benim bundan olabilir ama psikatriye gitmediğim için bilmiyorum, birde durduk yere ilaç almak istemiyorum. ki ben kolay kolay kendime teşhis koymam öyle biri değilim fakat bunun belirtileri baya tutuyor.
devamını gör...
işin tıbbi kriter kısmından değil de sadece şahit olduğum bir şeyden bahsedesim gelen hastalık.

üniversitede bir arkadaş vardı. aşırı konuşkan, hızlı düşünen dolayısıyla her lafa bir cevabı olan biriydi ve bir o kadar da neşeliydi. bir dönem sonra neşesi gitti, az konuşmaya başladı, ciddileşti, daha oturaklı bir hal aldı. sonradan öğrendik ki bu tanıya sahip olup yeni tanı almış, ritalin tedavisi sonrası aslında normal olan haline dönmüş.

ben bir tanının insan hayatını böyle değiştiriyor olmasına ilk o zaman çok şaşırmıştım. peynir ekmek gibi ritalin verildiğini görünce de ayrı üzülüyorum bu yüzden.
devamını gör...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
ahanda ben, zihnimde dolanan gereksiz bilgileri bi bilseniz, birde gerekli olanları nereye koyduğumu ben bilsem. zihnim ve ben ve dağınık hallerimiz.
devamını gör...
şöyle bir örnekle anlatayım;
balkonda çamaşır asıyordum, oğlum seslendi o'nun yanına gittim, bana söylediklerini dinledim, sonra ortalığı toparladım, ıvır zıvır 55 tane işle uğraştım, sözlüğe baktım, tam bulaşık yıkamaya giriştim, o sırada bir serinlik geldiğini hissettim. arkamı dönüp bir bakarım ki balkonda, çamaşırların yarısı sepette çamaşırlıkta bana bakıyor.
böyle bir şey işte bu arkadaş.
devamını gör...
senden hoşlanmıyorum canım kardeşim
senden hiç mi hiç hoşlanmıyorum
beni bi rahat bıraksaydın rahatıma bakardım
ancak sen bana o rahatı batırıyorsun
deli gibi manyak gibi bir şeysin
al sana dopamin
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...
herkes kendine dehbli demiş de bazılarınız direkt hastalık hastası yalnız.
ben utanıyorum herkes maşallah merhabalar ben dehbliyim diye dolaşıyor.
ne kadar zor bununla yaşaması biliyor musunuz?
her haltı moda yapmayın.
saatlerdir bir yazı düzenlemekten kahvemi içmeyi unuttum ve açlığımı geçiştirmek bayılacağım şimdi ve yapmam gereken o kadar çok şey var ki kahvemi yenilemeye giderken evi süpürdüm ve şimdi yemek yiyorum. yine kahve içemedim!
devamını gör...
dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, erken çocuklukta başlayan bir nörodavranışsal bozukluktur. dehb’de ana belirtiler; hiperaktivite, dikkat eksikliği ve dürtüselliktir. dehb’nin üç ayrı alt tipi vardır. bunlar: kombine tip, aşırı hareketlilik-dürtüsellik baskın tip ve dikkatsizlik baskın tiptir. dünya çapında, erkeklerde görülme sıklığı kızlardan yaklaşık 3-5 kat fazladır. belirtiler, çocukluktan erişkinliğe kadar form değiştirir.
yetişkinlikte;
hiperaktivite belirtisi, öznel huzursuzluk hissi olarak,
dikkatsizlik belirtisi, ayrıntıları tamamlayamama, randevuları unutma, öngörü eksikliği olarak,
dürtüsellik belirtisi, otomobil veya diğer kazalar, düşünmeden aceleyle karar verme, sabırsızlık olarak form değiştirir.
devamını gör...
şekerli gıda tüketimi halinde çevrenizdekiler size efekan yapma olum gözünü öyle diyebilir. kimse yoksa da sürekli gözünüzü öyle yaparsınız, bunlar olabilir. çay-kahve-uyku-şeker haram, odak mekruhtur. tiz kellem vurula; kahpe bizans; padişahım, sen hala burda mısınız?
devamını gör...
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
belirtileri hafif otistiklerin (asperger) belirtileriyle kısmen uyumlu gibi gelen bozukluk.
devamını gör...
moda haline getirilmiş psikolojik durumdur.

öyle bi suyu çıkarıldı ki bu psikolojik durumların, piyasanın yarısı dehb'li. (ama sadece %5i falan doktor teşhisli. kalanıde kendine kendine teşhis koymuş.)

reels kaydırmaktan körelmiş konsantrasyon kabiliyetine kılıf uydurma ihtiyacı "ben dehb'liyim!" fetişine yönlendiriyor sadece.

gerçek bir dehb'li ile 2 sene çalıştım.
öyle "ayy aynı ben ben de öyleyiiiğğmmm" diyeceğiniz türden bi şey değil bu.
devamını gör...
çok iyi video
şerefsizim aklıma gelmişti dediklerimi anlaşılır şekilde ifade etmiş ama aklıma gelmişti gerçekten yemi nederim
devamını gör...
sözüm meclisten dışarı, çoğu kişinin kendisinde olduğunu zannettiği şey. anksiyeteden sonra kendi kendine hastalık arayanların yeni tutunacak dalları. sizin dehb'niz falan yok sadece ilgilendiğiniz konular size zor geliyor ya da sonradan ilginiz azalıyor. sizin çocuğunuz dehb'li değil, sadece fazla şımartmışsınız.
devamını gör...
17 yaşında aldığım tanı.
o yıllarda concerta reçete edilmişti bana ve bir psikiyatrik ilaç gurmesi olarak* antidepresanından antipsikotiğine ve dahi antiepileptiğine bir ton ilaç kullandım ahir ömrümde ve bence dünyanın en zor ilaçlarından biri bu. inanılmaz bir iştah kapatıcı ve üstelik benim kronik baş ağrılarımı öyle artırmıştı ki nörolojik bir sorun mu var diye mrlara sokulmuştum. ve sonuç olarak yokmuş da dehb bende aminyum! zaten odak sorunuma da hiçbir hayrı olmamıştı.

yine o yıllarda okuduğum kadarıyla bazı işlere hiç odaklanamazken bazı şeylere aşırı odaklanma durumu bu hedenin özelliklerinden biri imiş ve bu bende vardı.**

yıllar sonra bununla alakalı başka başka şeyler de öğrendim. artık hastalık değil nöroçeşitlilik olarak da kabul edilebilen bu hede sandığımdan çok daha farklıymış.

olay sadece odaklanma/ odaklanamama değil gerçekten. unutkanlık ve dengesizlik & sakarlık gibi başka başka handikapları da var.* ayrıca dehb tanısı alan kişilerin işlerini tamamlayamama, planlarını hayata geçirmede zorluk yaşama ve başarısız olma / hissetme durumu yaygın olduğu için zaman zaman depresyon ve anksiyete ile kol kola giriyor. beynin dopamin salınım veya üretimiyle alakalı bir sorun söz konusu olduğu için depresyon ve / veya anksiyete biyolojik olarak da tetikleniyor olabilir. bu insanlarda da dürtüsellik var ve zaman zaman obsesyon da var.

dillere pelesenk olmuş ve her on kişiden on birinde görülen durumlardan biri olduğu için* bu insanların "ciddiye alınmaması" da bence yalnızlaştırıcı ve üzücü bir durum oluyor.

kolaylıklar diliyoruz, ne diyelim.
devamını gör...
tek olmadığımı bilmek sevindirici.

dehb bir nevi hayatın shuffle modunda yaşanması.
bir bakmışsın çalışıyorsun herşeye full dikkat kesiliyorsun ama bir bakmışsın toparlan dedikleri zaman kolunu bacağını toparlıyorsun.
bir bakmışsın evdeki kaktüsle konuşuyorsun ya da akvaryumda olan balık ile kavga ediyorsun.
devamını gör...
günümüzün moda hastalığı. eskiden aileler arsız, saygısız, yaramaz çocuklarına "hiperaktif bizim çocuk" derdi. şimdi, "dikkat eksikliği var bizim çocuğun" diyor. bunu, kendi kendine söyleyen eşşek kadar* insanlar da var.

her gördüğümüz sakallı dedemiz, her dikkat eksikliği dehb değil sevgili insanlar. sizin gibi ilgi arsızı kişiler yüzünden, gerçekten rahatsızlığı olan insanlar ciddiye alınmıyor. etmen guzum. bana ilgi istediğinizi söylerseniz, ben yardımcı olurum. pışpışlamayı da bilirim, kavga çıkartmayı da. ücrette bir şekilde anlaşırız.*

önemsiz not: ben ilgi arsızı biriyim. ilgi arsızı olmak kötü bir şey değil. öyle değilmiş gibi yapmak kötü bir şey. ilgi arsızı olmak bir karakter özelliğidir. öyle değilmiş gibi yapmak karaktersizliktir bence. isyanım karaktersizlere.
devamını gör...
türk insanının her konuda uzman olması, empati yoksunu olması, başkalarındaki eksiklikleri küçümsemesi ve aşağılaması gibi nedenlerle, otizm ve dehb ile ilgili konular fazla gündem olamıyor. oysa ki her ikisi de oldukça yaygın durumlardır.
devamını gör...
bende de olan bir sorun.
uzman değilim ama şahsi tavsiyem ritalin, concerta gibi uzun vadede zararları olan ve bağımlılık yaratan ilaçlar kullanmayın. gidin eczaneden bi b12, balık yağı ve d vitamini alın ve düzenli kullanın, bunun daha çok faydası dokunur dikkate ve hafızaya. hem de sağlıklı zaten.

hatta düzenli olarak uykusuna, yediğine içtiğine dikkat eden biri için tamamen sorun olmaktan çıkar bile diyebiliriz dehb için.

ama benim tek sorunum dehb değil aga onu çözmek basit.
devamını gör...
küfür yasak mıydı hala bilmiyorum. gerçi küfür yasak ama milletin cinsel organını göstermesi sıkıntı değil ama yine de küfür etmeyin tabi moderasyonu uyandırırsınız.

yukarıdaki yazı için yazayım zaten diğerleri bir halt bilmeden konuşmuş kendince. anlatsak da anlamazlar.

istediğiniz kadar sağlıklı beslenin istediğiniz takviyeyi alın sittin sene düzelecek bir şey değil. öyle olsaydı bende düzelme olurdu. doğuştan gelen bir anomali bu durum. yukarıda da denmiş nöroçeşitlilik diye ama neyse. bu konuda tek sıkıntı çok ciddi oranda yanlış tespit edilmesi. daha iyi bir psikiyatrist görmedim bu konuda ben.

öncelikle sebebi bilinmeyen ve dopamin eksikliğinden dolayı olduğu düşünülen bir rahatsızlık. zannettiğiniz gibi dikkat ve hareketlilik değil sadece olay tüm davranışlarınızı ve iletişim durumunuzu da etkiler. çok okunmaz kısa keseyim.

popülerlik durumlarını anlıyorum ama düzelecek bir şey değil arkadaşlar. 1 hafta boyunca değil isterseniz bir yıl boyunca tüm teknolojik aletlerden uzak durun düzelmez. gerçekten hasta olanlarda bayağı bir sıkıntı bu. ne yazık ki psikiyatristler herkese vermeye kalkıyor bu ilacı.

duygu ve ruh dünyanıza kadar her haltınızı etkiler. kahve içtiğinizde uykunuz geliyorsa şüphelenmeye başlasanız iyi edersiniz.

son olarak şunu diyeyim. gerçek hastalara verilmesi için kırk takla atılırken hemen okul problemi yaşayan biri görüldü mü verilen ilaçtır. erkeklere de aynı şekilde verilirken kadınlara verilirken yüz kere düşünülür. salak salak sistemlerle ilaç bulunamaz maalesef. hee bir de uyuşturucu kaçakçısı muamelesi görürsünüz. gerçi bunda haklılar. bildiğiniz uyuşturucu var içinde.

not: ilacı aldıysanız zaten sizi mutlu eder ama yok etkisi olmuyorsa sizde yoktur. kullanmayın. bağımlılık yaratan ve iştah kesen denmiş de bu kişiye göre değişir. bende herhangi bir durum yaratmadı. artık ilaç yasak bana ya neyse. kafayı neden yediğimi sorarsanız bunu tekrar okuyun.
devamını gör...
aspergerlilerde de sık görülen bir nörogelişimsel bozukluk.
şahsen bende ikisi de olduğundan salt dehb'yi bildiğim yıllarda yaşadığım sorunların kaynağını kronik dikkat eksikliğine bağlıyordum sadece, sonra aspergeri de öğrenince heh ben buymuşum dedim işte, sanki biriyle yaşamak zor değilmiş gibi ikisini birden vermiş yaradan.
devamını gör...
konuya dair entryleri alt alta tek entry haline getirip koymaktan başka çözüm kalmadı. diğerlerini silip buraya koyuyorum. (artık bu da olmuyorsa aptallıkla daha fazla cedelleşesim yok.)

—-

bu başlıkta bütün yazdıklarım, sadece ve sadece kendimce yaptığım araştırmalar ve yaşadığım tecrübelerden kaynaklı çıkarımlardan ibarettir. bilimsel bir iddiası, öneri/tavsiye gibi bir amacı yoktur.

—-

yakın zamanda yetişkin dehb teşhisi aldım ve ritalin + concerta kombine kullanıma başladım.

dehb’e dair edindiğim bilgileri kendine notlar nevinde birkaç entryle yazasım var:

bu ‘dissorder’a ilk kez yıllar önce dehb’li kız arkadaşımla aşina olmuştum. yan yana geldiğimizde sürekli olarak çevre uyaranlara karşı belli belirsiz tepkiler veriyordu. biz konuşurken mesela ben elimle masada bir şeye uzanıyorsam ona odaklanıyor, sonra hemen odağı değişiyordu. o zamanlar sadece onun anlattıklarından yaptığım çıkarımla dehb’i böyle bir şey olarak algılamıştım: uyaranlara hassasiyet.

keza doktor kontrolüne gittiğinde doktor ilaçlarını kesip ilaçsız bir hayata başlatma eğilimindeydi. yani aslında ergenlik dönemi dehb’inin yetişkinliğe ilerleyince semptomlarının azalmasıyla (beyinsel gelişimin devam ederek dehb etkilerini tolere etmesiyle) ilaçtan kurtulunabiliyormuş. o yaşlar (23) tam olarak iyi bir zaman gibi gözüküyordu doktora. yaşlıca bir psikiyatriat hulusi kentmen gibi “kızım, hep ilaç mı kullanacaksın, bırakalım artık” falan diyordu. ben de doktorun yaklaşımının da gazıyla “e işte ne güzel, ilaç kullanman gerekmez” yaklaşımındaydım. hatta o dönem hasbel kader aynı ortamda bulunduğum başka bir psikiyatriste kız arkadaşımın durumundan bahsedip biraz da ilaçları bırakmak istememesini (zira ilaçlarla çok iyi ders çalıştığı için çok önemsiyordu) biraz hayıflanarak anlattım. onun da benim gibi düşüneceğini ve o meyanda konucağını sandım ancak ilginç şekilde bırakmasının çok mantıklı olmadığını, keza ilaçların hem çok etkili olduğunu hem de ciddiye alınır bir yan etkisi olmadığını söyledi. (evet, kişiden kişiye değişebilecek geniş bir skalada muhtemel yan etkiler mevcut ama sanırım o fayda/zarar değerlendirmesi yapmış) semptomlardan falan bahsetti, ayrıntılı sayılabilecek düzeyde bilgi verdi. onu dinlerken ilk o gün kendimden işkillenmiştim. bu arada bizim ilişki yürümedi, sonra o ne yaptı, ilaçları bıraktı mı devam mı etti bilmiyorum. ama o süreçte içime bir kurt düştü.

sonra tabi ben bu mevzuyu salladım, internette falan dehb’le ilgili mevzulara rast geldiğim oldu. çocuğunun/kendisinin dehb’li olmasına gönderme yapanlara karşı “herkes kendini/çocuğunu dehb’li sanıyor yeaa” diyenler falan vardı. zaman zaman semptomlara dair bazı videolara denk gelip şüphelendim, bazen de “yok lan kendine hastalık arama” deyip geçtim. aslında orada bile dehb davranışı sergilediğimi fark ettim:

- dur şu kitabı rafa koyayım.
(3 ay sonra kitap rafa konur. )
- bir ara bi psikiyatriste gidip dehb var mı yok mu emin olayım.
2 yıl sonra: bi psikiyatriste gidip dehb mevzusunu anlatsam iyi olacak.

bundan birkaç yıl önce devlet hastanesinde psikiyatri biriminden randevu alıp gittim. şöyle bir diyalog gelişti:

- hocam bende şöyle şöyle semptomlar var, bunun dehb’le uyuştuğunu düşünüyorum.
- hepimizin hayat meşgalesinden kafası dağıldığı oluyor. olur öyle şeyler.

60 saniye sürdü görüşme ve bana “lan yoktan yere kendine hastalık aramışsın, al işte psikiyatrist sallamadı bile, hani biraz olsa bile adam şüphelenirdi” diye düşündürdü. demek ki ben dikkati dağınık, ertelemeye meyyal, disiplinden uzak biriyim…

evet, kendini suçlama, aşırı özeleştirel tutum ve kendine birkaç ay gözü dönmüş bir disiplini tatbik etme. arbeiten mach frei!

gelgelelim, bu mümkün değil tabi. amigdalanın ve de rsd’nin (reddedilme duyarlılığı) gözü kör olsun; o disiplin de küçük bir aksaklıkla alt üst oluyor. hop hadi bakalım gelsin yine özeleştiri, kendini yerden yere vurma, kendine karşı acımasızlık. böyle lanet bir kısır döngü.

neyse efendim, yakın zamanda yine kanaat getirmeye başladım ki, ben dehb’liyim. yine devlet hastanesinde bir randevu (özelde beni abone yapmak isterler, objektif olmazlar düşüncesi vardı) ve görüşme sonrası, hiç de öyle kuruntu olmayabileceğine dair birkaç söz duydum. ama bu işler öyle olmuyormuş, gidip bir moxo testi yaptırmam gerekiyormuş ve (benim çekincelerimin aksine) bu öyle istemli veya istemsiz şekilde kolay kolay manipüle edilecek bir test değilmiş. gittim yaptırdım. testi yaparken “sanırım bu test dikkat ölçmekten ziyade sabır ölçüyor” dediğimde zaten psikolog bana doğru anlamlı bir bakış attı. keza test sonuçları da psikologun bakışlarını destekler şekilde “bugüne kadar neredeydin ibiş” diyordu.

ikinci kez psikiyatriste gidene kadar dehb’e dair ne varsa okudum, araştırdım. ancak internetteki materyal klasik 3-5 semptomdan ibaret ve daha çok çocuklara yönelikti. yetişkin dehb’e dair yorum/veri az. (ecnebi kanallarda biraz daha fazla yetişkin dehb içeriği olsa da ayrıntı az, hiperfokusu tatmin etmiyor) işte efendim, çocuğunuz düz duvara mı tırmanıyor, okumaktan mı sıkılıyor, derslerinde başarısız mı, öfkeli mi falan fıstık. dehb’i klasik isimlendirmesine istinaden (dikkat/hiperaktivite) anlamladıran kıytırık yüzeysel şeyler. (ayrıca kim buna bu ismi verdiyse aşırı yanıltıcı bir tanımlama.)

dehb’in bende yansıması olarak (‘klasik
dehb’li tarzı ibareler kullanmayacağım, çünkü kişiden kişiye değişen tezahürleri var) o hiperfokus denilen şey zuhur etti ve işi gücü bırakıp (hiperfokusun en belirgin tezahürü) buna odaklandım.

hiperfokus, dehb semptomlarından dikkat eksikliğine taban tabana zıt şekilde aşırı odaklanma demek oluyor. nörobiyolojik nedenselliğine sonra gelelim; ilgini çeken (dolayısıyla dopamin salgılatma potansiyeli olan) şeye karşı o süreçte sanki dünyada başka bir şey yokmuşçasına çılgınca odaklanabiliyorsun. hiperliğinden kasıt, dehb olmayanların odaklanma kabiliyetinin çok ötesine geçebiliyorsun. ancak her ilginç şeyin künhüne vakıf olundukça sıradanlaşması ve rutinleşmesi nedeniyle, ilginçlik eşiğinin altına düştüğü anda bu hiperfokus süreci sonlanıyor.

bu süreçte, (internetteki klasik materyaller çok tatmin etmediğinden) deepseek’i analitik düşünce tarzı nedeniyle severim, hemen ona başvurdum ve 1 haftadan fazla sürecek dehb analizini başlattım. nörobiyolojik sistematiğinden tut da, muhtemel ilaçların dehb’e dair etkisine, farmakolojik özelliklerine (plazma yarılanma süresi, salınım sistematiği vs) etki süresine ve yan etkilerine; çocukluktan tut da yetişkin dönem davranış/düşünce tezahürlerine kadar…

açıkçası çok faydalı olduğunu düşünüyorum, hatta konuyla alakasız görünen bazı düşünsel/davranışsal tezahürleri konuşma sırasında kendim tespit etmeye başladım ki, bu da sebep sonuç örgüsünün zihnimde oturmasını sağladı. yine dehb’le ilişkilendirdiğim bir huy olarak bir şeyin sebep sonuç ilişkisini kavramadan tatmin olmam mümkün değil, “neden” sorusuna cevap verilmiyorsa (komplekslik nedeniyle cevap verilemezlik müstesna) benim için o bilgi/iddia/varsayım goygoydan ibarettir ve çoğunlukla itibar etmem.

temel olarak edindiğim bilgilerden yaptığım çıkarımlar ve bendeki tezahürleriyle (“çıkarım” ve “bendeki” ibarelerine dikkat) nedenselliği şu şekilde:

nörobiyolojik olarak bakarsak, bir beyinde prefrontal korteks (yönetici, optimize karar alıcı) dopamin ve noradrenalin tüketerek bu işlevini yerine getiriyor. dopamin daha çok mutluluk/motivasyon/ödül/dürtü sağlayıcılıkla; nöradrenalin ise uyanıklık/dikkat/tepki sürelerinden sorumlulukla bağdaştırılsa da, beyindeki bu transmitterlerin hemen hemen hiçbiri için böylesi kesin çizgilerle çizilmiş görev tanımlarından bahsedemeyiz. etkileşimli çalıştıklarından bir görev üzerinde ortak etkiler veya ortak işlevsellikler de mevcut. amigdala’nın ise, yine bu transmitterlerin işlevselliği ile alarm verici bir görevi, tehlike algısında uyarıcı bir sorumluluğu var diyebiliriz yüzeysel olarak.

dopamin ve nöradrenalinin beyin kimyasının gerektiği şekilde salınımı sağlandığında bunlar prefrontal korteks ve amigdala tarafından bir nevi yakıt olarak kullanılarak işlev yerine getirilir. amigdalanın tehlike uyarıları işin içine katılarak; noradrenalini dikkat sürdürme, tepki süresi belirleme yakıtı; dopamini harekete geçme, motivasyon (aksiyon devamlılığı), ödül, mutluluk yakıtı olarak kullanan prefrontal korteks; düşünsel, duygusal ve davranışsal optimizasyonu sağlıyor.

gelgelelim dehb’li bir beyinde (bu iki transmitter dehb’li olmayan beyne göre eşit düzeyde salgılanmakla beraber) yakıt kullanım sonrası kalan atıkları ve fazla yakıtı geri pompalamakla görevli sistem, olması gerekenden çok daha hızlı çalışıyor. bu da salınımı gerçekleştirilen bu transmitterlerin, henüz doğru düzgün kullanılmadan sistemden çıkmasına ve böylelikle bu iki transmitterin yoksunluğuna sebep oluyor. bu da işleri hem tahmin edilebilir hem de bazı yönleriyle tahmin edilemez düzeyde allak bullak bir hale getiriyor.

yani; motive olamıyorum, mutlu olamıyorum, dürtüselliğim fazla gibi beklenen sonuçların dışında da sonuçlar var. zira işin içine amigdalanın tehlike algısını düzgün işleyememesi, prefrontal korteksin amigdaladan gelen sinyallere yeterli/uygun reaksiyon verememesi de giriyor ve iş ciddi derecede kompleks bir hal alıyor. ve bu nedenle semptomları müstakil ele almak yanıltıcı olabiliyor, çünkü aralarında bariz veya belli belirsiz korelasyonlar var.

——

dehb’in nörobiyolojik, duygusal, düşünsel ve davranışsal sonuçları:

dikkat eksikliği: beynimizi bir browser gibi düşünürsek dehb’li olmayan bir beyin, anlık olarak çalıştığı sayfa ve geri planda bulunan birkaç sayfaya önemiyle orantılı olarak dikkatini dağıtabilirken dehb’li beyinde istemsiz şekilde açılan yüzlerce sekme var ve dikkati önem sırasıyla dağıtma yetisi zayıf. dolayısıyla sanki her sekmedeki sayfa, irili ufaklı pencere olarak kendini ekranın önüne taşıyıp ekranın her yerini kaplıyor ve dikkat stoğundan kendine en fazla payı koparmaya çalışıyor. prefrontal korteks, x’e basıp pencereleri kapatmaya çalıştıkça pencereler dan dan tekrar açılıyor ve dikkatten bir miktar istiyor. profrontal kortex sanki biri aç kalsa o pencere içeriğiyle geri döndürülemez şekilde yok olacakmış gibi elinde avucunda ne varsa dağıtmaya çalışıyor, ama zaten elindeki nöradrenalin az ama talep çok, çünkü amigdala da bir yandan kıytırık bir mevzu çok mühimmiş gibi “buna acil bak” diye kafasını ütülüyor, yahut çok önemli bir şey için “bu çok da mühim değil” deyip sinyali kısıyor. yani aşırı talep bir de öncekliklendirme sıkıntısıyla vuku buluyor. diğer yandan zaten bir görev gerçekten önemliyse bile ilk itkiyi sağlayacak ve ödül vaadedecek dopamin de yetersiz olduğundan çarpık sinyalle seçip önceliklendirdiği görev için de yeterli motivasyonu sağlamakta zorlanıyor. artık o keşmekeşte ne seçilir de ne kadar ifa edilebilirse allah kerim. burada zaman zaman amigdalanın aşırı tehlike sinyali baskın gelip bir görevi seçtirebiliyor, çünkü o görevin ifa eksikliği yadsınamayacak kadar baskın hale geliyor. mesela? sınavına sadece 5 saat kaldı, az daha ertelersen işten kovulacaksın, şu tehlikeye önlem almazsan hayatın riske girecek. burada artık baskın gelen göreve başlanabiliyor ve hatta hiperfokus da (bu sefer aciliyet nedeniyle) devreye girerek diğer sorunların beyninde şarkı söylemesine bir süreliğine son verebiliyor.

hayattaki tezahürü; çok çok önemli şeyleri son ana bırakmak ve son anda insanüstü bir çabayla makul bir sonuç elde edecek kadar özveri gösterip götü kurtarmak. tabi aciliyet ve hiperfokus sona erer ermez aynı keşmekeş yine başlıyor.

mesela bu benim hayatımdaki en önemli başarıların özeti gibi. lise, üniversite ve iş hayatımda hep son anda aşırı bir odaklanma ve eforla sıçramalar yaşayıp götü kurtardım, diyebilirim.

zaman körlüğü: dehb’li bir beyinin zamanı soyutlama yeteneğinin zayıf olduğu söyleniyor. bunun ne demek olduğunu anlamanın tek yolu, zaman soyutluğunu kavrayabilmekten geçiyor ve bu bende var mı yok mu şu an emin değilim, çünkü beyindeki kimyasal bir reaksiyonla algılanabilecek bir şeyin varlığı veya yokluğu her ikisini de bilmeden kıyaslanamaz. (renk körü birinin diğer herkesi de öyle görüyor sanması örneğinden çok daha kompleks bir mevzu. ancak zaman/mekan/uzay dokusuna dair yaklaşımıyla öne çıkan einstein’ın bazı davranışları da hesaba katılınca dehb olma ihtimalinin kuvvetli olduğu söylenir) zaman körlüğüne dair iddia sadece tezahürleriyle ayrılabiliyor, tanımlanmaktan ziyade işaretlemek gibi.

dehb’li beyinde zamanın çizgiselliği ve orantılı uzamsallığı zayıf. daha basit ifade edecek olursak; dehb’li biri için 1 ay sonrası ile 1 hafta sonrası arasında çok fark yok(muş). ancak burada sayısal bir ayrımı anlamaktan değil, bir nevi hissetmekten bahsediyoruz. sebebi, dehb’li beyinin bu hissi/algıyı hızlıca geçip/kenera atıp basite indirgeyerek zamanı “şimdi” ve “şimdi değil” şeklinde indirgeme eğiliminde olması. (bu aşırı hızlı düşünme eğiliminin olumlu veya olumsuz birçok başka sonucu da var, yeri gelince belirtmek üzere kenarsa dursun) zira, “no haşhaş, no dopamin, bol gargara, az vitamin’ ilkesi gereğince zamansal olarak bilmem kaç birim uzaktaki şeye neden dertleneyim, bak burada 1997 yılında aldığın 18 vitesli bisiklete dair çok mühim bir mevzu var!

yani dopamin az, iş çok ve ben 6 ay sonra gelecek başarının vaat ettiği dopamine bel bağlayamam kardeşim, diyor: no motivasyon. haliyle işleyiş şu şekilde: şimdi hemen acil mi? değil. e s.ktr et o zaman.

işte bu davranış biçimini gözleyip tümdengelim yapınca dehb’li beyin zamanı (dehbsize göre daha çok) tezahürleriyle (bir diğer deyişle; maruz kalarak) algılama eğiliminde, diyorlar. sanki başkaları zamanı başka türkü fark edebiliyorlarmış gibi. buradaki serzenişimden emin değilim, dehbsiz olana sormak lazım.

dürtüsellik: dopamin eksikliğinin dürtüsel olmamayı gerektirmesi beklenir, zira ilk aksiyon için yeterli dopamin yok ancak konu sadece bununla ilgili değil. oradaki ilk aksiyon itkisi planlanmış bir görev içindopamine bağlıyken, burada işler değişiyor. zira amigdalanın yanlış, çarpıtılmış veya abartılmış tehlike sinyaline tepki vermek ve tehlikeyi bertaraf ederek rahatlamak için gösterilen bir çaba var ve transmitterler bu nedenle yanlış amaç için veya doğru amaçta yanlış miktarda sarf ediliyor. ikinci olarak, rutin işler ve tekrarlayan şeyler (ilginç, cezbedici olmayan her şey) dehb’li beyin için bir işkence olduğundan ondan kaçmanın yolu da bir reaksiyon geliştirerek bertaraf etmek. gece üçte evde oturup dururken “hadi şimdi kalkıp ankara’ya gideyim” isteği duymanın; oraya gitsen sanki her şey hallolacak, bütün sıkıntın son bulacakmış gibi hissetmenin sebebi bu. buna karşı koymak elbette mümkün ama bir istek duymak ve ona karşı koymak zorunda olmak efor sarfiyatı demek oluyor. bunun bir diğer versiyonı olarak (üçüncü sebep) ise metabolizmaya dopamin salgılatma çabası. bu da; cinsel dürtüsellik (seks dopamin salgılatır), yemek yeme isteği (özellikle aşırı sıkılmışken), zevk veren/rahatlatan şeylere (sigara/alkol) bağımlı olma ihtimalinin dehbsiz bireylere göre daha fazla olması gibi sonuçlar doğuruyor.

——

dehb’in duygusal, düşünsel ve davranışsal sonuçları:

(bundan sonrasında nörobiyolojik korelasyon veya nedenselliğe çok derinlemesine girmeye gerek yok, sadece yeri geldikçe değineceğim.)

not: burada ‘dehb’li’ ibaresiyle sadece kendimi kastettiğimi varsayabilirsiniz. her dehb’lide bu örnekler olmayabilir. hatta bende de bazıları ihmal edilebilir düzeyde ama olası bütün tezahürleri yazmaya çalışıyorum ki, hem öz farkındalık sağlasın, hem de olur ki birinin işine yarar.

not: kendi çıkarımlarımla dehb’le ilişkilendirdiğim bütün bu olgu ve durumların her biri kısmen ya da tamamen belirgin veya ihmal edilebilir düzeyde dehb’li olmayanlarda da mevcut. bunlarıın her birini skala olarak düşünürsek her insan o skalada bir noktaya tekabül edecektir. zira dehb’te, diğer insanlar için çeşitli düzeylerde hiç var olmayan (bir diğer deyişle; diğerleri için tanımlanamaz) herhangi bir duygusal/düşünsel/davranışsal sürece henüz rastlamadım. (zaten tam da bu sebeple dehb’li birinin dehb’li olduğunu fark etmesi oldukça zorlaşıyor) sadece dehb kaynaklı farklılaşmayı tespit etmeye çalışıyorum.

rsd (rejection sensitive dysphoria - reddedilme duyarlılığı):

kimlik veya benlik denilen şeyden duygusal (iç) ve davranışsal (dış) profil çıkartıldığında geriye kalan ayrı bir şey elbette vardır ve belki buna fıtrat veya ruh diyorlar, bilemiyorum. ancak duygusal ve davranışsal profilinizde rsd kadar etkili bir şey bulmak çok zor.

zira genetik aktarım haricinde (ki dehb önemli oranda genetik aktarım) insanları dışarıdan davranışları ile profilleriz. kişi ise kendisini hem davranış hem de duygu ve düşünceleriyle profiller. “ben kimim?” sorusuna da bu meyanda cevap vermeye meyyaldir. ben hassas, merhametli, öfkeli, gaddar, iyi niyetli, hareketli, alıngan, neşeli, ketum, yumuşak, kırılgan vs vs biriyim. evet, aslında muhtemelen bir öz’ün tezahürlerinden bahsediyor ve belki de aslolana ilişkin daha öncül bir tanımlama yapamıyor olabilir, burası işin felsefesi.

ancak bütün bu tezahürlerin her birinde rsd’nin de doğrudan veya dolaylı (yönlendirici/güçlendirici/zayıflatıcı) payı olabileceği gerçeğiyle yüzleşmek gerektiğini fark ettiğimi söyleyebilirim. yalnız burada “pay” ibaresine dikkat çekmek lazım, çünkü zannetmiyorum ki, rsd ve hatta bütünüyle nörobiyolojik alt yapı, herhangi bir davranış/düşünce/duygulanım biçimini çerçeve çizici bir altyapı olmadan meydana getirebilsin. (fıtrat/benlik diye adlandırdığımız o altyapının sistematiği için bütüncül bir açıklama varsa bile nöroloji ve psikiyatri daha işin çok başında diyebiliriz.)

rsd, isimlendirme nedeniyle, akla ilk olarak, sosyal ilişkilerde talebin karşılanmamasına karşı gelişen duyarlılığı getiriyor ki, evet, bu doğru ancak bu kadar basit değil. nedenselliğine biraz bakarsak; yine amigdalanın tehlike algısını abartması ve preforantal korteksin dürtü kontrol zayıflığıyla bağdaştırmak mümkün.

ilk akla gelen tezahürleri şöyle açıklayabiliriz. dehb’li birey için sosyal süreçler doğal olarak dehb’li olmayana göre çok daha zor. zira başlı başına odaklanma problemi bile hayattaki rekabetçilikte bir frenleyici ve haliyle ortalama seviyeye gelmek diğerlerine göre çok daha maliyetli (zaman, zihinsel efor vs) bir süreç. insanların o masanın başında 1 saat oturması yeterliyken senin en az 3-4 saate (yerine göre daha fazla) oturman gerekir ve zihinsel dinlenme ihtiyacın daha fazladır. hiperfokus halinde durum tam tersi olsa da, bu seçilebilir bir şey olmadığından ve zaten eğitim denilen süreç pek de ilginç olmadığından senin için bir zûl haline gelmesi zaten beklenen bir şey. insanlar aptal olduğunu düşünür, sen de buna inanmaya başlarsın. ayrıca insanları dinlemekte zorlanmanın da (dikkat eksikliği + dürtüsellik) bir maliyeti vardır, çünkü bu iyi bir iletişimi baltalar. dikkat/odaklanma yeterli seviyede olmadığında çalışan (geçici) belleğini çocukluktan beri yeterince eğitmemişsindir ve az önce söylenen şeyi ve yeni kişilerin ismini unutabilirsin. (insanlar buna alınır.) zihnin aşırı hızlı düşündüğünden insanların hepsi yavaş konuşuyor gibi gelir, buna tahammül edemezsin, arka planda başka şey düşünürsün yahut söz kesersin. (bu bende çok yoğun var, biri fazla yavaş konuşuyorsa veya konuya gelmek yerine lafı uzatıyorsa tokatlayasım geliyor) markete bir şeyler almaya gidersin alacaklarını eksik alırsın. (lüzumsuz canın sıkılır) araç kullanırken navigasyona bağımlı olursun çünkü yolları 1-2 sefer gitmeyle kalıcı belleğe kaydedemezsin. dürtüselliğin anlık kararlar almaya iter ve hızlı kararların yanlış olma ihtimali daha yüksektir ve insanlar çoğunlukla bu kararlarına/planlarına iştirak etmez. alışverişte lazım olmayan şeyleri yahut bir şeyden ihtiyacından fazlasını (sevdiğin şeyi almak dopamin salgılatır) alma eğilimindesindir. maddi planlamanın zayıf olması birikim yapma ihtimalini azaltır. ertelemeci huyun seni savruk/tembel/sorumsuz gösterir, kendin de öyle hissedersin vs vs. bunun gibi en tahmin edilebilir tezahürler bile belirli düzeylerde dışlanma ve garipsenmeye sebep olur.

kısacası, dehb’li kendini bilmeye başladığından beri bu tür sorunlar nedeniyle genel olarak hayat tarafından reddedilmiş gibi hissedebilir. bu garipsenme/dışlanma duygusunu o denli içselleştirir ki, bu açıkları kapatmak/gizlemek için farkında olarak veya farkında olmadan savunma mekanizması geliştirir. (bunların da doğrudan/dolaylı başka sebepleri var, onlara da değineceğiz) dahası, içselleştirilmiş olumsuz tecrübelerde amigdala tehlikeyi hızlıca tanıyarak olduğundan çok daha kuvvetli sinyallediği için bir anlık reddedilme (utanç, dışlanma, garipsenme) ona aşırı derecede dayanılmaz bir şey gibi gelir. bununla birlikte hızlı düşünme eğilimi bir sosyal süreçte yaşanan belirsizliği yorumlarken muhtemel makul nedenleri atlayarak en olumsuza gitmeye (utanç, dışlanma/garipsenme varsayımına) sebep olur. genel olarak “reddedilme” diye basite indirgenen duyarlılığın sistematiğini bu şekilde özetleyebiliriz.

rsd’nin izdüşümsel diğer yansımaları:

aşırı duygusal empati: dehb’li biri, duygulara rsd nedeniyle aşina olduğu için benzer bir duygu gördüğünde onu olduğu gibi ve hatta empati yaptığı insandan çok daha derin hissedebilir. bunun sebeplerinden biri de ayna nöronlarının çok daha etkili çalışmasıdır. birini üzülürken görürse istemsiz şekilde duyguyu anında kopyalar. hatta daha derinleştirebildiği için buna kopyalamak yerine “simüle eder” demek daha doğru olur. bu durum, bütün duygu durumları için, kişiden kişiye değişecek şekilde kendini gösterir. biri öfkeliyse dehb’li de gerilmeye başlar, ortam neşeliyse dehb’linin de eğilimi o yöne kayar. işin kötüsü, dehb’lide mikro ifade okuma, duygu durumunu hissetme kabiliyeti daha yüksek olduğundan (sosyal süreçlerde maruziyeti azaltmak amacıyla fazla geliştiği için ve/veya ayna nöron aktivitesi nedeniyle) kişilerin duygu durumunu o söylemese bile hissedebilir. öfkeye ayrı değineceğiz ama mesela iki kişiyi tartışırken görüp ayırmaya kalkıp sonra ikisine de aşırı derecede öfkelenmeye başlamak şu an düşününce komik gelse de benim için çok olası. böyle durumlarda kavga eden çocukları ayırmaya gelip sonra ikisini de döven mahalle dayısı gibi hissediyorum kendimi. (güya ortamı sakinleştirecektik)

aşırı merhamet: aşırı duygusal empati derin üzüntüye sebep olduğunda merhamet ve şefkat duyguları aşırı hale gelir. çünkü o adaletsizliğe maruz kalma duygusunu çok iyi bilirsin. amigdala acil durum alarmını devreye sokar ve o problemi çözmeyi kendine görev edinir (kurtarıcı rolü), kendi benliğini ikinci plana atmaya başlarsın. alt beyinden gelen bu duygusal sinyal mantıklı karar almaya çalışan prefrontal korteksin “bu senin sorumluluğun değil, kendini de koru, gerçek merhamet hem kendine hem diğerlerine olandır, kendi güvenliğini/gücünü sağlamadan başkalarına yardım edemezsin” mesajlarına galip gelir. böylelikle suistimale açık hale gelirsin, hatta bazen suistimal olmasa da (talep edilmemişken bile) o tehlikeyi def etmeye talip olursun. kendini ikinci plana atma eğiliminde odak sorunu da etkilidir. odağını sadece o kişinin sorununa verip diğer kişi yahut sorunlarla ilgili sorumluluklarını yok sayar yahut ertelersin. daha da kötüsü, eğer o sorunu (onca çabana rağmen) çözmeye gücün yetmiyorsa ağır bir suçluluk duygusu, kendini yetersiz görme ve üzüntü baş gösterir.

bütün bunlar seni özellikle duygusal ilişkilerde problemli kişilere sempati duyma yönünde manipüle edebilir. (şefkati beğeni sanma) sempati ve şefkatle gelen korumacılık güdün ilişkilerde müdahaleci, karışan, kıskanç bir profil olarak algılanmana sebep olabilir. koruma bağlamında “kesin hayır” diyebilen biriyken (öyle giyinme, şunla yüzgöz olma, gece dışarıya çıkma, ulaşım olmayan yerlere tek başına yürüyerek gitme vs) biriyken diğer birçok konuda da “hayır” demekte zorlanan biri olabilirsin.

köprüleri atma/ya hep ya hiç/mükemmeliyetçilik: hepsi birbiriyle bağlantılı aslında ve yine rsd tabanına oturuyor. kişisel ilişkilerde öfke yahut hayalkırıklığı nedeniyle (ki dehb kökenli bir süreçte öfke zaman zaman zaten bizzat hayal kırıklığının maskelenmiş halidir) bütün ilişiği kesme eğilimi olur. öfke dürtüsellikle de ilişkilidir ve dürtüsellik ani ve kati karar alma ihtimalini arttırır. hayal kırıklığı ise konunun başında belirttiğimiz “reddedilme hassasiyeti”nden kaynaklıdır. bu duygu o denli şiddetli hissedilir ki, kişi kendini korumaya almak için bunu bir daha yaşamayacağını garanti eden uç seçeneğe savrulur: irtibatı tamamen kesme. kendisi bunu kararlılık, ilkelilik, tutarlılık şeklinde işleyerek anlamlandırıp erdem’leştirebilir ve hatta buna samimiyetle de inanıyor olabilir ancak aslında bu bir savunma mekanizmasıdır.

sosyal ilişki çerçevesi dışına aldığımızda bu mekanizma mükemmeliyetçilik/ya hep ya hiçcilik şeklinde vuku bulur. bilinçaltının içsel tutarlılığı/huzuru sağlamak için yarattığını düşündüğüm bu maskeler de aslında o kendini koruma ve savunma mekanizmasını örtmek için kullanılıyor. mükemmeliyetçilik aslında avantajlı bir şey değildir, zira insana mükemmele ulaşması hemen hemen hiçbir konuda zaten mümkün değildir. buna rağmen mükemmelli seçmek görevi/uğraşı/amacı sabote etmenin bir biçimdir. ancak mükemmelin olumlu kodlanması bu sabotaja bir kisve verir. bir şeyi yapmak/yaşamak istemiyorsan (çoğunlukla farkında olmadan) onun yapılmasını imkansız hale getirirsin. bu tür bilinçaltı oyunları her insanda olur. (gitmek istemediğin yere giderken sürekli bir şeyler unutur, eve dönersin. bilinçaltın seni oradan uzak tutacak anomaliler yaratır vs) dehb’li için, yapamadı/yapmadı eleştirisi ve özeleştirisinin (rsd) ne denli güçlü bir tehdit olduğunu hesaba katınca bu mükemmelliyetçiliğin ne kadar abartılabileceğini varın siz hesap edin. hatta bu öyle otomatik ve istem dışı bir mekanizma ki, son gece hiperfokusla bütün her şeyi halledip çok bariz bir başarı elde etsen bile “daha da iyi olabilirdi” duygusuna engel olamıyorsun ve başarıları küçümsüyorsun.

- daha erken başlasam mükemmel olacaktı.
- hayır, mükemmel olmayacaktı, çünkü o zaman da o duyguyla daha da iyiyi arayacaktın.
- ve hayır, zaten aciliyet olmadığı için hiperfokusun devreye girmeyecekti, yani daha erken başlama şansın zaten yoktu.

dehb bu mükemmeliyetçilik duygusunu hem daha şiddetli hem de daha çok bağlamda yaşar. kökeninde çok çok yüksek ihtimalle rsd nedenli kendini koruma güdüsü yatar.

inatçılık/ısrarcılık: içsel başarısızlık duygusundan ve/veya sosyal reddedilmeden kaçınma isteğinin üzerine dürtüsellik de binince sonuç yeterince belli değil mi? bana “hayır” deme çünkü bunun bende yarattığı içsel fırtına senin zannettiğin gibi basit bir şey değil, diyesi var ama diyemiyor işte, ne etsin? ama kendisi de aslında bunun farkında değil ve ısrarına rağmen ona “hayır” dersen muhtemelen daha sonra o ısrarını hatırlayıp kendinden aşırı derecede utanacak, sonra buna sebep olduğun için sana öfkelenecek, sonra öfkesi geçip sana çok kırılacak. muhtemelen bir daha seninle görüşmek istemeyecek, görüşse bile artık sana karşı eskisi gibi olamayacak, içsel bir kırgınlık yaşayacak. (bu durum değer atfettiğin kişiler için geçerli, değer atfetmediğin, yeni tanıdığın, tanımaya çalıştığın kişilerde ise hiç umurunda olmuyor.)

ayrımlar netleşsin ve mekanizma anlaşılsın diye biraz mübalağa katıyorum ama bu duygulanım serisinin düşük yoğunlukla da olsa (mevzunun bağlamına göre yoğunluk artabilir) ortaya çıkması çok muhtemel.

inatçı olmalıyım çünkü giriştiğim bu işten vazgeçersem yaşatacağı duyguyu, kendime karşı acımasızlığımı, kendimi nasıl yerden yere vurup hırpaladığımı çok iyi biliyorum, o yüzden vazgeçemem, diyemiyor da “kararlılık” diyor.

tabi bunlar rol değil, gerçekten bu içsel mekanizmanın farkında değilsin ve dışta görünen sebebe samimiyetle inanıyorsun. çünkü her insanın en temel bilişsel ihtiyacı tutarlılıktır.

öfke kontrol sorunu: öfkenin birden fazla (ayrı ayrı veya kombine) sebepleri olabilir. öfke sağlıklı bir duygudur ve gereklidir de. dehb özelinde farklılaşan ve kontrol zorluğuna sebep olan, rsd ve dürtüselliktir. dürtüsellik, yaşadığınız duyguyu aksiyona geçirmeden inhibe etmeyi (durdurma, engelleme) yahut kontrollü dışa vurmayı zorlaştırır. dolayısıyla bu bir patlama olarak ortaya çıkar. o anda öfke sizi ele geçirir ve karşınızdaki kim olursa olsun (yakınınız, sevdiğiniz farketmeksizin) o tepkiyi verirsiniz. anlık kontrolsüzlük diğer duyguları, olguları ve mantığı anlık olarak karartır. dehb’lide bu eşik aşıldığında artık önünü aydınlatan tek şey öfkedir. hızlı sönümlense de birilerini çoktan kırmış, üzmüş olursunuz. akabinde orantısız bir pişmanlık, kendini suçlama ve üzüntü gelir. hatta öyle ki, öfkenizi yönelttiğiniz kişiden daha fazla üzülür ve kendinizi yıpratırsınız.

rsd ise dürtüsellikten farklı olarak öfke eşiğini azaltıcı ve hassasiyet artırıcı bir işlev görür. dahası, amigdalanın tehlike sinyalini abartmasıyla tehdit algısı artar. eleştirel tutum, kimliğe saldırı olarak algılanacak tavır, saygısızlık gibi durumlar rsd nedeniyle öfke eşiğini düşürür, hassasiyeti arttırır. zira dehb’li zaten birçok konuda kendine karşı acımasızdır ve dışarıdan yeni bir yük (çok az bile olsa eşref saatinde) bardağı taşıran son damla olabilir.

ayrıca rsd, inat, ya hep ya hiçcilik gibi diğer unsurlarıyla öfkeyi uzatan, daha doğrusu ileride patlamak üzere korunumu ve hatta peyder pey artmasını sağlayan bir işlev de görebilir. örneğin bir saygısızlık veya dehb’li için benliğe saldırı olarak algılanabilecek söz/ima/davranışlara karşı hassasiyeti süreğen kılar. burada dürtüsellik değil, bu saldıraya henüz karşılık vermemiş olmanın yarattığı ve karşılık verilene kadar korunacak (ve belki de artacak) olumsuz duyguları izale etme çabası vardır. tepki verilene kadar bu öfke potansiyeli korunur. bu aslında bir nevi kin veya takıntı gibi gözükse de öyle değildir. içinde boğulduğun duygu selinden kurtulma çabasıdır. dehb’li için günlük anlamıyla safi kin duygusunun çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. zira kin; planlı korunum, kontrol ve erteleme gerektirir ki, dehb’li için zaten mümkün olan şeyler değil. sürdürebilir öfke aslında planlı bir sürdürmeden değil, istenmeyen olumsuz duygu seline maruziyetin sürekliliğinden kaynaklıdır.

bu, dehb’li için sosyal ilişkilerde karşılıklı kırgınlık vs sonuçlarından ayrı olarak dış dünyadan (sevdiği saydığı sosyal çevre dışından, yabancı olandan) gelecek muhtemel saldırılara karşı bir nevi eyvallahsızlık yaratabilir. zira anlık öfke anında sonuçları düşünme yetisi zayıfladığı için, somut meydan okumalara anlık hassasiyet yüksektir ve bu da aslında ciddi bir risk demektir.

dahası, saygısızlığa uğrama düşüncesinin rsd kaynaklı sürdürülebilirliği, anlık öfke dışında bu tür dış tehditlere karşı da (dürtüsel öfke sönümlendikten sonra olumsuz sonuçlar hesaplayıp değerlendirebilecek zaman olmasına ve bu değerlendirme yapılmasına rağmen) eyvallahsızlık yaratabilir. zira bu değerlendirme sürecinde, kabullenmenin yaratacağı olumsuz hislere karşılık kabullenmemenin (rest çekmenin) riskleri ve kayıpları teraziye konur ve ilkinin ağır basma ihtimali kuvvetlidir. zihniniz size “olm buna eyvallah edeceğine öl daha iyi” diyerek erdemleştirme veya cesaretlilik kisvesi sunabilir. bu yaklaşım aslında cesaretten ileri gelmez. kendi kendini yerden yere vurma ve pişmanlık ile başlayacak ve sel haline gelecek olumsuz duyguların etkisi daha yakıcıdır. bu nedenle, muhtemel tehlikelere rağmen geri adım atmak daha büyük bir tehdittir. ve doğal olarak, başkalarına aşırı mantıksız ve hatta delice görünen ama sizin için daha az hasara tekabül eden seçeneğe yönelebilirsiniz. insanlar hayatında “ya herru ya merru” ikilemine denk gelebilir, bazen hayat sana başka seçencek sunmaz ancak dehb’li için bu ikilemle karşılaşma olasılığı bu nedenlerle daha fazladır. (her iki sebeple de bu ikilemle karşılaştığım oldu ve allah’ın lûtfuyla ağır sonuçlar yaşamadım çok şükür.) ergenlik ve ilk gençlik dönemi bu açıdan çok daha risklidir. yaş ilerledikçe (risk ortalama insana göre yine fazla olmasına rağmen) süreç başlamadan ön almayı ve süreci yönetmeyi (bağlamı ekarte etme, diş gösterme, karşı tarafın sönümlenmesine izin verip onu çaresizlikten kurtarma, yanlış anlamış olabileceğini hesaba katma vs) biraz daha öğreniyorsun. ama bu olgunlaşma, öfkede rsd bağlamını kontrol etmede işe yarasa da anlık öfkede çok ciddi bir azalmaya sebep olmuyor ne yazık ki!

—- rsd alt başlığını böylece sonlandıralım. —-

dehb’te korelatif tekil yansımalar:

bunları uzun uzadıya anlatmaya lüzum yok çünkü rsd’de yahut rsd öncesi başlıklarda nedenselliği ile yer yer değindiğim yahut değinmesem bile korelasyonu/nedenselliği tahmin edilebilecek tezahürlerden oluşuyor. biri diğerinin nedeni, tetikleyicisi, zemin olabiliyor ve bağlama göre bu roller yer değiştirebiliyor. bunların göze çarpan bir diğer özelliği ise, dehb’li olmayan insanlarca ya yanlış tanımlanması yahut sebebinin yanlış saptanması.

(ve tekrar edeyim, bunların da her biri her dehb’lide olmayabilir, kısmen olabilir. dehb’li olmayanlarda da kısmen veya tamamen olabilir.)

reddedilme korkusu: en baştan beri anlattığım şey zaten. rsd’nin tanımına en uygun, en somut tezahürü.

utanç ve yetersizlik hissi: birbirinin yerine geçebilir, biri diğerinin tetikleyebilir. sosyal reddedilmenin gerçekleşmesinin an meselesi olduğu varsayımı.

şahsileştirme, alınganlık: reddedilmenin vuku bulduğu varsayımı. dehb’li olmayan kişi, dış görüntüsüyle bunu klasik özgüvensizlik kaynaklı şahsileştirme ve alınganlık sanır. aslında mekanizma rsd ve hızlı düşünme nedenlidir. hızlı düşündüğünden diğer olasılıkları eler en kötü olasılığa atlarsın. burada diğer olasılıkları elemine etme söz konusu olmadığından özgüvensizlik söz konusu değildir, o diğer olasılıkları zaten görmezsin.

aşırı özeleştiri ve eleştiriye tahammülsüzlük: burada özeleştiri, içselleştirilmiş sosyal dışlanma süreçlerine karşı korunmak üzere ön alma çabasıdır. eleştirinin kendisi zaten sosyal reddedilme işaretidir. ayrıca aşırı özeleştiri kotayı doldurunca eleştiriyi absorbe etme kapasitesi azalır.

layık olmama düşüncesi: içselleştirilmiş geçmiş olumsuzluklar. aynı sonucu bekleme. bu da özgüvensizliği andırır ancak dehb’li olmayan bireyin anladığı şeyden farklıdır. eldeki aracı kullanamama korkusu değil, o araca sahip olmadığın varsayımdır. ama mesela bir konuda yetkinsen hiperfokus devreye girer ve onu en zor sosyal ortamda bile en iyi şekilde icra edersin. bu da mesela aşırı özgüvenli gözükür. dışarıdan bakan için çelişkilidir. dehb’li zaten poker face konusunda uzman olduğu için içsel durumuyla ilgili pek davranışsal renk vermez.

görünmez engel sendromu: çok basit bir işe hazırlanırken bile zihninde yüzlerce mikro adım tasarlama eğilimi. yorucu olduğu için erteleme ihtimali artar.

fiziksel bulanıklık: vücudun uzaydaki yerini dikkatsizlikle tayin edememe, elini kolunu bir yere çarpma, sakarlık. bu bende sıfır düzeyinde diyebilirim.

sosyal buffer yüklemesi: yoğun bir sosyal etkileşimden sonra bir süre zihinsel şarj olma ihtiyacı. sosyal ortamlarda uyaran çeşitliliği, diğerlerinin mikro ifadesini vs kontrol çabası nedeniyle beyin yorulması.

sözlü dürtüsellik: bir şey anlatırken yan sekmeden aklına başka şeylerin gelip onları anlatmaya başlayarak konudan sapma. bu da bende yok mesela, anlatan bensem konuşmada hiperfokus otomatik devreye giriyor. yazarken de aynı durum söz konusu.

(mesela bu entry serisini yazmak tahmin edilenden çok daha kompleks ve yorucu bir süreç. elimde 1 haftalık onlarca sayfaya tekabül eden diyalog kayıtları, aldığım notlar, onların nedenselliklerine ilişkin işaretlemeler, hafızamda psikolojik ve bilinçaltı alt yapısına dair biriktirdiğim post-it’ler, taradığım onlarca materyal yığını var ve bunları anlamlı bir dizge ve örüntü haline getirmek için yazıyorum ki, belki okuyanın zihninde klasik açıklamalar dışında bir lamba yakar. bununla birlikte kendi zihnimde bana özel katmanlı bir örüntü oluşturabilecek şekilde düzenlemeye çalışıyorum. şu an hiperfokus olmasa -yani bu örüntüleri tespit etmek ve oluşturmak benim için cezbedici/rutin dışı olmasa- bu keşmekeşle uğraşmaz, “ya işte dikkatin dağılıyor, dürtüsel oluyorsun” özetiyle yetinirdim. psikiyatrist, profesör vs titri taşıyan adamların/kadınların çektiği videolardaki anlatımlar ne yazık ki o seviyede. araştırdıkça o anlatım düzeyinin diğer insanlar için basitleştirmekten değil, basbaya yetersizlikten kaynaklandığını hissediyorsun. ve bu çok can sıkıcı bir şey, çünkü bu insanlara dehb dışında birçok psikiyatrik konuyla ilgili başvuran binlerce insan vardır. neyse ki internet çok daha geniş bir alanı taramayı mümkün kılıyor.)

unutulan sosyal taahhütler: birilerine bir konuda söz verip unutma. cumartesi görüşelim deyip dikkat dağınıkılığı nedeniyle unutuyorsun mesela. o yüzden not almak vs dış düzenleyiciler gerekli.

talimat amnezyisi: çalışan belleğin zayıflığı nedeniyle mesela size verilen bir yol tarifini ilk birkaç cümleden sonra takip edemiyorsunuz. ya başını, yahut son söylediklerini geçici belleğe kaydediyorsunuz. bu bende çok net var. tamam dayı google haritalar gibi koordinat veriyorsun da ben zaten ilk 3 cümleyi hatırlayıp sonra birine daha sorucam, yorma o kadar kendini.

çalışan bellek zayıflığının şu an aklıma gelen bir başka tezahürü, roman okurken, film izlerken karakter isimlerini unutmak. çok genç yaşta savaş ve barış’ı okurken bir kağıda karakterleri yazmak durumunda kaldığımı hatırlıyorum. ayrıca betimlemelerin çok uzatılması da çok yorucu gelirdi bana. anavarza kayalıklarını hayal etmek güzel de birkaç ipucu versen ben kendi zihinsel betimlememi yapardım, seninkini takip etmek yoruyor.

aşırı duyusal hassasiyet: giysilerin tene değen etiketlerinden veya bazı yemek dokularından, arka plandaki buzdolabı vızıltısında rahatsız olma. giysi kısmı bende var, yemek yok, düşük düzey arka plan seslerine hassasiyet zaman zaman var.

——

zaman körlüğünün izdüşümsel diğer yansımaları:

affetme zorluğu: dehb’li için zaman körlüğünden bahsetmiştik. bunu zaman soyutlama yetisiyle bağdaştıran görüşten başka biyolojik saatin düzgün çalışmamasıyla bağdaştıran bir görüş de var. sebep hangisi olursa olsun bir zaman körlüğünden bahsetmek mümkün.

dehb’li insan için kendisine verilen zarar öfke ve üzüntü olarak, kendi verdiği zararsa vicdan azabı olarak daha derin hissedilir ve yaşanır.

zaman körlüğünün devreye girdiği bir başka bağlam da budur. olay hatırlandığında duygular ilk günkü şiddetiyle yaşanır. yani zamanla azalıp silinmeye yüz tutmaz. orada öylece durur ve her hatırlandığında ilk günkü duygu yoğunluğuna sebep olur. dehb’in en kötü tezahürü bu olabilir; çünkü bu bir olayı duygusal olarak defalarca yaşamak demektir; üzüntüyü de, öfkeyi de, vicdan azabını da. (heyecan veya mutluluk için bu durum geçerli değil, çünkü bunları simüle etmek dopamin gerektirir.) bu da şu demektir ki, dehb’li, üzerinden zaman geçse bile o olayı az önce yaşamış bir insan gibidir ve bunun müsebbibini affetmesi bu nedenle çok zorlaşır. zira zaman, dehb’li olmayana bu konuda yardımcı olacak bir işlev görürken dehb’liye yardımcı olmaz. affetmesinin yolu, o acıyı/olayı kabullenerek fedakarlık göstermesiyle (acım/öfkem biraz azalsın şartına bağlı olmaksızın) mümkündür. zarar verdiği senaryoda ise aynı durum vicdan azabı için geçerlidir. hatta karşıdaki affettiğini söylese bile bu işe yaramayabilir. çünkü dehb’li affettiğini söyleyen şu anki x kişisine vicdan azabını afla sonladırabilse bile, o tarihte zarar verdiği x kişisine karşı vicdan azabı devam edebilir. zira olay o anda ortaya çıkan duygulanımla birlikte en ince ayrıntısına kadar zihninde canlanır. unuttum gitti, lafı bu yüzden dehb’liye anlamsız gelir, buna inanmakta zorlanır.

yani dehb’li biriyle duygusal anlamda alacak vereceğinizi halletseniz, helalleşseniz iyi olur. çünkü eksik kalan kısımlar onda hep tazedir.

bilişsel empati zorluğu: dehb’linin duygusal empati zorluğunu anlatmıştım. ortamdaki/kişideki duygu durumunu anında hisseder ve simüle edip olduğu gibi ve hatta olduğundan daha derin yaşar. bilişsel empatiyi bundan ayıran şey, durumu simüle etmeyle ilgilidir. kendinizi o şartlarda o kişi olarak düşünmeyi gerektirir. işte dehb’linin çok zorlandığı bir alan. zira karşıdan hızlıca transfer edilen duygu durumunun manipülasyonuna hızlı düşünme refleksi biner ve dehb’li o anda “ben olsaydım” hatasına düşer. yani, şartları ve sebep sonuç ilişkilerini aşırı ayrıntılı şekilde simüle etmesine rağmen kendisini o kişi olarak tasarlamayı atlayıp o şartlar ve bağlamın için kendisini koyarak filmi oynatır.

aynı bağlamda da olsa farklı kişiler aynı sonuçları doğurmaz. e doğal olarak o bağlamda nasıl bir sonuç üretirsen karşıdakinin durumunu öyle algılarsın. mesela dehb’li bu nedenle diğer özelliklerinin de etkisiyle, simülasyondan sonra gerçek olayın konusu olan kişiye göre çok daha öfkeli, üzgün, şaşkın olabilir yahut “ben olsam etkilenmezdim” diye düşünüyorsa o kişinin reaksiyonunu anlamsız/abartılı/basit bulabilir. bu düzgün bir bilişsel empati değildir, kendi durumunu karşıya yansıtmaktır. ben olsaydım o durumda ne yapardım, sorusunu, o durumda ben aynen o kişi gibi şöyle bir zihinsel/fiziksel altyapı ve geçmişle olsaydım, diye sorulduğunda anlayış kuvvetlenir.

ama mesela empati yapılan kişinin özellikleri “ben olsaydım” bağlamına uzun atlama yapmayı mümkün kılmıyorsa o zaman bilişsel empati daha mümkün olur. mesela, farklı cinsiyete empati yaparken empati yapılacak bağlam, cinsiyet uyumsuzluğu nedeniyle “ben olsaydım” otomatik pilotuna geçişi mümkün kılmayabilir. bir kadının anlattığı işle ilgili bir problemde “ben olsaydım, ağzını burnunu kırardım” düşüncesi doğal olarak saçma gelir. o zaman o kadının oluşunu düşünerek mantık yürütebilirsin ama cinsiyet farklılığına rağmen bağlam cinsiyetle ilişkili değilse yine otomatik pilota geçiş olabilir.

bilişsel empati doğası gereği zaten hiç kimse için yüzde yüz mümkün değildir ve zaten insanlar karşıdakinin şartlarını simüle ederken veri yetersizliği (bir başkasının kişiliğini, geçmişini, tecrübelerini kavramak hiçbir zaman tam olarak mümkün değildir) nedeniyle zaten bir noktadan sonra her halukarda “ben olsaydım” çıkmazına düşerler. dehb’li düşünsel olarak seri olduğu için o tuzağa daha çok düşer. farkındalık bu ihtimali tabi ki azaltır.
—-

dehb’in getirebileceği avantajlar:

şu ana kadar dehb yansımalarının daha çok olumsuz yanlarını irdeledik. zira semptomlar şikayet edilen hususlarla ilgilidir. bir şey iyi sonuç doğuruyorsa o pek semptom olarak görülmez. biraz da onlardan bahsedelim.

hiperfokus: aslında seçebildiğin bir anda gelse muhteşem bir şey. aciliyet nedenli ortaya çıkıyorsa zaman kısıtı nedeniyle işi tam zihninde tasarladığın mükemmellikte yapamayabiliyorsun ama o dar zamanda yaptığın bile ortalamanın çok üstüne çıkıyor. eğer işi/konu ilginç, dikkat çekici, keyifli, zevkli olması nedeniyle (dopamin salgılatması nedeniyle) hiperfokusunu tetiklediyse (o cezbedicilik sona erene kadar) yine harikalar yaratıyorsun. yani hiperforkus devreye girdiği anda çok ciddi sıçramalar, başarılar mümkün. bir şey öğreniyorsan olabildiğine iyi öğreniyorsun, bir iş yapıyorsan çok ayrıntılı ve incelikli yapıyorsun.

yaratıcılık: dehb’lin beyin bölgeleri arasındaki bariyerlerin zayıf olmasının kötü yanı dikkat dağınıklığına sebep olmak gibi kötü bir yanı var. bu da geçici belleğini yeterince işlemesine/antreman yaptırmasına engel oluyor. tabi bu da kısa süreli bellekte tutulan bilgi miktarının az olması ve kısa süreli hafıza problemi demek. gelgelelim buna tolere etmek için kendince yöntemler geliştirme zorunluluğu yeni yeteneklere sebep olabiliyor. örneğin, sıkıcı ezber gerektiren konuları farklı bağlamlara oturtma, nedensellik kavrama, konuyu ilginçleştirmek için farklı bağlam arama gibi çabalar, başkalarının aklına gelmeyecek şeyleri bulma ihtimalini çok arttırıyor. bunun, zorunluluk nedeniyle beynin farklı bölgelerini geliştirmek dışında doğrudan (kendiliğinden) sonuç yaratan bir yanı da şu ki, beyin bölgeleri arasındaki bariyerin zayıflığı bu bölgelerin eş zamanlı etkileşimi ile bütünsel sezi gücünü çok fazla arttırabiliyor.

basitçe ifade edersek, beyin, nedensel bağlamda sıralı örüntüyle çalışma eğilimindedir, bu nedenle farklı fonksiyondan sorumlu bölgeleri sadece ihtiyaç olduğunda aktive etmek için bariyerlere ihtiyaç vardır. parça ve küçük ayrıntıyı anlık değerlendirme kolaylığı (geçici bellekte tutarak sıralama) o bariyerler iş görürken, bütüncül bakışta engelleyici bir sonuç doğurur. işte bu noktada, bariyer zayıflığı düşünsel kaos yaratma dezavantajının yanında zaman zaman o kaostaki düzeni yakaladığında başkasının aklına hayaline gelmeyecek (yahut bir ihtimal parçadan bütüne giderek ancak adım adım gelecek) çerçeveyi sağlayabiliyor. bir diğer deyişle; labirentin içinde adımlamak yerine bütün plana tepeden bakabilmek gibi. tahminince; bu süreç klasik sıralı bir düşünsel süreç değil; eş zamanlı işlemenin bağlama oturmasıyla anlık olarak sezme gibi hissettiren bir şey. bir şey düşünürken, bir problem çözmeye çalışırken, bir şeyi anlamaya çalışırken “bir şey eksik” hissi sonra birden bütün parçaların yerine oturuvermesi gibi. bu bende genellikle; bilmediğim bir konuda anlatılan klasik söylem kafama yatmazken bir yerlerde kendiliğinden bir şey fark ederek dizgeyi anlama şeklinde oluyor, sonrasının anlatılmasına gerek kalmıyor zaten tahmin edebiliyorsun.

günlük ufak tefek şeyler, üniversitede bunu bariz şekilde yaşadığım 1-2 olay var: defalarca kaldığım bir dersin sınavına yine hiç defter kitap açmadan girmiştim. en ufak bir formül bile bilmediğimden öyle avel avel bakıyorum. sonra can sıkıntısına sorulara bakarken, nasıl çözülebileceğine dair bir resim oluştu kafamda. oturup bir sayı dizisiyle bir deneme yaptım ve o mantığı teyit ettim. birkaç farklı denemeyle genel çerçeveyi netleştirip bir formül geliştirip soruların birkaçını çözdüm. kağıda da biraz ispat gibi formülasyonu açıkladım. sınavları açıklamadan önce hoca çağırdı, bunlar ne diye. anlattım, baya bir garipsedi ve hatta şüphelendi adam ama kopya düşündürecek bir şey olmadığından geçirdi sağolsun. bir diğer derste de ilginç geldiği için dinlememe rağmen (ki çok nadir olur) gösterilen bir formülasyonu anlamadım. baya canımı sıktı hatta, o kadar dinliyorsun ama anlamıyorsun. ve bütün mevzuda onu kullanıyor hoca. biraz kurcalayınca bir terslik hissettim. mantığa oturmama sebebi kompleks olması değil, bir gariplik var. biraz daha uğraşınca o denklemin yanlış olduğunu fark ettim. arkadaşalara falan söyledim ama pek ikna olmadılar. hocaya anlatmaya çalıştım, o da anlamadı ne demek istediğimi. öyle geçti gitti, arkadaşlar çıkışta dalga geçtiler falan. 2 yıl sonra hoca bir işlemde kullanırken (sınıftakilere rastgele sayı söyletip problemde veri olarak kullanıyor) abuk sonuçlar çıkmaya başlıyor. yadsınabilir bir şey değil, matematiksel çelişki oluşuyor. (mantıken mümkün olmayan sonuçlar gibi) sonraki hafta hoca gelip 25 yıldır anlattığım şey yanlışmış, diyor. baya bir süre goygoyu olmuştu fakültede.

böyle anlar bir biliş gibi olmadığından öngörmek imkansız. görünüşte mantıklı olan, çelişkili gözükmeyen şeye dair anlam veremediğin bir rahatsızlık oluyor. normalde bir şeye ikna olduktan sonra gönül rahatlığıyla ilerleyebilirken o şeye ya hiç ikna olamıyorsun yahut ikna olsan bile o gönül rahatlığı oluşmuyor. kafadan silebilirsen ne mutlu, silemezsen rahatsız ediyor. beyin (yahut bilinçaltı) muhtemelen sen bilinçle kabullensen dahi o çelişkiye takılıyor. sonra farkındalık geliyor ama bu “hah işte şu nedenle şöyle” gibi değil de, birden çözülüverme, çerçeveyi dair ani bir kavrayış gibi. dizgisel bir sebep sonuç ilişkisi yok.

aslında bu tür hikayeleri birçok insanın anılarında okumuştum. ilginçlik kattığı için kitaplarda falan daha çok paranormal bir şey gibi anlatıyorlar ama yıllar sonra, tamamen alakasız bir şeyle uğraşırken birden bire bir şeyi fark ediyor mesela. sürekli bir zihinde şimşek çakması gibi betimleniyor

bilinç bir şeyi hallettiğinde onu rafa kaldırıyor ama o halledildiği sanılan şeyde bir problem varsa bu durum bilinçaltı tarafından hissediliyor ve beyin arka planda farkında olmadan bununla uğraşıyor olabilir. psikolojik çerçevesi varsayımsal. ancal dehb bağlamında nörolojik çerçevede beyin bölgeleri arası bariyer zayıflığı olarak açıklanıyor.

kriz yönetim becerisi: bu aslında hiperfokusun bir diğer sonucu. yüksek aciliyet hiperfokusu devreye sokar. aciliyet genellikle kaosu ve krizi beraberinde getirir ve çoğunlukla paniğe veya paralize olmaya sebep olur. hiperfokus beyni doğrudan çözüme odaklama işlevi nedeniyle, aciliyetin getirdiği panik, kaos ve kriz ortamına zaten kafa yormuyorsun, odağını oralara dağıtmıyorsun. normal şartlarda amigdanın basit tehlikeyi abartması nedeniyle zaman zaman kafası çok dağınık, daha endişeli biriyken o anlarda soğukkanlı gözükmek çok mümkün. insanların çok sallamadığı konularda daha endişeli/rahatsız, paniğe kapılacakları kadar yüksek kriz ortamında çok daha kontrollü, soğukkanlı olmak dışarıdan haliyle çelişkili gözüken bir şey.

hızlı düşünme: özellikle dopamin vaadi olan bağlamlarda hiperfokusla birlikte çok yararlı. çünkü hıza rağmen hata yapma olasılığı azalıyor. tabi bunu “sadece hiperfokus anlarında kullanayım” gibi bir seçenek olmadığından bazı durumlarda çok hatalı varsayımlara sebep olabiliyor.

mikroifade ve duygu sezileme: zihin yorgunluğu ve aşırı duygusal empati gibi olumsuz yanlarına değinmiştim. ancak (duygusal empati bağlamı yoksa) karşıdakinin duygu durumu ile dışarıya gösterdiği davranış arasındaki tutarsızlığı fark edebiliyorsun. bu nedenle bir insandan görünürde bir sebep yokken rahatsız olabiliyorsun yahut o kişi gizlediği şey nedeniyle sende merak uyandırabiliyor. hatta fiziksel acıyı da (mikro ifade, davranış) nedeniyle fark etmek mümkün. bunu çok yaşıyorum. durup dururken “bir yerin mi ağırıyor” diye sorup olumlu cevap aldığım çok olmuştur. genelde karşıdaki şaşırıp çok belli ettiğini düşünüyor vs.

——

dehb’e dair; genel çerçevesi, nörobiyolojik bağlamı, nedensellikleri, korelasyonları, yansımaları ve tekil örnekleriyle anlatacaklarımı; mümkün olduğunca içeriği indirgemeden ama çok fazla ayrıntıya da boğmadan pek fazla bilgisi olmayanın da anlayacağı basitlikte anlattığımı sanıyorum.

aklıma anlatmaya değer yeni bir şeyler gelirse -ibişin birisi abuk bir gerekçeyle entrylerimi silmezse- bütünselliği korumak için yine bu başlıkta yazarım. ufak tefek eklentiler olursa editle eklerim.

ilaçlara ve özelliklerine dair en ufak bir bilgi vermeyi düşünmüyorum. zira kullanmayı teşvik edici veya men edici çıkarım yapılmasını istemiyorum. eğer dehb’le ilgili kendi tecrübelerimi ayrıca yazmak istersem (tamamen kişisel tecrübe olduğu vurgusuyla) belki değinirim. şu an için bilmiyorum ama çok düşük bir ihtimal.

şimdilik bu kadar. geçmiş olsun dileklerimle.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"dehb" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim