bim sözlük olsa alınabilecek nickler
sağlık şakaya gelmez ben yine eczaneden alın derim.
devamını gör...
üvercinka
cemal süreya'nın aşık olduğu güvercin kanatlı kadına taktığı isimdir. aynı zamanda ilk şiir kitabıdır
"bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek."
devamını gör...
pandomim
charlie chaplin isimli sanatçının öncüsü olduğu bir sanat dalı.
devamını gör...
stan lee
stan lee'nin bir konuşmasından:
-spider-man hakkındaki bütün harika fikirlerimle birlikte yayıncımın ofisine gittim.
tepkisi şöyleydi:
"stan bu duyduğum en kötü fikir."
düşüncelerini söylemeye başladı, bu arada kendisi oldukça mantıklı ve zeki biridir. "öncelikle insanlar örümceklerden nefret eder, bu yüzden bir kahramana örümcek adam diyemezsin. genç mi olmasını istiyorsun bir de? gençler sadece yardımcı olabilir. kişisel sorunlar mı? stan süper kahramanları bilmiyorsun galiba. onların kişisel sorunları olmaz."
bu duyduklarımdan sonra ofisten hayal kırıklığıyla birlikte ama daha bilge bir şekilde çıktım. ama spiderman'i aklımdan çıkaramıyordum. o zamanlar 'amazing fantasy' adlı seriyi bitirmek üzereydik. iyi satmıyordu ve basına son sayısını verecektik. bir seriyi bitiriyorsanız içinde ne olduğu kimsenin umrunda olmaz çünkü seri son kez yayınlanıyordur. sadece aklımdan çıkarmak için sayıya ve sayının kapağına spider-man'i ekledim ve yoluma baktım.
bir ay kadar sonra satış rakamları geldi ve yayıncım, "stan stan!"diyerek ofisime girdi. "ikimizinde bayıldığı spider man'i hatırlıyor musun? hadi ona kendi serisini çıkaralım." dedi, yemin ederim. peki bunu size neden anlattım biraz zaman geçirmeye çalıştığımı saymazsak gerçekten iyi olduğunu bildiğiniz bir fikriniz varsa salağın tekinin sizi vazgeçirmesine izin vermeyin.
-spider-man hakkındaki bütün harika fikirlerimle birlikte yayıncımın ofisine gittim.
tepkisi şöyleydi:
"stan bu duyduğum en kötü fikir."
düşüncelerini söylemeye başladı, bu arada kendisi oldukça mantıklı ve zeki biridir. "öncelikle insanlar örümceklerden nefret eder, bu yüzden bir kahramana örümcek adam diyemezsin. genç mi olmasını istiyorsun bir de? gençler sadece yardımcı olabilir. kişisel sorunlar mı? stan süper kahramanları bilmiyorsun galiba. onların kişisel sorunları olmaz."
bu duyduklarımdan sonra ofisten hayal kırıklığıyla birlikte ama daha bilge bir şekilde çıktım. ama spiderman'i aklımdan çıkaramıyordum. o zamanlar 'amazing fantasy' adlı seriyi bitirmek üzereydik. iyi satmıyordu ve basına son sayısını verecektik. bir seriyi bitiriyorsanız içinde ne olduğu kimsenin umrunda olmaz çünkü seri son kez yayınlanıyordur. sadece aklımdan çıkarmak için sayıya ve sayının kapağına spider-man'i ekledim ve yoluma baktım.
bir ay kadar sonra satış rakamları geldi ve yayıncım, "stan stan!"diyerek ofisime girdi. "ikimizinde bayıldığı spider man'i hatırlıyor musun? hadi ona kendi serisini çıkaralım." dedi, yemin ederim. peki bunu size neden anlattım biraz zaman geçirmeye çalıştığımı saymazsak gerçekten iyi olduğunu bildiğiniz bir fikriniz varsa salağın tekinin sizi vazgeçirmesine izin vermeyin.
devamını gör...
hiçbir kutsalı olmayan insan
doğruları değişebilen, gerçeklerin peşinde, bir tarafa ait olmayan insandır.
devamını gör...
kolay gibi görünen ama çok zor olan şeyler
maskeyle yaşamak.
devamını gör...
uykusuzkahve
kendisi gerçekten çok sevdiğim,dünyalar tatlısı,saat ve gün fark etmeksizin ne zaman bi şey sorsam/yardım istesem büyük bi mutlulukla yardım eden,adaletli,iyi dileklerini ve samimiyetini kimseden esirgemeyen tatlı mı tatlı bir yazar ve moderatörümüz.
devamını gör...
yazarların yazdığı hikayeler
zamanın evi
bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. burada herkes birbirini kovalıyor. benim önümde kimse yok. koşuyorum…
soğuk adeta vücuduma yapışmıştı. yarı donmuş parmaklarımla evimin kapısını açmaya çalışırken, bir yandan da en kısa zamanda eve girip sırtımı en yakın kalorifer peteğine dayamanın hayalini kuruyordum. bir iki denemeden sonra kapıyı açmayı başardım. içeriye girmemle evimin sıcaklığının beni olanca içtenliği ile kucaklaması bir oldu. donmaktan kurtulmuştum. felsefi sorgulamalara girecek durumda olmasam da düşünmeden edemedim. zamane insanın kahramanlıkları ne kadar yüzeysel, tehlikesiz ve bencilceydi.
donmaktan kurtulmak bana bir an için büyük bir başarı gibi gelmişti ama aslında ortada böyle kahramanlığa dair bir savaşım yoktu, bir insanın bedeni bundan katbekat soğuklara dayanabilirdi, kaldı ki evin kapısındaydım ve 5 dakika önce dolmuştan inmiştim. yani en ufak bir tehlike yoktu, dahası; tersi bir durum söz konusu olsaydı bile buna kahramanlık diyemezdik çünkü kurtaran ve kurtarılan aynı kişi olacaktı. bu durumda söylenecek pek bir şey yoktu. paltomu sırtımdan sıyırıp oturma odama doğru yürümeye başladım. gözlerim her zamanki gibi evin alışılmış köşelerinde dolaştı içgüdüsel bir şekilde. ama sanki bir ara, çok kısa bir zaman diliminde gözlerimin ev içindeki yolculuğu kesintiye uğradı. bir şey eksikti. evde olması gereken, her zaman orda olan eşyalardan biri kayıptı. önce ısınıp, bir çay suyu koyup, sonra da bu konuyu çözmeye karar verdim. evimdeki eksikliği giderecektim. ve bugün ikinci kez kendimin kahramanı olacaktım. zamane insanı işte!
çay suyu ocağın üzerinde kendi kendine kaynarken, ben de hem koltuk hem de yatak olarak kullandığım ziyadesiyle fonksiyonel kanepenin üzerine oturdum ve insiyaki bir hareketle bir sigara yaktım. duman içime dolduğunda zihnim canlanmaya başlamış, bedenimdeki soğuk kaynaklı uyuşukluk yerine nikotin kaynaklı bir rahatlamaya bırakmıştı bile. televizyonu açmadım, bir kitap alıp okumaya karar verdim ama kendimi hayal dünyasına kaptıramayacak kadar yorgun ve isteksiz hissediyordum. televizyonu açmaya ve haberleri seyretmeye niyetlendim. haber saatinin gelip gelmediğini anlamak için saatime baktığımda saatimin kolumda olmadığını gördüm. duvara baktım, orda olması gereken duvar saatim de sırra kadem basmıştı. içeri girdiğim anda hissettiğim eksiklik buydu. evdeki saatlerin tümü, yelkovanlarını, akreplerini, üzerlerindeki sayıları, dakikaları, saniyeleri de almış ve gitmişlerdi.
o anda aklıma gelen saatler ortadan kaybolduğunda, her şeylerini alıp evi terk ettiklerinde, ev içinde süregitmesi gereken zamanın devam edip etmeyeceği oldu. mutfağa gittim ve kaynayan suyun bir fotoğraf karesi gibi donmuş olduğunu gördüm, sigaramın ucundaki duman asılı kalmıştı öylece. hiçbir şey hareket etmiyordu, yalnız ben, bu devinimsizliğe mahkûm edilmiş evde dilediğim gibi davranmakta özgür bırakılmış gibiydim. ama zamansız bırakılmış olmak nasıl bir özgürlük olabilirdi? kendimi, yıllarca bir kafesin içinde yaşamış ve bir anda kafesin olmadığını fark etmiş zavallı, çaresiz bir muhabbet kuşu gibi hissediyordum. yıllarca zaman ve mekân duvarları arasına kısılmış yaşayan bir insanın bu duvarlardan birinden yoksun bırakılması nasıl bir eksiklik yaratabilirdi? tahmin edemiyor, etmek bile istemiyordum. zamandan azade yaşamak ona daha fazla bağlanmaktan başka ne olabilirdi ki?
bu yoksunluk dolu özgürlük yanılsamasından kurtulmanın tek yolu vardı. saatlerimi bulmak. saatlerimi bulmak ve kendi kendine kulluk eden bir tanrı olmaktan kurtulmak. yoksa… yoksa kaybolup gitmem, mekâna sarılmış bir siluet olamam an meselesi idi.
fikir yürütmelerim beynime nefes alma fırsatı verdiğinde, bir yerlerden gelen tik takları duydum. sese doğru yürümeye başladım. nabız atışlarım saat seslerine uymuş, adımlarım ağırdan alıyordu. sesler, çıkış kapısına doğru yaklaştıkça hızlanıyor ve kuvvetleniyordu. ama çıkış kapısı yerinde değildi. yerinde ise dalgalanan, şeffaf, dumansı görüntüler vardı. cesaretimi toplayıp ayaklarımda, kapımın olması gereken yerde beni bekleyen hiçliğe doğru yürüdüm. içeriye adımımı attığımda yoğun bir tik tak sesi ve kesif bir yaşlılık kokusu karşıladı beni. yaşlılık kokusu; biraz küf, biraz limon kolonyası, ilaç, naftalin ve bolca toprak… ve sağır edici bir ses… zamanın kokusu ve sesi. insanların korkularının temel nedeni ölümün ayak seslerinin en yankılı, en gür duyulduğu yer burası olmalıydı. burası; zamanın evi…
kafamı ritmik hareketlerle sağa sola çevirip gözlerimin bu olağan dışı duruma alışmasına yardımcı olmaya çalıştım. burası tam bir saat cennetiydi ya da cehennemi ya da mezarlığı ya da hepsi birden. rolexlerin kendini beğenmişlikle etrafa saçılmalarına bozulan ve ellerinde köstekleriyle ortalıkta dolaşan serkisofflar en çok ses çıkaranlardı. swatchlarsa daha canlıydılar ve bir arada dolaşmaktan zevk alıyorlardı. casiolar savaştan yeni dönmüş kahraman edasıyla bir köşede ve saf düzeninde ağırbaşlılıkla, disiplin içinde bekleşiyorlardı. başka başka saatler de vardı ama ben isimlerini bilmiyordum. kimisi zengin kimisi orta halli… hepsi bir şeylerle meşgul…
benim saatlerim ise iki kardeş gibi sırtlarını birbirlerine dayamışlar, uyukluyorlardı. tik takları birbirine karışmış, akrepleri ve yelkovanları birbirlerine sarılmıştı. zamanın göstergesi olan nesnelerin derin bir uyku halinde olması kadar ilginç olan şey çıkardığım seslerden rahatsız olup uyandıklarında ve hafifçe esnedikten sonra bana dostça gülümsemeleriydi. duvar saatim yerinden doğruldu vücudunu da esnettikten sonra bana doğru yaklaşıp; “hoş geldin” dedi. halimi hatırımı sordu. bu hoş geldin seremonisinin bir an önce bitmesini istiyordum. merak ettiğim şeyler vardı ve artık beklemeye sabrım yoktu. kol saatim kendini zamansızlığın kollarında ama yine de zamanı içinde taşıyarak yeni bir uykuya daldı. rüya görüp görmediğini sormak istedimse de bu gözüme o kadar da önemli görünmedi.
duvar saatime sormam gerekenleri sordum. neler oluyor? zaman neden durdu? burada ne işiniz var? ya benim? beni oldukça rahatsız eden ve kendimi küçük bir çocuk gibi hissetmeme neden olan bir ağırbaşlılık ve bilgelikle beni takvim yaprağından yapılmış bir koltuğa oturttu. ve bir bir anlatmaya başladı.
zaman, artık dünyayı ve insanlığı terk etmeye karar vermişti. devrik bir kral olarak evine çekilmiş, maiyetini etrafına toplamış ve dünyayla hoş beşi kesmişti. “ alacak verecek kalmadı” demişti tüm saatlere. onlar da krallarına bazen baş kaldırsalar da çoğu zaman sadık oldukları için toplanıp bu eve, kendi evlerine yerleşmişlerdi. nedense bu durumu garipsememiştim. bana çok doğal geliyordu anlatılanlar.
zamanın durmaya karar vermesinin nedenine gelince. insanlar zamanı bir yarış aracı olarak kullanmaya başlamışlardı. her şeyi hızla yapıp saatlerinin içinde zamanlar biriktiriyorlardı. belli bir miktara ulaşınca da üzerlerindeki tozu silker gibi silkip atıyorlardı zamanı. kronometreler icat etmişlerdi hızlarını onaylatabilmek için. hızına yetişememeye başlamıştı zaman, insanlığın açlığının ve açgözlülüğünün. kum saatleri zaten tarih olmuştu çoktan, zamanı yavaşlattığı düşünüldüğü için sadece süs olarak kullanılıyorlardı ama kimse zamanın hızının sabit olduğunu hesaba katmıyordu.kimse zamanın biriktirilebilecek, sonra da boşa harcanabilecek bir şey olmadığının farkında değildi. ayrıca zamanın yarıdmcılarını, evin bir köşesinde güzel ve nostaljik bir görüntü aracı olarak kullanmanın zamana hakaret olacağını düşünemiyorlardı. zamanın da bir sabrının ve bir kırılma noktasının olduğu hesaba katılmalıydı. fark edemediler, düşünemediler ve hesaba katamadılar... kendileriyle o kadar meşgulüler ki zaman''a yaptıkları nankörlüğü anlayamadılar. bunun bir karşılığı olmalıydı. o kadar eli açık bir kral değildi artık zaman.insanların yararına sunduğu bütün nimetleri geri almaya bunun için de durmaya karar vermişti zaman ve ona engel olabilecek hiçbir güç yoktu, kendini her şeyin üzerinde sana insanlık birden enkaz altında kalmıştı böylelikle ve bu bir intikamdı.
bu kadar hızlı bir anlatımdan sonra saat biraz soluklanmak için sözlerine ara verdi. pillerinin zayıflamaya başladığını ve ancak son soruma yanıt verebilecek kadar süresi kaldığını söyledi. sonra arkadaşıyla dinlenmeye çekilecekti.
benim burada olma nedenimi ise kısaca anlattı. saatlerim onlara iyi davrandığımı, onları anlamak için uğraştığımı zamana anlatmışlardı ve benim gibi birkaç kişi daha zaman evine kabul edilmişti. onlar da tıpkı benim gibi kendi hikâyelerini dinliyorlardı bir yerlerde.
bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. siz, ihanet ettiğiniz zamanın intikamına maruz kalan insanlara zaman evinin içinden sesleniyorum. ihanetiniz bitene kadar, ara sıra güneşe baktığınızda saatlerle dans eden beni görebileceksiniz gökyüzünde. ve ben, devinimsizliğe mahkûm fani bedenlerinizle hayatın orta yerinde dururken siz, insanlar; sizi bağışlaması için zaman, saatleri kurmaya devam edeceğim durmadan. ben kendi kahramanlığıma ulaştım, şimdi sıra sizde.
bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. burada herkes birbirini kovalıyor. benim önümde kimse yok. koşuyorum…
soğuk adeta vücuduma yapışmıştı. yarı donmuş parmaklarımla evimin kapısını açmaya çalışırken, bir yandan da en kısa zamanda eve girip sırtımı en yakın kalorifer peteğine dayamanın hayalini kuruyordum. bir iki denemeden sonra kapıyı açmayı başardım. içeriye girmemle evimin sıcaklığının beni olanca içtenliği ile kucaklaması bir oldu. donmaktan kurtulmuştum. felsefi sorgulamalara girecek durumda olmasam da düşünmeden edemedim. zamane insanın kahramanlıkları ne kadar yüzeysel, tehlikesiz ve bencilceydi.
donmaktan kurtulmak bana bir an için büyük bir başarı gibi gelmişti ama aslında ortada böyle kahramanlığa dair bir savaşım yoktu, bir insanın bedeni bundan katbekat soğuklara dayanabilirdi, kaldı ki evin kapısındaydım ve 5 dakika önce dolmuştan inmiştim. yani en ufak bir tehlike yoktu, dahası; tersi bir durum söz konusu olsaydı bile buna kahramanlık diyemezdik çünkü kurtaran ve kurtarılan aynı kişi olacaktı. bu durumda söylenecek pek bir şey yoktu. paltomu sırtımdan sıyırıp oturma odama doğru yürümeye başladım. gözlerim her zamanki gibi evin alışılmış köşelerinde dolaştı içgüdüsel bir şekilde. ama sanki bir ara, çok kısa bir zaman diliminde gözlerimin ev içindeki yolculuğu kesintiye uğradı. bir şey eksikti. evde olması gereken, her zaman orda olan eşyalardan biri kayıptı. önce ısınıp, bir çay suyu koyup, sonra da bu konuyu çözmeye karar verdim. evimdeki eksikliği giderecektim. ve bugün ikinci kez kendimin kahramanı olacaktım. zamane insanı işte!
çay suyu ocağın üzerinde kendi kendine kaynarken, ben de hem koltuk hem de yatak olarak kullandığım ziyadesiyle fonksiyonel kanepenin üzerine oturdum ve insiyaki bir hareketle bir sigara yaktım. duman içime dolduğunda zihnim canlanmaya başlamış, bedenimdeki soğuk kaynaklı uyuşukluk yerine nikotin kaynaklı bir rahatlamaya bırakmıştı bile. televizyonu açmadım, bir kitap alıp okumaya karar verdim ama kendimi hayal dünyasına kaptıramayacak kadar yorgun ve isteksiz hissediyordum. televizyonu açmaya ve haberleri seyretmeye niyetlendim. haber saatinin gelip gelmediğini anlamak için saatime baktığımda saatimin kolumda olmadığını gördüm. duvara baktım, orda olması gereken duvar saatim de sırra kadem basmıştı. içeri girdiğim anda hissettiğim eksiklik buydu. evdeki saatlerin tümü, yelkovanlarını, akreplerini, üzerlerindeki sayıları, dakikaları, saniyeleri de almış ve gitmişlerdi.
o anda aklıma gelen saatler ortadan kaybolduğunda, her şeylerini alıp evi terk ettiklerinde, ev içinde süregitmesi gereken zamanın devam edip etmeyeceği oldu. mutfağa gittim ve kaynayan suyun bir fotoğraf karesi gibi donmuş olduğunu gördüm, sigaramın ucundaki duman asılı kalmıştı öylece. hiçbir şey hareket etmiyordu, yalnız ben, bu devinimsizliğe mahkûm edilmiş evde dilediğim gibi davranmakta özgür bırakılmış gibiydim. ama zamansız bırakılmış olmak nasıl bir özgürlük olabilirdi? kendimi, yıllarca bir kafesin içinde yaşamış ve bir anda kafesin olmadığını fark etmiş zavallı, çaresiz bir muhabbet kuşu gibi hissediyordum. yıllarca zaman ve mekân duvarları arasına kısılmış yaşayan bir insanın bu duvarlardan birinden yoksun bırakılması nasıl bir eksiklik yaratabilirdi? tahmin edemiyor, etmek bile istemiyordum. zamandan azade yaşamak ona daha fazla bağlanmaktan başka ne olabilirdi ki?
bu yoksunluk dolu özgürlük yanılsamasından kurtulmanın tek yolu vardı. saatlerimi bulmak. saatlerimi bulmak ve kendi kendine kulluk eden bir tanrı olmaktan kurtulmak. yoksa… yoksa kaybolup gitmem, mekâna sarılmış bir siluet olamam an meselesi idi.
fikir yürütmelerim beynime nefes alma fırsatı verdiğinde, bir yerlerden gelen tik takları duydum. sese doğru yürümeye başladım. nabız atışlarım saat seslerine uymuş, adımlarım ağırdan alıyordu. sesler, çıkış kapısına doğru yaklaştıkça hızlanıyor ve kuvvetleniyordu. ama çıkış kapısı yerinde değildi. yerinde ise dalgalanan, şeffaf, dumansı görüntüler vardı. cesaretimi toplayıp ayaklarımda, kapımın olması gereken yerde beni bekleyen hiçliğe doğru yürüdüm. içeriye adımımı attığımda yoğun bir tik tak sesi ve kesif bir yaşlılık kokusu karşıladı beni. yaşlılık kokusu; biraz küf, biraz limon kolonyası, ilaç, naftalin ve bolca toprak… ve sağır edici bir ses… zamanın kokusu ve sesi. insanların korkularının temel nedeni ölümün ayak seslerinin en yankılı, en gür duyulduğu yer burası olmalıydı. burası; zamanın evi…
kafamı ritmik hareketlerle sağa sola çevirip gözlerimin bu olağan dışı duruma alışmasına yardımcı olmaya çalıştım. burası tam bir saat cennetiydi ya da cehennemi ya da mezarlığı ya da hepsi birden. rolexlerin kendini beğenmişlikle etrafa saçılmalarına bozulan ve ellerinde köstekleriyle ortalıkta dolaşan serkisofflar en çok ses çıkaranlardı. swatchlarsa daha canlıydılar ve bir arada dolaşmaktan zevk alıyorlardı. casiolar savaştan yeni dönmüş kahraman edasıyla bir köşede ve saf düzeninde ağırbaşlılıkla, disiplin içinde bekleşiyorlardı. başka başka saatler de vardı ama ben isimlerini bilmiyordum. kimisi zengin kimisi orta halli… hepsi bir şeylerle meşgul…
benim saatlerim ise iki kardeş gibi sırtlarını birbirlerine dayamışlar, uyukluyorlardı. tik takları birbirine karışmış, akrepleri ve yelkovanları birbirlerine sarılmıştı. zamanın göstergesi olan nesnelerin derin bir uyku halinde olması kadar ilginç olan şey çıkardığım seslerden rahatsız olup uyandıklarında ve hafifçe esnedikten sonra bana dostça gülümsemeleriydi. duvar saatim yerinden doğruldu vücudunu da esnettikten sonra bana doğru yaklaşıp; “hoş geldin” dedi. halimi hatırımı sordu. bu hoş geldin seremonisinin bir an önce bitmesini istiyordum. merak ettiğim şeyler vardı ve artık beklemeye sabrım yoktu. kol saatim kendini zamansızlığın kollarında ama yine de zamanı içinde taşıyarak yeni bir uykuya daldı. rüya görüp görmediğini sormak istedimse de bu gözüme o kadar da önemli görünmedi.
duvar saatime sormam gerekenleri sordum. neler oluyor? zaman neden durdu? burada ne işiniz var? ya benim? beni oldukça rahatsız eden ve kendimi küçük bir çocuk gibi hissetmeme neden olan bir ağırbaşlılık ve bilgelikle beni takvim yaprağından yapılmış bir koltuğa oturttu. ve bir bir anlatmaya başladı.
zaman, artık dünyayı ve insanlığı terk etmeye karar vermişti. devrik bir kral olarak evine çekilmiş, maiyetini etrafına toplamış ve dünyayla hoş beşi kesmişti. “ alacak verecek kalmadı” demişti tüm saatlere. onlar da krallarına bazen baş kaldırsalar da çoğu zaman sadık oldukları için toplanıp bu eve, kendi evlerine yerleşmişlerdi. nedense bu durumu garipsememiştim. bana çok doğal geliyordu anlatılanlar.
zamanın durmaya karar vermesinin nedenine gelince. insanlar zamanı bir yarış aracı olarak kullanmaya başlamışlardı. her şeyi hızla yapıp saatlerinin içinde zamanlar biriktiriyorlardı. belli bir miktara ulaşınca da üzerlerindeki tozu silker gibi silkip atıyorlardı zamanı. kronometreler icat etmişlerdi hızlarını onaylatabilmek için. hızına yetişememeye başlamıştı zaman, insanlığın açlığının ve açgözlülüğünün. kum saatleri zaten tarih olmuştu çoktan, zamanı yavaşlattığı düşünüldüğü için sadece süs olarak kullanılıyorlardı ama kimse zamanın hızının sabit olduğunu hesaba katmıyordu.kimse zamanın biriktirilebilecek, sonra da boşa harcanabilecek bir şey olmadığının farkında değildi. ayrıca zamanın yarıdmcılarını, evin bir köşesinde güzel ve nostaljik bir görüntü aracı olarak kullanmanın zamana hakaret olacağını düşünemiyorlardı. zamanın da bir sabrının ve bir kırılma noktasının olduğu hesaba katılmalıydı. fark edemediler, düşünemediler ve hesaba katamadılar... kendileriyle o kadar meşgulüler ki zaman''a yaptıkları nankörlüğü anlayamadılar. bunun bir karşılığı olmalıydı. o kadar eli açık bir kral değildi artık zaman.insanların yararına sunduğu bütün nimetleri geri almaya bunun için de durmaya karar vermişti zaman ve ona engel olabilecek hiçbir güç yoktu, kendini her şeyin üzerinde sana insanlık birden enkaz altında kalmıştı böylelikle ve bu bir intikamdı.
bu kadar hızlı bir anlatımdan sonra saat biraz soluklanmak için sözlerine ara verdi. pillerinin zayıflamaya başladığını ve ancak son soruma yanıt verebilecek kadar süresi kaldığını söyledi. sonra arkadaşıyla dinlenmeye çekilecekti.
benim burada olma nedenimi ise kısaca anlattı. saatlerim onlara iyi davrandığımı, onları anlamak için uğraştığımı zamana anlatmışlardı ve benim gibi birkaç kişi daha zaman evine kabul edilmişti. onlar da tıpkı benim gibi kendi hikâyelerini dinliyorlardı bir yerlerde.
bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. siz, ihanet ettiğiniz zamanın intikamına maruz kalan insanlara zaman evinin içinden sesleniyorum. ihanetiniz bitene kadar, ara sıra güneşe baktığınızda saatlerle dans eden beni görebileceksiniz gökyüzünde. ve ben, devinimsizliğe mahkûm fani bedenlerinizle hayatın orta yerinde dururken siz, insanlar; sizi bağışlaması için zaman, saatleri kurmaya devam edeceğim durmadan. ben kendi kahramanlığıma ulaştım, şimdi sıra sizde.
devamını gör...
normal sözlük 800'ler kulübü
ooo kulübüm varmış da haberim yokmuş hell yeaah.(bkz: swh) ayrıca beni vip üye yapın arkadaşım 4. turu dönüyorum, skandal! dağıtırım lan bu kulübü.*
devamını gör...
herkes mahlasına yakışanı yapsın
tamam, alın biletimi. hemen gidiyorum, bir daha dönüş yapmamak üzere hem de.*
devamını gör...
orta çağ'da yaşayacak olsan yapacağın meslek
kilisedeki tiyatrocu olurdum.
devamını gör...
her şeyi bilen insan
herşey bilinemez elbette ancak bazıları çok uğraşıp, çok öğreniyor.
ee tabi o da sora sora öğreniyor.
burada gerçekten bilen ile blöf yapanı ayırt etmenin püf noktası ; egosunu ölçmek, ego varsa saf bilgi yoktur.
ee tabi o da sora sora öğreniyor.
burada gerçekten bilen ile blöf yapanı ayırt etmenin püf noktası ; egosunu ölçmek, ego varsa saf bilgi yoktur.
devamını gör...
arka sokaklar
bir ara rıza komseri çöp kutusuna koyup patlatmışlardı yine de ölmemişti bence türkiyenin gelmiş geçmiş en fantastik dizisi.
devamını gör...
kız kalesi
fatih sultan mehmed’in oğlu cem sultan'ın 1481 tarihinde yenişehir ovası’nda ağabeyi sultan 2.bayezid ile yaptığı savaşı kaybetmesi üzerine yanına ailesini de alarak yaklaşık 30 kadar adamıyla 16 temmuz 1482’ de kızkalesi limanına indiği ve burada birkaç gün kaldığı; ardından anamur, adana, halep, kahire ve oradan da hac için hicaz'a gittiği rivayet edilir...
devamını gör...
tycho krateri
ay'a baktığımızda gördüğümüz, ismini danimarkalı astronom tycho brahe'den alan ve uydumuzun en aydınlık bölgesinde bulunankraterlerden biri.
kraterin ay üzerindeki yeri:
solarsystem.nasa.gov/intern...
yakından görünüşü:

(görseller nasa. gov'dan alıntıdır.)
dikkat ederseniz ilk fotoğrafta kraterden çıkıp dışarıya doğru uzanan beyaz yollar göreceksiniz. işte yol gibi görünen o uzantılar, kraterin oluşmasına neden olan çarpışmanın, kraterden dışarıya doğru fırlattığı kayalar.
kraterin orta kısmında gördüğünüz yükseltinin boyu yaklaşık 2 kilometre. kraterin çapı ise 85 kilometre kadar. beyaz "yolların" uzunluğu ise 1500 kilometreye kadar çıkıyor.
bu krateri görmek için en iyi zaman dolunay evresi değil çünkü o evrede ay yüzeyi son derece aydınlık oluyor, güneş ışığını da tam karşıdan alıyor. bu durum, kraterin gölgede kalan herhangi bir kısmının olmamasına ve dümdüz beyaz bir bölge gibi görünmesine neden oluyor. en iyi gözlem zamanı -bu krater için- ay'ın şişkin dediğimiz * evresi.
kraterin ay üzerindeki yeri:
solarsystem.nasa.gov/intern...
yakından görünüşü:

(görseller nasa. gov'dan alıntıdır.)
dikkat ederseniz ilk fotoğrafta kraterden çıkıp dışarıya doğru uzanan beyaz yollar göreceksiniz. işte yol gibi görünen o uzantılar, kraterin oluşmasına neden olan çarpışmanın, kraterden dışarıya doğru fırlattığı kayalar.
kraterin orta kısmında gördüğünüz yükseltinin boyu yaklaşık 2 kilometre. kraterin çapı ise 85 kilometre kadar. beyaz "yolların" uzunluğu ise 1500 kilometreye kadar çıkıyor.
bu krateri görmek için en iyi zaman dolunay evresi değil çünkü o evrede ay yüzeyi son derece aydınlık oluyor, güneş ışığını da tam karşıdan alıyor. bu durum, kraterin gölgede kalan herhangi bir kısmının olmamasına ve dümdüz beyaz bir bölge gibi görünmesine neden oluyor. en iyi gözlem zamanı -bu krater için- ay'ın şişkin dediğimiz * evresi.
devamını gör...
merdumlar baskında radyo yayını
biz sonradan geldik merdumkaptan, biz geldik ortam bozuldu mu?
devamını gör...
fırsat verilse gidilecek ülke
(bkz: isviçre)
üç yıldır hayallerimi süslüyo.. yurtta ki oda arkadaşım orada yaşıyor şu an, kızda ki şansın %1' i bende olsa keşke...
üç yıldır hayallerimi süslüyo.. yurtta ki oda arkadaşım orada yaşıyor şu an, kızda ki şansın %1' i bende olsa keşke...
devamını gör...
ilk spekülatif büyük loca
gri kentin beyefendi yazarı güngör öcalın ikinci kitabı “ilk spekülatif büyük loca” geçtiğimiz aylarda çıktı. ilk kitabı olan türk masonluğunu sanırım 3 yıl kadar önce kendisinden imzalı olarak almıştım ve arkasından kitap hakkında uzunca bir sohbetimiz olmuştu. son derece türkçeye hakim, entellektüel, araştırmacı ve burası önemli ki kolay kolay bunu söylemem; benden çok daha kibar bir beyefendidir. kibarlık hususunda kendisiyle yarışırım. kaybederim ama gururlu bir ikincilik alırım.
ikinci kitabını yine adıma imzalı olarak aldım. tatil dönemine denk gelmesi nedeniyle kısa sürede okuyup bitirme fırsatı buldum. ilk kitabında “masonluk” tarihi hakkında detaylı bilgiler veren yazarın kitabı; adeta bir kaynak kitap, bilgi kaynağı olarak okuyuculara sunulmuştur. kapalı bir yapı olarak bilinen ve benim de hakkında çok bilgiye sahip olmadığım bu alanı okuyup, sohbetler edip bir nebze olsun konu hakkında aydınlanmama vesile olan yazar güngör öcal’a çok teşekkür ediyorum.
yazar emekli bir deniz subayıdır. uzun yıllar donanma ve nato’da görev yapmıştır. emekli olduktan sonra, araştırma ve yazma gibi önemli bir alanı, kitap ve yazılarında derinlemesine işlemiştir.
gelelim kitaba;
yok öyle çok spoiler. sonra okumuyonuz. ancak ilk kitabında türk masonluk tarihini okuyucularına aktaran yazar, bu kitabı ile dünyada masonluğun yapısı ve değişimini, belge ve kaynaklara dayanarak sunuyor diyebiliriz. m.ö 7 yy kurulan ve adına “kolejler” denilen masonluk yapısının ilk örgütlenmesinden, ingiltere büyük locasına, operatif masonluktan, spekülatif yapıya kadar geniş bir alana ışık tutuyor.
kitabın ilk sayfasına bir francis bacon sözüyle başlıyor ve tarihin sayfalarına doğru sizleri bir yolculuğa çıkarıyor. kitabın dili ise müthiş. okuyunca “kendi dilimize ihanet etmiş” gibi hissettim. oysa bilirim dillerin önemini. yazarın türkçeyi kullanma şeklini takdir ettim.
masonluk üzerine okumalar yapmış olsam da, hala bu yapının neden bu kadar kapalı olduğuna dair bir bilgim yok. saçma sapan amerikan filmleri, provakatif kitaplar ise zaten gerçeği yansıtmıyor. dan brown kitaplarına hiç girmeyelim zira “yok len öyle bir dünya.”
gelenekleri nelerdir? sembolleri gerçekten ne anlam taşır? amaçları nelerdir gibi sorular hala aklımda. bu anlamıyla yazar güngör öcal üçüncü kitabının çalışmalarına başlamış. tarihi ve değişim sürecini okuyuculara anlatan yazar, üzerinde çalıştığı üçüncü kitabı ile bu sorulara cevaplar arayacağını söyledi.
umarım serinin üçüncü kitabını da adıma imzalı alır ve bir kahve eşliğinde tekrar sohbet edebilme imkanı bulurum.
kitabın görseli;

ifşanın görseli;
böyle mahlas seçersem olacağı budur.
ikinci kitabını yine adıma imzalı olarak aldım. tatil dönemine denk gelmesi nedeniyle kısa sürede okuyup bitirme fırsatı buldum. ilk kitabında “masonluk” tarihi hakkında detaylı bilgiler veren yazarın kitabı; adeta bir kaynak kitap, bilgi kaynağı olarak okuyuculara sunulmuştur. kapalı bir yapı olarak bilinen ve benim de hakkında çok bilgiye sahip olmadığım bu alanı okuyup, sohbetler edip bir nebze olsun konu hakkında aydınlanmama vesile olan yazar güngör öcal’a çok teşekkür ediyorum.
yazar emekli bir deniz subayıdır. uzun yıllar donanma ve nato’da görev yapmıştır. emekli olduktan sonra, araştırma ve yazma gibi önemli bir alanı, kitap ve yazılarında derinlemesine işlemiştir.
gelelim kitaba;
yok öyle çok spoiler. sonra okumuyonuz. ancak ilk kitabında türk masonluk tarihini okuyucularına aktaran yazar, bu kitabı ile dünyada masonluğun yapısı ve değişimini, belge ve kaynaklara dayanarak sunuyor diyebiliriz. m.ö 7 yy kurulan ve adına “kolejler” denilen masonluk yapısının ilk örgütlenmesinden, ingiltere büyük locasına, operatif masonluktan, spekülatif yapıya kadar geniş bir alana ışık tutuyor.
kitabın ilk sayfasına bir francis bacon sözüyle başlıyor ve tarihin sayfalarına doğru sizleri bir yolculuğa çıkarıyor. kitabın dili ise müthiş. okuyunca “kendi dilimize ihanet etmiş” gibi hissettim. oysa bilirim dillerin önemini. yazarın türkçeyi kullanma şeklini takdir ettim.
masonluk üzerine okumalar yapmış olsam da, hala bu yapının neden bu kadar kapalı olduğuna dair bir bilgim yok. saçma sapan amerikan filmleri, provakatif kitaplar ise zaten gerçeği yansıtmıyor. dan brown kitaplarına hiç girmeyelim zira “yok len öyle bir dünya.”
gelenekleri nelerdir? sembolleri gerçekten ne anlam taşır? amaçları nelerdir gibi sorular hala aklımda. bu anlamıyla yazar güngör öcal üçüncü kitabının çalışmalarına başlamış. tarihi ve değişim sürecini okuyuculara anlatan yazar, üzerinde çalıştığı üçüncü kitabı ile bu sorulara cevaplar arayacağını söyledi.
umarım serinin üçüncü kitabını da adıma imzalı alır ve bir kahve eşliğinde tekrar sohbet edebilme imkanı bulurum.
kitabın görseli;

ifşanın görseli;
böyle mahlas seçersem olacağı budur.
devamını gör...
çaylak olduğu halde tanım girmek
silik yazıları okuyamayanların olduğunu öğrendiğimiz başlık. literatürde bu hastalığa yalancı miyop denilir. (bkz: yalancı miyop)
devamını gör...