not: intihar girişimi, trafik kazası, ciddi fiziksel yaralanma ve benzeri travmalara sahipseniz lütfen ama lütfen okumayın. sizin için oldukça rahatsız edici detaylar mevcut olabilir.

tüm trajedileri ölüm meşru kılar. yazdığımız her karakter bizden bir iz taşır demişti yıllar önce bana eski bir dostum. yaşamında ve ölümünde, ruhumun izlerini yıllar boyunca bir yük gibi omzunda taşımış mta karakterim için sevgi dolu bir hikaye.

neon lights
canton yakınları, baltimore/maryland,usa
27 ekim 2002, gece yarısı 02.00 suları

tenini nazikçe okşayan rüzgar, aksak bir ritimle hiç durmaksızın aynı gerçeği fısıldıyordu kulağına: bu gece ölecekti. sokak lambası titredi, ışık dalgaları asfaltın üstünde bir yağ birikintisi gibi patlayarak eğilip büküldü. göğsünün ortasında biri büyük bir çiviyi yavaşça döndürüyormuş gibi hissediyordu. dairesel, ıslak, metalik bir titreşim... omurgası kendi ağırlığını taşıyamayacak kadar gevşemişti. sırtını nemli tuğla duvara yasladı. kaburgasının ortasında bir şey patlamış gibiydi. önce anlamadı. yalnızca o sinsi, ilkel sezgi durmaksızın, telaşla zihnini dürtüyordu. karnındaki sıcaklık hızla yayıldı ama yakıcı değildi, alışıldık da değildi. bir ıslaklık… bir gevşeme… bir boşluk. sanki içindeki her organ, kendini öylece bırakmıştı. sanki artık tutunmuyordu. soğuk bir suya yavaşça batmak gibi ağır ve donuktu. nabzı giderek hızlandı. önce vücudu anlamıştı. bir şeyler yanlış gidiyordu ve düzeltilmek için çok geçti. sinir uçları çırpındı. gözbebekleri büyüdü. kalbi, göğsünün içinde panikle atmaya başladı. içinden bir şey dışarı sızıyordu. elini karnına bastırdı. kaygan, yapışkan bir ıslaklık parmaklarının arasından süzüldü. karnında, sıcak ve genişleyen bir yırtık vardı. elini bastırmıştı ama bu yalnızca bir refleks ile yapılmış bir hareketti. ne tuttuğunu bilmiyordu. belki et, belki başka bir şey. bir yerden kan sızıyor, ama neresi olduğunu bilmiyordu. parmak uçları kaygan bir şeyin içinde geziniyordu. bu, onun kendi içiydi. hâlâ sıcaktı. henüz soğumamıştı. parmaklarının arasındaki kan gibi hissettirmiyordu artık. iç organlarının ona ait olmayan dış yüzeyi... et, yağ, sıvı ama çok yabancıydı. midesi bulanmadı. yalnızca anlayamıyordu. elini daha da bastırdı. parmakları giderek içeri gömüldü.tutmak istiyordu ama neyi? karnındaki yırtık bir türlü kapanmıyordu. elini oraya bastırmıştı ama artık neyi tutmaya çalıştığını bile bilmiyordu. et mi? barsak mı? sadece... bir şeyin hâlâ içeride kalmasını istiyordu. ellerini daha da derine sokmak istedi, orada hâlâ kendinden bir parça kalıp kalmadığını görmek için ama parmakları hissizdi artık. orada bir şey yoktu. parmaklarının arasından sızan kan önce hızla aktı, sonra yavaşladı. içindeki sıcaklık, omuzlarına dek çekilmiş, bacaklarından tamamen gitmişti. dizlerinin altı hâlâ orada mıydı, emin olamıyordu. taşla eti ayıran hiçbir sınır kalmamıştı.

