normal sözlük yazarlarından yarım kalmış öyküler
başlık "zugra" tarafından 25.08.2021 00:51 tarihinde açılmıştır.
1.
yarım bir ekmek, ekmeğin yenmiş değil yenmemiş parçasıysa; yarıda kalmış bir film, filmin izlenmiş değil izlenmemiş kısmıysa ne söylenebilir ki yaşanmamış bir hayatın yarım kalmış bir öyküsü hakkında dedi ve arkasına bile bakmadan yürüyerek uzaklaştı.
devamını gör...
2.
nereye gideceğini bilmeden düşünüyordu saatlerdir, bildiği tek şey gitmek istediğiydi. bütün çocukluğu ve gençliği korkaklıkla geçmişti "artık bu böyle olmamalı" diye düşünüyordu. susadığını fark etti, usulca sandalyeden kalktı ve mutfağa doğru ilerledi.
mutfaktaki küçük masanın üzerindeki sürahiyi gördüğü zaman aklına eski zamanlar geldi, annesi ne çok kızardı sürahiden ağzına su dökmeye çalışırken mutfak zemini ıslattığını görünce! artık özgürdü, sürahiden su içtiği için kızacak bir annesi yoktu ancak zaman değişmişti tıpkı kendisi gibi. bunu yapmak isteyecek kadar çocuk, bunu yapacak kadar da hevesli değildi. sürahinin yanındaki bardağa su doldururken aklına küçükken hep londra'ya gitmek istediği geldi, ne çok severdi kasvetli havaları! bunu düşünürken hala hevesi olduğunu fark etti ve şaşırdı, onda hala bir şeyler için heves duyacak canlılık kalmış mıydı? halbuki son 5 yıldır bir ölüden farksızdı.
yavaşça salona doğru yöneldi, belki de hemen bu gece bilet alıp gitmeliydi. içinde kalan son hevesi keşfettikten sonra dönebilir miydi tekrar o kasvetli hayatına?
mutfaktaki küçük masanın üzerindeki sürahiyi gördüğü zaman aklına eski zamanlar geldi, annesi ne çok kızardı sürahiden ağzına su dökmeye çalışırken mutfak zemini ıslattığını görünce! artık özgürdü, sürahiden su içtiği için kızacak bir annesi yoktu ancak zaman değişmişti tıpkı kendisi gibi. bunu yapmak isteyecek kadar çocuk, bunu yapacak kadar da hevesli değildi. sürahinin yanındaki bardağa su doldururken aklına küçükken hep londra'ya gitmek istediği geldi, ne çok severdi kasvetli havaları! bunu düşünürken hala hevesi olduğunu fark etti ve şaşırdı, onda hala bir şeyler için heves duyacak canlılık kalmış mıydı? halbuki son 5 yıldır bir ölüden farksızdı.
yavaşça salona doğru yöneldi, belki de hemen bu gece bilet alıp gitmeliydi. içinde kalan son hevesi keşfettikten sonra dönebilir miydi tekrar o kasvetli hayatına?
devamını gör...
3.
elindeki cam kasenin kenarından sarkan kiraz tanesine uzandı. tam ağzına götürmek için başını kaldırdığı an birden gözü önündeki karartıya takıldı.
kase yavaşça parmaklarının arasından kaydı.
hızlıca zemine çarptı. evdeki soğuk sessizliği kalebodura çarpan camın sesi kapladı.beyaz zemin yerini yavaş yavaş kırmızılığa bırakıyordu.
kase yavaşça parmaklarının arasından kaydı.
hızlıca zemine çarptı. evdeki soğuk sessizliği kalebodura çarpan camın sesi kapladı.beyaz zemin yerini yavaş yavaş kırmızılığa bırakıyordu.
devamını gör...
4.
o kadar fazla yarım bıraktığım öykü var ki hangisini yazsam bilemedim...
devamını gör...
5.
kayan yıldızla dilek tutsam dönebilir miyim o ana?
sanmıyorum.
bir yanılsamaydın.
arkasında bir sürü toz zerresi bırakan.
sanmıyorum.
bir yanılsamaydın.
arkasında bir sürü toz zerresi bırakan.
devamını gör...
6.
yağmurlu bir ekim gecesi, işten çıkmış yürüyordu. önceleri ciddiye almasa da, her adımda ona daha da yaklaşan adım sesinden rahatsız olmaya başladı. arkasına dönüp baksa, korkusuyla yüzleşebilirdi. adımlarını sıklaştırdı. yağmurun şiddeti arttıkça, ardından gelen ayak seslerinin şiddeti de artıyordu. dayanamayarak koşmaya başladı. koşmanın verdiği cesaretle, kısa sürede sokağın başına vardı. evi sokağın sonundaydı. arkasına bakmaya cesaret ettiğinde ise kimseyi göremedi. kuruntu yaptığını anlamıştı işte. her zaman olurdu böyle şeyler, boşuna adamı da paniğe sokmuştu. suçluluk duygusuyla karışık, mahmur adımlarla evine yaklaştı. bu sıralar çok fazla korku filmi izliyordu. merakına yenikti işte.
eve varmazdan önce, sokağın sonunda ayak sesinin sahibiyle yüzleşti. bir elinde bıçak, diğer eli ise cebindeydi. hemen hemen aynı boydaydılar. elindeki anahtarı ağır hareketlerle çıkardı, gözünü ondan ayıramıyordu. sokakta şiddetli yağmurun sesinden başka bir ses yoktu. bir hışımla kendini bahçeye attı, kapıyı açmasıyla kilitlemesi bir oldu. tıpkı çocukken yaptığı gibi, babası onu bahçede elinde çikolatayla bekliyor gibi koşmuştu. nefesini dizginlemeye çalışırken göğsünde bir sancı tuttu. işte şimdi onunla karşı karşıyaydı. arada ise, eski bir demir kapı bulunuyordu. şartlar her ikisi için de eşitti.
eve varmazdan önce, sokağın sonunda ayak sesinin sahibiyle yüzleşti. bir elinde bıçak, diğer eli ise cebindeydi. hemen hemen aynı boydaydılar. elindeki anahtarı ağır hareketlerle çıkardı, gözünü ondan ayıramıyordu. sokakta şiddetli yağmurun sesinden başka bir ses yoktu. bir hışımla kendini bahçeye attı, kapıyı açmasıyla kilitlemesi bir oldu. tıpkı çocukken yaptığı gibi, babası onu bahçede elinde çikolatayla bekliyor gibi koşmuştu. nefesini dizginlemeye çalışırken göğsünde bir sancı tuttu. işte şimdi onunla karşı karşıyaydı. arada ise, eski bir demir kapı bulunuyordu. şartlar her ikisi için de eşitti.
devamını gör...
7.
benzin yok
çikolataların aşkı adına akışta yazacağım bu akşam. hem de tam altı dakika. daha önceleri pek çokça yaptığım gibi. konumuz efendim benim bugünkü iş görüşmem. şu an ağzıma bir çikolata parçası tıkıştırırken ve limonlu sodamdan içerken neden böyle olduğunu sorguluyorum ama hiçbir cevap bulamıyorum. ayaklarımın olduğu yere bakmaktan başka çarem yok. neden şu an bu kadar çok çikolata yediğimi anlatayım. çünkü bir fabrikaya girdim bugün. hayır bir çikolata fabrikası değil. bildiğin büyük büyük makinelerin olduğu ve jantların yapıldığı bir fabrika. iş görüşmesi için geldiniz değil mi dedi fabrikanın girişinde tamamen mermerle kaplı resepsiyondaki genç ve fazla göz alıcı kadın. evet dedim. sizi o zaman insan kaynakları müdürümüze hemen çıkarayım dedi. karşılama bankosunun arkasında duran mermer birden açıldı ve bir asansör kapısı belirdi ayna kaplı.
buyurun dedi kadın sanki normalmiş gibi.
ben de normalmiş gibi bindim asansöre ve üç saniye sürmeden fabrikanın geniş kütlesinin üzerinde yükselen kulenin otuzuncu katına çıktık. damarsız simsiyah mermerden kaplı bir koridordan geçtik ve beni insan kaynakları müdürünün odasına aldı.
odada keskin bir lavanta kokusu hakimdi. kokuya inat yüzü büsbütün gergin bir adam beyaz bir masanın arkasında oturuyordu. sert bir ses tonuyla buyurun dedi.
baktım oturacak yer yok. ben de masanın önüne kadar gittim. manken sekreter çoktan gözden kaybolmuştu.
adam benim yaklaşmamla birlikte konuşmaya başladı.
bakın biz burada şaka oynamıyoruz...
hayırdır ben de oynamıyorum? dedim. siz beni çağırdınız iş görüşmesine.
başvuran sizsiniz ama dedi. ilanı yeterince iyi okudunuz mu?
evet dedim. okumam var çok şükür.
iyi o zaman dedi.
ayaklarınızı kaybedeceğinizi de biliyorsunuz o zaman.
nasıl yani dedim.
ilanda çok net yazıyor beyefendi. yeni bir jant deniyoruz insanlar için ve bu jantları tam zamanlı test edecek birilerine ihtiyacımız var.
test derken... anlamadım ayaklarımı kesip jantlı tekerlek mi takacaksınız.
adam gözlerini bile kaldırmadan evet dedi.
maaş oldukça dolgun diye devam etti, biliyorsunuz benzin krizinden, küresel buhrandan ve bireyselleşmeme derdinden sonra yeni çözümler üretmek zorundayız insanlık olarak.
eh peki o zaman dedim.
dedim de neye dedim?
çikolataların aşkı adına akışta yazacağım bu akşam. hem de tam altı dakika. daha önceleri pek çokça yaptığım gibi. konumuz efendim benim bugünkü iş görüşmem. şu an ağzıma bir çikolata parçası tıkıştırırken ve limonlu sodamdan içerken neden böyle olduğunu sorguluyorum ama hiçbir cevap bulamıyorum. ayaklarımın olduğu yere bakmaktan başka çarem yok. neden şu an bu kadar çok çikolata yediğimi anlatayım. çünkü bir fabrikaya girdim bugün. hayır bir çikolata fabrikası değil. bildiğin büyük büyük makinelerin olduğu ve jantların yapıldığı bir fabrika. iş görüşmesi için geldiniz değil mi dedi fabrikanın girişinde tamamen mermerle kaplı resepsiyondaki genç ve fazla göz alıcı kadın. evet dedim. sizi o zaman insan kaynakları müdürümüze hemen çıkarayım dedi. karşılama bankosunun arkasında duran mermer birden açıldı ve bir asansör kapısı belirdi ayna kaplı.
buyurun dedi kadın sanki normalmiş gibi.
ben de normalmiş gibi bindim asansöre ve üç saniye sürmeden fabrikanın geniş kütlesinin üzerinde yükselen kulenin otuzuncu katına çıktık. damarsız simsiyah mermerden kaplı bir koridordan geçtik ve beni insan kaynakları müdürünün odasına aldı.
odada keskin bir lavanta kokusu hakimdi. kokuya inat yüzü büsbütün gergin bir adam beyaz bir masanın arkasında oturuyordu. sert bir ses tonuyla buyurun dedi.
baktım oturacak yer yok. ben de masanın önüne kadar gittim. manken sekreter çoktan gözden kaybolmuştu.
adam benim yaklaşmamla birlikte konuşmaya başladı.
bakın biz burada şaka oynamıyoruz...
hayırdır ben de oynamıyorum? dedim. siz beni çağırdınız iş görüşmesine.
başvuran sizsiniz ama dedi. ilanı yeterince iyi okudunuz mu?
evet dedim. okumam var çok şükür.
iyi o zaman dedi.
ayaklarınızı kaybedeceğinizi de biliyorsunuz o zaman.
nasıl yani dedim.
ilanda çok net yazıyor beyefendi. yeni bir jant deniyoruz insanlar için ve bu jantları tam zamanlı test edecek birilerine ihtiyacımız var.
test derken... anlamadım ayaklarımı kesip jantlı tekerlek mi takacaksınız.
adam gözlerini bile kaldırmadan evet dedi.
maaş oldukça dolgun diye devam etti, biliyorsunuz benzin krizinden, küresel buhrandan ve bireyselleşmeme derdinden sonra yeni çözümler üretmek zorundayız insanlık olarak.
eh peki o zaman dedim.
dedim de neye dedim?
devamını gör...
8.
adamın biri bir gü...
devamını gör...
9.
işaret
sekiz çizip durma lan? dedi kafası güzel osman. taksim'in antik sokaklarında dolaşıyorlardı.
dilara daha sarhoş olmasına rağmen mantıklı konuşuyordu.
sekiz çizmeyip ne yapacağım? baksana kaldırım taşları sekiz şeklinde.
osman çift görüyordu alkolün etkisiyle. gözlerini kıstı ve baktı. yatay bir sürü sekiz havada uçuşuyor gibiydi.
sonsuzluk bu kadar ucuz olmamalıydı.
kaldırıma bir kafa atmaya karar verdi.
bir kedi geçti o sırada ayaklarının altından. dikkati dağıldı.
kediyi kucağına aldı. burnunun yalanmasına ses etmedi.
dilara olduğu yerde durmuştu. ve tam da sekizlerin birleştiği bir noktaya bağdaş kurdu.
sence dedi. sonsuzluk işareti nereden çizilmeye başlanır.
pek tabii orta noktasından dedi osman kendinden emin.
neden diye sordu dilara. o sırada yırtık pantolondan açıkta kalan dizindeki yara izini kaşıyordu.
çünkü en ince noktası orası. sonsuzluğu kırmak istiyorsan oradan başlayıp oradan bozmalısın.
pek inandırıcı gelmedi dedi. çantasından birasını çıkarırken.
.......
sekiz çizip durma lan? dedi kafası güzel osman. taksim'in antik sokaklarında dolaşıyorlardı.
dilara daha sarhoş olmasına rağmen mantıklı konuşuyordu.
sekiz çizmeyip ne yapacağım? baksana kaldırım taşları sekiz şeklinde.
osman çift görüyordu alkolün etkisiyle. gözlerini kıstı ve baktı. yatay bir sürü sekiz havada uçuşuyor gibiydi.
sonsuzluk bu kadar ucuz olmamalıydı.
kaldırıma bir kafa atmaya karar verdi.
bir kedi geçti o sırada ayaklarının altından. dikkati dağıldı.
kediyi kucağına aldı. burnunun yalanmasına ses etmedi.
dilara olduğu yerde durmuştu. ve tam da sekizlerin birleştiği bir noktaya bağdaş kurdu.
sence dedi. sonsuzluk işareti nereden çizilmeye başlanır.
pek tabii orta noktasından dedi osman kendinden emin.
neden diye sordu dilara. o sırada yırtık pantolondan açıkta kalan dizindeki yara izini kaşıyordu.
çünkü en ince noktası orası. sonsuzluğu kırmak istiyorsan oradan başlayıp oradan bozmalısın.
pek inandırıcı gelmedi dedi. çantasından birasını çıkarırken.
.......
devamını gör...
10.
cumartesi akşamı
hayta çocuk. kel kafasının üzerinde ellerini gezdiriyor sürekli. çünkü biliyor hafif göbek deliğine kadar açtığı gömleğinin altında çekici duruyor. üst bacak kısmı kalın. ince dudaklarından hızlı konuştuğu için çıkan kelimeleri yakalamak mesele. çünkü zihni, ah zihninde atlar yarışta.
neden mi? bilinmez. bazen daha az hızlı konuşuyor. belki de sakinleştiği zamanlar işte. sorularla bombardıman halinde hep. sığınakları bir bir yıkıyor. kaçacak delik arıyorsun. şehrin sokaklarında fare değilsin ki bulduğun aralıktan kafanı geçirip yok olsun bedenin. şehir mi? bu akşam leş. gözleri kayıklar kadehlerin arasında kayboluyor. bir sarışın dudaklarını çıkarabildiği kadar çıkarıyor kameraya bakarken. kâküllerinin arasındaki küstahlık masaya yayılıyor. göt göte mekanlar arasında bir churchill abesliği. isviçre çakısı gibi adamlar sarmış etrafı. yan mekanda masaları üst üste koymuşlar. çıkıp bir dansöz gibi kıvırmak istiyorum. genel olarak kıvırmak istiyorum. hayata karşı kalçaların hareketi.
sonra elimdeki dövmeme bakıyorum. ne de anlamsızmış. ama güzelliği de belki orada. anlamlı geldiğini düşündüğün bir şeyin dövmesini yapıp değişmek sonra.
sonuç itibariyle metaforlar ya da alegoriler tehlikeli.
gerçeği tek tek bilerek konuşmak daha yeğ.
masaya çıkmıyorum tabii ki de.
arabama binip uzuyorum.
hayta çocuk. kel kafasının üzerinde ellerini gezdiriyor sürekli. çünkü biliyor hafif göbek deliğine kadar açtığı gömleğinin altında çekici duruyor. üst bacak kısmı kalın. ince dudaklarından hızlı konuştuğu için çıkan kelimeleri yakalamak mesele. çünkü zihni, ah zihninde atlar yarışta.
neden mi? bilinmez. bazen daha az hızlı konuşuyor. belki de sakinleştiği zamanlar işte. sorularla bombardıman halinde hep. sığınakları bir bir yıkıyor. kaçacak delik arıyorsun. şehrin sokaklarında fare değilsin ki bulduğun aralıktan kafanı geçirip yok olsun bedenin. şehir mi? bu akşam leş. gözleri kayıklar kadehlerin arasında kayboluyor. bir sarışın dudaklarını çıkarabildiği kadar çıkarıyor kameraya bakarken. kâküllerinin arasındaki küstahlık masaya yayılıyor. göt göte mekanlar arasında bir churchill abesliği. isviçre çakısı gibi adamlar sarmış etrafı. yan mekanda masaları üst üste koymuşlar. çıkıp bir dansöz gibi kıvırmak istiyorum. genel olarak kıvırmak istiyorum. hayata karşı kalçaların hareketi.
sonra elimdeki dövmeme bakıyorum. ne de anlamsızmış. ama güzelliği de belki orada. anlamlı geldiğini düşündüğün bir şeyin dövmesini yapıp değişmek sonra.
sonuç itibariyle metaforlar ya da alegoriler tehlikeli.
gerçeği tek tek bilerek konuşmak daha yeğ.
masaya çıkmıyorum tabii ki de.
arabama binip uzuyorum.
devamını gör...
11.
yapbozlar
duru’nun sinirleri iyice gerilmişti. odadan çıkmamaya karar verdi. dengesi yerine gelene kadar tabii. odanın rengi güzeldi. mavi tonlarında. hani rahatlatan cinsten. duvarlardan birinde kocaman bir tablo asılıydı.
zaman zaman içinde kaybolduğu bu resim bulunduğu şehrin yansımasıydı. sokaklarından kaçıp meydanlara açılacağınız, denizi olan bu şehirde her şey olması gerektiği gibiydi. güneş zamanında doğar, zamanında batardı. her ne kadar bu duruma el atmaya çalışsa da yetkililer, eh insanları karanlıkta uyandırmayı seviyordu bu aymazlar, sonuç itibariyle zamanla uğraşacak bilgi, birikim ve deneyimleri yoktu. her ne kadar şehrin dışında ovaları geçince, ormanları atlayınca ve derelerin suyunda ıslandıktan sonra ikinci bir şehrin varlığından haberdar olsalar da o şehirle irtibat kurmamaya karar almıştı bu yetkililer. anlayacağınız oldukça içine kapanık bir durumdu politika ve gelişmiyordu da bir türlü.
duru dedik ya derdi olsaydı kimseye söylemezdi. kendisi “dinleyiciler kulübünde başkandı”. kulübün üyelerine iyi yön gösterdiği söylenebilirdi. genellikle hepsi meraklı ve yardımcı sever insanlardı. şehrin sokaklarında yürür, kaşlarının ortasında çizgi olan insanlara yaklaşır ve bir ihtiyaçları var mı diye sorarlardı. aldıkları cevaba göre bu insanlarla ya deniz kenarında ya da kent ormanın içinde yer alan yapay gölde kuğuları izlerken sohbet ederlerdi. kulübe girmek kolay değildi. bazı kulüplerin aksine oldukça şeffaf bir yapısı vardı. binası da bunu gösterir nitelikteydi. şehrin meydana açılan sokaklarından birinde köşe konumdaydı.
duru odasına sakladı kendini.
bu sinirin sebebi az önce yaptığı görüşmeydi. kulübün cam cephesinden bakarken aslında adamı görmüştü binaya yaklaşırken. hafif yalpalaya yalpalaya yürüyordu. omuzları dikti ama. buydu sanırım duru’nın dikkatini çeken uzaktan. adam binaya girdi. iki dakika sonra sekreter duru’nun kapısını çalmıştı.
duru selam. içeride bir adam var. oyuncakçı olduğunu söylüyor ve acilen seninle konuşması gerektiğini belirtti. ne yapayım?
bekleme odasına alsana dedi duru.
üstünü başını toparladı. altı kırmızı botlarının bağlarını düzeltti. ne de olsa o bir başkandı. iyi görünmeliydi. kül rengi kıvırcık saçlarını karıştırdı, kabarttı ve odasından dışarı çıktı.
bekleme salonu sade döşenmişti. sadece ikili bir koltuk ve küçük bir sehpa vardı odanın ortasında. bir de ovaları aşılarak ulaşılan şehrin tek bilinen tablosu. duru seçmişti bu tabloyu. hayaller vardı. yetkililer kısıtlardı. diğer şehre gitmesi yasaktı.
oyuncakçı olduğunu iddia eden adam omzunda sırt çantası ikili koltuğun arkasında dikiliyordu.
duru’nun ilk fark ettiği burnuna gelen kokunun keskinliğiydi. daha önce duymadığı ama insanın içine huzur veren bir koku.
buyurun lütfen oturun dedi.
adam başını hafif sallayarak koltuğa geçti. ayakkabıları duru’nun ilk defa gördüğü cinstendi. içinden sekretere kızdı adamı içeri aldığı için.
adam konuşmaya başlayınca koku silikleşti.
teşekkür ederim kabul ettiğiniz için. size bir hediye getirmek istedim. öncelikle kendimi tanıtayım. ben bir oyuncakçıyım. o sırada çantasını kucağına koydu. fermuarını açtı ve içinden bir kutu çıkardı.
kutuyu sehpanın üzerine koydu.
duru’nun sinirleri iyice gerilmişti. odadan çıkmamaya karar verdi. dengesi yerine gelene kadar tabii. odanın rengi güzeldi. mavi tonlarında. hani rahatlatan cinsten. duvarlardan birinde kocaman bir tablo asılıydı.
zaman zaman içinde kaybolduğu bu resim bulunduğu şehrin yansımasıydı. sokaklarından kaçıp meydanlara açılacağınız, denizi olan bu şehirde her şey olması gerektiği gibiydi. güneş zamanında doğar, zamanında batardı. her ne kadar bu duruma el atmaya çalışsa da yetkililer, eh insanları karanlıkta uyandırmayı seviyordu bu aymazlar, sonuç itibariyle zamanla uğraşacak bilgi, birikim ve deneyimleri yoktu. her ne kadar şehrin dışında ovaları geçince, ormanları atlayınca ve derelerin suyunda ıslandıktan sonra ikinci bir şehrin varlığından haberdar olsalar da o şehirle irtibat kurmamaya karar almıştı bu yetkililer. anlayacağınız oldukça içine kapanık bir durumdu politika ve gelişmiyordu da bir türlü.
duru dedik ya derdi olsaydı kimseye söylemezdi. kendisi “dinleyiciler kulübünde başkandı”. kulübün üyelerine iyi yön gösterdiği söylenebilirdi. genellikle hepsi meraklı ve yardımcı sever insanlardı. şehrin sokaklarında yürür, kaşlarının ortasında çizgi olan insanlara yaklaşır ve bir ihtiyaçları var mı diye sorarlardı. aldıkları cevaba göre bu insanlarla ya deniz kenarında ya da kent ormanın içinde yer alan yapay gölde kuğuları izlerken sohbet ederlerdi. kulübe girmek kolay değildi. bazı kulüplerin aksine oldukça şeffaf bir yapısı vardı. binası da bunu gösterir nitelikteydi. şehrin meydana açılan sokaklarından birinde köşe konumdaydı.
duru odasına sakladı kendini.
bu sinirin sebebi az önce yaptığı görüşmeydi. kulübün cam cephesinden bakarken aslında adamı görmüştü binaya yaklaşırken. hafif yalpalaya yalpalaya yürüyordu. omuzları dikti ama. buydu sanırım duru’nın dikkatini çeken uzaktan. adam binaya girdi. iki dakika sonra sekreter duru’nun kapısını çalmıştı.
duru selam. içeride bir adam var. oyuncakçı olduğunu söylüyor ve acilen seninle konuşması gerektiğini belirtti. ne yapayım?
bekleme odasına alsana dedi duru.
üstünü başını toparladı. altı kırmızı botlarının bağlarını düzeltti. ne de olsa o bir başkandı. iyi görünmeliydi. kül rengi kıvırcık saçlarını karıştırdı, kabarttı ve odasından dışarı çıktı.
bekleme salonu sade döşenmişti. sadece ikili bir koltuk ve küçük bir sehpa vardı odanın ortasında. bir de ovaları aşılarak ulaşılan şehrin tek bilinen tablosu. duru seçmişti bu tabloyu. hayaller vardı. yetkililer kısıtlardı. diğer şehre gitmesi yasaktı.
oyuncakçı olduğunu iddia eden adam omzunda sırt çantası ikili koltuğun arkasında dikiliyordu.
duru’nun ilk fark ettiği burnuna gelen kokunun keskinliğiydi. daha önce duymadığı ama insanın içine huzur veren bir koku.
buyurun lütfen oturun dedi.
adam başını hafif sallayarak koltuğa geçti. ayakkabıları duru’nun ilk defa gördüğü cinstendi. içinden sekretere kızdı adamı içeri aldığı için.
adam konuşmaya başlayınca koku silikleşti.
teşekkür ederim kabul ettiğiniz için. size bir hediye getirmek istedim. öncelikle kendimi tanıtayım. ben bir oyuncakçıyım. o sırada çantasını kucağına koydu. fermuarını açtı ve içinden bir kutu çıkardı.
kutuyu sehpanın üzerine koydu.
devamını gör...
12.
yarım ağızlılar
pasaport lütfen dedi güvenlik kulübesinde duran orta göbekli adam.
hortiga gözlerini kıstı. hatırlamıştı. pasaportunu çantanın dibine sokmuştu ve çanta bagajdaydı.
çok özür dilerim. bagajı açmam lazım dedi ve arabadan çıktı. uzun bacakları karıncalanmıştı sekiz saatlik yoldan. o sırada adam da kulübeden çıktı ve yanına geldi.
bagaj açılır açılmaz temmuz sıcağının havasına kesif bir baharat kokusu yayıldı.
a demek kriop’dan geliyorsunuz. bu baharat kokusunun başka açıklaması olamaz.
evet ama biliyorsunuz eski adı kriop. şimdiki adını söylemeniz daha doğru olur.
tanrı korusun o ismi ağzıma alamam dedi güvenlik sorumlusu.
burası da eskiden ardilya idi ama biz hala alışamadık yeni adına.
eh her değişiklik beraberinde direnci de getiriyor dedi hortiga.
çantasının ağzını açtı ve pasaportunu çıkardı. o sırada güvenli görevlisi kafasını iyice bagajın içine sokmuştu. doğrulurken, yalnız bu baharatları buraya alamam.
gerekli belgelerim var dedi hortiga. ve arka cebinden sararmış bir kağıt çıkardı.
güvenlik görevlisi gözlüklerini takarak inceledi kağıdı.
tamam o zaman dedi ve kağıdı hortiga’ya geri uzattı.
pasaportunuza işlem yaptıktan sonra geçebilirsiniz dedi. hortiga baharat kokusundan adamın kafasının güzel olduğunu tahmin ediyordu.
yarım saat sonra eski ardilya’nın sokaklarında park yeri bulmakla uğraşıyordu.
en son 40 sene önce gelmişti şehre. o zamanlar kıvırcık saçları boynuna dökülüyordu siyah siyah.
o şehirden eser kalmamıştı tabi.
insanlarından da. güvenlik kulübesindeki adam tipik örneğiydi. ağzının yarısı dikişlerle tutturulmuştu.
burnunun yarısında dövme.
şehrin sokaklarında dolaşan herkesin burnunda aynı dövmeden vardı. oturanları on sekiz yaşına bastıklarında bu dövmeyi ve ağızlarının yarısını diktirmekle yükümlüydüler. inanır mısınız bunun için bir referandum bile yapmışlardı. şehrin ismini değiştirdikten sonra.
kırk senede insanlar nasıl mutasyona uğrar konulu çalışmanın başarılı bir örneğiydi eski ardilya’lılar
yarım ağızlarından çıkan kelimeler kesik kesik geliyordu kulağa. otoritenin bir denemesi.
değişiklik sadece insanlarda değildi.
şehrin kendisinin üzerine atılan bombalardan sonra o elle, cetvelle disiplinle çizilen şehrin sokakları darmadağın olmuştu.
kaostan beslenen yeni yönetim geriye kalan insan sayısını hesaplayarak eski şehrin merkezinden otuz kilometre öteye dikdörtgen bir çadır kurmuşlardı. şehir buradan genişleyecekti. ama genişleyeceği yönü belirlememekte ısrar ediyorlardı. geleneksel yöntemlerin hepsini reddediyorlardı.
bu mimariye de sirayet etmişti tabi. zaten politik olmayan mimari mi vardı?
arabayı park ederken hortiga tam da bunu düşünüyordu.
sorunun cevabı belliydi. otelin önüne gelmişti. bagajdan çantasını ve baharat torbalarını taşıyabildiği kadar aldı.
otelin kapısından içeri girdi ve yeni mimarinin iç mekan anlayışı yüzüne tokat gibi çarptı.
pasaport lütfen dedi güvenlik kulübesinde duran orta göbekli adam.
hortiga gözlerini kıstı. hatırlamıştı. pasaportunu çantanın dibine sokmuştu ve çanta bagajdaydı.
çok özür dilerim. bagajı açmam lazım dedi ve arabadan çıktı. uzun bacakları karıncalanmıştı sekiz saatlik yoldan. o sırada adam da kulübeden çıktı ve yanına geldi.
bagaj açılır açılmaz temmuz sıcağının havasına kesif bir baharat kokusu yayıldı.
a demek kriop’dan geliyorsunuz. bu baharat kokusunun başka açıklaması olamaz.
evet ama biliyorsunuz eski adı kriop. şimdiki adını söylemeniz daha doğru olur.
tanrı korusun o ismi ağzıma alamam dedi güvenlik sorumlusu.
burası da eskiden ardilya idi ama biz hala alışamadık yeni adına.
eh her değişiklik beraberinde direnci de getiriyor dedi hortiga.
çantasının ağzını açtı ve pasaportunu çıkardı. o sırada güvenli görevlisi kafasını iyice bagajın içine sokmuştu. doğrulurken, yalnız bu baharatları buraya alamam.
gerekli belgelerim var dedi hortiga. ve arka cebinden sararmış bir kağıt çıkardı.
güvenlik görevlisi gözlüklerini takarak inceledi kağıdı.
tamam o zaman dedi ve kağıdı hortiga’ya geri uzattı.
pasaportunuza işlem yaptıktan sonra geçebilirsiniz dedi. hortiga baharat kokusundan adamın kafasının güzel olduğunu tahmin ediyordu.
yarım saat sonra eski ardilya’nın sokaklarında park yeri bulmakla uğraşıyordu.
en son 40 sene önce gelmişti şehre. o zamanlar kıvırcık saçları boynuna dökülüyordu siyah siyah.
o şehirden eser kalmamıştı tabi.
insanlarından da. güvenlik kulübesindeki adam tipik örneğiydi. ağzının yarısı dikişlerle tutturulmuştu.
burnunun yarısında dövme.
şehrin sokaklarında dolaşan herkesin burnunda aynı dövmeden vardı. oturanları on sekiz yaşına bastıklarında bu dövmeyi ve ağızlarının yarısını diktirmekle yükümlüydüler. inanır mısınız bunun için bir referandum bile yapmışlardı. şehrin ismini değiştirdikten sonra.
kırk senede insanlar nasıl mutasyona uğrar konulu çalışmanın başarılı bir örneğiydi eski ardilya’lılar
yarım ağızlarından çıkan kelimeler kesik kesik geliyordu kulağa. otoritenin bir denemesi.
değişiklik sadece insanlarda değildi.
şehrin kendisinin üzerine atılan bombalardan sonra o elle, cetvelle disiplinle çizilen şehrin sokakları darmadağın olmuştu.
kaostan beslenen yeni yönetim geriye kalan insan sayısını hesaplayarak eski şehrin merkezinden otuz kilometre öteye dikdörtgen bir çadır kurmuşlardı. şehir buradan genişleyecekti. ama genişleyeceği yönü belirlememekte ısrar ediyorlardı. geleneksel yöntemlerin hepsini reddediyorlardı.
bu mimariye de sirayet etmişti tabi. zaten politik olmayan mimari mi vardı?
arabayı park ederken hortiga tam da bunu düşünüyordu.
sorunun cevabı belliydi. otelin önüne gelmişti. bagajdan çantasını ve baharat torbalarını taşıyabildiği kadar aldı.
otelin kapısından içeri girdi ve yeni mimarinin iç mekan anlayışı yüzüne tokat gibi çarptı.
devamını gör...
13.
adına evren denilen, şekli, büyüklüğü, oluşum süreci ve tam olarak ne olduğu bilinmeyen bir yapının içerisindeki, insan denilen varlıkların, zaman adını verdikleri akışı ölçmek için icat ettikleri ve "isa" adında bir dünyalının* doğumunu baz alarak oluşturdukları miladi takvime ve daha kısa ölçekli zaman akışını ölçmek için kullandıkları 24'e bölünmüş saat sistemine göre, bir mayıs sabahı hayata gözlerini dünya gezegenindeki insan topluluklarının soyut sınırlar belirleyerek oluşturdukları toprak parçalarından yani ülkelerden biri olan, türkiye'de açtı...
edit: üç kez hikaye kendini geliştirdi ve üç kez editledim
edit: dört kez
edit: bu sondu
edit: üç kez hikaye kendini geliştirdi ve üç kez editledim
edit: dört kez
edit: bu sondu
devamını gör...
14.
tam kapıyı suratına ka..
devamını gör...
15.
kolyenin psikotarihi
tarih 1889'u göstermek için sahne perdesini öylece savurmak üzere kavramıştı dünyaya karşı
fakat izleyici koltuğunda yer almayan biri vardı: alpler.
burada zaman ve mekan kavramlarını duygu ve düşünceler tatlı bir işgale uğratmıştı.
bir mağara içerisine sığdırılan sistemler ve takımyıldızları göğü ağartıyorlar,kimi zaman da ışıklara karşı ilan ettikleri savaşta yer almadan masaya oturmayı başarıyorlardı sahip oldukları amansız grafiğin devinimleri çerçevesinde.
atina tapınaklarından farkı tartışılırdı turin'in otantik mimarisinin.
zarif dar sokaklardaki taş döşemeleri titreten at arabalarının hücumu yayılıyordu.
güneş yine ölüm döşeğindeydi ve en güzel kostümüne bürünmüştü.
artık her taraf pembenin elini tutan turuncuya maruz kalmaya hazırlanıyordu.
evsiz işsiz ve kimsesiz görünümünde her birinin kimyasını irdeleyen bir yapıya bürünmüş ve bunları tek bir karanlığa sığdırmayı başarmıştı
"po nehri'nin kıyısından hissedilen bu manzaranın dakikaları,mağaranın objektifini tekrar ufkuma serebilir..."
otelin giriş katında köşedeki koltuk artık mezarı olmamalıydı...
adımlar birbirini izlerken grafik aksi davranışlarda ısrarcı olmayı sürdürüyor ve oval çizgiye bile düşmanlık besliyordu ki henüz birkaç metre ilerlemişken sağına düşeceğini hisseti.
naif görünen sarsıntıyı ağır ve rahatsız edici bir bulantı izlese de güneşin ölümünü izleme istemi
otelinden kendini bir hışımda öylece dışarı atmasıyla sonuçlandı.
...belki yetişeceği bir akşam buluşması ya da yorucu italya gününün tüm birikimi itmişti bu yaş almış kadını aceleye.
"...daha hızlı sür!"
kırbaç çığlığı atın sırtında patlarken beklenenin tersi meydana geldi
at hızlanmamış,üstüne üstlük tamamen durmuştu boynunda kolye gibi duran sarhoş olması muhtemel birinin etkisiyle...
ve kolye başlamıştı serenatlarına...
"...görüşürüz gedikleri kendinden hallice yaşamaya yeltenen cesur yıldız.
hoşçakal bunca korkak zihniyeti, amansızca mağaralarından sızdırdığın nefretle besleyen en verimli oluk.
iyi geceler olsun sevgiye mezar olan fidanlar yetiştiren en yüce toprak parçasına.
iyi geceler olsun,mağaraların aydınlığına açtığın savaşta farklı sistemleri birleştiren ve takımyıldızlarının her bir elemanını diğerinin karşısına öylece yerleştiren güneş.
iyi geceler olsun sana bir dünyada asla batmayan,hep mavi kalan gökyüzü.
iyi uykular toprak parçası,asla gözlerini açmamak üzere...
ve iyi geceler devinen gökyüzü..."
00:31.36
2019 kasım
tarih 1889'u göstermek için sahne perdesini öylece savurmak üzere kavramıştı dünyaya karşı
fakat izleyici koltuğunda yer almayan biri vardı: alpler.
burada zaman ve mekan kavramlarını duygu ve düşünceler tatlı bir işgale uğratmıştı.
bir mağara içerisine sığdırılan sistemler ve takımyıldızları göğü ağartıyorlar,kimi zaman da ışıklara karşı ilan ettikleri savaşta yer almadan masaya oturmayı başarıyorlardı sahip oldukları amansız grafiğin devinimleri çerçevesinde.
atina tapınaklarından farkı tartışılırdı turin'in otantik mimarisinin.
zarif dar sokaklardaki taş döşemeleri titreten at arabalarının hücumu yayılıyordu.
güneş yine ölüm döşeğindeydi ve en güzel kostümüne bürünmüştü.
artık her taraf pembenin elini tutan turuncuya maruz kalmaya hazırlanıyordu.
evsiz işsiz ve kimsesiz görünümünde her birinin kimyasını irdeleyen bir yapıya bürünmüş ve bunları tek bir karanlığa sığdırmayı başarmıştı
"po nehri'nin kıyısından hissedilen bu manzaranın dakikaları,mağaranın objektifini tekrar ufkuma serebilir..."
otelin giriş katında köşedeki koltuk artık mezarı olmamalıydı...
adımlar birbirini izlerken grafik aksi davranışlarda ısrarcı olmayı sürdürüyor ve oval çizgiye bile düşmanlık besliyordu ki henüz birkaç metre ilerlemişken sağına düşeceğini hisseti.
naif görünen sarsıntıyı ağır ve rahatsız edici bir bulantı izlese de güneşin ölümünü izleme istemi
otelinden kendini bir hışımda öylece dışarı atmasıyla sonuçlandı.
...belki yetişeceği bir akşam buluşması ya da yorucu italya gününün tüm birikimi itmişti bu yaş almış kadını aceleye.
"...daha hızlı sür!"
kırbaç çığlığı atın sırtında patlarken beklenenin tersi meydana geldi
at hızlanmamış,üstüne üstlük tamamen durmuştu boynunda kolye gibi duran sarhoş olması muhtemel birinin etkisiyle...
ve kolye başlamıştı serenatlarına...
"...görüşürüz gedikleri kendinden hallice yaşamaya yeltenen cesur yıldız.
hoşçakal bunca korkak zihniyeti, amansızca mağaralarından sızdırdığın nefretle besleyen en verimli oluk.
iyi geceler olsun sevgiye mezar olan fidanlar yetiştiren en yüce toprak parçasına.
iyi geceler olsun,mağaraların aydınlığına açtığın savaşta farklı sistemleri birleştiren ve takımyıldızlarının her bir elemanını diğerinin karşısına öylece yerleştiren güneş.
iyi geceler olsun sana bir dünyada asla batmayan,hep mavi kalan gökyüzü.
iyi uykular toprak parçası,asla gözlerini açmamak üzere...
ve iyi geceler devinen gökyüzü..."
00:31.36
2019 kasım
devamını gör...
16.
kaldırımların üzeri çeşit çeşit renkli boyalarla doluydu, her elden rastgele saçılmış olmasına rağmen tonlar sanki önceden kendi aralarında anlaşmışcasına birbirlerini tamamlayacak bir ahenkle yakalamışlardı. sokağın bütün duvarları isyan cümleleriyle doluydu, bu sokağın halkı kurdukları cümleler ile var olan düzene hükmediyorlardı âdeta.
genç adam iki renkli kaldırımın arasında başı eğik bir şekilde yürürken zihninde, duvardaki isyan cümleleri birer birer yerlerini alıyorlardı. birkaç adımla birlikte yarısı kırılmış kaldırım taşının üzerinde ufak bir ekmek kırıntısına uzaktan öylece bakan bir çift yaşlı göz dikktini çekti.
altılı yaşlarına anca kavuşabilmiş, sarışın, açık kahve gözleri ve kirli teniyle dizlerinin üzerine çöküp ekmek kırıntılarını ağlak suratıyla izleyen çocuğun üzerinde birkaç dakika kadar gezindirdi gözlerini. yaşlı gözleriyle ekmek kırıntılarına bakan küçük bir çocuk? muhtemelen karnı aç olmalıydı, diye düşündü genç adam. temkinli adımlarla çocuğa doğru ilerlemeye başladı aralarında birkaç adımlık mesafe kalınca o da dizlerinin üzerine çömeldi ve küçük çocuk tarafından fark edilmeyi bekledi. bir dakika kadar bekledi sessizce ancak bu süre zarfında çocuk bir saniye kadar bile gözlerini ekmek kırıntılarından ayırmadı.
bir diğer ilginç olan şey ise çocuğun gözyaşlarının donukluğuydu. gözleri yaşlıydı evet ama tek bir damla dahi yanaklarına firar etmemişti. bir birikinti gibi gözlerinin içinde duruyordu. o an genç adama bu küçük çocuğun gözleri deniz gibi göründü. açık kahve gözleri yoğun bir maviliğe bürünmüştü birdenbire.
"aç mısın?" soğuk bir tonda sorduğu bu soruya ne bir cevap ne de bir tepki alabildi. bu küçük çocuk ya kendisini göremeyecek kadar yorgundu ya da varlığını yok sayacak kadar küstahtı. varlığını fark ettirmek adına sesini yükselterek sorusunu yineledi. ardından cevap için birkaç saniye bekledi ancak yine bir değişiklik yoktu. "sana diyorum ufaklık" derken daha da yükseltti sesini ancak yine bir farklılık yoktu artık genç adamın yüz hatları da sesi de gerilmeye başlamıştı.
"hey, ufaklık sana diyorum! ne arıyorsun burada, aç mısın? neden o ufak kırıntılardan gözlerini ayıramıyorsun?"
çocuğun tepkisiz halleri her saniyesinde daha da çıldırtıyordu genç adamı eğilip koluna dokunarak ona kendini hatırlatmaya çalıştı. bu hareketiyle çocuk birden karşısına dönüp çığlık sesi attı. genç adam pişmanlıkla geriye çekildi, küçük çocuğu korkutmuştu.
eskisine nazaran daha yumuşak bir tonda "neden cevap vermiyorsun," diye sordu bu sefer. çocuk anlamsızca etrafına bakındı bir süre ardından tekrar ekmek kırıntılarına döndü yüzünü. bu tuhaf durum sinirlendirdiği gibi ürkütüyordu da artık.
"beni görmüyor musun!" diye âdeta kükredi bu sefer. çocuk, donuk yaşlı gözleriyle ekmek kırıntılarına bakıyordu. "pekala ne halin varsa gör" dedikten sonra arkasını dönüp yürümeye başladı.
yürüdü, yürüdü, yürüdü. üçüncü duvarın karşısında dikkatini çeken farklı bir yazı gördü. bir ay boyunca her gün buradan geçmiş bütün isyan cümlelerini ezberlemişti ancak bu uzun yazıyı hiç hatırlayamadı. otuz gün boyunca yürüdüğü bu yolun duvarlarını adı gibi ezberlediğine emindi ancak bu yazıyı nasıl atlamıştı ki? yeni yazılan bir yazı da değildi hatta diğerlerinden dahi eski duruyordu.
uzağı seçemeyen gözleri ne yazıldığından habersiz bırakmıştı genç adamı. bu duvar yazısını da hafızasına kazımak üzere ilerledi.
cümleyi tek nefeste okur okumaz biraz önceki çocuğu anımsadı. bu cümle az önceki o tuhaf durumu her şeyiyle özetliyordu. ekmek kırıntılarının üzerinde donuk yaşlı gözler, ve tepkisizlik. evet evet bu cümle bu tuhaflıkların cevabıydı. hemen çocuğun yanına doğru koşmaya başladı. cümlenin sonu gerçekleşmeden çocuğa yetişmeliydi. hızlı adımlarıyla erkenden varsa da çocuk orada değildi.
genç adam yarım kaldırım taşına tekrardan baktığında gördüğü sadece ekmek kırıntılarıydı. yavaşça eğildi ve o farklılığı fark etti. ekmek kırıntılarının hepsi ıslanmıştı. cümlenin başını geç keşfettiği için sonunun gerçekleşmesine engel olamamıştı. geç kalışından dolayı geriye iki şey kalmıştı.
yarım kaldırım taşı ve gözyaşıyla ıslanmış ekmek kırıntıları.
genç adam iki renkli kaldırımın arasında başı eğik bir şekilde yürürken zihninde, duvardaki isyan cümleleri birer birer yerlerini alıyorlardı. birkaç adımla birlikte yarısı kırılmış kaldırım taşının üzerinde ufak bir ekmek kırıntısına uzaktan öylece bakan bir çift yaşlı göz dikktini çekti.
altılı yaşlarına anca kavuşabilmiş, sarışın, açık kahve gözleri ve kirli teniyle dizlerinin üzerine çöküp ekmek kırıntılarını ağlak suratıyla izleyen çocuğun üzerinde birkaç dakika kadar gezindirdi gözlerini. yaşlı gözleriyle ekmek kırıntılarına bakan küçük bir çocuk? muhtemelen karnı aç olmalıydı, diye düşündü genç adam. temkinli adımlarla çocuğa doğru ilerlemeye başladı aralarında birkaç adımlık mesafe kalınca o da dizlerinin üzerine çömeldi ve küçük çocuk tarafından fark edilmeyi bekledi. bir dakika kadar bekledi sessizce ancak bu süre zarfında çocuk bir saniye kadar bile gözlerini ekmek kırıntılarından ayırmadı.
bir diğer ilginç olan şey ise çocuğun gözyaşlarının donukluğuydu. gözleri yaşlıydı evet ama tek bir damla dahi yanaklarına firar etmemişti. bir birikinti gibi gözlerinin içinde duruyordu. o an genç adama bu küçük çocuğun gözleri deniz gibi göründü. açık kahve gözleri yoğun bir maviliğe bürünmüştü birdenbire.
"aç mısın?" soğuk bir tonda sorduğu bu soruya ne bir cevap ne de bir tepki alabildi. bu küçük çocuk ya kendisini göremeyecek kadar yorgundu ya da varlığını yok sayacak kadar küstahtı. varlığını fark ettirmek adına sesini yükselterek sorusunu yineledi. ardından cevap için birkaç saniye bekledi ancak yine bir değişiklik yoktu. "sana diyorum ufaklık" derken daha da yükseltti sesini ancak yine bir farklılık yoktu artık genç adamın yüz hatları da sesi de gerilmeye başlamıştı.
"hey, ufaklık sana diyorum! ne arıyorsun burada, aç mısın? neden o ufak kırıntılardan gözlerini ayıramıyorsun?"
çocuğun tepkisiz halleri her saniyesinde daha da çıldırtıyordu genç adamı eğilip koluna dokunarak ona kendini hatırlatmaya çalıştı. bu hareketiyle çocuk birden karşısına dönüp çığlık sesi attı. genç adam pişmanlıkla geriye çekildi, küçük çocuğu korkutmuştu.
eskisine nazaran daha yumuşak bir tonda "neden cevap vermiyorsun," diye sordu bu sefer. çocuk anlamsızca etrafına bakındı bir süre ardından tekrar ekmek kırıntılarına döndü yüzünü. bu tuhaf durum sinirlendirdiği gibi ürkütüyordu da artık.
"beni görmüyor musun!" diye âdeta kükredi bu sefer. çocuk, donuk yaşlı gözleriyle ekmek kırıntılarına bakıyordu. "pekala ne halin varsa gör" dedikten sonra arkasını dönüp yürümeye başladı.
yürüdü, yürüdü, yürüdü. üçüncü duvarın karşısında dikkatini çeken farklı bir yazı gördü. bir ay boyunca her gün buradan geçmiş bütün isyan cümlelerini ezberlemişti ancak bu uzun yazıyı hiç hatırlayamadı. otuz gün boyunca yürüdüğü bu yolun duvarlarını adı gibi ezberlediğine emindi ancak bu yazıyı nasıl atlamıştı ki? yeni yazılan bir yazı da değildi hatta diğerlerinden dahi eski duruyordu.
uzağı seçemeyen gözleri ne yazıldığından habersiz bırakmıştı genç adamı. bu duvar yazısını da hafızasına kazımak üzere ilerledi.
cümleyi tek nefeste okur okumaz biraz önceki çocuğu anımsadı. bu cümle az önceki o tuhaf durumu her şeyiyle özetliyordu. ekmek kırıntılarının üzerinde donuk yaşlı gözler, ve tepkisizlik. evet evet bu cümle bu tuhaflıkların cevabıydı. hemen çocuğun yanına doğru koşmaya başladı. cümlenin sonu gerçekleşmeden çocuğa yetişmeliydi. hızlı adımlarıyla erkenden varsa da çocuk orada değildi.
genç adam yarım kaldırım taşına tekrardan baktığında gördüğü sadece ekmek kırıntılarıydı. yavaşça eğildi ve o farklılığı fark etti. ekmek kırıntılarının hepsi ıslanmıştı. cümlenin başını geç keşfettiği için sonunun gerçekleşmesine engel olamamıştı. geç kalışından dolayı geriye iki şey kalmıştı.
yarım kaldırım taşı ve gözyaşıyla ıslanmış ekmek kırıntıları.
devamını gör...
17.
tıkanıklık
hikayenin başlangıcını bir kadınla birlikte yakalamanın anlamsızlığı içinde debelenen yazarın dramı kimseyi ilgilendirmiyordu aslında ama
kendi halinde bir kadın ve bir adamın öyküsünü anlatma derdindeki yazar masanın başına oturmuş gözleri dışarıda devam ediyordu işte yazmaya.
başının üzerindeki rafta duran heykellerden biri gülümsedi.
bu sahneye oldukça alışıktı heykel ve birazdan üzerine konacak sineği nasıl kovacağını bilmiyordu.
yazar evet masasının başında oturuyordu. elleri klavyenin üzerinde akıp giderken tasvir etmeye çalıştığı kadının görüntüsü birden zihninden kayboldu.
boşluk içerisinde adamı aradı ama onu da bulamadı.
tıkanıklık dedi ve masasından kalktı.
bu da ilk defa olmuyordu ve üzerindeki rafta duran heykelin üzerindeki sineği diğer heykel nefretle izledi. heykeller böyleydi. bazı insanlar gibi. dokunamadıkları güzelliklere dokunan başka varlıkları gördüklerinde nefret hissederlerdi.
yazar koridordan geçti, mutfağın lambasını yaktı ve bir kahve hazırlamaya başladı.
hala zihninde kadın ve erkek yoktu. e nasıl tasvir edecekti. nasıl bitirebilecekti hikayeyi. bir yazarın canlandırma ve hayal gücüne vurulan darbe nereden geliyordu.
siyah kahve içine atılan iki beyaz şeker eridi ve yazar masasına geri döndü.
çok özellikli bir masa değildi. siyaha boyanmış, üzerinde kimi yerlerde çatlaklar bulunan yüzeyde bilgisayarın klavyesi ve ekran haricinde pek bir şey yoktu.
eskiden olsa bir sürü kağıt olurdu. ama yazar kağıtları bırakmıştı uzun zaman önce.
belki de tıkanıklığın sebebi bu diye düşündü birden.
masanın sağ tarafındaki üç çekmeceden ikincisini açtı ve birkaç tane kağıt ile kurşun kalemini çıkardı.
seneler önce yaptığı bir alıştırma geldi aklına.
bilincinin akmasıyla kelimeler yazacaktı alt alta. ve içlerinden beş tanesini seçerek öyküsünden biraz uzaklaşarak yazmaya çalışacaktı.
saatini kurdu ve yazmaya başladı.
hikayenin başlangıcını bir kadınla birlikte yakalamanın anlamsızlığı içinde debelenen yazarın dramı kimseyi ilgilendirmiyordu aslında ama
kendi halinde bir kadın ve bir adamın öyküsünü anlatma derdindeki yazar masanın başına oturmuş gözleri dışarıda devam ediyordu işte yazmaya.
başının üzerindeki rafta duran heykellerden biri gülümsedi.
bu sahneye oldukça alışıktı heykel ve birazdan üzerine konacak sineği nasıl kovacağını bilmiyordu.
yazar evet masasının başında oturuyordu. elleri klavyenin üzerinde akıp giderken tasvir etmeye çalıştığı kadının görüntüsü birden zihninden kayboldu.
boşluk içerisinde adamı aradı ama onu da bulamadı.
tıkanıklık dedi ve masasından kalktı.
bu da ilk defa olmuyordu ve üzerindeki rafta duran heykelin üzerindeki sineği diğer heykel nefretle izledi. heykeller böyleydi. bazı insanlar gibi. dokunamadıkları güzelliklere dokunan başka varlıkları gördüklerinde nefret hissederlerdi.
yazar koridordan geçti, mutfağın lambasını yaktı ve bir kahve hazırlamaya başladı.
hala zihninde kadın ve erkek yoktu. e nasıl tasvir edecekti. nasıl bitirebilecekti hikayeyi. bir yazarın canlandırma ve hayal gücüne vurulan darbe nereden geliyordu.
siyah kahve içine atılan iki beyaz şeker eridi ve yazar masasına geri döndü.
çok özellikli bir masa değildi. siyaha boyanmış, üzerinde kimi yerlerde çatlaklar bulunan yüzeyde bilgisayarın klavyesi ve ekran haricinde pek bir şey yoktu.
eskiden olsa bir sürü kağıt olurdu. ama yazar kağıtları bırakmıştı uzun zaman önce.
belki de tıkanıklığın sebebi bu diye düşündü birden.
masanın sağ tarafındaki üç çekmeceden ikincisini açtı ve birkaç tane kağıt ile kurşun kalemini çıkardı.
seneler önce yaptığı bir alıştırma geldi aklına.
bilincinin akmasıyla kelimeler yazacaktı alt alta. ve içlerinden beş tanesini seçerek öyküsünden biraz uzaklaşarak yazmaya çalışacaktı.
saatini kurdu ve yazmaya başladı.
devamını gör...
18.
planlanmış günün patlamayan silahı
psikiyatrın muayenehanesinin havası sakindi, aydınlık bekleme salonuna giren güneş usul usul ısıtıyordu hastaları.
burak sakızı çıkardı ağzından. zaten o tatlı karpuz aroması kaybolmuştu. sırtını dayadığı duvarın üzerine yapıştırdı. tek ayağını indirdi ve dimdik durdu. bekleme koltuklarında oturan kimse bunu fark etmemişti. herkes elindeki cep telefonlarıyla sabah olanları takip ediyordu. dişlerinin arasından belli belirsiz bir cümle döküldü tekli kırmızı koltukta oturan adamın.
tanrı birilerini cezalandırmış işte dedi.
ve telefonundaki videoyu tekrar izledi.
görüntüde siyasetçilerden birinin alnının ortasına gelen kurşunla yere devrilmesi sansürsüz olarak yer alıyordu.
adamın ağzından dökülenleri kimse duymadı sakızı yapıştıran burak haricinde. gözlerini kıstı, adamın yüzüne bir yumruk yapıştırırdı ama hali yoktu. geniş bekleme salonun bir ucunda duran sektere göz attı. kadın birazdan ismini söyleyecekti. planlanmış gün tıkırında gidiyordu.
bekleme salonun sol tarafında bir koridordan doktorun odasına gidiliyordu. odanın kapısı açıldı ve karanlık koridorda ayak sesleri duyuldu.
birkaç dakika sonra burak’ın ismi söylenince belindeki silahı düzeltti, sakin adımlarla türlü resimlerler süslü koridordan geçip adamın odasına girdi ve kapıyı kapattı.
psikiyatrın muayenehanesinin havası sakindi, aydınlık bekleme salonuna giren güneş usul usul ısıtıyordu hastaları.
burak sakızı çıkardı ağzından. zaten o tatlı karpuz aroması kaybolmuştu. sırtını dayadığı duvarın üzerine yapıştırdı. tek ayağını indirdi ve dimdik durdu. bekleme koltuklarında oturan kimse bunu fark etmemişti. herkes elindeki cep telefonlarıyla sabah olanları takip ediyordu. dişlerinin arasından belli belirsiz bir cümle döküldü tekli kırmızı koltukta oturan adamın.
tanrı birilerini cezalandırmış işte dedi.
ve telefonundaki videoyu tekrar izledi.
görüntüde siyasetçilerden birinin alnının ortasına gelen kurşunla yere devrilmesi sansürsüz olarak yer alıyordu.
adamın ağzından dökülenleri kimse duymadı sakızı yapıştıran burak haricinde. gözlerini kıstı, adamın yüzüne bir yumruk yapıştırırdı ama hali yoktu. geniş bekleme salonun bir ucunda duran sektere göz attı. kadın birazdan ismini söyleyecekti. planlanmış gün tıkırında gidiyordu.
bekleme salonun sol tarafında bir koridordan doktorun odasına gidiliyordu. odanın kapısı açıldı ve karanlık koridorda ayak sesleri duyuldu.
birkaç dakika sonra burak’ın ismi söylenince belindeki silahı düzeltti, sakin adımlarla türlü resimlerler süslü koridordan geçip adamın odasına girdi ve kapıyı kapattı.
devamını gör...
19.
story
ve gözlerindeki hüznü göremeyecek olan kadının aklına şaşarım.
kadın odasında tek başına oturmuş bilmediği dilin şarkılarıyla kendinden geçerken, adam elindeki telefona kendi fotoğrafını yüklüyordu. kendine aşık da değildi oysa adam. belki de yeniden ve tekrar kendini tanımlamak istiyordu. fotoğrafı yükledikten sonra müzik bölümüne girdi ve görüntüyle tamamıyla aykırı hareketli bir şeyler seçti.
beş dakika sonra adamın bu eksik ve yalancı hikayesi kadının telefonuna düştü.
kadın hareketlendi.
adam neden bu kadar hüzünlü bakarken bu kadar sert olmayı isteyip bu kadar neşeli görünmeye çalışıyordu. bu çelişkili hikayenin nerede biteceğini merak ediyordu. belki de uzun zamandır ilk defa bir şeyleri merak ediyordu kadın.
hayra alamet değildi. bir sigara yaktı. burnunu çekti. tavana baktı. mavi duvarlarına selam çaktı. ayaklarını uzattı telefonu kendinden uzaklaştırdı ve kendi fotoğrafını çekti.
üç dakika sonra adam kadının hikayesine bakıyordu.
kadın neden bu kadar hüzünlü bakarken bu kadar güçlü olmayı isteyip neden eğlenceli görünmeye çalışıyordu.
oysa işte herkes aynıydı.
adam meraklandı. adamın meraklanması hayra alamet değildi.
ve gözlerindeki hüznü göremeyecek olan kadının aklına şaşarım.
kadın odasında tek başına oturmuş bilmediği dilin şarkılarıyla kendinden geçerken, adam elindeki telefona kendi fotoğrafını yüklüyordu. kendine aşık da değildi oysa adam. belki de yeniden ve tekrar kendini tanımlamak istiyordu. fotoğrafı yükledikten sonra müzik bölümüne girdi ve görüntüyle tamamıyla aykırı hareketli bir şeyler seçti.
beş dakika sonra adamın bu eksik ve yalancı hikayesi kadının telefonuna düştü.
kadın hareketlendi.
adam neden bu kadar hüzünlü bakarken bu kadar sert olmayı isteyip bu kadar neşeli görünmeye çalışıyordu. bu çelişkili hikayenin nerede biteceğini merak ediyordu. belki de uzun zamandır ilk defa bir şeyleri merak ediyordu kadın.
hayra alamet değildi. bir sigara yaktı. burnunu çekti. tavana baktı. mavi duvarlarına selam çaktı. ayaklarını uzattı telefonu kendinden uzaklaştırdı ve kendi fotoğrafını çekti.
üç dakika sonra adam kadının hikayesine bakıyordu.
kadın neden bu kadar hüzünlü bakarken bu kadar güçlü olmayı isteyip neden eğlenceli görünmeye çalışıyordu.
oysa işte herkes aynıydı.
adam meraklandı. adamın meraklanması hayra alamet değildi.
devamını gör...
20.
yarım kalmış öykülerimiz var, evet
fakat daha ölmedik *
fakat daha ölmedik *
devamını gör...