yarizen yazar profili

yarizen kapak fotoğrafı
yarizen profil fotoğrafı
rozet
karma: 2619 tanım: 34 başlık: 9 takipçi: 49

son tanımları


frp muhabbeti

"frp muhabbeti, rol yapma oyunları ve altkültürüyle ilgili her şeyin konuşulduğu bir podcasttir. ilginizi çekiyorsa muhabbete hoşgeldiniz." açıklamasıyla ve tarafımca yürütülmekte olan podcast projesidir. aşağıya linkini bırakıyorum ilgilenenlere duyurulur. yorumlarınızı beklerim.

buradan
devamını gör...

katip bartleby (kitap)

ah bartleby, ah insanlık!

bir sanat eseri ne kadar fazla gönderme yapıyorsa, ne kadar farklı şekilde yorumlanmaya imkan veriyorsa benim gözümde değeri o kadar fazla oluyor. bu özelliğiyle aklıma gelen ilk eserlerden birisi ve en kısası bu kitap; katip bartleby.

öykümüz, moby dick’in yazarı herman melville tarafından yazılmış. kitabın önsözünü edebiyatın en gözü görmez ustalarından jorge luis borges yazmış. orada uzun uzun bu iki eseri karşılaştırıyor. dedim ya kısa diye, gerçekten kısa. önsöz ile beraber toplam bir saat kırk beş dakikada bitebilecek bir öykü ama özü ömürlük.


öykünün baş kahramanı bartleby sessiz sakin ve uyumsuz bir katip. diğer ana kahraman aynı zamanda öyküyü bize anlatan avukat ve hukuk insanı.*bu iki karakter öykü boyunca yer yer benzeşiyor yer yer ise karşı karşıya geliyor. temel çatışmamız, bu iki karakter arasında gerçekleşen ve bir tarafın sürekli “yapmamayı tercih ederim” cümlesiyle sonuçlanan sözel düellolardan oluşuyor. bu ikililik öykü boyunca yan metaforlar ile destekleniyor. avukatın yanında çalışan diğer katiplerin birinin ruh hali kötüyken diğerinin iyi olması gibi. kitapta geçtiği haliyle “ecinnileri sırayla yer değiştiriyor”. avukatın tam olarak anlayamadığı katibini anlatması ise bir uyumsuzun hikayesini anlatmak için harika bir yol zira norm olmadan normdışını anlatmak oldukça zor olurdu. öykünün temelinin wall street civarında bir yazıhanede geçmesi ve ana karakterimizin sürekli kendisine uzatılan parayı almaması da akla gelen ilk “karşılıklık” metaforlarından.

emrinde çalışan “katipler bölüğü”* bartleby ile anlaşamıyor tabi. avukat uzunca bir süre “yapmamayı tercih eden” bartleby ile mücadele etmeye çalışsa da en sonunda onu tanrının bir görevi olarak kabul ediyor ve dokunmamaya başlıyor. bizim uyumsuz kendi direnişi ve kendi sakin methodu ile çalışmanın sınırlarını kendi belirliyor. belli bir süre bu pasif direnişe “katlanan” patronumuz ise kendini en son kendi yazıhanesinde ayrılmak zorunda buluyor ama yine de bartleby’e karşı duyduğu özlem, sevgi ve merhamet arası duygular ile biraz da zorlama birleşince yine onu görüyor.

anlatıcımız bunları yaşarken bizim tam olarak anlamadığımız sebeplerden bartleby giderek daha az şey yapmaya başlıyor ve giderek bir çok şeyi yapmamayı tercih ediyor. bu yapmamayı tercih etmesi onu kendi ölümüne kadar sürüklüyor çünkü o “yemek yemeden yaşıyordu”. kendini de çok çok kibar bir şekilde fail olmadan daimi edilgenliğiyle öldürüyor.

peki bu öykü bize ne anlatıyor? dedim ya bir çok farklı açıklaması var kısaca değineceğim, her birinizin* farklı anlamlar bulacağınızı düşünmekteyim.

kitabın yazarı editörlerden tarafından çok satan kitap yazsın diye çok fazla baskıya uğrayan bir yazar. moby dick sonrası çok fazla ana akım bir iş yapmaması ve deneysel çalışması aslında onun “yapmamayı tercih ederim” deme yolu olabilir. katip-yazar alegorisi bence bariz. yazar kendi yaralarını sağaltmak için bu öyküyü yazmış olabilir. kendini korkutmak için de yazmış olabilir. belki de kendine “bak sistemin dışına bu kadar çıkarsan naçar bir şekilde hapishane köşelerinde ölürsün” demek içindir bütün bu öykü.

kafkaesk bir hikaye olarak yorumlanabilir. neredeyse bir fotokopi makinesine dönüşen bartleby’nin dünyaya, sonra işine, sonra da kendine yabancılaşmasının öyküsü olabilir. labirentte bir fare gibi gezmek, renk renk neye benzediği ısrarla betimlenen duvarlar böyle bir metin için biçilmiş kaftanlar sonuçta.

wall street’in göbeğinde kapitalizmin bağrında direnen pasif direnişçi şanlı yoldaş bartleby’nin de hikayesi olabilir. mülkü terk etmemesi mülkiyeti reddetmesinden, paraya dokunmaması paraya inanmadığından ve en son çalışmayı reddetmesi de kendisini soyan kapitalist sülüklere “yeter artık!” demesindendir.*


benim için ise diğer kitap karakterlerinden en önemli farkı şudur kendisinin, doğru zamanda okuduğum ve bana doğru mesajları veren karakterdir. kısaca değinmek istiyorum. üniversiteden mezun olduğum zamanlarda işe başlamam gerekti malûm. kendimi biliyorum, “8 saatten fazla çalışmam. 1 mayıs mümkün değil çalışmam, en ufak bir şey görsem bağırır çağırırım. hiyerarşi sallamam vs. peki ben böyle olursam beni kim neden işte tutsun? ben de ilkelerimi değiştirmem biz bu haklara sahipsek sebebi canlarını verip bu sistemi karşısına alan işçiler, anarşistler, sosyalistler; ben nasıl yüz çeviririm onlardan?” ben bu düşüncelerle boğuşurken bartleby’i okudum. yöntem çok basitti, “yapmamayı tercih ederim”. bunu sakince ve kendine güvenerek yaparsan sınırlarını sen çizersin. karşı taraf beni işten mi kovacak ben bunu dediğim için, hay hay buyursun kovsun. kovamadığı anda ben alanımı korurum kendimi kabul ettiririm. vicdani ret sürecimde de aynısını yaptım.

sözün özü, hayatınızdan bir buçuk saat verip bu kadar damıtılmış bir deneyime sahip olmanın değeri paha biçilemez. edebiyat denildiğinde aklıma gelen bu kısa öyküyü herkese tavsiye ediyorum.
devamını gör...

tecavüz kültürü

bu yazı herhangi bir çizgi roman, kitap, film vs. üzerine değildir. tahmin edersiniz ki yazmaktan da konuşmaktan da keyif almadığım bir konu üzerine olacak. ben de istiyorum bu konulara girmemeyi, ben de biliyorum benim buraya yazdığım yazının hemen hemen kimseyi etkileyemeyeceğini çünkü insanların burayı en iyi ihtimalle bir sosyalleşme ve kafa dağıtma mecrası olarak kullandığını vs. ancak fuzuli’nin dediği gibi “konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil” bari gönlüm benden razı olsun. tetikleyici içerik olduğunu düşünen insanlar için yazının gövdesini spoiler olarak yazacağım ki istemeyen insanlar da bu içeriğe maruz kalmasın.


“tecavüz kültürü” cinsel şiddetin normalleştirildiği, olduğundan daha önemsiz hale getirildiği kültürleri tanımlamak için kullanılıyor. ilk olarak new york’ta ikinci dalga feministler tarafından kullanılıyor. bu terim savaş alanlarındaki toplu tecavüzleri temel alarak savaşı, hapishanelerdeki sindirme tecavüzlerini temel alarak hapishaneleri tanımlamak için de kullanılmıştır. terimdeki kültür vurgusu cinsel şiddet içerikli olayların birbirinden bağımsız olmadığını vurguluyor. her kültür kendisini oluşturan unsurların tekrarına ve istikrarına bağımlıdır peki tecavüz kültürünü oluşturan temel unsurlar nelerdir? isterseniz onlara biraz bakalım.

sonu tecavüze varacak olan cinsel şiddet saldırılarını mazur gören ve hatta cesaretlendiren bir kültür düşünelim. en başta ne yapması lazım bu kültürün? doğru tahmin ediyorsunuz, failleri koruması ve aklaması lazım. bu kokuşmuş kültürün ayakta kalabilmesi için tam da buna ihtiyacı var. kültür bazı ülkelerde o kadar sistematikleşmiş ve kronikleştirmiştir ki tecavüzcüsü ile evlendirilen kadınları biliriz. bu tarz uygulamalar “yasa” ile de korunabilir. pişman olanlara ceza indirimleri vs.

peki, bir bebekten tecavüzcü yaratan bir kültürün ihtiyaç duyduğu ikinci unsur nedir?

kadın ve erkek arasındaki farkı o kadar büyütmelidir ki ortaya birbirinden neredeyse bağımsız iki farklı « cins » çıksın. bu cinsten birisi belli rolleri yerine getirirken diğeri de geri kalanları yapmalıdır. eğer en ufak bir sapma olursa toplumsal mekanizmalar ile hemen hizaya sokulur. kısa bir kurgu yaratayım hemen ki akıllara daha iyi otursun. toplumsal cinsiyet rollerine göre geleneksel toplumlarda erkek cinsi evin dış işleriyle kadın cinsi ise iç işleriyle uğraşır. erkek işe gider, para getirir, ailesinin geçimini sağlarken; kadın da bulaşık yıkar, çocuklara bakar, temizlik yapar, yemek yapar vs. haliyle bu toplumda iç mekânlar kadınınken dış mekânlar erkeğindir. evde duran erkek sevilmez ve evden sürekli dışarıya gönderilir. dışarıda olan kadın ise ayıplanır ve eve gönderilir. o yüzden sözü edilen geleneksel toplumda bir kadın tecavüze uğrarsa “onun orada ne işi varmış?” cümlesi ile suçlanır ve fail görünmez kılınır. erkek dışarıda tecavüze uğrarsa bu bütün erkekleri ve genel anlamda “erkekliği” sekteye uğratacağından hiç lafı edilmez, kimsenin haberi bile olmaz. bu da ikinci unsurumuzdu.

üç?

bir şekilde faili görünmez kılan ve bütün suçu bu şiddeti yaşayan bireye yöneltme. popüler adıyla kurban suçlayıcılık. “bunu nasıl yapabilir insanlar!?” diye safça sorabilirsiniz tabi cevap ise « toplumsal mekanizmalar ». ‘insanlar kendi güvenliğinden kendileri sorumludur, eğer birisi size saldırıyorsa siz suçlusunuz’ ilkesi ne kadar saçma bir ilke değil mi? peki ya şu nasıl? ‘kadınlar kendinden sorumludur, tecavüze uğrayıp uğramamaları kendi eylemlerine bağlıdır’ sanırım ne olduğu belli ama daha da açıklayayım. kadınların güvenliğinin sadece kadınlara ait olduğu yalnızlaştırıcı bir algıdan bahsediyorum. onunla görüşmeseymiş, çocuğun ne olduğu zaten belli değil mi? listemiz uzar gider. zaten sözlük kullanan ortalama insanlar olarak her gün böyle yüzlerce mesaj görüyoruz.

dört

kısaca cinsel şiddetin normalleştirilmesi. küfür bunun en bariz örneği, sürekli koyanlar, kaldıranlar, ağıza bir şeyler yapanlar… açık veya kapalı küfürlerin hemen hemen hepsi cinselliğin çarpıtılmış ve acı çektirici bir versiyonuna gönderme yapar. konuşmaya başlamamızdan itibaren duyduğumuz bu küfürler sürekli rıza dışı cinsel ilişkiye (tecavüz) gönderme yapıyorken bizim de bu kültürün bir parçası olmamamız için özel bir çaba sarf etmemiz gerekiyor. kadınlara laf atılması, erkeklerin kadınların kişisel alanına girmesi, seks amaçlı olmayan fakat rızanın alınmadığı fiziksel davranışlar ve aynı şekilde söylemler vb. ‘görece’ daha düşük yoğunluklu cinsel şiddet örneklerinin ‘oğlan çocuğu ne yapsın’, ‘kız da çok tepki vermiş canım ne var bunda’ gibi söylemlerle normalleştirilmesi de bu kategoride. tecavüz şakalarını da unutmamak gerek. onlar da buraya dahil.

beş, altı, yedi, sekiz…

ne yazık ki bu kültürü oluşturan unsurlar burada anlatılabilecek kadar değil ancak bu unsurların bir kısmını gösteren bir piramit görseli bırakıyorum aşağıya, oradan bakılabilir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel


bu kültürün zararları nelerdir diye ahmakça bir soru soralım ve cevaplayalım.
en iyi ihtimalle kadınlar sürekli güvenlik karşılığında özgürlüklerinden mahrum bırakılıyorlar. en kötü ihtimalle de katlediliyor ve tecavüze uğruyorlar. ölürlerse kendilerini katleden tecavüz kültürü bu sefer sormaya başlıyor, üstünde ne vardı, neredeydi, ne içmişti, ne iş yapıyordu, tecavüz edenin kimliği ne… bu sorulardan herhangi birine göre toplum kararını veriyor. hatta çoğu zaman toplum bu soruların cevabına göre bu cinayetlerden haberdar oluyor. eğer öldürülen kişi ‘makbul kadın’ değilse o haber bizim kulağımıza ulaşmıyor bile. bu kadar mı sandınız? dahası var. ucuz ve gündelik siyasetin parçası haline getiriliyor bu insanlar.

diyelim ki ölmediniz ve hayatta kaldınız. bu sefer toplumun sizin arkanızdan söylediklerini yüzünüze söylemeleriyle karşı karşıyasınız. sistematikleşmiş kolluk kuvvetleri ve mahkeme süreçlerinde ısrarla beyanınızın sorgulanması, kendinizi kanıtlamaya çalışmanız ve tecavüzcünüz ile sürekli yan yana getirilmeniz de olası tabi.

erkeklere ne oluyor peki? birazcık vicdanı olanlar ‘erkeklik’ krizi yaşıyor. « yolda yürürken önümden kadın geçerse ne yaparım ben » minvalinde anksiyeteler ile boğuşuyor. şimdi yeni moda anksiyete ise « telefonun kamerasını kapatayım ki metroda kadınların fotoğrafını çekiyorum sanılmasın ». daha ciddi bir problem ise erkeklere karşı işlenen cinsel suçların neredeyse görünmez olması. erkeğe tecavüz hâlâ konuşulmayan bir tabu.

tabi ki sebepler gibi zararlar da bu yazıdaki kadar değil. herkes kendi gündelik hayatında karşılaştığı sorunların bir kısmının (benim bakış açıma göre çok büyük bir kısmının) tecavüz kültürü ile ilintili olduğunu görebilir.

peki, o meşhur soru, ne yapmalı?

kısaca bu kültürün ne olduğunu anlayıp onun herhangi bir şekilde parçası olmamaya çalışmak dışında yapabileceğimiz çok bir şey yok. küfür etmek yok, toplumsal cinsiyet rollerini temel almak yok, rızaya dayalı ilişkiler kurulmalı, herhangi bir cinsel şiddet gördüğümüzde ses çıkarmalıyız, sosyal medyadayım ben trollük yapıyorum gibi bahanelerle cinsiyetçilik yapmamalıyız vs. düzgün insan olmalıyız işte.
devamını gör...

masallar


bir varmış, bir yokmuş. allah'ın kulu çokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ak sakal, sari sakal, berber elinden yeni çıkmış kırkılmış yok sakal, kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamama girsem sorarım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı.*



dereden geldim, sandığa girdim. bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor. şöyle ettim, böyle ettim, yüzüne baktım, hanım yerinden kalktı. çıktık birlikte yola ne sağa baktık ne sola. gide gide kaf dağının ardına geldik ki ne ileri gidilir ne geri, sana bir masal anlatayım gel beri. **



düşünün şimdi! böyle yaşayan bütün masal kahramanlarının gerçek olduğunu. istisnasız hepsinin gerçek olduğunu düşünün. sinbad da gerçek, yakışıklı prens de (bütün hikayelerdeki bütün yakışıklı prenslerin tek kişi olduğunu düşünün) pamuk prenses de gerçek ve tabi ki duyguların en gerçeği olan korkunun tecessüm etmiş hali büyük kötü kurt da gerçek. gerçekten de üfleyip püfleyip evleri uçurabiliyor hatta ev sahiplerinin başına yıkabiliyor. bir de alın bu kahramanları, sürgün edin ve new york'ta kendi hallerinde bir mahallede yaşatın. o mahallenin adını da masalkent koyun. alın size nur topu gibi “masallar”, bill willingham uzunca bir süre boyunca yazdı. toplam yüz elli fasikül olarak on üç yılda yaratıldı. sonrasında bu fasiküller yirmi iki ayrı ciltte toplandı. sonra yan seriler olsun, bilgisayar oyunu olsun*, romanlar olsun koskoca bir masallar (fables) evreni yaratıldı. arkabahçe yayıncılık ilk on bir kitabı çevirip bastı. toplam yetmiş beş fasikülü konu ediniyor. kendi içinde bir başlangıcı bir finali var o sebeple okumak isteyenler hiç endişe etmesinler.

ana hikayemiz katlanarak gidiyor. lahana tarzı* bir hikaye anlatımına sahip. karakterlerin hepsini önceden bildiğimiz için girizgah ile onla bunla uğraşmıyor. direkt in medias res. hikaye anlatımı olarak dönemin paradigmasını belirleyen ve kendinden önceki paradigmaları yıkan çizgi romanlardan. tabi ki bu konuda çok başarılı vertigo ((gbkz: sandman), swamp thing vs…) tarafından basıldı. artık vertigo yok malûmunuz o yüzden #151 ve sonrası dc black label’dan çıkıyor. doğru duydunuz laf arasında hiç önemi yokmuş gibi söyleyiverdim. on üç yıl süren seri ara verdiği yıllardan sonra dc’den çıkıyor. hatta bigby vs batman diye 6 fasiküllük bir macera bile basıldı. en sevdiğim iki kurgusal dedektifin karşı karşıya gelmesi de harikaydı ama şimdiden uyarayım eğer yüz elli fasikülü de okumadan bu macerayı okursanız feci dozda büyübozana* maruz kalırsınız.

birçok farklı çizeri bünyesinde barındırsa da ana çizerimiz mark buckingham. çizimler amerikan çizgi roman dünyasından alışık olduğumuz kadar cafcikli çizimler değil. sandman, watchmen, hellblazer gibi ikonik diyebileceğim bir çizgisi de yok. ortalamanın üstünde çizimleri var ancak bölüm aralarındaki o illüstrasyonlar nedir? çizimler ne kadar sıradansa bu illüstrasyonlar da o kadar sıradışı ve masalsı. aşağıya rastgele birisini bırakıyorum, art deco esintilerini hissedebilirsiniz.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

diyaloglar çok iyi değil hatta yukarıda adı geçen serilerin yanında oldukça sıradan ancak her masal gibi bu masalların da her bir sözü bir ders niteliğinde. aile ilişkilerinden, savaş diplomasisine (masalkent yakinen tanık olduğumuz bir ülkeyi kendine referans alır) oradan casusluğa oradan iktidar sorgulamasına… ne ararsınız var. bunları da tek tek ciltlerin başlıklarında inceleyeceğim. şimdilik en zararsız büyübozanımı buraya bırakayım: eğer masallara şans verirseniz, çıktığınız en keyifli yolculuklardan biri olacak.
devamını gör...

rüzgarın adı

patrick rothfuss tarafından yazılmış kralkatili güncesi üçlemesinin ilk gününü anlatan yarı otobiyografik dram yüklü yer yer komik fantastik eser. aynı zamanda son yıllarda okuduğum en sürükleyici kitaplardan biri. spoiler konusunda hassas olanlar için biraz korumacı davranacağım. şimdiden şunu söylememde fayda var, bu kitabı okuyun ama gerisinin geleceğini umut etmeyin. zira umut bu toprakları çoktan terk etti.*



maceracı, zeki, çevik ve o kadar da ahlaklı olmayan bir dehanın kvothe’nin hikayesinin ilk günü; bunların hepsinden elini eteğini çekmiş, gözünün feri sönmüş eskinin manyağı bugünün hancısı kothe tarafından anlatılır. kvothe-kothe benzerliği dikkatinizi çekmiştir. bu bir sır değil evet bu ikisi aslında aynı kişi. adam da haklı maceracılık, kadınların peşinde nehirler boyu kayık sürmek , uyuşturucu müptelası ejderuslarla uğraşmak kolay değil. ne mayışı var ne sigortası. maceracılık zor iş ve hayatın her alanında olduğu gibi eğer zekiyseniz çok daha zor.

görsel veya yazınsal herhangi bir hikayeyi tüketirken beni en çok çeken şeylerden biri o ürün veya eserin bunu nasıl anlattığı kısacası hikaye anlatıcılığı. bu kitap bu konuda çığır açıyor. tamam o kadar da çığır açmıyor ama sonuçta her güzel hikaye biraz abartıyı hak eder.* otobiyografik bir anlatım tekniği var. kothe hikayesini bir tarihçiye değil “o” tarihçiye üç günde anlatacaktır. rüzgarın adı o üç günün ilk günüdür. kısacası bu kitapta kvothe’nin hazırlık aşamasını yola çıkışını ve kendini buluşunu görürüz. edema ruh olarak ne yaparlardı, nerelerdeydiler onu görürüz. edema ruh ne diye soracak olursanız akademik olarak da yaptıkları işe çok yoğunlaşan çingenelerden “esinlenilmiş” bir halkı düşünebilirsiniz. kısaca hikaye anlatıcılığını neden beğendiğimi açıklayayım.

çok fazla arketipve klişe kullanılıyor. mutlu ve eğlenceli bir yaşam süren sirk çocuğunun “seçilmiş kişi” olduğuna dair ufak tefek olaylar yaşamasını görürüz ve birdenbire bütün ailesi “saf kötü gibi görünen” yaratıklar tarafından katledilir ve sadece o hayatta kalır. her gece intikam yeminleri eder artık bıçak kemiğe dayanmıştır. çocuğumuz zor bela hayatta kalır ve artık dışarıyı “kaosu” da öğrenir. elde edemeyeceği bir kadına aşık olur vs.. aynı yüzler aynı sesler. biz bu senaryoyu elli bin defa okuduk, izledik ama hâlâ bizi etkiliyor çünkü yazar bunu edebi anlamda ustalıkla kelime seçimleriyle kör göze parmak sokmadan yapıyor. her anlatı gibi rüzgarın adı da gerçekmiş gibi yapıyor bizi inandırmaya çalışıyor ve bunu en eski yöntemlerden birini kullanarak yani arketiplerle kolektif bilinçaltımıza gönderme yaparak başarıyor.*

karakter yaratımı en azından kadın olmayan karakterlerde başarılı. tabi bunda otobiyografik hikaye anlatımının da göz boyamacılığı var. biz karakterleri tanımıyoruz biz karakterleri kvothe’nin tanımasına tanıklık ediyoruz sadece. bast’ı ayrı övmek gerektiğini düşünüyorum ama onu şimdilik yapmayacağım. kitabı okumaya başladığımda oynattığım frp karakterinin adının da bast olması benim için özel bir anı oluşturdu.

evren tasarımı çok özgün değil. büyü tasarımı çok özgün değil. bilim çok özgün değil, dünya çok özgün değil anlayacağınız. peki sorarsanız yarizen yarizen madem özgün değil neden bunları olumlu bir şeymiş gibi yazıyorsun diye sebebi yukarıdaki ile aynı. o dünyaya inanıyoruz. o üniversitenin harç paralarının her dönem başı her öğrenci için ayrı ayrı belirlendiğine inanıyoruz. “boynuza gelmek” deyimini artık kullanacak kadar özümsüyoruz. yarın bir gün bir iblis ile karşılaşırsak yanımızda ne bulundurmamız gerektiğine dair bir fikrimiz var artık.*doğru bildiniz saf demir. burada fantastik edebiyatın gücü devreye giriyor. var olmayan bir evreni var olan evren ile anlatıyor yazar. başka türlüsü mümkün olmazdı zaten. üniversitedeki gıcık hocalar diyorsunuz a burada da var. peki ya hınzır esnaf, e o da burada. çabuk sarhoş olan koca yürekli arkadaş o da tabi burada.



patrick rothfuss bugünkü en iyi hikaye anlatıcılarından biri. kitaptaki en büyük olay da bu. sürükleyici, okudukça okuyasanız geliyor. inanıyorsunuz, merak ediyorsunuz. o dünyada olmak için can atıyorsunuz -özellikle metro yollarında ve hastahane sıralarında-. tek eksik yanı “çok çok iyi” olmasıdır. o kadar üstüne çalışılmış ve planlanmıştır ki artık sezmeye başlarsınız. bir süre sonra tecrübeli okurlar şimdi bunu böyle anlatacak diyebilir. cümle tahmin etmişliğim var.

ikinci kitabı okumak için bekliyorum ama sırada bu seriyi bana öneren güzel insanın önerdiği keyifli mi keyifli çizgi roman serisinin son üç cildi var.* zaten üçüncü kitabı da yıllardır yazmıyormuş amca o yüzden hızlıca okumanın da manası yok gibi şimdilik.*
devamını gör...

bir baba hamlet

kadıköy baba sahne’de günay karacaoğlu ve şevket çoruh tarafından mütemadiyen cuma-cumartesi-pazar oynanan, pek keyifli bir o kadar da muhalif postmodern bir hamlet uyarlaması.

oyun baştan sona sizi antik yunan’da çoluk çombalak oyun izlemeye gelmiş bir atinalı gibi hissettiriyor. son zamanlarda oluşan entelektüel ve halk arasındaki nefreti kırıp tiyatroyu tekrar sokağa, edepsizliğe, bel altı şakalara ve bol bol kahkahaya indiriyor. bol bol tezahürat da var tabi ancak ben bir normal sözlük yazarı olduğum için kraliçeye bir salon dolusu insan küfür ederken cıkcıklamayı ihmal etmedim.*

sebastian seidel tarafından yazılan oyun bir yarım akıllı william shakespeare hayranı oyuncu olma heveslisi ile müzikal yapmak isteyen sesi çatallı ama çok neşeli bir şarkıcının “hamlet” oyna(yama)masını anlatıyor. tabi bu iyi niyetli girişim bir çok yerde sekteye uğruyor. bunun sonuncunda da -sahnenin kendi bülteninden alıntı yapacak olursak- babalar gibi bir hamlet ortaya çıkacakken koskoca hamlet “bir baba hamlet” oluveriyor.

bütün bu hikaye epik tiyatro olarak ele alınıyor. yani oyuncular oyuncu olduklarını biliyor ve seyirci olarak biz de bunun farkındayız. temsil, gerçek yerine geçmiyor. günay hanım ve şevket bey’in boşanmış bir çift olduğunu biliyoruz ve oyun içinde “bana demişlerdi zaten eski kocanla sahneye çıkma” gibi bize her şeyin kurmaca olduğunu gösteren keyifli detaylar ortaya çıkıyor. oyunculardan bahsetmişken günay karacaoğlu’nun performansından bahsetmezsem ellerim taş, dilim lâl olur. kendisinin hemen hemen bütün oyunlarına gitmeye çalışıyorum. bu oyunda da döktürmüş*. sahneye bu kadar yakışan, enerjisiyle bütün bir salonu kendine çekebilen ve bunu her performansta sergileyen başka bir oyuncu henüz izlemedim. şevket çoruh ise çok benim sevdiğim tarzda bir oyuncu değil ama performansı kötüydü diyemem. kendisine düşen karakteri gayet iyi oynuyor ve rolünün hakkını veriyor. dekoru ayrıca övmek istiyorum, her bir parçası işlevseldi. kâh yatak oldu o dekor, kâh bahçe, kâh şato ve her birine de inandırılmak istenilen kadar inanıyoruz. sahne tasarımı konusunda gördüğüm en işlevsel tasarımlardan biriydi.

izlediğinizde tiyatro bu diyorsunuz. bertolt brecht hayatta olsaydı ve bu oyunu anlasaydı, mutluluktan kendinden geçerdi. bir salon dolusu insan hep beraber kahkaha atıyorsunuz, yanınızdakine bakıp* ne iyi yaptık be diyorsunuz. postmodernizmin tek iyi yanı olan eski metinlerin yeniden okunmasının ve yorumlanmasının çok başarılı bir örneğiydi. ne kadar bilseniz o kadar çok şey anlıyor ve keyif alıyorsunuz. hamlet de kendi döneminin diktatörlüğüne, baskısına karşı yazılmıştı ama “danimarka’da geçiyordu”, bir baba hamlet de aynı şekilde. oyunun muhaliflik dozu kimilerine fazla ve doğrudan gelebilir ki salonda silivri soğuktur şakaları yapıldı. bir ara günay karacaoğlu’nun elinde polis megafonuyla seyircilerin arasına dalışını unutamıyorum. saçma sapan "aman biz kaybettik aman bu ülke bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” zırlaklığındaki muhaliflikten yeteri kadar sıkılmıştım, oyunun umut dolu anlatımı bana iyi geldi.

hamlet mi seviyorsunuz izleyin. epik tiyatro mu seviyorsunuz izleyin. sevdiceğinizle gülüp eğlenmek mi istiyorsunuz, izleyin. ülkeyi yönetenlere ağız dolusu katil, hırsız ve yalancı diye bağırmayalı uzun zaman olmuştu. ülke demişken tabi ki danimarka’dan bahsediyorum ve sizi bütün salon hamlet’i gaza getirmek için attığımız sloganı bırakıyorum.

“bir baba hamlet ey allah, kralı da katlet hey allah!”
devamını gör...

kağıt ev (kitap)

kitap okumak ne demek biliyoruz, bir çoğumuzun yaptığı bir şey. eline alırsın bir kitabı; gözlerinle yazıları takip edersin, sayfaları çevirirken hayal kurarsın. sonra da o kitabı kaldırır bir yere koyarsın ve belki de yıllar sonra bir defa daha okuyacağın o “nesne” orada kalır. en azından bazılarımız için öyle. bazılarımız ise o nesnelere bağlanır. bilir ki taşınsa onu en çok kitaplar yoracak, bilir ki bu şeyler yenmez, içilmez. fakat biriktirdikçe biriktirir. kağıt ev bu bazılarımızı daha çok etkileyebilecek carlos maría domínguez tarafından yazılmış “mükemmel” bir kurmaca metin. tam tanımı gereği mükemmel bir novella.

bu küçücük kitaba neden mi mükemmel diyorum,sebebi ne kaynağı ne? uzunca anlatacağım ama kısacası kaynak işkembe-i kübram.

önde süregelen bir hikaye var. kabaca şöyle: kitaplarla özel bir ilişki kuran bir adamın yavaş yavaş delirmesi. tanıdık geldi mi?*


ana karakterimiz bir okuma müptelası. zaman içerisinde kendine yeni zevkler edinmiş. eğer bir kitap elektrik olmadan yazılmışsa o kitap mum ışığında okunmalıdır misal. eğer kitabın yazarı belli bir türde müzik dinliyorsa o müzik dinlenirken okunmalıdır. hangimizin yok ki böyler küçük delilikleri. bu delilikler bir süre sonra kontrolden çıkmaya başlar. evin her tarafı kitap dolmaya başlar. “kitaplar kendi kendine hareket ediyordu” gibi cümleler okuruz. her kitap bir zihindir sözü hiç geçmez ama bu küçük novellanın bunun üzerine yazıldığını hissederiz. bir gün arkadaşları yatakta kitaplardan yapılma bir insan sureti görür.* gününün 10 saatini okumaya ve kitap almaya ayıran karakterimiz tabi bir süre sonra kitapları düzgün listeleme ihtiyacını hisseder ancak dedim ya bu kitapların hepsi bir zihin. kavgalı yazarların kitapları yanyana konulmamalıdır. telefon varken yazılan kitapla yokken yazılan kitap da pek tabi yanyana koyulamaz. böyle binbir çeşit kuralı takip etmek için ise dahiyane bir algoritma ve bu algoritmanın sürekli geliştirilip düzenleneceği bir katalog ihtiyacı hasıl olur. günlerden bir gün bu katalog yanar ve bütün o kitaplar anlamını yitirir. artık o kitapların sırası karışmıştır hatta kaybolmuştur. artık annesini hatırlamaya çalışan ana karakter onun yerine bir sokak köpeğini bulur. dayanamaz tabi buna ve kitaplarını toplar gider uzaklara. orada hayatını oluşturan inşa eden bu kitapları gerçek tuğlalara dönüştürür ve onlardan kendine bir “kağıt ev” yapar. sonra bu kağıt evden istenen gölge hattı kitabını bulmak için evini paramparça eder. delirir ve tekrardan delirir.


peki kurgusu en başta o kadar da ilgi çekici olmayan bu eseri farklı kılan ne?

kitap öne koyduğu bu hikayenin arkasına katman katman başka hikayeler koyar. doksan sayfada belki de bütün latin amerika ve ispanyol edebiyatını okuyabilirsiniz. ölen bir karakter ve elinde tuttuğu emily dickinson şiirleri bize bir şey anlatır. eğer biliyorsak dickinson’ı keyfimiz bir kat daha artar. bütün bir kitap boyunca tekrar eden kitaplar sebebiyle deliren adam figürü ve başına gelenler tabi ki bir don kişot palimpsestidir. onu biliyorsak keyfimiz bir kat daha artar. kitapta açık açık geçen ana unsurlardan biri olan gölge hattı’nın bir arzu kitabı olduğunu bilirsek ve o kitap arzuyu nasıl anlatıyorsa bu novella da öyle anlatıyor gerçeğini kavrarsak keyfimiz bir kat daha artar. kitabın içinde başka kitaplara ve yazarlara atıf olmayan neredeyse tek bir sayfa bile yok. bunların hepsini bilirsek bambaşka bir hikaye okumuş oluruz. dikkat edilmesi gereken önemli bir unsur ise şudur: bu yapılan küçük göndermeler edebi oyunlar ana hikayeyi hiç etkilememiştir. bu eserlerden bihaber olan herhangi bir okuyucu da bu kitaptan müthiş keyif alacaktır. kitabın ustalığı tam da burada devreye giriyor. size ne kadar da cahilsin demiyor* aksine kim olursan ol gel beni oku ve anla diyor. yazı dilim sadece, kısacık bir kitabım. anlattığım hikaye de ilgi çekici. ne duruyorsun? öbür türlüsü kimsenin anlamadığı ve sanatı üç beş arkadaşı için yapan sözde sanatçıların sergileri gibi olurdu.
gilles deleuze okumadıysan giremediğin okuduysan da eserleri anlamadığın ama ayıp olmasın diye anlıyormuş gibi yaptığın sergilerden bahsediyorum evet.

eserin tek alamet-i farikası bu mu peki?* kahramanlar o kadar iyi bir skalada yerleştirilmiş ki okurken "aaaa ben de kitaplarımı böyle kütüphanelerden aldım, ben de böyle tozunu alırım, ben hiç böyle toz içerisinde bırakmazdım” gibi cümleler kurduruyor. her okur, kendi okurluğunu yansıtan bir karakter bulabiliyor. bu da yapması oldukça zor bir iş.

kısacası; zihninizi doldurmak, iyi bir kurgu okumak, katman katman örülü bir hikaye anlatıcılığının bulmacasını çözmek istiyorsanız jaguar kitap’ın bastığı bu tercümeyi okumalısınız. uyarı yapmam gerekiyor bu noktada, kitaplarınızın yarısından fazlasını vermek zorunda kalabilirsiniz okuduktan sonra. benim öyle bir derdim olmadı da olanları tanıyorum diyelim.*
devamını gör...

batman

işiniz gücünüz mü yok, aman süper kahraman olsun da ne olursa olsun okuyayım mı diyorsunuz, sağda solda hava mı atmak istiyorsunuz; o zaman doğru yerdesiniz. yarizen ile karakter analizine hoş geldiniz. sizi aşağıya alalım. şimdiden uyarayım biraz uzun bir yazı olacak.

dünyaya ve yaşantılarımıza anlam verebilmek için her zaman kurmacayı kullandık. eskiden mitolojik tanrılarımız vardı, sonra ibrahim’in tanrısı geldi e sonra sekülerleşelim dedik bu sefer de aydınlanma telosuna yenik düştük. sonrası tufan; dünya savaşları, ırkçılık, nükleer, kominikler ve daha niceleri… fakat biz aynı kaldık, onu ne yapacağız? hâlâ koftiden tırnaklarımız var, hâlâ her şey bizden daha büyük ve bizi öldürmeye çalışıyor. en önemlisi hâlâ dünyayı anlamak için kurmacalara ihtiyacımız var. işte o mitolojik tanrılar döndü dolaştı kendine çizgi romanlarda yer buldu. o zaman el mecbur biz de onlara bakacağız çünkü bütün bu kaosa kendi yarattığımız düzenle cevap vermek mecburiyetindeyiz. artık hermese atıf yapıp hermeneutik disiplini kuracak halimiz yok, onun yerine batman de stoacılık ve carl gustav jung’un bireyleşmiş insanının en mükemmel örneklerindendir diyebiliyoruz.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
jung’a göre ev kişinin kendisini temsil eder. rüyalarınızda bir ev inşa etmek psikanaliz bağlamında kendini inşa etmektir der. zaten bunu anadolu’da teyzeler de böyle anlatır, eğer saray görürsen rüyanda “ohhh için ferahlayacak” derler.* o halde batman’i anlamak için önce gotham’a bakmak lazım. gotham da kurgu bir diyar olduğu için onun hakkında bildiğimiz her şey batman ile ilgili bu konuda şanslıyız.

gotham modern mimari ile gotik mimarının karışımı bir yer. zenginlerin çok zengin yoksulların çok yoksul olduğu, suçun ve yozlaşmanın arşa çıktığı bir şehir. koca şehirde gordon dışında rüşvet yemeyen bir polis, harvey dent dışında adalet arayan bir savcı yok. çok az sokak lambası işe yarıyor, çoğu patlak. çok az trafik ışığı doğru düzgün çalışıyor, çoğu çalınmış. çok az insan dışarı çıkabiliyor, çoğu suçlu. hemen herkes mafyanın veya joker gibi suç dehalarının kontrolünde. sürekli yağan yağmur ve kapalı hava da bu atmosferin bir parçası. batman gibi travmalar yaşamış, gerçekliği tam olarak kabul edememiş çırpınan bir varlık.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
batman, ailesinin rastgele bir suçlu tarafından öldürülmesi üzerine hem travma sonrası stres bozukluğu hem de hayatta kalanın vicdan azabını yaşayan; karanlık, intikam dolu ve hep puslu bir zihne sahip. okurken dikkat ederseniz arkadan piyano telinin jiletle kesildiği bir arka plan sesi bile duyabilirsiniz.* sosyopat veya psikopat değil, zira duygudaşlık gösteriyor. bölünmüş kişilik bozukluğu gibi bir şeye sahip değil çünkü bruce wayne’in bir persona bir maske olduğunu biliyor.*

gotham; batman ise, batman’ın düşmanlarının hepsi yanlış yollara sapmış batmanlerdir diyebiliriz. batman çizgi romandaki karakterlerden biridir evet ama aynı zamanda o çizgi romanların bütünüdür. gotik edebiyat genelde böyle kurgulanır. onun gölgesinin,* tezahürleri onun düşmanlarını oluşturur. bu yüzden düşmanlarını hapse atmak ya da öldürmek yerine; ıslah etmeyi, iyileştirmeyi düşünür ve onları arkham’a yollar. bu düşmanlar başlıca şunlardır; two face, penguen, riddler, mr. freeze, poison ivy ve jokerdir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
two face, adaletin yozlaşmasının tecessümüdür. o bozulmaz ve adaleti arayan savcı harvey dent kötü bir gün yaşar ve sonunda yozlaşır. artık adalet terazisini eskisi gibi ahlaki değerlere ve yasalara göre değil, bir adet madeni paranın yazı veya turasına göre kurar. batman eğer ahlaki değerlerinden (en önemlisi asla can almamaktır) en ufak bir taviz verirse sonunda onda da iki yüz gibi çoklu kişilik bozukluğu oluşacaktır. harvey dent onun suçla mücadele ve gotham’ı kurtarma girişimde rol model aldığı yegâne insandı. batman, bruce wayne ile kurduğu ilişkide bu sebeple ipte yürür. tek bir yanlış kararında dönüşeceği kişi two face.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
penguen benim favori batman düşmanlarımdan. paytak paytak yürüttükleri zamanların bunda zerre etkisi yok derim ama siz inanır mısınız bilemem. birbirlerine tamamen zıt iki karakter gibi görünüyorlar değil mi? yarasa ve penguen. biri küçük, diğeri büyük. ikisi de kuş ama biri uçuyor diğeri uçamıyor. penguen takım elbise giyen bir kuş, batman ise kuş kıyafeti giyen bir adam. her an her şeyi yapabilecek ve bir an iyi bir an kötü, bir an korkak bir an cesur ruh haliyle penguen aramıza borderline kişilik bozukluğu ile katılıyor. etrafını zenginlik unsurları ve paranın satın alabileceği her şey ile doldurarak kendini iyileştirmeye çalışıyor ama nafile.

batman de eğer sevgili alfred olmasaydı penguenden beter olabilirdi. bütün acısını ve problemlerini parayla zenginlikle örtmeye çalışabilir ve ailesinin mirası olan gotham’a sırtını dönerek kendi sınırlarında gezinebilirdi.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
klasik bir narsistik kişilik bozukluğuyla karşı karşıyayız. üstün zekâlı riddler gönlü istese her suçu işler ve yakalanmaz. ama takdir edilmek istiyor, görülmek istiyor. en büyük günahlardan biri biliyorsunuzdur, ben demiyorum insanlık öyle diyor. her zaman arkasında ismini aldığı bulmacalardan bırakıyor ki batman onu takip edebilsin, bu oyun koskaca bir kedi fare senaryosuna dönüşsün.

batman ise yakışıklı, zengin, deha, yetenekli vs… her şeyi kendisine toplamış it oğlu it bize bir şey kalmamış. neyse sakiniz ve devam ediyoruz. bütün bu varlıklarıyla narsist olmaktan çok da uzak değil hatta o derecede ki bunu maskesi olan bruce wayne de gösteriyor. filmlerdeki otel satın almaları, playboy gibi takılmaları hatırlayın. narsisizmi ile mücadele etmeyi ancak personasında onu yaşatmakla sürdürebiliyor. ne de olsa o batman!*

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
mr.freeze'in isminden de anlaşıldığı gibi kendisi bir soğuk nevale. çok değerli eşi hanımefendiyi kaybettikten sonra donuyor. ondan sonra yaşanan hiçbir şeyin anlamı yok. geri döndürülemez bir depresyon ve anti sosyal kişilik bozukluğu sergiliyor. travmasından sonra yaşamayı reddetmiş gibi duruyor.

batman ise eğer batman olmayı seçmese ve ailesinin öldürülmesi travmasını doğrudan göğüslemeye çalışsaydı yüksek ihtimal benzer bir depresyon süreci geçirecek ve belki de sonu intihara kadar uzanabilecek bir cendereye düşmüş olacaktı. öyle deli gibi yarasa kıyafeti giymiş demeden önce düşünülsün lütfen bunlar.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
poison ivy, süper güce sahip nadir düşmanlardandır. bitkileri kontrol eder ve erkekleri kendine âşık eder. öldüren cazibeye sahip bir doğa ana figürüdür. insanlarla anlamlı bir bağ kuramıyor ve uzun süreli bir ilişki geliştiremiyor. bütün duygudaşlığı bitkilerle, insanlardan kaçıyor. bir çeşit bağlanma problemi simgesi. batman’in de aynı dertten muzdarip olduğunu söylememize gerek yok diye düşünüyorum. aralarındaki fark ise birinin sevdiği insanları ağaca dönüştürüp sindirmesi diğerinin ise onları korumak için maske takması. düşününce aman aman da bir fark yok gibi.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
karşımızda suçun prensi joker. bilinen hemen hemen bütün psikolojik rahatsızlıklara ve kişilik bozukluklarına sahip. amaçsız yıkımın vücut bulmuş hali. tamamen kendine ait bir gerçekliği var ve onu kabul ettirmeye çalışıyor. batman’i defalarca kez öldürebilecekken her defasında onunla dalga geçmeyi tercih ediyor. batman’e en yakın olan kötümüz kendisi. onun da süper gücü yok. o da tamamen ahlaki kurallarıyla hareket ediyor ve etrafına korku yayıyor. kendisini olduğundan büyük göstermek için inanılmaz bir planlama, sahne sanatları ve psikolojiyi kullanıyor.* neredeyse batman’in eşleniği. paradoks kelimesinin sözlükteki karşılığı. aralarındaki yöntemsel fark, batman her zaman kontrol sahibi olmak isterken joker bunu umursamıyor. batman’in en büyük korkusunu simgeliyor; korkulmak yerine dalga geçilmek, gotham’ın kara şövalyesinden ziyade yarasa kostümü giymiş bir ucube olduğunun ortaya çıkması*

tıpkı iki yüz gibi tek bir kötü gün batman’in joker’e dönüşmesi için yeterli. kontrolünü kaybettiği anda bütün ahlaki değerleri, kendini inşa ettiği bütün temeller yok olacak. bu karşılaşmada işi daha da zor çünkü joker de bunun farkında ve tek isteği bu sonuca ulaşmak. sonuçta hareket etmesi mümkün olmayan bir nesneye durdurulamaz bir güç çarparsa ne olur bilemiyoruz.

peki, batman hem gotham’ı bu manyaklardan kurtarıp hem de kendi akıl sağlığını nasıl kurtaracak? bu yolda neler yapıyor ve biz onu neden bu hallerine rağmen süper kahraman olarak görüyoruz?

neden süper kahraman diyoruz oradan başlayalım. zengin diye mi? hayır, dostum hayır. tek sebep iradesi. herhangi bir süper gücü olmamasına rağmen karşısındaki bütün problemlerle mücadele ediyor. kendini küçük görmüyor ve bundan kaçınmıyor. bu hepimiz için ilham kaynağı oluyor. bizim gibi birisi, hayatında sorunlar yaşıyor ve evindeki problemlere yüz çevirmiyor. olmak istediğimiz insan olduğu için ona kahraman diyoruz. bütün anlattığım deliler ve sayamadığım bütün delilerin karşısında kendini koruması süper güç sayılır zannımca. bu kadar yaralı olmasına rağmen bu kadar güçlü olmasının temel sebebi ise kaçmaması.

bunları ise aslında modern psikoloji ve antik felsefe ile başarıyor. terapide kullanılan maruz bırakma metodunu kendine uyguluyor, çok korktuğu yarasaları sahipleniyor. gölgesinin bütün yönlerini keşfediyor* ve bunların her birini otantik yöntemlerle içselleştiriyor. kendi kurduğu bruce wayne personası, gölgesi ve bütün arketipik maskeleri arasında neredeyse sorunsuz bir şekilde geçiş yapma becerisini ediniyor. bütün bunların sonunda da jung’un bahsettiği bireyleşmeyi tamamlıyor ve ta da karşımızda travmaları olan sorunlarla boğuşan ama vazgeçmeyen ve mücadele etmeyi bırakmayacak olimpik sayılabilecek bir irade ortaya çıkıyor.
soylu bir aileden gelişi ve olaylara karşı verdiği tepkiler ile her zaman merkezde kalabilmesi ise onun stoacı bir filozof imparatordan geldiğini düşündürür hep bana. onu okurken, izlerken karşımda hep kendini gerçekleştirme yolunda marcus aurelius var gibi gelir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
haydi, ben deliyim yazdım siz de az deli değilsiniz okuyorsunuz böyle yazıları.
devamını gör...

halka yol gösteren özgürlük

romalılar, yurtdaşlar, vatandaşlar ve sözlüktaşlar ailenizin politoloğu ayağınıza geldi. dediklerime kulak verin size anlatacaklarım var.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

resmin orijinal adı “la liberte guidant le peuple”. romantizmin çılgın temsilcilerinden delacroix tarafından yapılıyor. şuanda louvre’da sergileniyor. zaten bir şeyin nerede sergilendiğini bilmiyorsanız louvre deyin yüksek ihtimal tutar. bu gözler içeride koşa koşa gezenler gördü.

herhangi bir eseri anlamamız için bağlı bulunduğu dönemi anlamamız lazım diyorlar ya o yüzden kısaca anlatayım. 10.charles dandik bir kral, halkını da çok iyi tanımıyor. 2 mart 1830’da basın özgürlüğünü ve oy yasasını kısıtlayan bir ferman yayınlıyor. anayasayı çiğniyor bildiğiniz. tabi karşısında biz değil de fransızlar olunca seyrelle gümbürtüyü. 27,28,29 temmuz tarihlerinde fransızlar sokakta. barikatlar başında isyan ediyorlar. o isyanın sonucunda da dandik kral gidiyor. bu üç güne “trois glorieuses” deniyor türkçesi kabaca üç şanlılar.


eugene delacroix bir mektubunda bu eser için modern bir kavram üzerine kuracağım, “barikat” der.

resimde üç ayrı plan var gibi duruyor. altta yatan asker, köylü ve devrimcilerin cesetleri; barikatların üzerinde yükselen bir tanrıça olarak marianne (özgürlük simgesi, fransızcada özgürlük dişil) ve son olarak arka planda her biri farklı bir toplumsal tabakayı temsil eden figürler.

resim marianne’i adeta bir anıt gibi gösteriyor. bütün resim adeta ona bakmamız için yaratılmış gibi duruyor. özgürlüğün simgesi o zamanda halkımızın gelini yani durum çok değişmemiş. kafasındaki frig şapka, belindeki kuşak 1789 devrimini anımsatıyor. göğsünün açıkta kalması sanki sans-culottes (donsuzlar, hiçbir şeyi olmayan fransız masum köylüsü) simgesi ama aynı zamanda mücadeleyi ve tanrıçalığı vurguluyor. elindeki bayrak yine mücadele unsuru. bayraklar eskiden devletlerin değil savaşan herkesin simgesiydi sonradan şiddet uygulama tekelini devletler ele geçirince olay değişti. renkler bildiğimiz renkler. sırasıyla mavi,beyaz ve tabi ki kırmızı yani kardeşlik,eşitlik ve özgürlük. dikkatli bakılınca bayrak etrafındaki ışıklar onu meşaleye çevirmiş gibi duruyor. e tabi marianne fransız bir kadın olduğu için koltuk altı kıllı demeyin feministler döver sizi. koltuk altı kılsızlığı gibi “pürüzsüz” betimlemeler üst sınıfların işidir. halkın kadını halk gibi olur diyerek o koltuk altı kıllıdır. özgürlük bir yunan heykeli gibi resmedilmiş. boyun kollar sabitlik yunan tanrıçası havasını tamamlıyor ve bizim medeniyetimizin kökeni yunandır diye bağırıyor. bütün resimdeki erkekler bir şekilde onu izliyor çünkü barikattaysanız ne erkeklik kalır ne maçoluk her zaman en cesur kişi izlenir. elindeki tüfeği anlatmaya ihtiyaç duymuyorum o zamanlarda tüfek önemli bir aksesuar tabi.

bize göre sağ tarafta bir çocuk var. giyimi biraz öğrenci biraz sokak çocuğu. işte o geleceği için savaşan gençliğin simgesi. hatta derler ki victor hugo o kadar etkilenmiş ki bu karakterden sefiller’deki gavroche doğmuş. gavroche kim bilmiyor musunuz hiç önemli değil ahan da videosu keratanın.

resmin bize göre en solundaki bereli abi kimi temsil ediyor sizce? kafada bere elde kılıç belde silah. üstünde kötü kötü kıyafetler. doğru bildiniz, bu arkadaş işçi. hani şu birleşmeleri arzu edilen ve devrimin sınıfı olduğu iddia edilen işçi.

onun yanındaki fularlı ve sihirbaz şapkalı da küçük burjuva diye tabir edilenlerden. zanaatkar yüksek ihtimal. marksist kardeşlerim şaşkın tabi, lümpenlerle işçiler nasıl yanyana diye ama biz paris komününden de biliyoruz ki o küçük dükkan sahibi zanaatkarlar da işçiler kadar dürüst olursak işçilerden daha fazla emek verdiler.

zanaatkar abinin sağ altındaki kişi ise masum köylü. yazık resimde bile kalmış aralarda eziliyor.

arka planda ise notre dame kuleleri var. onlar da yüksek ihtimal paris’i, özgürlüğü ve mücadeleyi simgeliyor. resmin renk paleti ise oldukça basit tabi. beyaz,kırmızı ve mavi.

peki bu resim ne diyor bize? tiranın karşısında durabilmek için barikatlarda her tabakadan insan yanyana olmalıdır mı diyor acaba? ancak böyle olursa 10. charles gibi dandik krallar devrilir zaten bunların ne oya ne yasaya saygısı mı var diyor? ben bilmem, her eser herkeste farklı tınlar.

bu resim sonraları da çok değiştirildi çok örnek alındı. çıkan bütün isyanlarda benzeri yapıldı. bizi ilgilendiren yeniden yapımını da aşağıya bırakıyorum. bizimkinin fransız orijinali kadar beğenilmemesinin sebebinin ise resim kalitesinden kaynaklanmadığını düşünüyorum. cevabım en başta bahsettiğim “dönemi anlamak” meselesinde gizli.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

gary snyder

herkes onun hakkında bir tanımlama yapar. bir çok sıfatı var. gezgin, çevirmen, beat kuşağı temsilcisi, yazar, denemeci.. liste uzayıp gider. benim ve birçoğumuz için ise en başta şairdir o. zen kaçıklarının ana karakterlerindendir, zeni japonya dağlarındaki tapınaklarda öğrenmiştir. şiiri ise kabinlerde, ormanlarda ve denizlerde öğrenmiştir -o zamanın insanları şimdikinden farklıymış demek ki, öğrenmek istediklerini kaynağından öğreniyorlarmış- onun için bir önemi olmadığına eminim ama pulitzer ödüllüdür.

şiirleri ve yazılarında dualizmi, her çeşit ayrımı reddeder. doğa ona göre dışarıda bir yerlerde olmadığı gibi içimizde bir yerde de değildir. doğaya gidilmez zaten doğadayızdır. onun özgürlük tanımı ise var oluşçularınki gibidir. özgürlük elde edilmez, verilmez, alınmaz, satılmaz. özgür olmaktan başka bir çare yoktur. gaia’ya şiirler yazar, bütün biyosferin tek bir yaşayan organizma olduğundan bahseder. çok iyi bir yürüyüşçüdür zira güzel ve anlamlı şiirler yazabilmek için güzel ve anlamlı yolları arşınlamak gerekir. beat kuşağının en iyi şairidir desem haksızlık ediyormuş gibi düşünmem.* konuştuğumuz dile çok çok az eseri çevrilmiştir. yine de hiç yoktan iyi. rexroth gibi o da japon ve çin şiirini incelemiş bunları ingilizce litaratüre katmıştır. iyi şiir yazmak için gerekli olan başka bir şey ise kapınıza gelen sorunlara yüz çevirmemektir demiş ve kapımıza gelen ekolojik yıkıma yüz çevirmemiştir. bugün greta’lar ile öğrendiğimiz türlerin yok olması ve iklim krizine çok önceden ses çıkarmış amerikan ekoloji hareketinin en önemli isimlerindendir. orada da kendi sesini duyuramadığını düşünmüştür. onun sesi “yaban”dır. derin ekoloji geleneğinin teorisyenlerindendir desem abartmış olmam.

mücadele dolu ve yorucu hayatının ardından nevada dağlarında yabanda yaşamaya başladı. hâlâ yaşıyor ve ne şanslıyız ki hâlâ yazıyor. konuştuğumuz dile çok az yazısı ve şiiri çevrildi ama hiç yoktan iyidir. 92 yaşındaki bu adam dünya üzerindeki en güzel ifadelerden birine sahip. sözlerini sözlerimize katalım, en azından sağda solda muhabbet ederken onunla aynı dönemde yaşamış olmanın mutluluğundan bahsedelim. madem aforizmalar çağındayız madem postmodernizm hüküm sürüyor nefes alıp verdiğimiz bu coğrafyada o zaman ben de aşağıya bir kaç alıntısını bırakayım. belki birileri görür de hislenir, merak eder, araştırır.


hiçbir şeyinizin olmaması için, hiçbir şeyiniz olmalı

etik bir yaşam dikkat, nezaket ve üslup sahibi bir yaşamdır...

yaban yerler geçici olarak azalıyor olabilir ama yabanıllık asla yok olup gitmeyecektir. bir yabanıllık hayaleti tüm gezegenin üzerinde: özgün bitki örtüsünün milyonlarca mini micik tohumu bir kuzey kutbu kırlangıcının ayağındaki çamurda, kuru çöm kumlarında ya da rüzgarda saklı.

aslına bakarsanız sadeliğe, yerinde bir cüretkârlığa, iyi bir mizaha, şükrana, cömertçe çalışmaya ve oynamaya ve bolca yürümeye adanmış bir yaşam bizi hakiki varlık dünyasına ve onun bütünlüğüne yaklaştırır.


gerisi artık sizde. ben yapacağımı yaptım.
devamını gör...

1 mayıs

1 mayıs günde en az 16 saat çalıştırıldığımız kölelik düzenine karşı çıkışın tarihidir. günde 8 saat çalışma, haftada en az bir gün izin gibi hakların kazanılmasının tarihidir. sloganlar bellidir, 8 saat iş 8 saat uyku 8 saat ne istersek o! emek mücadelesi ve örgütlü anarşizmin neler yaratabileceğinin örneklerindendir.

mücadeleyi anlayabilmek için var olduğu koşulları anlamamız gerekir. abd 19. yüzyılda bir çok insan için umut kapısıydı. milyonlara varan işçi göçleriyle chicago başta olmak üzere küçücük kasabalar kısa bir zaman içerisinde metropollere dönüşmüştü. işçilerin yoğunlukta olduğu bu şehirler aynı zamanda emek mücadelesi ve toplumsal devrim örgütlenmelerinin merkezleri konumuna gelmişti. kara entarnasyonel’in* 6000 üyesinin yarısından çoğu chicago’daydı. günlük tirajları 30000’i aşan anarşist bir çok yayın bulunuyordu.

anarşist işçilerin taleplerini bildirebilecekleri yöntem tabi ki genel grevdi. 1 mayıs 1886 genel grevin başlangıç günü ilan edildi. toplam 300 bin işçi o gün yürüdü. anarşist yaınlardan “the alarm” grevi anarşistlerin sınıf mücadelesi/öz savunma fikirlerini açıklayan şu sözlerle duyurdu:


“işçiler silahlanın! saraya savaş, işçi evlerine barış ve refah, aylaklığa ölüm. dünyadaki ıstırabın tek sorumlusu maaş sistemidir ve bu sistemi zengin sınıflar destekliyor. onlar ya çalışmaya zorlanmalıdır ya da ölüme! birazcık dinamit bir sürü oy pusulasından iyidir. ellerinizde kapitalizmin av tazılarını -polis ve asker- gerektiği gibi karşılamak için silahınızla 8 saat çalışma talebinizi haykırın.”

aradan 2 gün geçtikten sonra grevdeki işçilerin üzerine saldırması için tutulan “paralı güvenlik sağlayıcılar” işçilere saldırdılar ve dört işçi bu saldırıda yaşamını yitirdi. sonrasında bütün işçileri haymarket meydanına çağıran bir bildiri yayınlandı. bu bildiri de bir anarşist tarafından yazılmıştı ve niyetini belli ediyordu.


“işçiler, silahlanın! yoksul işçileri öldürdüler. çünkü onlar sizin gibi, yüce patronlarının sözlerine itaat etmeme cesaretine sahipti. onları öldürdüler çünkü size -özgür amerikan vatandaşlarına- “patronlarınız size her ne lütfederse bundan memnun olmalısınız, yoksa siz de öldürülürsünüz.” demeleri gerekiyordu. eğer siz, sizleri özgürleştirmek için kanlarını döken büyük atalarınızın çocuklarıysanız, kendi gücünüzde yükselir, sizi yok etmeye çalışan bu iğrenç canavarları yok edersiniz. silah başına, sizi çağırıyoruz, silah başına!”

ertesi gün haymarket meydanında hâlâ kimin patlattığını bilmediğimiz bir bomba patladı. polis saldırısı gerçekleşti ve sonuçta 8 işçi yaşamını yitirdi, 7 polis öldü. bunun sonucunda tabi ki anarşistler günah keçisi ilan edildi. 4000 küsür anarşist göz altına alındı ve aralarından albert parsons, adolph fischer, august spies, george engel, louis lingg, michael schwab, oscar neebe ve samuel fielden isimli anarşistler ise “önder” oldukları gerekçesiyle seçildi ve idamla yargılandılat. savcı juriye bu durumu şöyle anlattı:


“anarşi yargılanıyor, bu kişiler seçildiler ve büyük jüri tarafından önder oldukları için ayrıldılar. kendilerini takip eden binlerce kişiden daha suçlu değiller. jürinin iyi insanları, bu adamları mahkum edin, onları örnek yapın, asın onları. kurumlarımızı, toplumumuzu kurtarın.”

uzatmayacağım, böyle bir yargılamanın sonucunun nereye gittiğinin nereye gittiğini az çok tahmin edebilirsiniz. 8 kişinin 5inin idam cezası kesinleşti. louis lingg devletin sehpasında ölmektense yoldaşının puro içerisinde getirdiği dinamitle yaşamını sonlandırdı. diğer 4ü ise 11 kasım 1887’de idam edildi. onlardan geriye biz insanlara 8 saat çalışma ve haftada bir gün izin kaldı. sağolsunlar.

bütün işçilerin 1 mayıs’ı kutlu olsun.
devamını gör...

subcomandante marcos

herkes gibi olduğunu gösteren maskesi -çünkü zapatistalar dikkate alınmak için bir dev yaratmalıydı ve o devi maske takarak buldular- , kapitalist tütün şirketlerine karşı durduğunu gösteren piposuyla yerelde chiapashalkının ve meksika yerlilerin genelde bütün dışlanmışların isyancısı ve sözcüdür. doğum ismi bir yerlerde yazıyordur merak eden bakabilir.

comandante*, ona göre hem emiliano zapata hem de hizmetçisi ve sözcüsü olduğu yerli halktır. o yüzden comandante sıfatını kullanmaz. ondan olsa olsa subcomandante* olurdu, o da onu oldu. ezln* lideri olduğu düşünülür ama meksika meclisinde konuşan o değildir çünkü dediğimiz gibi o topu topu bir sözcü ve hizmetçidir. meksika ordusu ve devleti kendisiyle baş edemeyeceklerini anlayınca hakkında eşcinsel dedikodusu uydurmuşlardır. onun verdiği cevapsa temel kişilik özellikleri ve dünya görüşünü yansıtır.


evet marcos eşcinseldir. marcos, san francisco'da eşcinsel, güney afrika'da siyah, avrupa'da bir asyalı, san ysidro'da bir chicano, ispanya'da bir anarşist, israil'de bir filistinli, san cristobal sokaklarında bir maya yerlisi, almanya'da bir yahudi,polonya'da bir çingene, quebec'te bir mohawk, bosna'da bir barış yanlısı, saat 22.00'de metrodaki yalnız kadın, topraksız bir köylü, kenar mahallelerde bir çete üyesi, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve tabii ki dağlarda bir zapatista'dır.



solun edebiyatı burjuvaziye terk ettiğini düşünür. mücadelenin en önemli kısmı ona göre sözlerimizdir. sözümüz silahımızdır sloganı ona aittir. bir gün bir meltemin hepimizi uyandıracak hafif esintisine inanacak kadar romantikken “bir gerilla örgütünün, savaşı kazanması çok zordur, kaybetmesi ise imkansızdır.” diyebilecek kadar da realisttir. kendisi 20. ve 21. yüzyılın gördüğü en büyük ve en karizmatik devrimcilerdendir. aynı zamanda büyülü gerçekçilik akımının ve latin amerika edebiyatının en önemli isimlerindendir.

şimdilerde hayatını subcomandante ınsurgente galeano olarak sürdürmektedir çünkü mektubunda açıkladığı gibi artık marcos’a gerek yoktur. marcos'un bir fotoğrafını bırakalım da aşağıya belki burada da bir meltem eser.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

pardayanlar

michel zevaco tarafından -ki kendisi anarşisttir- tefrika haline yazılmış bir şövalye romanıdır. yıllar sonra unutulmaya yüz tutmuşken sartre tarafından bulunmuştur. hani şu de gaulle’ün sartre fransa’dır, fransa sartre’dır dediği küçük çirkin varoluşçu adam. yeni değerler yaratmak isteyen bir anarşistin ve ve öz yoktur her şey inşadır, insan kendini var eder diyen bir varoluşçunun; eskinin değerlerini temsil eden bir şövalye romanında buluşması tarihin ve edebiyatın bir cilvesidir. bu insanları etkileyen mösyo pardayan’ın hikayesinin bizi de etkilememesi mümkün olabilir mi?

kitap melodramatik bir yapıdadır. yani biz kimin iyi kimin kötü olduğunu, kitabın kapağına bile bakarak anlarız. iyiler iyidir, kötüler kötüdür. bugün genel anlamda yüzeysel bulunan bir kurgu şekli gibi görünebilir ama gücü tam da burada yatmaktadır. hepimizi etkileyebilecek bir meledram kurgusu olduğu unutulmamalıdır. arkası yarın tekniğiyle yazıldığı için su gibi okunmaktadır. on cilt olmasına rağmen kitap okumaya başlamak isteyenler için mükemmel bir seçimdir. bu özelliği sebebiyle yazar kendini asla fransa’nın ünlü yazarları listesinde bulamamıştır. hâlâ eleştirmenler tarafından dikkate alınmaz.

anlattığı tarihsel dönemi, protestanların katolikler tarafından katledilmesini, ortaçağ fransa’sını herhangi bir tarih kitabından daha iyi anlatır. diğer bir özelliği ise kitapta başta şövalye pardayan olmak üzere çoğu karakter güçlüdür. hayatlarını idame ettirebilecek ve sorunlarını çözebilecek kabiliyetlere sahiptirler. kendimizi bir süre sonra bu karakterleri desteklerken ve kazanmalarını isterken buluruz. bu karakterlerin yaşadığı zevaco’nun dünyası itibardan, onurdan ve “tavırdan” ibarettir. ilk kitapta bu tavrı ve bu dünyayı tanımlayan çok güzel bir alıntı var.


ne darağaçlarına çevrilecek bir ormanım, ne fena niyetlerimi dindirecek bir köyüm, ne zindanlı bir şatom, ne de bana yaltaklanacak, dalkavukluk yapacak adamlarım, muhafızlarım var. bu bakıma ve bu ölçüye göre ben büyük bir senyör sayılmam. fakat insanlık ve şeref bakımından aramızda hiçbir fark olmadığına inanıyorum. tıpkı kılıçlarımız arasında fark olmadığı gibi.

don kişot’un tahtadan atlarına, yel değirmeninden devlerine karşılık pardayanlar’da gerçek bir şeyler vardır. pelerinler, kılıçlar ve eğer ganimet bulunduysa bazen tüylü şapkalar*. hakikatın önemsizleştiği, insanların korkaklaştığı bugünün dünyasının adeta panzehiri gibidir. insana yaşamın onurdan ibaret olduğunu, korkak olamayacak kadar kısa ömürlerimiz olduğunu hatırlatır. o yüzden ara ara pardayan’a dönmek gerekir. ikinci bahar dizisinde türkan şoray’ın oynadığı karakter olan hanım şunu söylerken haklıydı yani:


benim iki kahramanım vardı; biri pardayan, biri ali haydar. ali haydar öldü, pardayan’a geri dönüyorum.


şimdilerde dedalus yayınevi tarafından yeniden basımları bulunabilir. çok güzel basmışlar ben çeviriden sadece ilk iki cilti bitirebildim ama devamı da en kısa sürede gelecek gibi. dönüp güç almak istiyorsanız, ortaçağ avrupası nedir görmek istiyorsanız ya da kitap okumaya geri dönmek/başlamak istiyorsanız “şiddetle” tavsiye ederim.
devamını gör...

frp

“şehirdeki herkes sabah kalktı, işlerine gitti, çocuklarını okula bıraktı. sokaklara çıktılar, içtiler, eğlendiler, mutlu oldular, ağladılar. doğumlar oldu, ölümler oldu. insanların çoğu mutsuzca nefes aldı pek azı hayatlarının en mutlu günlerini yaşadı. siz ise bunların hiçbirini yaşamadınız çünkü gündüz bir cesetten farksızdınız. içinizdeki canavar dışarı çıkmaya çalışıyor ve ölü bedeninizdeki kan harekete geçiyor. karanlıklar dünyasına gözlerinizi açıyorsunuz. ne yapıyorsunuz?”

böyle betimlemeler ve sonunda oyun yöneticisinin sorduğu ne yapıyorsunuz sorusuyla başlayan doğaçlama bir tiyatro sahnesidir, frp. kendi yarattığınız ve oyunun türüne göre fantastik, gotik, futuristik, punk karakterinizi oynatırsınız. yanınızda hiç tanımadığınız veya uzun yıllardır arkadaşınız olan insanlarla hayali bir evrende, gerçek anılar oluşturursunuz. ortak bir öykü ve paralel bir gerçeklik yaratabileceğiniz insanlarla oynamak paha biçilemez bir deneyimdir. dışarıdan bakılınca çocuk olmayan insanların kendilerini başka karakterlere benzeterek -ki bu bazen oynadığı karakterin kostümlerini giymek bile olabilir- saatlerce konuşması ve bir takım zarlar atıp bunlara hunharca sevinmeleri size delice gelebilir. ne yapalım size de öyle gelsin.
bu oyunu neden oynuyoruz diye sordum kendime ve bulduğum cevapları paylaşmak istiyorum.

ilk sebebimiz neden kitap okuduğumuz, neden film izlediğimiz ile aynı aslında. muhteşem bir zihnimiz var ve çalışmak istiyor. olaylar arasında mantık bağı kurmak ve çıkarımlarda bulunmak istiyor ancak gündelik hayat o kadar kaotik ki çoğumuz -neredeyse hiçbirimiz- bunu yapamıyoruz. hiç günahı olmayan bir çocuğun işkence görmesine zihnimiz mantıklı bir çıktı veremiyor. yolda yürürken hiç bitmeyecekmiş gibi yaşadığımız hayatımızın kafamıza saksı düşerek bitme ihtimaline de herhangi bir neden-sonuç ilişkisi ile bakamıyoruz. kurmacalar ise öyle değil. oradaki her bir kelime, her bir sahne belli bir amaca hizmet ediyor. zihnimiz biz farkında bile olmadan bu amacı seziyor ve onun peşinde ipuçlarını topluyor. yani biz, hayatın kaosuna kurmacanın düzeniyle katlanabiliyoruz. öbür türlü tiyatro salonuna toplanıp aslında olmadıkları insanlar gibi davranan oyuncuların hepsini deli ilan eder ve hastahanelere yatırırdık ancak çoğu zaman ayakta alkışlıyoruz. akşam eve gelip “kafamız dinlensin” diye açtığımız film, çoğu zaman o gün içerisinde zihnin işini yaptığı ilk anın bizzat yaratıcı unsuru oluyor. bunu yapabilmek için arkadaşlarınla haftada bir oturup 4-5-6 saat kurmaca evrenlerde vakit geçirmek de zihnimiz için gerekli besini sağlıyor.

ikinci sebep ise kan bağının olmadığı bir aile kurma isteği. buna amerikancada “selected family” deniliyor. belli bir alt-kültüre ait bir toplulukla bir şeyler yapmak bize iyi hissettiriyor. sadece bizim o grup içerisinde anlayabileceğimiz şakalar yapılıyor, heyecanlar duyuluyor ve en önemlisi kabul görüyoruz. iki tane sevişen erkek gördüğünde sjw sjw diye ağlayan insanlar yıllar yıllar önce frp kural kitaplarında yazan “cinsiyetinizi kendiniz tanımlarsınız, bakın şu elf tanrısı da aslında hermafroditti. sonuçta bu dünya fantastik bir dünya kendinizi kısıtlamayın” gibi yazıları hiç görmediler. bugün özellikle yurtdışında lgbtiq+, etnik azınlıklar gibi marjinalleştirilmiş grupların frpye olan ilgisinin artması biraz da bu var olma mücadelesinin yansıması. özellikle amerikan askerleri de yurtdışı görevlerinde çokça frp oynar.

benim aklıma gelen son çatı sebep ise bir şeyler başarma isteğimiz ve bunun kaçış ile olan ilişkisi. gündelik hayat özellikle gelişmiş toplumlarda kendini tekrar eder. kişiler yaşantılarında sıradışı deneyimler yaşayamazlar. frp oynarken ise ejderha öldürüp bir köyü tiranlıktan kurtarabilirler. politik oyunlar yaparak rakiplerinin altını oyabilirler, bir handa ayaklarını şömine ateşine uzatmış yoldaşlarıyla savaş yaralarını sararken bir ozanın sesinden geçmiş kahramanların öykülerini dinleyebilirler. artık dış dünyadan uzakta kendi evrenlerine “kaçmışlardır”. savaş dönemlerine doğru giderken fantastik ve bilim kurgu eserlerinin patlama yapması da bu sebepledir. çağdaş zamanlarda birşeyler başarma içgüdümüz kendini tatmin edebilmek için kaçışa ihtiyaç duyuyor.

hayatta herkesin en azından bir kere bu deneyimi yaşamasını tavsiye ediyor ve asla istifçilik olmadığını düşündüğüm* frp zarlarımı aşağıya bırakıyorum. okumak iptilaysa, oynamak zarurettir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

palimpsest

kitap okumanın gitgide pahalı bir hobi haline gelmesine hepimiz aşinayız. okumanın kardeşi olan yazmak ile ilgili ise bugün için aynı şeyi söyleyemeyiz, yazmak “ucuz” bir eylem ama her zaman böyle değildi.

hristiyanlık yeni yeni romanın dini olmaya başlamışken cingöz rahipler bir şeyi fark etti. kendi metinlerini, kutsal kitaplarını yazmak için çok pahalı olan parşömenlere kilisenin parasını ayırmak zorunda değillerdi. eski dinlerin yazmalarını öylece duruyorlardı. onlar da biraz süt, limon ve bıçak darbesiyle bu metinleri papirüslerden sildiler ve kendi metinlerini yazdılar. böylece palimpsestler doğdu. sonuçta kendi peygamberleri insanlık için diğer yanağını dönmüştü, bu sebeple her şeyi yapmaya hakları vardı. bir taşla iki kuş vurmuşlardı. hem eski dini yok ediyorlardı hem de kağıda para vermeden yazı yazabiliyorlardı. ne güzel vatikan be! tabi ki kültür üç beş rahibin tahmin edemeyeceği boyutlara ulaştı. tarih geçtikçe mikroskoplarımız oldu, çeşitli kimyasallarımız oldu. ve biz bunları her zaman birbimizi yok etmek için kullanmadık. tabi teknolojinin bu kadar gelişeceğini tahmin edemediler. bu teknolojiyle bu palimpsestleri okuyabileceğimizi tahmin edemedikleri gibi. sonucunda ne mi oldu? tarihten silmeye çalıştıkları bütün metinleri korudular, kolladılar ve bugüne taşıdılar. eski bir dua kitabından arşimet'i bulduk. yok etmeye çalıştıkları bütün eserleri bugün onların bu açgözlülüğü sebebiyle okuyabiliyoruz. yani son durumda rahipler:0 fularlılar:1*

bu işin tarihi kısmı, bir de çok daha keyifli olduğunu düşündüğüm metaforik bir anlamı daha var bu kelimenin. insan zihninin yapısı gereği yazdığımız her hikaye, ördüğümüz her kurmaca eski metinlerden bir şeyler taşıyor. “güneşin altında söylenmemiş bir şey yok”, “konuşan kişi adem veya havva değilse alıntı yapıyordur” gibi havalı sözlerin kaynağı bu olgu. o yüzden diyebiliriz ki aslında her metin palimpsestiktir. okuduğumuz her şeyin biraz tanıdık gelmesi ve bizi bir şekilde gerçek olduğuna inandırması tam da bu yüzden çünkü onbinlerce yıldır aynı hikayeleri birbirleri üstüne ekleyerek okuyor, yazıyor, oynuyor ve anlatıyoruz. tıpkı kurmacalarımız gibi zihinlerimiz de palimpsestik ya da tam tersi.
devamını gör...

uluma


gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini


dünyanın en çok satan şiiri ve şiir kitabı böyle başlar. şiir böyle başlar da öncesinde tek bir şey yazılır “carl solomon için”. hatta bazı basımlarda şiirin ismi carl solomon için uluma’dır. allen ginsberg bu epik, çirkin, iğrenç, güzel şiiri ilk defa kenneth rexroth’un düzenlediği six gallery buluşmasında okudu. burada gelecekte beat’i yaratacak –tabi böyle bir şey mümkünse- insanlarla tanışır. herkes oradadır. bütün beatnickler, allen ginsberg, philip wallen, gary synder, philip lamantia, jack kerouac. neredeyse herkes ulumayı “beat kuşağı manifestosu” olarak değerlendirir. bu şiirin içeriği bu coğrafyada ne yazık ki hep yüzeysel kaldı. kaybedenler kulübü görünümlü fazla deri ceketli abilerimiz içini biraz boşaltsa da amerikan kültür devriminin belki de en önemli insanlarından biri tarafından tamamen “bize” yazılmıştır.

bu şiir neyi, kimleri anlatıyor? hipsterlar (bugünkü anlamıyla değil), melekler, zenciler, yok edilmişler, eşcinseller, kaybedenler, gecenin çocukları, hırsızlar, uyuşturucu bağımlıları, beatnickler, vicdani retçiler, anarşistler, deliler, divaneler, punklar, translar, hayvanlar, kadınlar, erkekler, iktidarsızlar ve daha bir çok şey, konu.. bu şiir sevilecek bir şiir değil bu arada. üstünde çay kahve içeceğiniz, gördükçe sinirleneceğiniz, sarhoş olunca bağıra bağıra okuyabileceğiniz saçma sapan bir şiir. her kelimesi tek tek seçilmiş saçma sapan bir şiir. çok seviyoruz ve çokça nefret ediyoruz.

mahkemelere konu oluyor bu şiir. edepsiz diye. yasaklanıyor, toplatılıyor. mahkemede açık açık burada ne demek istediniz diye soruluyor. şiirden çok da anlamayan devlet şiiri yargılamaya çalışıyor ve rezil rüsva oluyor tabi.

carl solomon şairimiz allen ginsberg’e bir psikayatri kliniğinde ilham oluyor. allen ginsberg de orada çünkü o zamanlar a.b.d’de eşcinselseniz gideceksiniz hastahaneye ve yemin edeceksiniz ben bundan sonra düzcinsel olacağım diye. öyle gezemezsiniz cinsel cinsel. o da bu yemini edip beynine şok yemeden kurtuluyor oradan ve carl solomon için yazıyor bu şiiri ve bir devrim başlatıyor. ona herkes bu devrimin başlatıcısı olduğu için teşekkür ediyor, cesaretini kutluyor ama onun verdiği cevap hep aynı “yalnızca kitaplarını bastırmak isteyen bir avuç insandık”. o yüzden hâlâ bir avuç insana umut dahi olabiliyor bu şiir.

aynı isimle lineer akışı çok da takip etmeyen biyografik bir film de çekildi. aşağıya bırakıyorum bir sahnesini, beat’den duyacağınız tek şey olacaksa en azından aşağıdaki “şiiri” duyun.

moloch

demiştim ya bu şiir yargılanıyor diye. aynı zamanda yargılıyor da. şikago yedilisi davasında ginsberg tanık olarak çağrılıyor ve tanık sandalyesinde yaptığı tek şey ulumayı okumak. ulumak, inadına.
devamını gör...

haiku

gelin size bu mucizevi kültür ve doğa harikasını anlatayım dostlar. arkadan bu eser çalarken okumanız, üstüne düşünmeniz ve yazı bittikten sonra da dinlemeye devam etmeniz tavsiyedir.

dünyanın en kısa şiiri olarak geçer. geleneksel şekil 5-7-5 hece ölçüsünde olmasına rağmen modern ekoller bu sınırları zorlar. haiku hisleri anlatmaz, çoğu zaman duyguları tanımlayan bir sözcük bile bulamazsınız. kigo isimli ekler ve sözcüklerle mevsimler ima edilir. aslolan bir anı kelimelerle yaratmaktır, şairlikten ziyade tanrılığa soyunmaktır. yazılan kısacık şiirlerle günlerce üstüne düşünülecek o “anı” tekrardan var etmektir. o yüzden geriye kalan bütün kurmacalardan farklıdır, kendi içinde yeni bir evren kurmaya gerek yoktur. içinde yaşadığımız evrenin bir sahnesini bile tam anlamıyla idrak edebilmek yeni evrenler kurmaktan âlâdır. hiç yağmur demeden suyun sesini dumak istemez misiniz?


damda zıplıyor serçe
ayakları ıslakça


zannımca dünyanın gelmiş geçmiş en büyük haiku şairi ve gezgini matsuo başo’dur. rüyasında kelebek olan bir insan mısınız yoksa rüyasında insan olan bir kelebek misiniz size sorgulatır. oku’ya doğru giden sapa yolları aklınızda şöyle canlandırır:


tırtılın biri
kemiriyor çeltiği
ses çıkartmadan


kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel


japon estetiğinin bence en güzel örneğidir. taklit etmemeyi, yapmadan yapmayı, durarak eylemeyi öğretmez ama hissettirir. (yukarıya başka bir mucize olan bir (gbkz: haiga )örneği bıraktım.)bu coğrafyadan öyle bir haiku şairi geçti ki onu anmadan olmaz. tabi ki oruç aruoba'dan bahsediyorum. hem bu dilde ne kadar güzel haikular yazılabileceğini gösterdi hem de bunu bir zen budisti sakinliğinde yaptı. üstüne neredeyse hiç konuşmadı sadece yaptı. onun da en sevdiğim haikusunu aşağıya bırakıyorum.


yavaş rüzgârı
altına alıp
denize gitti martı


bahar da geldi hazır, etraftaki her şey ne kadar da haikusal baksanıza. umarım bunu hatırlayabilecek çocuk yüreğinizi ortaya çıkaracak gücü kendinizde bulabilirsiniz.
devamını gör...

gömleğin cebinde yaşamak

zapatistaların geleneğidir. subcomandante marcos bunu şöyle anlatır.


eskiden kahkahalarla gülerdi ama artık gülemiyor. onu cebimde taşıyamazdım ama onu öldüren kurşunu sakladım. kurşuna nereden geldiğini sordum. “bir silahtan” diye cevapladı. kendileri de başkalarının hizmetinde olan iktidardaki güçlere hizmet eden bir askerin silahından. o ölümcül merminin vatanı yoktur. ve mermileri değil, kardeşlerimizi cebimizde tutabilelim diye sürdürdüğümüz mücadelenin de vatanı yoktur. işte bu yüzden zapatistaların üniformalarında bir sürü cep vardır. bu cepler mermileri değil kardeşleri saklamak içindir.


ceplerimizi bir daha açmamak üzere dikip sadece hatıra olarak taşıdığımız günleri görmek dileğiyle.
devamını gör...

uysallar

kekflix hesabındaki öneriler ile başladı her şey. yeraltı edebiyatının hadsiz prensi hakan günday, civcivli sinematografik görüntülerin kralı onur saylak ikilisinin işiymiş. e haluk bilginer de var, öner erkan da sevdiğimiz bir tip üstüne de alt kültür-kültür çatışması için seçilmiş “punk” bağlamı. diyorsun ki daha ne olsun! kazın ayağı öyle değilmiş maalesef.

bu dizi ne yazık ki bir dizi değil. sinema dalı için hazırlanmış bir kurmaca hiç değil. belli başlı bir “görememe/gösterememe” metafor topluluğu, toplumsal meselelere biraz değinme bir de ufak yeraltı varoşluğu ay pardon varoluşçuluğundan ibaret.



sis ve insanların bir türlü olduğu gibi görünmemesi sürekli kafamıza kafamıza vurulan didaktik bir metafor. sana sisi gösterdim izleyici anladın mı sınırları, görememeyi, karanlığı? yok yok anlamadın, bak ana karakter de kendi değil “geceleri” punk gibi gündüz mimar gibi geziyor. sen yine anlamadın gibi, anne karakter de estetik operasyonlarla dünyasını değiştirmeye çalışıyor bir de yalan söylüyor. üstüne de aldatıyor. aaaaa sen hâlâ anlamadın hayatında ilk defa kurmacayla haşır neşirsin, evin küçük kızı da çok küçük gibi değil onun da içi/dışı bir değil ama sen onu da anlamazsın bak bir de deli abi/oğul koyduk senin için hikâyeye. bir de bu flulukların yanına çok net bir devlet/hapishane/memur koyduk. o da bunları hapsetti ve haydi bakalım dedi. anladın mı şimdi derdimi? siz hiçbir şeyden haberi olmayan ölümlülere her sorunu tek bir yerden anlattım ki delirmeyin maazallah!

dizide neredeyse hiç “punk” müzik yok. dizide neredeyse hiç “annelik” yok, dizide neredeyse hiç “beyaz yakalılık” yok. ortaya saçılı bir dolu unsur var sadece. koskaca yaşam hallerinden/ varoluş şekillerinden kala kala bir avuç karikatür kalmış. punk sadece arka plan olarak kullanılan cücükleştirilmiş bir “şey” olmuş. annelik de öyle, tecavüz de öyle. hiçbir şey göstermeyen her şeyi “anlatan” bir ürün var ortada. o yüzden bu bir sinema kurmacası değil.

beyaz yakalısın, özgür hissedemiyorsun ve işi bırakasın var ama bu imkânsız bunu anlatmak için ne yaparsınız? herhalde şöyle bir diyalog yazmazsınız…

-ben bu projeden çekilmek istiyorum bıdı bıdı bey.
-senin borcun var mı gecelerin mehter marşıyla beyoğlu’nu temizleyen “kaos sevdalısı” punk/mimar birey?
-var
-benim de var. hem de seninkinin on katı kadar, o yüzden çalış.
-peki bıdı bıdı bey.

punk’ın yalana en uzak şeylerden biri olduğunu anlatmak için ise ne yapmışlardır sizce dizide?

-punk bu değil lan! punk doğruyu söylemektir, sen daha kendine doğruyu söyleyemiyorsun. ayıp lan!

beyaz yaka kadınlar da kadındır ve bu sebeple erkek şiddetinden muaf değillerdir demek istiyorsunuz misal. bunu nasıl anlatırsınız? saylak-gündan ikilisi iki kadın arasındaki diyaloğu şöyle yazmış.
-sen hiç tecavüze uğramadın mı? dediğimi anlamıyor musun? demek ki sen hiç çalışmamışsın.


”pes sühan kütâh bâyed vesselâm“: bir şeyi anlatmak için dönüp dönüp aynı metaforları kullanmak; kolaya kaçmak ve izleyiciyi aptal yerine koymaktır. toplumsal meseleleri karikatürleştirmek bu meselelere değinmemekten daha yanlış bir harekettir. bu konuda söz söylemek, söylem üretmek sizi “sorumlu” kılar. bu saçma sapan içi boş hikâye çatısını ayakta tutmak için ilgi çekici, ses getirici “punk is not dead” ya da “aileler şirkettir” gibi önermeleri kullanmak da bu işin ticari yönü için hikâye anlatıcılığını feda etmektir. ne diyelim çarşınız pazar olsun.
devamını gör...

noretorp noretsyh

kenneth rexroth tarafından yazılan, macar işçilerinin isyanının sovyet tankları altında paramparça oluşlarını alternatif bir tarih üzerinden anlatan şiir.

tarihin alacaklıları anarşistler, özgürlükçüler, karşı devrimci ilan edilen ve katledilenler dirilir; macar işçilerinin yanında isyana katılır. estetiğini japon şiirinden, etkileyiciliğini anarşizmden ve içeriğini de tarihten alır.

noretorp noretsyh “hysteron proteron” söz sanatının tersten yazımıdır. hysteron proteron, sonra söylenmesi gerekeni önceden söylemek anlamına gelir.

amerikan kültür devrimi ve şiir rönesansının benim için en önemli isimlerindendir. 70 sonrası akademik prestij uğruna etliye sütlüye dokunmayan sözde devrimci neo-marksist, post modernist budalaların yarattığı entelijansiyaya karşı ilaç olabilecek eserlerden biridir.

yağmurlu, sisli sonbahar,
bulutlardan kuleler
parlak pasifik gökyüzünde.

golden gate parkı’nda,
tavus kuşları,
bağırıyorlar,
düşen yaprakların
arasında dolaşarak.

duman karasındaki
kan donduran gecelerde
kronştad denizcileri yürüyor,
budapeşte’nin sokaklarında.

barikatın taşları,
yükseliyor, parlıyor,
şekilleniyor.
şeklini alıyor,
mahno’nun köylü ordularının.

sokaklar meşalelerle aydınlanıyor.
benzinle ıslanmış bedenleri,
solovetski anarşistlerinin
her köşede yanıyor.

kropotkin’in açlıktan ölmüş bedeni doğuyor,
devlet ofislerinin yanında,
korkak bürokratların.

bütün polisolatörlerinde
sibirya’nın,
ölü partizanlar
savaşa gidiyor.

berneri, andreas nin,
ispanya’dan bir lejyonla geliyor.
carlo tresca geçiyor
atlantik’i,
berkman taburuyla.

buharin acil ekonomik konsey’e katıldı.
yirmi milyon
ölü ukrayna köylüsü
buğday yolluyor.

julia poyntz,
amerikan hemşirelerini örgütlüyor.

gorki bir manifesto yazdı,
“dünyanın bütün entelektüellerine!”

mayakovski ve essenin
bir mısra üzerinde anlaştılar,
“bırakalım intihar etsinler.”

macar gecesinde bütün ölüler,
tek bir sesle konuşuyor.

bisikletle geçerken yeşilinden
güneş lekeli
kaliforniya kasımı’nın,
o sesi duyabiliyorum
tavus kuşlarının bağırtısından daha net,
düşen öğleden sonra.

tıpkı boyalı kanatları gibi rengi,
sonbaharın bütün yapraklarının,
yuvarlak batik etek
senin için yaptığım,
rüzgârda ışıldıyor
eşsiz uylukların üzerinde.

ah!
hayal gücümün
muhteşem kelebeği,
gerçekliğe uçuyor,
daha gerçek bütün hayallerden.
kötülüğü dünyanın,
senin yaşayan etine göz dikiyor.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim