlayabildiğimi anlamak, anlamadıklarımı sabaha bırakmak çabası içinde kıvranırken bir gün teyzemle vahşi güzeli izlerken buldum kendimi. birikimlerim eyjafjallajökull yanardağı gibi coştuğu, ya da ben öyle hissettiğim ya da kız arkadaşım olmadığı için teyzemin dizisi ile dalga geçe geçe dizinin ilk bölümünü izledim.

boş gezenin boş kalfası olmak üzere eğitildiğim okulum bana çok bir şey ifade etmediği için, yukarıda da belirttiğim gibi o dönem sevgilim olmadığı için, milagros da fiziksel olarak kafka ve diğerlerinden daha çekici olduğu için ikinci, üçüncü ve hatta - inanmayacaksınız belki ama- dördüncü bölümü de izledim.

tabii her seferinde teyzemin zoruyla ve söylene söylene izledim. sonra bir gün teyzem patchwork kursuna gidip evdeki bütün kumaşları birbirine ulayıp yeni bir kumaş ortaya çıkarmaya karar verdiğinde vahşi güzel macerası benim için bitme noktasına geldi.

ama anlayacağınız gibi bitmedi. teyzem yokken de milagros’u izleyip kendi kendime sosyal bir deney yaptığımı söyleyip durdum. hala da merak ederim o sosyal deneyin sonuçlarını ama kesinlikle o dönem sevgilim yoktu.
devamını gör...

oktay derelioğlu

6 sezon oynadığı beşiktaş takımının efsane karakterlerinden olan, yeteneği ile büyülemese de unutulmazlar arasına girmiş olan, oyuna girdiğinde rakibe korku salmasa da attığı muhteşem gollerle çok işler başarmış olan istikrarsızlık abidesi eski futbolcudur.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

oktay derelioğlu futbol alemini aklında üç olayla yer etmiştir. yaptığı ondan fazla transferle konar göçer bir hayat yaşayan oktay, beşiktaş’ta adını duyursa da fenerbahçe ve trabzonspor’da oynayarak altın dörtlüyü oluşturmaya çok yaklaşmıştır ama olmamıştır.

oktay’ı unutulmaz yapan ilk olay 1997 yılında milli takımda oynarken belçika’ya attığı goldür. “slalom bebeğim” diyerek belçika’nın bizi şamar oğlanı etmek üzere olduğu maçta belçika savunmasını hallaç pamuğu gibi atarak ağlara gönderdiği gol hakiki futbolseverlerin hafızasından çıkmaz.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

ikinci olay ise çok üzücü bir olaydır ve aynı yıl gerçekleşen bu olay herkesi çok yaralamıştır. oktay’ın eşi yeşim hanım maalesef ki doğum yaptıktan 5 ay sonra derin bir depresyona girip hayatına son vermiştir. doğum sonrası depresyon (postpartum depresyon)’dan mustarip olduğu söylenen yeşim hanım silahla intihar ettiğinde oktay’ın takım otobüsünden göz yaşları içinde indiği görüntü herkesi üzmüştür.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

üçüncü olay ise oktay futbolu bırakıp yorumculuk yapmaya başladığı zamanlara denk gelir. dünyaca ünlü futbolcu samuel etoo’nun futbol hayatının düşüşe geçiş soluğu antalyaspor’a transfer olmasına neden olan bu olay futbol camiasında “ etoo bitmiş” vakası olarak bilinir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

velhasılı güzel bir futbolcu, kötü bir yorumcu idi oktay derelioğlu.
devamını gör...

sayın muhbir vatandaş

12 mart darbesinin ardından radyo ve televizyonlardan halka yapılan çağrının başlangıç kısmıdır.

aslında muhbirlik müessesi bu döneme özgü bir şey değildi türkiye’de de dünyanın herhangi başka bir yerinde de her zaman var olagelmiş bir kavramdır muhbirlik. ancak bu darbenin ardından türkiye’de beklenmedik bir saygınlık kazanmıştır.

muhbir vatandaşlar isimlerinin önüne eklenen sayın sözcüğü ile bir anda statü sahibi olduklarını zannederek üzerlerindeki eziklik ve vicdani baskıdan kurtulup kendilerini varolmanın dayanılmaz hafifliğine bırakmışlardır.

herkesin elinde kolunda tabakhaneye zamanında ulaşması gereken bir ürün varmış gibi koştur koştur birbirini ihbar ettiği bu dönem ister istemez bizi george orwell isimli kahinin yazdığı 1984 kitabına götürüyor.

kazandıkları sahte saygınlıkları ile koltukları kabaran muhbir vatandaşlar onu bunu yerli yersiz ihbar ederek sırtlarının sıvazlanmasından büyük memnuniyet duymaya başladılar.

15 temmuzda ülkede yaşananlardan sonra yine gün yüzüne çıktı muhbir vatandaşlar ama aziz nesin’in bile yazamayacağı kadar komik durumlar meydana geldi bu esnada. benim dinlediğim hikayelerden birinde eğitimci olmak için yeterince eğitilememiş iki okul müdürünün aynı gün birer dilekçe ile birbirlerini fetöcü olmakla suçladıklarını öğrendim. sebebi ise nitelikli okullardan birine müdür olmak için bir yarış içinde olmaları.

muhbirlik müessesesine saygı duymamakla birlikte bu kadar çetrefil bir işin altına girecek kadar vatansever (!) olmalarını da takdir etmiyor değilim.
devamını gör...

ona zarfsız kuşlar gönderin

orhan miroğlu kitabıdır.

dünya kendi kendini yok etmeye yeminli insanların yaşama alanı olmaya başladı, çok zamandır. küresel ısınmadan bahsetmiyorum, çok daha mühim bir konu sizinle paylaşmak istediğim. dünya halkları çocuklarını kurban etmeye başladığından beridir ki kıyamet evinden dışarı adımını atmak için bütün hazırlıklarını bitirmiş oldu. dünya üzerindeki mevcut durum bana hep, nedense, francisco goya’nın ” saturn swallows onu of his children” isimli tablosunu hatırlatır. kevin carter’ın çektiği pulitzer ödüllü fotoğrafı düşünün, orda dürya açlıkla terbiye etmeye çalıştığı bir çocuğunu yok edişini izledi. ülkemde olanlara bakın, bir bombalı saldırı da üniversite öğrencisi bir kızı yaktık diri diri. biz yaptık bunu, kendinizi bu suçtan arınmış sayamazsınız. kaç kız çocuğuna tecavüz edilip, sonra da namussuzlukla suçlanıp öldürüldü? suçunuz yok mu? peki gelelim o zaman, yazının konusu olan cinayetimize. önce size bir soru; maveraünnehir nereye dökülür? devletin ve tabiatın sorduğu bu yanlış sorunun cevabını düşüne durn siz, ben de size uğur’u anlatayım.


bundan tam yıllar önce uğur kaymaz, kızıltepe’de öldürüldü. hem de devlet görevlileri tarafından. hem de 13 kurşunla. kanunun şaşmaz terazisi uğur’un o kurşunları hak ettiğine hükmetti. 12 yaşında 13 kurşun. okuyanlar benim siyasetten hoşlanmadığımı bilir. niyetim siyaset yapmak değil. ama terörist olma iddiası ile 12 yaşında bir çocuğa, yakın mesafeden, arkadan 13 kurşun sıkmak ne tür bir insanlığa sığar. uğur, teröristti devletin gözünde ve silah sahibi olan devlet memurlarının gözünde o yüzden, bir şarjör dolusu kurşunu hak ediyordu. uğur’un üzerinde keleş olduğu iddia edildi. bu tüfek uğur’un cansız bedeninin yanına bırakılmıştı, dvelet dersinde öldürülen uğur’un. uğur, o tüfeği taşısa bile doğrultamazdı. ama maalesef uğur, tekrar ediyorum sırtından, 13 kurşun yedi.


orhan miroğlu, uğur için yazmış bu kitabı, aldık kabul ettik. okuyun, bazı şeyleri unutmamak için. bir çocuğu öldüren kim olursa olsun ona cani demekten korkmamak için. okuyun. saçma siyaset aleminden dışarı atın kendinizi ve okuyun. 17 sene evvel uğur öldürüldü, 12 sene önce serap eser öldürüldü, yine 12 sene önce ceylan önkol öldürüldü. ve biz unuttuk. unutmayalım, ne kadar çok çocuk öldürülürse, kıyamet o kadar yaklaşacak. ne kadar çocuk öldürürsek, dünya o kadar çabuk yok olacak. yazının başında sorduğum soruyu bir de ece ayhanyinelesin ve siz bu çocuklara zarfsız kuşlar gönderin:

buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
bir teneffüs daha yaşasaydı,
tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
devlet dersinde öldürülmüştür.


devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
– maveraünnehir nereye dökülür?
en arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
– solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.


bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım


o günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
ah ki oğlumun emeğini eline verdiler


arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
devamını gör...

oscar ve pembeli meleği

dahi yazar éric-emmanuel schmitt tarafından yazılan ve büyük oyuncu yıldız kenter tarafından oynanan muhteşem oyundur.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
şişmanlamayan sumocunun da yazarı olan éric-emmanuel schmitt tartışma götürmez bir dahidir. yazdığı muhteşem metinlerin yanı sıra daha önce öykü olarak yazdığı oscar ve pembeli meleğini tiyatro oyununa çevirmiştir. henüz 61 yaşında olan yazarın bundan sonra ne tür edebi büyüler yapacağı en merak ettiğim konular arasındadır.

yıldız kenter ise anlatmaya bile gerek olmayan, bence türk tiyatro tarihinin gelmiş geçmiş en büyük oyuncusudur. kent oyuncularının en büyük ismi olan yıldız kenter bu oyunda tek kişilik görkemli ve akıl almaz bir performans sergilemiştir.

yıllar önce kısa bir süre çalıştığım bir okuldan ayrılıp yeni görev yerime gitmek üzereyken izledim bu oyunu. oyuna gittiğimde elbette beklentim çok fazlaydı ama bu kadar derin etkiler bırakacağını tahmin dahi edemezdim.

oyunda oscar lösemi hastası küçük bir çocuk. 10 yaşında sadece. ve oscar ölmek üzere. ama o kadar akıllı bir çocuk ki oscar. izleseniz o kadar seversiniz ki onu. oyunda oscarı oynayan yıldız kenter müthiş bir performans ile oscarı sevdiriyor bize ama yazarın kalemi de az etkili değil.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
hastane odasında geçen hikayede oscarın annesi hep destek olmak için oralarda oluyor, hep yanında. anneyi oynayan yıldız kenter burda da muhteşem.

elbette bir de pembeli melek var. oscarın bakıcısı. ölmek üzere olduğunun farkında olan oscarı tevekküle çağıran 100 yaşına yaklaşmış olan pembeli melek ona gönüllü olarak bakıcılık yapmakta. pembeli meleği de elbette yıldız kenter harikulade oynamakta.

pembeli melek ve oscar bir oyun oynamaya karar verirler. ölmekte olduğunun bilincinde olan oscar sürekli bir sorgulama içindedir. tanrıya dair soruları vardır oscarın ve melek ona cevaplar sunmak için gönderilmiştir sanki.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

oyuna göre oscar her gününü on yıl gibi yaşayacak ve her on yıllık dönemde yaşadıklarını, hissettiklerini pembeli meleğine anlatacaktır. ve oscar bu plana sonuna kadar sadık kalır ve her gece uyumadan önce bir not bırakır yatağının başına:

“ beni yalnız pembeli meleğim uyandırabilir.”

son güne oscarın bıraktığı ve her gün olandan farklı olan notu okuyunca pembeli melek, ben artık dayanamadım ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. ama öyle böyle bir ağlama değil. oyun bitti, ayakta alkışlarken ben hala ağlıyordum. dışarı çıktım alkışlardan sonra. tam o an okulda birlikte çalıştığım ve kanser teşhisi konduğu için saçları artık eskisi kadar rüzgarlı olmayan bir öğretmen ablamla göz göze geldik. birbirimize sarılıp dakikalarca ağladık. uzun uzun, hıçkıra hıçkıra.

hayatımda izlediğim onlarca tiyatro oyunu arasında en iyisiydi diyebilirim. belki artık izleme şansı olmayacak izlemeyenlerin ama en azından alıp okuyabilirsiniz.
devamını gör...

the fantastic flying books of mr. morris lessmore (kısa film)

willam joyce ve brandon oldenburg tarafından çekilen oscar ödüllü bir animasyon filmdir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
tanımlarıma hasbelkader denk gelmiş olanlar belki bilirler; jorge luis borges benim edebiyat tanrılarımdan biridir ve ben en içten duygularımla inanıyorum borges’in cennetine. üstada göre cennet kitaplarla dolu bir kütüphanedir.

böyle bir cennete ulaşabilmek için de ibadet eder gibi bolca okuyup yazmak, araştırıp tartışmak ve durup dinlenmeden öğrenmek gerek. nalıncı keseri gibi sadece kendine yontmak da yetmez elbette. okuduklarını aktarmak, bildiklerini paylaşmak; duyduklarını, anladıklarını, öğrendiklerini iletmek de zorundadır insan bu düşsel cennete erişmek için.

insanların siyah beyaz dünyasını renklendirmek için onlara kitaplarla buluşma yolları göstermemiz gerek. tıpkı mr. morris lessmore’un yaptığı gibi. eskimiş, unutulmuş, raflarda çürümeye bırakılmış kitapları okuyarak canlandırmak da artı sevap puanı getirebilir bize.

bu dünyayı sanat kurtaracak; edebiyat, müzik, tiyatro, sinema ve diğerleri. aslında yapmamamız gereken çok fazla şey yok. bazen az şeyle çok büyük değişikliklere yol verebiliriz. yeter ki yaptığımız şeyin iyilik uğruna yapıldığı gerçeğini sıkı sıkı sarılalım. unutmayın az çoktur.

the fantastic flying books of mr. morris lessmore
devamını gör...

emral

bir dönem emrah’a benzerliğini kullanarak ünlü olmaya çalışmış zavallıdır.

emrah’a olan fiziksel benzerliğini paraya ve üne çevirmeye çalışan bu arkadaşımız şarkı söyleme tarzı olarak da emrah’ı taklit ederek piyasada bir köşe kapmaya çalışmış ama bu o elim güne kadar da kendisine belli bir tanınırlık getirmiştir. son paragrafta bu elim günü anlatacağım.

arkadaşımız, mal bulmuş mağribi gibi üzerine saldıran televizyon programlarına akıp giderken bir yandan da emrah’a benzediği için değil, iyi bir müzisyen olduğu için ünlü olduğunu iddia etmiştir.

ancak albüm kapağında kullandığı resim ve ismini yazış şekli sahtekarlık kokuları yaymasına neden olmuştur. şöyle ki:

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

l’nin kuyruğundaki kıvrılmanın emrah’a benzemek için zavallı bir çalışma olduğu gözlerden kaçmamıştır. ama kimsede “ aga sen neyin peşindesin” dememiştir.

ta ki o elim güne kadar. o gün televizyon programına servet kocakaya ile katılan replikant, sunucunun bir sorusu üzerine:

“ emrah’a benziyor olabilirim ama ben üniversite mezunuyum” diyerek kendi sonunu da hazırlamıştır.

bu muz ortayı göğsünde yumuşatan servet kocakaya:

“ sen üniversite mezun olduğun için değil, sahtekarca bir iş yaptığın için buradasın’ diyerek maçın bitiş düdüğünü çalmıştır.

bu programdan sonra ortadan kaybolan kardeşimizden bir daha haber alınamamıştır.
devamını gör...

halkın tepkisizlik sebebi

bunu manasız ve akla mantığa sığmayan durum için birkaç madde sıralanabilir:

1. korku: onlarca insan işini kaybederken, hapislere atılırken, itibar kaybına uğrarken, gelecekleri ve hatta bazılarının geçmişe de ellerinden alınırken herkes izlemekle yetinirken yapılan yapanın yanına kar kaldı. bu da halkın kendini 1984 romanı içinde hissetmesine neden oldu.

2. umut: herhangi bir sayı vermeyeceğim ama çok olduklarına emin olduğum insanlar vasıfsız ve yetersiz oldukları konularda makam mevki sahibi olup hiç hak etmedikleri bir lükse erişince insanlar kendilerinin de onlar gibi olabileceğine dair bir umuda kapıldı ve bu umut onlara sunulabilecek en büyük lanetti ancak bunun farkına varmak yerine olan bitene sessiz kalıp sıralarını beklemeye karar verdiler.

3. geçmişin izi: bir grup insansa belli konularda haklı olarak geçmişte kendilerine yapılan haksızlığın etkisiyle geçmişe dönmenin onları yeniden eski hallerine çevirmesinden çekinerek ehven-i şerre sarılıp haksızlığa uğrayanların bunu hak ettiklerine inandırmaya çalıştılar kendilerini.

4. medya: medya her zaman güçlünün yanında olmaya devam ettiği için olan biteni değiştirip eğip bükerek anlattığı için halk işine geleni tercih edip onları izledi. sonunda tepki veremeyecek kadar uyuştular.

5. açgözlülük: bir grup insan açgözlülükten gözleri döndüğü için hak ettiklerinden fazlasına talip olurken diğer bir grup elindekini de kaybetmemek için yerin dibinde yaşayan insanlara gözlerini yumdular.

başka maddelerde vardır elbette. benden bu kadar.
devamını gör...

dayak yemiş efsane nesil

efsane dayaklar yemiş efsane neslin bir üyesiyimdir.

babamın sıradan ve çarpıcı ve annemin sanatsal ve unutulmaz dayaklarının dışında aklımdan hiç çıkmayan dayak anım belki de eğitim hayatımda ilk ve tek olduğu için zihnimin çeperlerine tutunmuş bırakmıyor.

lise yıllarında durmadan yaptığım şey olan futbol oynamakla meşguldüm. dünyanın en güzel anlarından biri olan bir boş ders esnasında takımlarımızı kurmuş maça başlamıştık. her şey çok yolunda gidiyordu çünkü sol kanatta taç çizgisinin bir iki metre kadar içinden topla hareket halindeyken birden şut çekmeye karar verdim. beni çok iyi tanıyan takım arkadaşım bana böyle bir şey yapmamam için seslendi çünkü okul müdürümüz tam çaprazımda yaklaşık 15 metre kadar ileride bir veli ile konuşmaktaydı. ben kararımı vermiş olduğum için o şutu kesin atacaktım ve attım da. top plastik olduğu için ve yandan yandan tatlı bir rüzgar estiği için yön değiştirdi ve müdürün alnının ortasında patladı.

bir anda kalecinin penaltı anındaki endişesiiçinde herkesin sesi soluğu kesildi, ben topun roberto carlosun fransa’ya attığı efsane frikik golünde olduğu gibi falso alacağını ummuştum ama fransa kalecisi barthes gibi topun hedefi buluşunu izledim, sahadaki herkes gibi çaresizce.

ben müdüre doğru yürümeye başladığımda arkamdan gerizekalı bir arkadaşım kaçmam gerektiğini fısıldadı ama kimse benim kadar gerizekalı olmadığı için ben müdüre doğru yürümeye devam ettim. o esnada ise saha çoktan boşalmıştı hem korkudan hem zevkten.

müdürün yanına yaklaştığımda sadece bergkamp, zidane ya da van basten’e ait olabilecek bir voleyle beni tehlike bölgesinin dışına yollayıp takımıma rahat bir nefes aldırdı.

yediğim en klas gol olabilirdi. içimden “ ve gool, ve gooool, işte gooool, işte goool” diyerek arkadaşlarımın yanına doğru sağlık görevlileri eşliğinde ulaştım.

efsane dayak böyle yenir.
devamını gör...

unutulmaz film sahneleri

bir filmi on yıllarca hayatta tutan sahnelerdir.

bazı filmler aklınızın bir köşesine kazınır ve yıllar geçse de unutmazsınız. bu filmlerin ortak özelliği içlerinde unutulmaz sahneler barındırmasıdır. ben kendime göre birkaç tane sahne seçtim:

1. scent of a woman :

albayımın gözleri görmese de bir kadının kokusunu takip ederek dans ettiği, mest olduğu, mest ettiği sahne.

buradan

2. taxi driver :

travis’in kendi kendine göz dağı verdiği sahne.

buradan

3. se7en :

dedektif david mills’in çılgın bir meraka kapıldığı hiçliğin ortasında saçını başını yolduğu sahne:

buradan

4. dead poets society:

öğrencilerinin mr. keating’i uğurladığı görkemli sahne:

buradan

5. american history x :

derek vinyard’ın körü körüne inanmanın insanın insanlığını nasıl yok ettiğini gösterdiği sahne:

buradan
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim