ilk öpüşme
insanın içinde uçan adam sabri edasıyla bir oraya bir buraya uçmasını sağlayan ilk eylemdir. *
devamını gör...
günün sözü
hiç dikkat ettin mi?
sende olmayan şey sürekli aklındadır. sahip olduğunda da unutur ve kanıksamaya başlarsın.
oslo
sende olmayan şey sürekli aklındadır. sahip olduğunda da unutur ve kanıksamaya başlarsın.
oslo
devamını gör...
türkiye'de cahille sohbeti kesmenin imkansız olması
her insanın cahil olduğu konu/konular vardır. misal benle saatlerce biyoloji konusunda konuşun, muhtemelen aval aval suratınıza bakmaktan başka bir şey yapmayacağım.
burada başlık ‘genel olarak cahil’ kabuk edilen insanlar. sanırım ana kriter de siyaset. o insanlarla da siyaset konuşmayıverin. kendinizin ve onun canını sıkmaktan başka bir işe yaramaz çünkü. biraz sabırlı olursanız, o kişilerle de hoşunuza gidecek başka konularda hoş bir sohbet geçirebilirsiniz.
biri hoşlanmadığım veya farklı görüşte olduğumuz ve ne yaparsak yapalım ortak nokta bulamayacağım kişilerde bu yöntemi uyguluyorum. nazikçe konuyu kapatıp, farklı konularda sohbet etmeye çalışıyorum.
burada başlık ‘genel olarak cahil’ kabuk edilen insanlar. sanırım ana kriter de siyaset. o insanlarla da siyaset konuşmayıverin. kendinizin ve onun canını sıkmaktan başka bir işe yaramaz çünkü. biraz sabırlı olursanız, o kişilerle de hoşunuza gidecek başka konularda hoş bir sohbet geçirebilirsiniz.
biri hoşlanmadığım veya farklı görüşte olduğumuz ve ne yaparsak yapalım ortak nokta bulamayacağım kişilerde bu yöntemi uyguluyorum. nazikçe konuyu kapatıp, farklı konularda sohbet etmeye çalışıyorum.
devamını gör...
takipçi
pek sayın yazarları takip eden çok sevgili yazar kişileri.
iki yukarı bir aşağı yuvarlanıp gidiyoruz. birileri gidip birileri geliyor. gidenler kim bilemiyorum tabi aslında günlük yoklama çekebilsek güzel olurdu. * şaka tabi ya. ilgisini kaybetmiştir ya da hoşuna gitmeyen bir tanım girmişimdir gitmiştir. ayağına taş değmesindir, yolu açık olsundur.
bu ara pek akışta dolanmıyorum haliyle pek yeni kimseyle tanışma fırsatım olmuyor. bu yüzden duragan. normalde akışta gördüğüm başlıkları okur dikkatimi çekenleri beğenir böylece bir etkileşime girerdik. şimdi aklıma gelen başlıkları aratıyor oraya yazıyor ve sadece takip bölümünde okuyup beğeniyorum.
bu sıra modumuz bu. bir ara yine akışta akar etkileşimin anasını ağlatırız. hadi bakalım ben kaçar.
iki yukarı bir aşağı yuvarlanıp gidiyoruz. birileri gidip birileri geliyor. gidenler kim bilemiyorum tabi aslında günlük yoklama çekebilsek güzel olurdu. * şaka tabi ya. ilgisini kaybetmiştir ya da hoşuna gitmeyen bir tanım girmişimdir gitmiştir. ayağına taş değmesindir, yolu açık olsundur.
bu ara pek akışta dolanmıyorum haliyle pek yeni kimseyle tanışma fırsatım olmuyor. bu yüzden duragan. normalde akışta gördüğüm başlıkları okur dikkatimi çekenleri beğenir böylece bir etkileşime girerdik. şimdi aklıma gelen başlıkları aratıyor oraya yazıyor ve sadece takip bölümünde okuyup beğeniyorum.
bu sıra modumuz bu. bir ara yine akışta akar etkileşimin anasını ağlatırız. hadi bakalım ben kaçar.
devamını gör...
mr. sunshine
dizi, 24 bölüm olup bir bölümün ortalama süresi 74 dakikadır. netflix’de yayınlanmaktadır.
1871 yılında abd’nin joseon’a (şimdiki adıyla güney kore) yaptığı bir sefer sırasında kore'de bir kölenin çocuğu olan eugene choi amerika’ya kaçar. ilerleyen yıllarda japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmek istemesi üzerine amerika, kore’ye asker gönderir. eugene choi, yıllar sonra amerikalı bir subay olarak kore’ye geri döner.
go ae-shin, koreli bir soylunun torunudur. kore’yi müdafaa eden bir sivil birliğin parçasıdır.
goo dong-mae, insanların karşısında durmaktan çekindiği bir samuraydır. kendi birliği vardır.
kim hui-seong, kore'nin o dönem imparatordan sonra en zengin ailesinin veliahtıdır. go ae-shin’nin nişanlısıdır*.
dizi, bu 4 ana karakterin çevresinde gerçekleşir.
diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşüm aşağıdadır.
şimdiye kadar yorumladığım hiçbir dizi de puanlamamı önden yapmadım, bu ilk olsun. diziye puanım 10/10.
izlediğim en iyi kore dizisidir. gariptir bu diziyi yayınladığı dönem* netflix’de sürekli görmeme rağmen konusunu düzgün okumadığımdan zaman yolculuğu yapan bir askerin joseon’da yaşadıkları gibi bir konusu olduğunu düşünüyordum. eugene choi’nin netflix’deki o görkemli havası bana bunu anımsatmıştı ama ciddi bir dizi olduğunun da farkındaydım. öncelikle ilk sandığım şey külliyen yanlıştı fakat tutturduğum tek kısım bu dizinin gerçekten ciddi bir dizi olduğuydu.
izlemek için yıllarca erteledim, ta ki geçen sene mart ayına kadar. zengin oppa, fakir kız hikayelerinden sıkıldığım bir dönem uzun zamandır bakıştığım bu diziyi açtım. ilk fark ettiğim şey zaman yolculuğuyla uzaktan yakından alakası olmadığıydı. farklı bir şeydi. çekim teknikleri ve senaryosu diziden çok bir filmi andırıyordu ve izlemeye devam ettim.
dizi, japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmeye çalışmasını kurgulayarak anlatıyor. merak edip araştırdığımda bazı olayların gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendim. dizide de adı zikredilen bazı hainlerin gerçekten yaşadıkları, ülkelerini parsel parsel nasıl sattıklarını öğrendim. insanların nasıl sefalete sürüklendiğini gördüm ama tabi ki tarih dizilerden öğrenilmez o nedenle bu kısmı burada bırakıyorum, çünkü karakterlere değinmek istiyorum.
eugene choi, bir kölenin çocuğu. gördüğü zulümlerin ardından amerikalı bir misyonerle birlikte amerika’ya kaçıyor. orada kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor, büyüyor ve amerikalı bir asker oluyor. kader bu ya doğduğu ülkesine bu sefer amerikalı bir subay olarak geri dönüyor. spoiler vermeden şöyle anlatayım, hiçbir yere ait olamayan biri olarak görüyorum eugene’i. amerika’da bir koreli, kore’de bir amerikalı.
go ae-shin, bir soylunun torunu. ailesini kaybettikten sonra dedesinin himayesinde, dedesinin istediği şekilde yaşaması istenen biri. doğuştan bir hanımefendi olmalıydı ama onun için ülkesinin bu durumu için bir şeyler yapmak ideal torun olmasının ötesindeydi. kore’yi müdafaa eden sivil bir birliğe katıldı. eugene choi ile de yolu burada kesişti.
goo dong-mae, insanların bakmaktan dahi çekindiği bir samuray. katanası keskin. birliği bir çeşit mafya gibi. spoiler vermeden bu karakteri anlatmam mümkün değil sanırım ama seviyorum kendisini*.
kim hui-seong, o da go ae-shin gibi bir soylunun torunu. ailesi o dönem kore’deki en zengin aile. go ae-shin’nin nişanlısı. ikisinin dedeleri çocukken nişanlamışlar bu iki insanı. birbirlerini hiç görmemişler, hiç akıllarına getirmemişler. spoiler vermeden diyebileceğim tek şey bu genç adam zengin ve havalı biri olmaktan çok daha fazlası*.
başta da belirttiğim gibi, diziye puanım 10/10. eğer 24 bölüm boyunca her bölümü film gibi bir dizi izlemek istiyorsanız bu diziyi kesinlikle öneririm, tarihi yönüyle beraber epik bir aşk hikayesi. oyunculardan çekim tekniklerine bu diziyle alakalı her şey çok iyi, hatta izlediklerimin en iyisi. bakmaya doyamadığım sahneleri vardı.
soundtracklerini dinleyene kadar korece herhangi bir şarkı dinlememiştim. benim için bu alanda bir ilk oldu ve halen dinlemeye devam ederim soundtracklerini. dinlemenizi mutlaka öneririm.
çok uzattığımın farkındayım ama bu diziyle aramda duygusal bir bağ var. belki o dönem yaşadıklarım da duygusal bir bağ kurmamda etkili olmuştur, bilmiyorum. diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşlerim bu kadar, okumaya devam etmek isteyenler için aşağıdaki görüşlerim çok ağır spoiler içerir.
şimdiye kadar gözyaşı döktüğüm, hıçkıra hıçkıra ağladığım tek dizidir. bu diziyi sonunu bile bile izledim. dizi içinde bol bol yapılan sad ending göndermeleri olsun, yediğim sağlam spoiler olsun izlemeye devam ettim. çünkü hikayesini sevdim, karakterlerini sevdim, anlatmak istediği aşk hikayesini sevdim.
eugene ile ae-shin’nin birbirlerine yavaş yavaş ama bir o kadar güçlü aşık olma kısmı çok güzeldi. sonu mutlu bitmedi belki bu hikayenin ama kafamın içinde mutlular ve o zalım senarist benden bunu alamaz.
eugene'nin hiçbir yere ait olamaması dizinin temasını oluşturuyor bir bakıma. amerika'da bir subayken kore'ye de koreli olduğu için gönderiliyor zaten. kore'de de amerikalı bir subay olduğu için insanların garip tepkisiyle karşılaşıyor. yardımcısıyla, amerika'ya kaçması için yardım eden koreli amcayla, onu amerika'da yetiştiren misyoner amcayla ve subay arkadaşıyla ilişkilerini çok sevdim. bu insanlar eugene'nin eviydi ae-shin ile birlikte. dong-mae ve hui-seong ile olan dostlukları eşsizdi. üçü de birbirinden zıt fakat bir o kadar uyumlu. dizide bu üç arkadaşın sahnelerini izlemeyi çok sevmiştim.
goo dong-mae, içi yanık samurayım. gözler kalbin aynasıdır sözü üzerine yazılmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. kötü çocuk imajının altında için için yanması beni çok etkilemişti. kasabın oğlu olarak hayvan kadar bile olmayan değeri onun samurayların içinde kendine yeni bir hayat kurmaya itti. geri dönüp ailesini aşağılayanlardan aldığı intikam içimi soğutmuştu. ae-shin'e olan aşkı kazanılmadan kaybedilmiş bir savaş gibiydi. sımsıkı sarılmak istedim diziyi izlediğim süre boyunca.
kim hui-seong, benim kişisel favorim. birçok kişi gibi eugene ve dong-mae'yi seviyorum ama benim için hui-seong'un yeri ayrı. kendisi ae-shin’nin nişanlısı. yurtdışında okuyor. bu nedenle yıllarca nişanlısını görmemiş, aslında umurunda da değil nişanlı olup olmadığı. ta ki ae-shin'ni görene kadar. ilk görüşte aşk onunkisi. çok saf ve temiz duygularla seviyor ae-shin'i ve ae-shin'nin onu sevmediğinin de farkında. fakat buna rağmen onu korumak, kollamak için elinden gelen ne varsa yapmaya hazır. edebiyattan anlamam ama bir anda şair gibi biri oluyor. işe yaramaz ama güzel şeyleri seviyor çiçekler, yıldızlar ve ay gibi. kendisi böyle ifade ediyor sevdiği şeyleri. diziyi bitirdiğimden beri çiçek diyince aklıma kendisi gelir. ailesi o dönem kore'nin en zengin ailesi fakat ailesinin görüşleri kendi görüşleriyle uyuşmuyor. içten içe çevresine karşı hep bir mahcubiyeti var bu yüzden. başlarda bu çok görülmese de ilerleyen zamanlarda ailesinin yaptığı haksızlıkları telafi etmeye çalışması çok hoşuma gitmişti*. dışarıdan tam bir playboy gibi görülse de içten içe öyle olmadığını biliyorsunuz, sonrasında bunu kendi de gösteriyor zaten. hakkında ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi düşündüğümden burada bitiriyorum yazdıklarımı.
finalde bu 3 adamın da ölümünde çok ağladım. eugene’nin öleceğini spoiler yediğim için biliyordum ama bildiğim halde hıçkıra hıçkıra ağladım, kendimi hayıır derken bulduğumu hatırlıyorum. dong-mae ve hui-seong’un öleceklerini bilmiyordum ve en azından biriniz bari yaşasaydı diye ağlamaya devam ettim. zaten bir kere ağlamaya başlayınca tutamadım kendimi. eğer biraz daha kolay ağlayabilen biri olsaydım finale gelene kadar gözlerimin dolduğu çok yer vardı.
kardeşimin de dikkatini çekmiş içimdekibalina abla sen ağlıyor musun, neden ağlıyorsun? diye sordu bölümü izlerken. bir yandan ağlarken cevap vermeye çalışıyorum, diğer yandan izlemeye çalışıyorum. hemen gitmiş o dönem evde olmayan ablamı aramış böyle böyle diye. bu da diziyle ilgili bir anımdır*.
dizi kendi de defalarca bize söylediği gibi sad ending * ile bitti. mutsuz sonlardan nefret ederim ama içimi yakarak kabul ediyorum dizinin bu şekilde bitmesi gerektiğini. yine de eugene, dong-mae ve hui-seong'dan en az birinin yaşıyor olmasını isterdim.
gerek oyuncuları olsun -ki oyuncular nokta atışı olmuş, hiçbir karakteri başka bir oyuncunun canlandırabileceğini düşünmüyorum kesinlikle-, gerek teknik detayları olsun benim için 10/10 bir dizidir.
sözlerime diziden bir replikle nokta koymak istiyorum.
"çiçekleri görmenin iki yolu vardır. ya bir vazoya koyarsın ya da onlarla bir yolda buluşmak için yola çıkarsın. ben ikincisini yapmayı seçiyorum. bu benim açımdan tatsız olacak, çünkü seçtiğim yolda hiç çiçek olmayacak."
düzenleme: imla hataları ve anlatım bozuklukları düzeltildi.
1871 yılında abd’nin joseon’a (şimdiki adıyla güney kore) yaptığı bir sefer sırasında kore'de bir kölenin çocuğu olan eugene choi amerika’ya kaçar. ilerleyen yıllarda japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmek istemesi üzerine amerika, kore’ye asker gönderir. eugene choi, yıllar sonra amerikalı bir subay olarak kore’ye geri döner.
go ae-shin, koreli bir soylunun torunudur. kore’yi müdafaa eden bir sivil birliğin parçasıdır.
goo dong-mae, insanların karşısında durmaktan çekindiği bir samuraydır. kendi birliği vardır.
kim hui-seong, kore'nin o dönem imparatordan sonra en zengin ailesinin veliahtıdır. go ae-shin’nin nişanlısıdır*.
dizi, bu 4 ana karakterin çevresinde gerçekleşir.
diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşüm aşağıdadır.
şimdiye kadar yorumladığım hiçbir dizi de puanlamamı önden yapmadım, bu ilk olsun. diziye puanım 10/10.
izlediğim en iyi kore dizisidir. gariptir bu diziyi yayınladığı dönem* netflix’de sürekli görmeme rağmen konusunu düzgün okumadığımdan zaman yolculuğu yapan bir askerin joseon’da yaşadıkları gibi bir konusu olduğunu düşünüyordum. eugene choi’nin netflix’deki o görkemli havası bana bunu anımsatmıştı ama ciddi bir dizi olduğunun da farkındaydım. öncelikle ilk sandığım şey külliyen yanlıştı fakat tutturduğum tek kısım bu dizinin gerçekten ciddi bir dizi olduğuydu.
izlemek için yıllarca erteledim, ta ki geçen sene mart ayına kadar. zengin oppa, fakir kız hikayelerinden sıkıldığım bir dönem uzun zamandır bakıştığım bu diziyi açtım. ilk fark ettiğim şey zaman yolculuğuyla uzaktan yakından alakası olmadığıydı. farklı bir şeydi. çekim teknikleri ve senaryosu diziden çok bir filmi andırıyordu ve izlemeye devam ettim.
dizi, japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmeye çalışmasını kurgulayarak anlatıyor. merak edip araştırdığımda bazı olayların gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendim. dizide de adı zikredilen bazı hainlerin gerçekten yaşadıkları, ülkelerini parsel parsel nasıl sattıklarını öğrendim. insanların nasıl sefalete sürüklendiğini gördüm ama tabi ki tarih dizilerden öğrenilmez o nedenle bu kısmı burada bırakıyorum, çünkü karakterlere değinmek istiyorum.
eugene choi, bir kölenin çocuğu. gördüğü zulümlerin ardından amerikalı bir misyonerle birlikte amerika’ya kaçıyor. orada kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor, büyüyor ve amerikalı bir asker oluyor. kader bu ya doğduğu ülkesine bu sefer amerikalı bir subay olarak geri dönüyor. spoiler vermeden şöyle anlatayım, hiçbir yere ait olamayan biri olarak görüyorum eugene’i. amerika’da bir koreli, kore’de bir amerikalı.
go ae-shin, bir soylunun torunu. ailesini kaybettikten sonra dedesinin himayesinde, dedesinin istediği şekilde yaşaması istenen biri. doğuştan bir hanımefendi olmalıydı ama onun için ülkesinin bu durumu için bir şeyler yapmak ideal torun olmasının ötesindeydi. kore’yi müdafaa eden sivil bir birliğe katıldı. eugene choi ile de yolu burada kesişti.
goo dong-mae, insanların bakmaktan dahi çekindiği bir samuray. katanası keskin. birliği bir çeşit mafya gibi. spoiler vermeden bu karakteri anlatmam mümkün değil sanırım ama seviyorum kendisini*.
kim hui-seong, o da go ae-shin gibi bir soylunun torunu. ailesi o dönem kore’deki en zengin aile. go ae-shin’nin nişanlısı. ikisinin dedeleri çocukken nişanlamışlar bu iki insanı. birbirlerini hiç görmemişler, hiç akıllarına getirmemişler. spoiler vermeden diyebileceğim tek şey bu genç adam zengin ve havalı biri olmaktan çok daha fazlası*.
başta da belirttiğim gibi, diziye puanım 10/10. eğer 24 bölüm boyunca her bölümü film gibi bir dizi izlemek istiyorsanız bu diziyi kesinlikle öneririm, tarihi yönüyle beraber epik bir aşk hikayesi. oyunculardan çekim tekniklerine bu diziyle alakalı her şey çok iyi, hatta izlediklerimin en iyisi. bakmaya doyamadığım sahneleri vardı.
soundtracklerini dinleyene kadar korece herhangi bir şarkı dinlememiştim. benim için bu alanda bir ilk oldu ve halen dinlemeye devam ederim soundtracklerini. dinlemenizi mutlaka öneririm.
çok uzattığımın farkındayım ama bu diziyle aramda duygusal bir bağ var. belki o dönem yaşadıklarım da duygusal bir bağ kurmamda etkili olmuştur, bilmiyorum. diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşlerim bu kadar, okumaya devam etmek isteyenler için aşağıdaki görüşlerim çok ağır spoiler içerir.
şimdiye kadar gözyaşı döktüğüm, hıçkıra hıçkıra ağladığım tek dizidir. bu diziyi sonunu bile bile izledim. dizi içinde bol bol yapılan sad ending göndermeleri olsun, yediğim sağlam spoiler olsun izlemeye devam ettim. çünkü hikayesini sevdim, karakterlerini sevdim, anlatmak istediği aşk hikayesini sevdim.
eugene ile ae-shin’nin birbirlerine yavaş yavaş ama bir o kadar güçlü aşık olma kısmı çok güzeldi. sonu mutlu bitmedi belki bu hikayenin ama kafamın içinde mutlular ve o zalım senarist benden bunu alamaz.
eugene'nin hiçbir yere ait olamaması dizinin temasını oluşturuyor bir bakıma. amerika'da bir subayken kore'ye de koreli olduğu için gönderiliyor zaten. kore'de de amerikalı bir subay olduğu için insanların garip tepkisiyle karşılaşıyor. yardımcısıyla, amerika'ya kaçması için yardım eden koreli amcayla, onu amerika'da yetiştiren misyoner amcayla ve subay arkadaşıyla ilişkilerini çok sevdim. bu insanlar eugene'nin eviydi ae-shin ile birlikte. dong-mae ve hui-seong ile olan dostlukları eşsizdi. üçü de birbirinden zıt fakat bir o kadar uyumlu. dizide bu üç arkadaşın sahnelerini izlemeyi çok sevmiştim.
goo dong-mae, içi yanık samurayım. gözler kalbin aynasıdır sözü üzerine yazılmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. kötü çocuk imajının altında için için yanması beni çok etkilemişti. kasabın oğlu olarak hayvan kadar bile olmayan değeri onun samurayların içinde kendine yeni bir hayat kurmaya itti. geri dönüp ailesini aşağılayanlardan aldığı intikam içimi soğutmuştu. ae-shin'e olan aşkı kazanılmadan kaybedilmiş bir savaş gibiydi. sımsıkı sarılmak istedim diziyi izlediğim süre boyunca.
kim hui-seong, benim kişisel favorim. birçok kişi gibi eugene ve dong-mae'yi seviyorum ama benim için hui-seong'un yeri ayrı. kendisi ae-shin’nin nişanlısı. yurtdışında okuyor. bu nedenle yıllarca nişanlısını görmemiş, aslında umurunda da değil nişanlı olup olmadığı. ta ki ae-shin'ni görene kadar. ilk görüşte aşk onunkisi. çok saf ve temiz duygularla seviyor ae-shin'i ve ae-shin'nin onu sevmediğinin de farkında. fakat buna rağmen onu korumak, kollamak için elinden gelen ne varsa yapmaya hazır. edebiyattan anlamam ama bir anda şair gibi biri oluyor. işe yaramaz ama güzel şeyleri seviyor çiçekler, yıldızlar ve ay gibi. kendisi böyle ifade ediyor sevdiği şeyleri. diziyi bitirdiğimden beri çiçek diyince aklıma kendisi gelir. ailesi o dönem kore'nin en zengin ailesi fakat ailesinin görüşleri kendi görüşleriyle uyuşmuyor. içten içe çevresine karşı hep bir mahcubiyeti var bu yüzden. başlarda bu çok görülmese de ilerleyen zamanlarda ailesinin yaptığı haksızlıkları telafi etmeye çalışması çok hoşuma gitmişti*. dışarıdan tam bir playboy gibi görülse de içten içe öyle olmadığını biliyorsunuz, sonrasında bunu kendi de gösteriyor zaten. hakkında ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi düşündüğümden burada bitiriyorum yazdıklarımı.
finalde bu 3 adamın da ölümünde çok ağladım. eugene’nin öleceğini spoiler yediğim için biliyordum ama bildiğim halde hıçkıra hıçkıra ağladım, kendimi hayıır derken bulduğumu hatırlıyorum. dong-mae ve hui-seong’un öleceklerini bilmiyordum ve en azından biriniz bari yaşasaydı diye ağlamaya devam ettim. zaten bir kere ağlamaya başlayınca tutamadım kendimi. eğer biraz daha kolay ağlayabilen biri olsaydım finale gelene kadar gözlerimin dolduğu çok yer vardı.
kardeşimin de dikkatini çekmiş içimdekibalina abla sen ağlıyor musun, neden ağlıyorsun? diye sordu bölümü izlerken. bir yandan ağlarken cevap vermeye çalışıyorum, diğer yandan izlemeye çalışıyorum. hemen gitmiş o dönem evde olmayan ablamı aramış böyle böyle diye. bu da diziyle ilgili bir anımdır*.
dizi kendi de defalarca bize söylediği gibi sad ending * ile bitti. mutsuz sonlardan nefret ederim ama içimi yakarak kabul ediyorum dizinin bu şekilde bitmesi gerektiğini. yine de eugene, dong-mae ve hui-seong'dan en az birinin yaşıyor olmasını isterdim.
gerek oyuncuları olsun -ki oyuncular nokta atışı olmuş, hiçbir karakteri başka bir oyuncunun canlandırabileceğini düşünmüyorum kesinlikle-, gerek teknik detayları olsun benim için 10/10 bir dizidir.
sözlerime diziden bir replikle nokta koymak istiyorum.
"çiçekleri görmenin iki yolu vardır. ya bir vazoya koyarsın ya da onlarla bir yolda buluşmak için yola çıkarsın. ben ikincisini yapmayı seçiyorum. bu benim açımdan tatsız olacak, çünkü seçtiğim yolda hiç çiçek olmayacak."
düzenleme: imla hataları ve anlatım bozuklukları düzeltildi.
devamını gör...
ölmeye verilen isimler
adres değiştirmek, defteri dürülmek, iki seksen uzanmak, imamın kayığına binmek, niyazi olmak da sayılabilir.
devamını gör...
ruh adam
hüseyin nihal atsız’ın ince ama dev romanıdır. ideolojik olarak yazara ve dolayısı ile bu esere önyargılı yaklaşanlar olacaktır. önyargılarını yıkıp okuyan türk edebiyat tarihinin en iyi psikolojik romanlarından birini okumuş olmanın hazzını duyacak, belki 2. kez okuyacak yada başucu kitabı yapacaktır. önyargılı olanlar ise okumadığı halde nihal atsız gibi dev bir yazara burun kıvıracaktır.
ayrıca romanda öyle güzel diyaloglar, öyle ince düşünce, fikir ve sözler yer almaktadır ki insan ezberlemek ister, arada aklına geldikçe açar okur.
selim pusat, güntülü, leyla mutlak gibi karakterlerin arasında, çevremde ki okurlardan gözlemlediğim kadarıyla geri planda kalan bir karakter var ki beni esas etkileyen karakter odur. ayşe pusat. yanımda öyle güçlü duracak bir kadın olduğunu düşünürüm de, ah ulan iradesiz selim derim, sen adam mısın diye kızarım.
+ niçin severiz güntülü.
- sevginin niçini olmaz ki efendim... düşünsem makul bir sebep bulabilirim. fakat bu hakiki sebep olmaz. çünkü biz önce severiz. sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. bu da hodbinliğimizden doğar.
ummadık yerden gelen iyilik ve nezaket insanları daha çok sarar ve sarsar.
insanlar, babalarıyla analarının dağ gibi ümitleriyle dünyaya geldikten sonra denizler gibi ümitsizlikler içinde boğularak kaybolup gidiyorlardı.
-bazen bir sevgili için her şey bırakılır yüzbaşım.
insan bir öfke anında arkadaşını; bir buhran dakikasında kendini öldürebildiği gibi, aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, halini, mazisini, her şeyini feda edebilir.
pusat doktora istihkarla baktı:
+bunları iradesiz, karaktersiz ve zayıf adamlar yapar.
doktor büsbütün hüzünlenen bakışlarını pencereden ta uzaklara çevirerek cevap verdi:
-en kuvvetli insanların da zayıf anları olur
bana insanlardan mı bahsediyorsun? insanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir.
tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.
roman kısmen hüseyin nihal atsız’ın otobiyografisidir. baş kahramanımız yzb.selim pusat en iyi subayların krallık rejimlerinde yetiştiğini savunması nedeniyle kralcılıkla suçlanarak ordudan atılmış bir subaydır.(romanda tarih geçmez ancak anlatılan yıllar tahminimce 1940 lardır.) selim pusat’ın babası ve dedesi de subaydır.
hüseyin nihal atsız tıbbiyeden arap kökenli olduğu için bir teğmene selam vermemesi nedeniyle atılmış bir subay namzetidir. onun da babası ve dedesi subaydır.
ayrıca romanda öyle güzel diyaloglar, öyle ince düşünce, fikir ve sözler yer almaktadır ki insan ezberlemek ister, arada aklına geldikçe açar okur.
selim pusat, güntülü, leyla mutlak gibi karakterlerin arasında, çevremde ki okurlardan gözlemlediğim kadarıyla geri planda kalan bir karakter var ki beni esas etkileyen karakter odur. ayşe pusat. yanımda öyle güçlü duracak bir kadın olduğunu düşünürüm de, ah ulan iradesiz selim derim, sen adam mısın diye kızarım.
+ niçin severiz güntülü.
- sevginin niçini olmaz ki efendim... düşünsem makul bir sebep bulabilirim. fakat bu hakiki sebep olmaz. çünkü biz önce severiz. sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. bu da hodbinliğimizden doğar.
ummadık yerden gelen iyilik ve nezaket insanları daha çok sarar ve sarsar.
insanlar, babalarıyla analarının dağ gibi ümitleriyle dünyaya geldikten sonra denizler gibi ümitsizlikler içinde boğularak kaybolup gidiyorlardı.
-bazen bir sevgili için her şey bırakılır yüzbaşım.
insan bir öfke anında arkadaşını; bir buhran dakikasında kendini öldürebildiği gibi, aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, halini, mazisini, her şeyini feda edebilir.
pusat doktora istihkarla baktı:
+bunları iradesiz, karaktersiz ve zayıf adamlar yapar.
doktor büsbütün hüzünlenen bakışlarını pencereden ta uzaklara çevirerek cevap verdi:
-en kuvvetli insanların da zayıf anları olur
bana insanlardan mı bahsediyorsun? insanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir.
tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.
roman kısmen hüseyin nihal atsız’ın otobiyografisidir. baş kahramanımız yzb.selim pusat en iyi subayların krallık rejimlerinde yetiştiğini savunması nedeniyle kralcılıkla suçlanarak ordudan atılmış bir subaydır.(romanda tarih geçmez ancak anlatılan yıllar tahminimce 1940 lardır.) selim pusat’ın babası ve dedesi de subaydır.
hüseyin nihal atsız tıbbiyeden arap kökenli olduğu için bir teğmene selam vermemesi nedeniyle atılmış bir subay namzetidir. onun da babası ve dedesi subaydır.
devamını gör...
türklerin futbola yeteneğinin olmadığı gerçeği
katılmadığım önermedir.
yetenekli çok fazla futbolcumuz ve futbolcu adayı gençlerimiz var ama maalesef altyapıya önem verilmediği için ortaya çıkamıyorlar.
yetenekli çok fazla futbolcumuz ve futbolcu adayı gençlerimiz var ama maalesef altyapıya önem verilmediği için ortaya çıkamıyorlar.
devamını gör...
türkan saylan
modern türk kadını denince akla gelen. çydd hala bu ülkenin bağış yapılmak için en güvenilir kurumudur.
devamını gör...
ttnet interneti sık sık kopan yazarlar
en başta benim. kopuyor 2 dk sonra kendiliğinden geri geliyor. sorun ne bulamadım. hız gayet stabil ama günde en az 10 defa kopma oluyor. modem rt206.
devamını gör...
bebeksi erkeğim
erkeği bulmuş bebeksi olanını arıyor haspam*
kardeşim çok afedersiniz ama bu krizde kıtlıkta leblebi niyetine viagra falan mı çiğniyorsunuz anasını satim lan? bu nasıl bir libido, bu nasıl bir doyumsuzluk? sözlük sözlük değil kocaman bir inşaat alanı, altından geçen kadınlara baretli baretli tipler bakıyormuş gibi bir izlenim var şuan.*
kardeşim çok afedersiniz ama bu krizde kıtlıkta leblebi niyetine viagra falan mı çiğniyorsunuz anasını satim lan? bu nasıl bir libido, bu nasıl bir doyumsuzluk? sözlük sözlük değil kocaman bir inşaat alanı, altından geçen kadınlara baretli baretli tipler bakıyormuş gibi bir izlenim var şuan.*
devamını gör...
iğrenç espriler
-küçük su birikintisine ne denir?
+ne denir?
-sucuk.
+allahım sana geliyorum.
+ne denir?
-sucuk.
+allahım sana geliyorum.
devamını gör...
normal sözlük iş ağı
farklı platformlarda olan başlık.
belki insanları bir araya getirir.
sözlüğün bir yönü de bu ne de olsa.
belki insanları bir araya getirir.
sözlüğün bir yönü de bu ne de olsa.
devamını gör...
20 yaşına girmek
hiç böyle hayal etmemiştim. bu 20 yıla bunca yaşanmışlığı nasıl sığdırdım bilmiyorum..
tatile giderken telaşla hazırlanan, konulan kıyafetler ve eşyalar yüzünden patlamasına ramak kalmış valiz fermuarı gibiyim.. ama bir yandan da önceki tatilimden "tüh keşke bunu da alsaydım." diye yakındığım her şeyi bu sefer valizin fermuarını patlama noktasına getirse bile koymuşum hayıflanmamak için. bu eşyalar ve kıyafetler tecrübelerim, valiz ise hayat. ben valizime her sene yeni ve unuttuğum, aslında olması gerekenleri ekliyorum. yirmi..
tuhaf hissediyorum çünkü hâlâ idrak edemedim.. ben bugün hayalini kurduğum o yaşa giriyorum biraz buruk.. ama hayallerimi yirminin küsüratına erteledim. çünkü daha tam istediğim koşullar oluşmadı. ama büyüdüğümü hissediyorum.
güzellikler, başarılar, sağlık ve mutluluk getir yirminci yaşım. anlı şanlı ve güzel hatırlanacak bir yaş ol!
* bergen'den :
"en güzel çağında kadere yenil,
buna da yaşamak, hayat mı denir?
bahtına gücenmiş kul feryadı bu.." sözleri yeni yaşıma gelsin! *
tatile giderken telaşla hazırlanan, konulan kıyafetler ve eşyalar yüzünden patlamasına ramak kalmış valiz fermuarı gibiyim.. ama bir yandan da önceki tatilimden "tüh keşke bunu da alsaydım." diye yakındığım her şeyi bu sefer valizin fermuarını patlama noktasına getirse bile koymuşum hayıflanmamak için. bu eşyalar ve kıyafetler tecrübelerim, valiz ise hayat. ben valizime her sene yeni ve unuttuğum, aslında olması gerekenleri ekliyorum. yirmi..
tuhaf hissediyorum çünkü hâlâ idrak edemedim.. ben bugün hayalini kurduğum o yaşa giriyorum biraz buruk.. ama hayallerimi yirminin küsüratına erteledim. çünkü daha tam istediğim koşullar oluşmadı. ama büyüdüğümü hissediyorum.
güzellikler, başarılar, sağlık ve mutluluk getir yirminci yaşım. anlı şanlı ve güzel hatırlanacak bir yaş ol!
* bergen'den :
"en güzel çağında kadere yenil,
buna da yaşamak, hayat mı denir?
bahtına gücenmiş kul feryadı bu.." sözleri yeni yaşıma gelsin! *
devamını gör...
tasavvuf
islam'dan sonra şekillenmeye başlayan, kaynak olarak kur'an ve hadisleri temel alan, kulluk bilinci, ibadetlerle inancı güçlendirme gibi amaçları olan sade giyimi ve gösterişsiz yaşamı öğütleyen bir düşünce ve yaşayış biçimidir. zamanla tarihi gelişmelerle farklı yorumlar oluşmuş, farklı kural ve ibadet şekilleri gözlenmiştir.
devamını gör...
idam mahkumunun ipi
cesare pavese’nin yalnız kadınlar arasında kitabının altmış yedinci sayfasında geçen benzetmedir.
cesare pavese’ye göre idam mahkumunun ipi şans doludur. ve kitap kahramanlarından biri arkadaşına “ sen şimdi şans yüklüsün, idam mahkumunun ipi gibisin” der.
bu benzetmeyi okuyunca üzerinde biraz düşündüm. bir idam mahkumunun ipi neden şans dolu olabilir diye. sanırım kendimce bazı sonuçlara vardım ve bunu bir tanım olarak yazmaya karar verdim.
insanın hayatında çok nadiren görebileceği ya da asla göremeyeceği bir olaydır bir insanın asılarak öldürülmesi. ve zaman zaman bu olay seyirlik bir hal almış, sosyal bir toplantı eylemine de dönüşmüştür. işte bu canice ama seyirlik olayda en şanslı taraf idam mahkumunun ipidir.
hiçbir tehlike altında değildir. onun başına bir şey gelmeyecektir. bir insanın ölümünün gerçekleştiricisi olsa da kimse bundan onu sorumlu tutmayacaktır. herkesin daha iyi görebilmek için birbirini ezdiği, parmakları üzerinde yükseldiği, ellerini gözlerine siper ettiği bu olayda idam mahkumunun ipi olayı hem gerçekleştirir hem de protokolden takip eder.
siz de bazen kendinizi idam mahkumunun ipi gibi şanslı hissederseniz bu tanımı düşünün. ve idam mahkumu şanslı ipine sarılarak cezalarının kefaretini ödediği zaman delinin ipi ile kuyuya inmiş gibi olur, bunu unutmayın.
cesare pavese’ye göre idam mahkumunun ipi şans doludur. ve kitap kahramanlarından biri arkadaşına “ sen şimdi şans yüklüsün, idam mahkumunun ipi gibisin” der.
bu benzetmeyi okuyunca üzerinde biraz düşündüm. bir idam mahkumunun ipi neden şans dolu olabilir diye. sanırım kendimce bazı sonuçlara vardım ve bunu bir tanım olarak yazmaya karar verdim.
insanın hayatında çok nadiren görebileceği ya da asla göremeyeceği bir olaydır bir insanın asılarak öldürülmesi. ve zaman zaman bu olay seyirlik bir hal almış, sosyal bir toplantı eylemine de dönüşmüştür. işte bu canice ama seyirlik olayda en şanslı taraf idam mahkumunun ipidir.
hiçbir tehlike altında değildir. onun başına bir şey gelmeyecektir. bir insanın ölümünün gerçekleştiricisi olsa da kimse bundan onu sorumlu tutmayacaktır. herkesin daha iyi görebilmek için birbirini ezdiği, parmakları üzerinde yükseldiği, ellerini gözlerine siper ettiği bu olayda idam mahkumunun ipi olayı hem gerçekleştirir hem de protokolden takip eder.
siz de bazen kendinizi idam mahkumunun ipi gibi şanslı hissederseniz bu tanımı düşünün. ve idam mahkumu şanslı ipine sarılarak cezalarının kefaretini ödediği zaman delinin ipi ile kuyuya inmiş gibi olur, bunu unutmayın.
devamını gör...
tepetaklak
eduardo galeano kitabıdır.
bir sepetin içinde yokuş aşağı yuvarlanan yumurtalar gibi bir hayat yaşıyoruz bütün dünya insanları olarak. kırılıp kırılmayacağımız tamamen talihe kalmış olsa da kırılma ihtimalimiz çok yüksek. yine de bir şekilde kendini hile, düzen ve desise ile kendini sağlama alan yumurtalar da var.
tepetaklak bir dünyada yaşıyoruz bu dünyanın zavallı ve yalnız sakinleri olarak. her şey olmaması gerektiği gibi, hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. iyilikle kötülük yer değiştirmiş sanki. tüm melekler şeytana secde etmekte sanki.
okullar bizi eğitimle bu eşitsizliklerden uzak tutmak için uğraşması gerekirken bu sarsıntılara daha çok fay kırarak yardımcı oluyor. eğitim, cehaletimizi artırmaktan başka bir işe yaramıyor. eğitim aldıkça beynimiz kıvrımlarını kaybediyor.
zamanın ruhu, okurların koruyucu azizi, çok kitaplı peygamber eduardo galeano bizim için yeni bir eğitim imkanı sunuyor. bizi tersine dünya okuluna davet ediyor. bilinçlenmemiz için bize tersine öyküler anlatıyor ve biz bir kez daha tepetaklak olarak aslında olmamız gereken konuma geliyoruz sanki.
bir sepetin içinde yokuş aşağı yuvarlanan yumurtalar gibi bir hayat yaşıyoruz bütün dünya insanları olarak. kırılıp kırılmayacağımız tamamen talihe kalmış olsa da kırılma ihtimalimiz çok yüksek. yine de bir şekilde kendini hile, düzen ve desise ile kendini sağlama alan yumurtalar da var.
tepetaklak bir dünyada yaşıyoruz bu dünyanın zavallı ve yalnız sakinleri olarak. her şey olmaması gerektiği gibi, hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. iyilikle kötülük yer değiştirmiş sanki. tüm melekler şeytana secde etmekte sanki.
okullar bizi eğitimle bu eşitsizliklerden uzak tutmak için uğraşması gerekirken bu sarsıntılara daha çok fay kırarak yardımcı oluyor. eğitim, cehaletimizi artırmaktan başka bir işe yaramıyor. eğitim aldıkça beynimiz kıvrımlarını kaybediyor.
zamanın ruhu, okurların koruyucu azizi, çok kitaplı peygamber eduardo galeano bizim için yeni bir eğitim imkanı sunuyor. bizi tersine dünya okuluna davet ediyor. bilinçlenmemiz için bize tersine öyküler anlatıyor ve biz bir kez daha tepetaklak olarak aslında olmamız gereken konuma geliyoruz sanki.
devamını gör...
asla yapamam dediğiniz meslekler
veteriner. şu tarantulama baksana yemek yemiyor diye geldiklerini düşünemiyorum.
devamını gör...