dili ağzında büyüyerek damağına yapıştı. nefes almaya çalıştı ama ciğerleri dolmak istemedi. göğsü inip kalkıyordu, ama bir terslik vardı. soluk borusu, içinde biriken kanla tıkanmıştı. hava içeri giriyor ama dolmuyor, genişlemeye çalışıyor fakat hemen ardından sönüyordu. hırıltılı bir ses yükseldi boğazından... ya da öyle sandı. kaburgasının altında bir körük var gibiydi. yırtılmış, tıkanmış, yavaşlayan bir körük. sanki ciğerleri hava yerine pas çekiyordu içine. yüzünün sağ tarafı ıslaktı. yağmur değildi. ağlıyor muydu? fark edemedi. ne tuzun tadını ne de kalan son sıcaklığı. yaşayan bir organizmanın bir parçası olup olmadığını dahi anlayamıyordu. ne zamandır oradaydı?

karnındaki yırtık yavaş yavaş kendini açıyordu. her nabız atışında, kan değil de zaman fışkırıyormuş gibi içinden... zaman akıyordu. onun zamanı. sınırlıydı. her geçen saniye, biraz daha yok oluyordu ama sol eli hâlâ oyukta bir şeyler arıyor, fakat hiçbir şey bulamıyordu. bağırmak istiyordu, ama sesi yoktu. sanki kendi gövdesinin içinde boğuluyordu. düşünmeye çalıştı ancak düşünceler, bir delinin defterinden koparılmış sayfalar gibi, ıslanıyor, yırtılıyor, birbirine yapışıyordu. bir şey düşünmek mümkün değildi. bir cümle kurmak mümkün değildi. sadece kelimeler vardı, bir anlam yaratamayacak kadar ayrık kelimeler.

kalbinin sesini duydu. ilk başta düzensiz değildi. belli ki hâlâ savaşıyordu. göğüs kafesinin içinden tok bir vuruş. bir daha. bir daha. sonra... bir duraksama. bir vuruş daha. daha zayıf.
bir bekleyiş. sonra yine ama daha uzak. sanki içeride bir yerlerde, bir demirci çekicini yere bırakmadan önceki son birkaç darbeyi indiriyordu. vuruşlar, giderek arası açılan çekiç darbeleri gibi yankılandı boğazında. her atıştan sonra daha uzun bir sessizlik, daha az yankı, daha derin bir boşluk geliyordu. kalbi hâlâ oradaydı ama içinden atmak yerine kendini içine doğru çekiyordu. kendini yutuyordu. bedeninin diğer parçaları da anlamıştı olup biteni. kolu yavaşça gevşedi. eğilip bakmadı bile çünkü gözleri artık ona ait değillerdi. omzunun altı uyuştu. parmakları titremedi. titremek için gerekli elektriği kaybetmişti sinir uçları. sol elini çekti karnından. başını geriye, soğuk taş binaya dayadı. boynunu taşıyamıyordu artık. yağmur, yüzünü temizlemiyordu sadece yıkıyordu. gömleği sırılsıklam olmuştu ama bunu da fark etmiyordu artık. soğuk, dışarıdan değil içeriden başlıyordu. damarlarındaki kan, yerçekimine itaat ediyordu uysalca. içinden çıkıyor, giysilerine sızıyor, kaldırımın çatlaklarında yolunu buluyordu.

mazgalın altından gelen su sesiyle birlikte, sokağın sonunda boğuk bir blues parçası çalmaya başladı. eski bir radyodan sızıyor gibiydi. frekansı çatlamış... bozuk, aksak bir ses. bir kadın sesi… yumuşak ama kadifesi çoktan küflenmiş. şiddetli tını, kaldırımı yalayan kanın ritmiyle örtüşüyordu. her vuruşta biraz daha sızıyor; her nota, yavaşlayan atışlarına eşlik ediyordu.

boğazında bir basınç hissetti. ağzını yeniden aralamaya çalıştı ama nefes değil, bir ıslaklık doluyordu içine. sesi yoktu, yaşamıyla beraber alınmıştı ondan çünkü konuşmak için hava gerekiyordu. göz kapakları titreyerek inip kalkıyordu, ama her kalkış daha kısaydı. görmek gitgide zorlaşıyordu. sokak lambasının ışığı, gözbebeklerinde titrek bir pıhtı gibi donmuştu. karnındaki boşluğun içine çektiği nefesin en zayıf hâlinde, bileğinde kalan son kas gücüyle elini yavaşça kaldırdı.

parmakları yukarıya, titreyen sokak ışığına doğru yöneldi.
gökyüzüne değil, ışığa. sarı, solgun, titreyen bir ışık. elini yaklaştırdığında, ışığın içinde bir şey kıvrıldı. iplik gibi. zayıf yansıma son bir gayretle büküldü. kendi etrafında dolanıp dönmeye başladı ve sonra uyuşukça bir biçim aldı. saydam, küçük bir yusufçuk. basit, zahmetsiz bir ışık oyunu. kanatları hareket etmiyordu ama titriyordu. yağmurda ıslanmıyordu. sadece vardı. o kadar netti ki, gözbebekleri yeniden kısa süreliğine bir şeye odaklandı. illüzyon, rengi giderek solgunlaşan kemikli parmaklarının ucuna konduğunda ağzının kenarında memnun bir kıvrım oluştu. memnun, ağırbaşlı bir gülümseme.

göğsünün içinden bir ses daha geldi. boğuk, balçıklı bir hırıltı. bir şey boğazında, kanla karışık yukarı çıkarken gülümsemesini dağıttı. hava değildi, yalnızca bir uğultuydu. iç organlarının baskısıyla beli çöktü. omurgası sanki içeriden kırılmıştı. gözleri hâlâ açıktı ama artık ışık almıyordu. omuzlarından birinde bir titreme oldu. son kez. sanki biri adını çağırmış gibi döndürdü başını. kimse yoktu. tabii ki kimse yoktu. sinirler ölmeden önceki son yanlış sinyalleri yolluyordu. ciğerleri son bir gayretle ateş gibi yandı. soluk almak, sıcak bir çamura batmak gibiydi. göğsü inip kalkmadı. sadece kasıldı. refleksler, bedenin ölümünü inkar ederek direniyordu ama çok geçti. sırtı taş gibi ağırlaştı. zihninin içi pas tadında bir uğultuyla doldu. bir an için, tıpkı bir kafeste sıkışmış ürkek bir hayvan gibi titrediğini fark etti. son düşüncesi bir şeyin adını söylemekti ama isimler zihninden uçup gitti. diller unutuldu, sesler tıkandı. bir şey söylemeye çalıştı ama yalnızca ağzı açık kaldı. yalnızca bir... nefes. bir çığlık atmak istedi ama diyaframı kasılmadı. sesi yoktu. sonra bir şey duydu. yavaşça, derin bir iç çekiş gibi. kendi nefesiydi. sonuncusu.

delilik de ölüm gibi tek bir kaynaktan gelirdi. savarno'da marovyan azizlerini yakan knêžíler ve aberdare dağlarının polyelerinde çürüyen cesetler aynı histerinin yankısından ibaretti. yalnızca küçük bir statik: karşı konulamaz o tuhaf, eserikli cızırtı... sinir uçlarını tehdit etmeyen, kolektif, pervasız karınca öbekleri. sürünüyor, tırmalıyor, sürünüyor... yapışkan, ıslak, aç bir ağız. yavaşça çiğniyor. amigdalanın içindeki kıymık, bir sarkaç gibi bir o yana bir öteki yana salınıyor ve sonra bir gün tamamen duruyor... ve ip boşlukta süzülürken aynı cümlenin üstünde cereyan ediyor yankısı: bütün trajedileri ölüm meşru kılar.

bir saat öncesi, saat 01.15

meinhardt, yalpalayarak sokağın arasına doğru beceriksizce bir adım attı. midesi her hareketinde tepetaklak oluyor, boğazına yükselen asit genzini yakıyordu. geçen gece içtiği sangria dışında santa barbara'ya kadar boğazından pek bir şey geçmemişti. ağır saçağın altından sıyrılıp omzunu tuğla binanın soğuk cephesine yasladı. duvarı ağ gibi sarmış olan tortu, canlı canlı etten bir mozalenin içine gömülüyormuş gibi hissettiriyor, midesini biraz daha tiksintiyle buruyordu. iki apartmanın neredeyse bitiştiği dar aralık o kadar basık ve nemliydi ki bir hayvanın ağzının içini andırıyordu neredeyse. mazgaldan taşan kirli yağmur suyu garip bir eğimle sokağın aşağısına; özofagus'a dökülürken geride çiğ, huzursuz edici bir uğultu bırakmıştı. paslanmış ızgaranın üstünde biriken izmaritler, boş bir süt kutusunun çevresinde yuvarlanarak arnavut kaldırım boyunca sürüklendi. canton'da hava, yoğun bir endüstriyel sis tabakasının altında eziliyordu. geceyarısı çökmeden çok daha önce kok kömürünün kokusu ciğerlerini yakacak kadar yoğunlaşmış; kumarhanenin ara sıra açılan kapısından yayılan ekşi rom aromasına baskın çıkmaya başlamıştı. drenaj borusunun aksak vuruşları kafasının içinde uğulduyordu. yakınlarda bir motor çalıştı, eski ve tıkanmış bir egzozun boğuk homurtusu omurgasından bir ürperti gibi geçip gitti. gölgenin içine biraz daha sığınmaya çalışırken paltonun sıyrılmasıyla omzundaki yara açığa çıkmıştı. yarılmış et, metal bilyeler gibi üstüne inen yağmur damlalarının altında ateş gibi yanıyordu. ağzındaki paslı iğneyi damağından aşağı ittirerek dilinin üstünde gezdirdi. gözleri zihnine dolan hatıranın esrikliği ile uyuşukça kapanmıştı.


"sebat etmeyi öğreneceksin çocuğum," dedi, kadın, yanaklarına kan hücum ederken. rahibe mortens, rattan sopayı parmak eklemlerine indirirken ince dudakları öfkeyle gerilmiş, solgun yüzü daha da gölgelenmişti. koşulsuz bir otoritenin tüm kötülüklerine nezaret ederek haklı çıkardığı çokları gibi basit zalimliklerinden pek keyif alırdı. tanrının adını anmadan işlenemeyecek günahlar vardı kuşkusuz. oysa bu denli görkemli varlıklar, bütün kaosun ve kıyametin eşiğinde dahi yeryüzündeki yıkımlara karşı pek iştah ya da acıma duymuyor yalnızca küçük eğlencelerinin ihtişamına kapılıp gidiyorlardı.

(i: radyodan yayılan sweet georgia brown'ın hafif perküsyonu, sopanın havayla birlikte taze eti yardığı iki kısa anın içinde nazikçe vuruş seslerine eşlik ediyor; kadının itinayla kolalanmış boyunluğundan sarkan kolye, kolunun her titiz iniş ve çıkışında göğsüne çarparak bu ritmin içine garip bir ses filigranı ekliyordu. senkronizasyon neredeyse hipnotize ediciydi. iç yanağına baskı uygulayan iğneyi yutmamak için dilini ısırdı. bağırmak yoktu. çığlık atmak, yardım dilenmek ya da iğneyi tükürmek... terbiyeli çocuklar böyle yaygaralara mahal vermezdi. onlar, korkunun sevginin kalbinin attığı yer olduğunu bilirdi. tanrı, inananlarına böyle buyurmuştu. kadının kolyesinden sarkan adamın donuk, metal gözlerine bakan herkes bunu bilirdi. herkes tanrının çilecilere kucak açtığını bilirdi. yoksa bütün gece ağzında bir iğneyle uyumak zorunda kalacaktı ve aziz barlowe katolik okulunun yatakhanesi uykuya yenik düşebileceği kadar sessizdi."


gürültü, içine daldığı rüyadan onu çekip almıştı. gözleriyle sesi kaynağına kadar takip etti. büyük bir fare, karton kutunun tepesinde çaresizce sağını solunu izliyordu. araba farları sokağı her aydınlattığında tiz bir ciyaklama koparıyor, kaçacak delik arıyordu ancak nafileydi.

"bunlar bu bedenin anıları değil," diye düşündü soğuk ter damlaları ensesinden aşağı inerken. octavia reed, uzun zaman önce ölmüştü. golden gate köprüsü gibi otoriter bir tanığı varken kimse buna itiraz edemezdi. yine de geçmiş yaşamının hayaletleri zaman zaman zihninin kapılarından firar ediyor; irinli bir yara gibi gündüz rüyalarına sirayet ediyordu. yılların verdiği nazik bir alışkanlıkla iğneyi gıcırdayan dişlerinin arasından bir kürdan gibi nazikçe dışarıya doğru yönlendirdi. şimdi, ince metal, dudaklarının arasından sarkıyor, arada bir üstüne çarpan yağmur damlalarıyla birlikte titreşiyordu. nabzını omzundaki yaraya kadar takip etti. gömleğini kırmızının canlı bir tonuna boyayan yara, gözünün önündeki gerçekliği eğip büküyor; yoğun pas tadı onu geçmişe kadar takip ederek acı verici bir hatıranın izini sürüyordu.

belki daha sonra tanımı güncelleyip devam ederim yazmaya. şimdilik hikayeyi sondan başlamış varsayalım.
devamını gör...
tetiği çekmek üzereyken çalınmıştı kapısı. şaşkınlıkla hemen elini masanın altın götürdü ve geleni izledi. uşağıydı gelen ve kahve içtiği bardağı almak içi uğramıştı. suratını halini gizlemeye çalışarak rahatsız edilmek istemediğini ve uşağına odasına çekilmesini söyledi. tam da vaktinde gelmişti. tetiği çekmesine ramak kalmıştı ama o sırada şimşekler odayı aydınlattı gündüzmüşçesine. gök gürültüsünü duyduğunda içi huzurla kaplanmıştı. bahçesine baktı masasının ardından. elinde silahı bırakmadan ayaklandı ve bahçeye çıktı. şanslıydı ki bahçeye açılan bir odası vardı. yürüdü yavaşça yağmur kokusunu duymak isteyerek ve pencereyi açtı. yağmurda ıslanmak en sevdiği şeydi hayatta. ölmeden son kez bunu yapmak istedi ve tüm vücudu sırılsıklam olana kadar yağmurda bekledi.

tetiği kafasına dayadı ve tam basacakken bahçenin ardında bir karaltı gördü. kim bu? diyerek yürüdü bahçe duvarına doğru. etrafa bakınsa da bir şey bulamadı. yine de eve dönüp bahçeyi aramaları için korumaları çağırdı. tüm arama çalışmalarına rağmen ya çok iyi saklanan biriydi ya da hayal görmüştü.

korumalardan biri odanın dışında görevini ifa edeceğini ve bir şey olursa engelleyeceğini söyleyerek güvence verdi. o sırada elindeki silah fark edildi. kim girdiyse onun için yanıma almıştım diyerek savuşturdu bakışları. kimsenin intihar edeceğini düşünmesini istemiyordu.

oldukça sevecen bir insandı. her zaman güler ve iyi niyetini gösterirdi. insanlar onun intihar etme düşünceleriyle dolu olduğunu fark edemezlerdi bile. bunu gülümsemelerin altına gizliyordu kolayca. kimseye derdini açmazdı. zamanında bunun yarasını çok aldığından artık konuşmuyordu. sadece insanlardan uzak durmaya çalışıyordu.

kafasındaki düşüncelerden oluşan bulutla baş başa kalmış ve sırılsıklam şekilde odasına çekilmişti. yapması gerekenin kendini öldürmesi olduğunu bilse de üstündekilerden kurtulup banyoya girdi. silahı da yastığının altına koymuştu. orada bir insan gördüğüne emindi. nasıl bulamazlar onu diyerek banyosunu yaptı. suyun altında hayalet gördüğünü düşünüyordu ve kafasında çeşitli senaryoları oluşturuyordu.

devamı ne zaman olur bilmiyorum.
devamını gör...
adamın biri bir gün yolda giderken karşısına bir tane gey...
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"normal sözlük yazarlarından yarım kalmış öyküler" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim