monsanto
amerika birleşik devletleri merkezli, gdo tohumları üretmesiyle meşhur şirket. küresel tohum pazar payında %26 ile ilk sırada gelen şirket, gdo illetini dünyaya tanıtmasından 1 yıl sonra, yani 1997'den beri ne yazık ki ülkemizde de faaliyet gösteriyor. bir süre önce bayer adlı firma tarafından satın alındığı biliniyor.
şirketin geçmişi tehlikeli madde üretimiyle dolu ama ne yazık ki ne dünyada ne de ülkemizde buna dur diyen var. asla rahat durmuyorlar ve ürettikleri neredeyse her şey kanserojen. bunun bilinçli olarak yapıldığından başka bir düşünce de gelmiyor insanın aklına artık.
bianet. org'dan alıntı:
--- alıntı ---
1901'de amerikan menşeli çok uluslu bir şirket olarak kurulan monsanto'nun tarihçesi şöyle:
ilk ticari faaliyeti, kanserojen bir madde olan, coca cola için üretilen yapay tatlandırıcı sakarin ile başladı.
1920'lerde poliklorlanmış bifeniller (pcb)'in üretimine başladı. canlı sağlığına aşırı zararı saptanmış olan bu kimyasal abd`de 1979'da yasaklandı. ancak monsanto, 2001'deki stockholm sözleşmesi'ne kadar diğer ülkelerde bunların üretimine devam etti.
sentetik
1941'de, gıda ürünlerinin de ambalajı olarak kullanılan sentetik polistiren (polystyrene) üretimine başladı. günümüzde strafor olarak adlandırılan maddelerin atıkları amerikan çevre koruma ajansı (epa) tarafından 1980'de yayınlanan en zararlı atıklar listesinde.
1943-45 yılları arasında ise monsanto merkezi araştırma departmanı, radyoaktif plütonyum saflaştırma, üretim ve nükleer silah yapım projesi olan manhattan projesi'nde yer aldı.
böcek öldürücü
1944'de "insanlar ve hayvanlar için çok güvenilir" diye reklamları yapılan ddt'nin ilk üreticisi monsanto'dur. sıtmayı önlemek için çıkartılan bu zehir, dünyanın hemen hemen her yerinde tarımda böcek öldürücüsü olarak yıllarca kullanıldı. daha sonra çevre ve canlı sağlığına verdiği zarar nedeniyle 1972'de yasaklandı.
dioxin
1945'te tarım ilacı olarak geliştirdiği ot öldürücünün dioksin maddesini üretti. kalp, karaciğer hastalıkları, üreme ve gelişme bozukluklarına yol açan çok toksik bir kimyasal madde olan dioxin, 1997'de dünya sağlık örgütü'nce kanserojen olarak sınıflandırıldı.
1955'te ilk petrol bazlı gübreyi üretti. bu kimyasal gübreler, günümüzde hala tartışma konusu olan toprak mikroorganizmalarının yok edilişi ve toprağın bir anlamda sterilize olmasında, toprağın fiziksel ve kimyasal yapısının bozulmasında önemli rol oynuyor.
--- alıntı ---
yazının tamamı için link
ya da olayı ziraat mühendisleri odası'ndan dinlemek isteyenler için link
şirketin geçmişi tehlikeli madde üretimiyle dolu ama ne yazık ki ne dünyada ne de ülkemizde buna dur diyen var. asla rahat durmuyorlar ve ürettikleri neredeyse her şey kanserojen. bunun bilinçli olarak yapıldığından başka bir düşünce de gelmiyor insanın aklına artık.
bianet. org'dan alıntı:
--- alıntı ---
1901'de amerikan menşeli çok uluslu bir şirket olarak kurulan monsanto'nun tarihçesi şöyle:
ilk ticari faaliyeti, kanserojen bir madde olan, coca cola için üretilen yapay tatlandırıcı sakarin ile başladı.
1920'lerde poliklorlanmış bifeniller (pcb)'in üretimine başladı. canlı sağlığına aşırı zararı saptanmış olan bu kimyasal abd`de 1979'da yasaklandı. ancak monsanto, 2001'deki stockholm sözleşmesi'ne kadar diğer ülkelerde bunların üretimine devam etti.
sentetik
1941'de, gıda ürünlerinin de ambalajı olarak kullanılan sentetik polistiren (polystyrene) üretimine başladı. günümüzde strafor olarak adlandırılan maddelerin atıkları amerikan çevre koruma ajansı (epa) tarafından 1980'de yayınlanan en zararlı atıklar listesinde.
1943-45 yılları arasında ise monsanto merkezi araştırma departmanı, radyoaktif plütonyum saflaştırma, üretim ve nükleer silah yapım projesi olan manhattan projesi'nde yer aldı.
böcek öldürücü
1944'de "insanlar ve hayvanlar için çok güvenilir" diye reklamları yapılan ddt'nin ilk üreticisi monsanto'dur. sıtmayı önlemek için çıkartılan bu zehir, dünyanın hemen hemen her yerinde tarımda böcek öldürücüsü olarak yıllarca kullanıldı. daha sonra çevre ve canlı sağlığına verdiği zarar nedeniyle 1972'de yasaklandı.
dioxin
1945'te tarım ilacı olarak geliştirdiği ot öldürücünün dioksin maddesini üretti. kalp, karaciğer hastalıkları, üreme ve gelişme bozukluklarına yol açan çok toksik bir kimyasal madde olan dioxin, 1997'de dünya sağlık örgütü'nce kanserojen olarak sınıflandırıldı.
1955'te ilk petrol bazlı gübreyi üretti. bu kimyasal gübreler, günümüzde hala tartışma konusu olan toprak mikroorganizmalarının yok edilişi ve toprağın bir anlamda sterilize olmasında, toprağın fiziksel ve kimyasal yapısının bozulmasında önemli rol oynuyor.
--- alıntı ---
yazının tamamı için link
ya da olayı ziraat mühendisleri odası'ndan dinlemek isteyenler için link
devamını gör...
7 ocak 2021 eyluling'in hala ortalarda görünmemesi
ya arkadaslar, romalilar, guzularim! *
online gozukmuyorum diye yahut cok tanim girmiyorum diye sozluk'te olmadigimi dusunmeniz beni bir miktar uzdu....
yoldaş benjamin franklin sag olsun bir an bizi bos birakmadigi icin hate ile gizliden isler hallediyoruz, bu aramizda kalsin ama*.
bilen bilir; japon yapistiricisi ile sozluge yapisigim, gizliden bile olsa gozum hep uzerinizde*.
bot olmadigim bilgisini tekrar vererek hepinize keyifli sozlukler diliyorum efenim, bir mesaj uzaginizdayim kipss!
online gozukmuyorum diye yahut cok tanim girmiyorum diye sozluk'te olmadigimi dusunmeniz beni bir miktar uzdu....
yoldaş benjamin franklin sag olsun bir an bizi bos birakmadigi icin hate ile gizliden isler hallediyoruz, bu aramizda kalsin ama*.
bilen bilir; japon yapistiricisi ile sozluge yapisigim, gizliden bile olsa gozum hep uzerinizde*.
bot olmadigim bilgisini tekrar vererek hepinize keyifli sozlukler diliyorum efenim, bir mesaj uzaginizdayim kipss!
devamını gör...
feministlerin topluma bir yararının olmaması
sözlükte cinsiyetçi başlıklar artmış lol ekşiye geri gidin lütfen
devamını gör...
kafa sözlük esnafı
gel sözlük gel.
börekler peynirli, çünkü bence börek peynirli olur.
ben trabzonluyum, ben ne dersem o.
öyle nazlı müşteri çekmem.
yalnız, börekler öyle böyle değil, çok lezzetli,
kendim yaptım diye demiyorum.
ona göre gelin,
hatta hemen gelin,
bekleyemem de.
kuzguncuktaki vişne
bana şöyle güzelinden iyisinden hasından vişne ver. vişne bu zamana kalmaz ama sen benim için dondurucuya atmışındır.
ablam gelir diye düşünmüşsündür.
reçel yapmalık istiyorum,ona göre.
ıvanmılınskı ben kır çiçeği istiyorum
mevsimlik olanlardan, masalara koyacam tam köy konsepti olsun diye. o yüzden, bana allengirli gül goncaları gösterme lütfen. gelicem birazdan.
kaşkalnikov nasıl anlatsam, mavinin koyusu,
lacivertin açığı şal arıyorum.
ne çok parlak olsun ne çok mat.
var mı elinde?
yoksa da ayarla olur mu?
ben ne istediğimi biliyorum, kararsız müşteri değilim. bilinçliyim.
sende ara bul bi zahmet.
uğrarım ben ona göre.
domestic hıyar senden de yarım kilo salatalık alacam. anca tüketiyoruz biliyon mu? çocuklar yemiyor netçen.
kalan esnaf,
beni gördünüz de mi?
bende sizi gördüm.
biliyorum gene çok hoşum çok güzelim.
o sizin hoşluğunuz, güzelliğiniz ayrıca.
neyyyyyse,
ben öyle her şeyi bir günde alamam.
sizde almayın.
kalan günlerede kalsın.
ne yani yarın ölecekmiş gibi her şeyi bir günde bitirmeyelim.
uğrayacam ben ilk fırsatta.
hadi iyi işler.
börekler peynirli, çünkü bence börek peynirli olur.
ben trabzonluyum, ben ne dersem o.
öyle nazlı müşteri çekmem.
yalnız, börekler öyle böyle değil, çok lezzetli,
kendim yaptım diye demiyorum.
ona göre gelin,
hatta hemen gelin,
bekleyemem de.
kuzguncuktaki vişne
bana şöyle güzelinden iyisinden hasından vişne ver. vişne bu zamana kalmaz ama sen benim için dondurucuya atmışındır.
ablam gelir diye düşünmüşsündür.
reçel yapmalık istiyorum,ona göre.
ıvanmılınskı ben kır çiçeği istiyorum
mevsimlik olanlardan, masalara koyacam tam köy konsepti olsun diye. o yüzden, bana allengirli gül goncaları gösterme lütfen. gelicem birazdan.
kaşkalnikov nasıl anlatsam, mavinin koyusu,
lacivertin açığı şal arıyorum.
ne çok parlak olsun ne çok mat.
var mı elinde?
yoksa da ayarla olur mu?
ben ne istediğimi biliyorum, kararsız müşteri değilim. bilinçliyim.
sende ara bul bi zahmet.
uğrarım ben ona göre.
domestic hıyar senden de yarım kilo salatalık alacam. anca tüketiyoruz biliyon mu? çocuklar yemiyor netçen.
kalan esnaf,
beni gördünüz de mi?
bende sizi gördüm.
biliyorum gene çok hoşum çok güzelim.
o sizin hoşluğunuz, güzelliğiniz ayrıca.
neyyyyyse,
ben öyle her şeyi bir günde alamam.
sizde almayın.
kalan günlerede kalsın.
ne yani yarın ölecekmiş gibi her şeyi bir günde bitirmeyelim.
uğrayacam ben ilk fırsatta.
hadi iyi işler.
devamını gör...
sevgilinin sevip sevmediğini anlama yolları
sevip sevmediğini anlamayıp internette araştırmaya başladıysanız sevmiyordur.
seven insan karşısındakine bir şekilde belli eder sevdiğini. sevmiyor mu acaba diye düşünmeniz bile sevmediğinin kanıtıdır.
seven insan karşısındakine bir şekilde belli eder sevdiğini. sevmiyor mu acaba diye düşünmeniz bile sevmediğinin kanıtıdır.
devamını gör...
yoldaş’ın her telden insanla vakit geçirebilecek bir lider olması
bir müminle cuma namazı çıkışı çay eşliğinde dini sohbetler edebilen, bir cihangirli ile cold brew içerek darwin teorileri hakkında konuşabilen, kadın yazarlarımızla futbol gibi genelde erkeklerin muhattap olduğu muhabbetlerden uzak şekilde waffle eşliğinde magazin konuşabildiği, bendeniz kadıköy beyfendisiyle moda sahilde tuborglarımızı tokuşturarak “malum sözlükte bozdu ya” şeklinde muhabbetler edebilecek, hristiyan yazarlarla klisede şarap eşliğinde ayine gidebilen, kahvehanedeki dayılarla oturup okeye kimi zaman yancı kimi zaman 4’ncü olabilen ayrımcılıktan uzak, her sese kulak veren, her kesimle vakit geçirebilen lider gibi liderdir.
devamını gör...
suikast bürosu
jack london'ın bitiremeden öldüğü kitaptır, notlarından yararlanılarak sonradan tamamlanmış ve basılmıştır. bu yüzden bir şeylerin eksikliği hissediliyor hikayede. ilk kez jack london okuyacaksanız tercihinizin bundan başka kitapları olmasını tavsiye ederim.
devamını gör...
karizmatik teknik direktör isimleri
sir alex ferguson. bundan daha karizmatik bir td ismi duymadım.
devamını gör...
hap yutamamak
çocukluktan beri muzdarip olduğum sorundu bu.
doktorlar tarafından bile şımarıklık olarak görülüyordu bu durum. hiç olmazsa bazı doktorlar tarafından diyelim. hap yutamıyorum şurup yazar mısınız dediğim zaman panikle beyaz kod veriyorlardı. hatta bizzat hastane polisinin beni alıp kabataş meydanına götürüp çığlıklar eşliğinde zincirlemişliği vardır. üstüme şuruplar döküp ellerimi arkadan bağlayıp üstü çıplak deri eldivenli 40-50 kediye kuşa yalattılar beni. çok utanıyorum, lütfen öyle bakmayın.
eski erkek arkadaşım bir gün hap yutamıyor olmamı bağırsaklardan kaynaklı bir sorun olarak görmüştü. benim bu tür konularda takıntılı olup kesinlikle kabul etmiyor olmam nedenli adam uzman görüşünü korkmadan belirtemiyordu ama ucundan kıyısından bilgiyi veriyordu. çocukken bağırsaklarımda yarattığı rahatsızlık hissi nedeniyle kendimi hap yutamadığıma inandırmış olabilirdim ona göre.
o bu görüşü sunduktan sanıyorum 2 sene sonra üzerine düşündüm. belki 1.5 sene. çocukluğu düşündüm. karnımın sürekli ağrımasını, günün nerdeyse 16-17 saatinde uykusuz kalmamı, huzursuzluğumu, daha önemlisi doğduktan sonra hiçbir şekilde 1 sene boyunca uyumayıp ağlamış olduğumun şikayetinin hâlâ yapılıyor olmasını ve neden çocukken tek tip beslenmeye başladığımı düşündüm, sonuçta kendisine hak verdim. resmen çocukken bağırsaklarımda yarattığı sorunlar nedenli ilaç kullanmayı bırakmıştım ve kendimi korktuğuma inandırmıştım. buralarda ise kendisini çok öpüyorum, hep nokta atışı tespitler yapıyordun minik poğaçam.
ben bu durumu anlayınca ne oldu? hapı ağzıma attım ve şak diye yuttum. hatta pozitif çıkınca intihar eder gibi 8 ilacı birden yuttum. hap dilimin altına kaçmadı, boğulur gibi olmadım, daha önemlisi boğulma korkum olmadı. öyle bir anda hap yutmaya başladım yani.
bu uzun yazının özeti şu bebeksiler. çocukken antibiyotik kullanımı bağırsak florasını bozduysa ve siz de buna bağlı olumsuzluklar yaşadıysanız hap yutmayı bırakmış olabilirsiniz. o yüzden bir an bu durumun bağırsak ile ilgili yaşadığınız bir tartışmanın sonucu olduğunu düşünün ve deneyin. çünkü ben denedim sahiden boğulmuyor insan. ha boğaza takılıyor mu? ben şuncacık ekmeği yutarken ve hatta çoğu zaman tükrüğü ile boğulan bir insan olarak hapı boğazın oraya takmayı başardım. lan dedim sahiden hap yüzünden ölüyorum bu nasıl iş diye bile düşündüm ama su içtim ve çok ilginç bir şey oldu. hap su ile birlikte oradan kaydı gitti.
inanılmaz bir bilgi değil mi? bence öyle. öpüyorum hepimizi.
not: bazı ilaçları kırıp içmek çok ciddi sorunlar beraberinde getiriyormuş. öyle şeyler yapmayın.
doktorlar tarafından bile şımarıklık olarak görülüyordu bu durum. hiç olmazsa bazı doktorlar tarafından diyelim. hap yutamıyorum şurup yazar mısınız dediğim zaman panikle beyaz kod veriyorlardı. hatta bizzat hastane polisinin beni alıp kabataş meydanına götürüp çığlıklar eşliğinde zincirlemişliği vardır. üstüme şuruplar döküp ellerimi arkadan bağlayıp üstü çıplak deri eldivenli 40-50 kediye kuşa yalattılar beni. çok utanıyorum, lütfen öyle bakmayın.
eski erkek arkadaşım bir gün hap yutamıyor olmamı bağırsaklardan kaynaklı bir sorun olarak görmüştü. benim bu tür konularda takıntılı olup kesinlikle kabul etmiyor olmam nedenli adam uzman görüşünü korkmadan belirtemiyordu ama ucundan kıyısından bilgiyi veriyordu. çocukken bağırsaklarımda yarattığı rahatsızlık hissi nedeniyle kendimi hap yutamadığıma inandırmış olabilirdim ona göre.
o bu görüşü sunduktan sanıyorum 2 sene sonra üzerine düşündüm. belki 1.5 sene. çocukluğu düşündüm. karnımın sürekli ağrımasını, günün nerdeyse 16-17 saatinde uykusuz kalmamı, huzursuzluğumu, daha önemlisi doğduktan sonra hiçbir şekilde 1 sene boyunca uyumayıp ağlamış olduğumun şikayetinin hâlâ yapılıyor olmasını ve neden çocukken tek tip beslenmeye başladığımı düşündüm, sonuçta kendisine hak verdim. resmen çocukken bağırsaklarımda yarattığı sorunlar nedenli ilaç kullanmayı bırakmıştım ve kendimi korktuğuma inandırmıştım. buralarda ise kendisini çok öpüyorum, hep nokta atışı tespitler yapıyordun minik poğaçam.
ben bu durumu anlayınca ne oldu? hapı ağzıma attım ve şak diye yuttum. hatta pozitif çıkınca intihar eder gibi 8 ilacı birden yuttum. hap dilimin altına kaçmadı, boğulur gibi olmadım, daha önemlisi boğulma korkum olmadı. öyle bir anda hap yutmaya başladım yani.
bu uzun yazının özeti şu bebeksiler. çocukken antibiyotik kullanımı bağırsak florasını bozduysa ve siz de buna bağlı olumsuzluklar yaşadıysanız hap yutmayı bırakmış olabilirsiniz. o yüzden bir an bu durumun bağırsak ile ilgili yaşadığınız bir tartışmanın sonucu olduğunu düşünün ve deneyin. çünkü ben denedim sahiden boğulmuyor insan. ha boğaza takılıyor mu? ben şuncacık ekmeği yutarken ve hatta çoğu zaman tükrüğü ile boğulan bir insan olarak hapı boğazın oraya takmayı başardım. lan dedim sahiden hap yüzünden ölüyorum bu nasıl iş diye bile düşündüm ama su içtim ve çok ilginç bir şey oldu. hap su ile birlikte oradan kaydı gitti.
inanılmaz bir bilgi değil mi? bence öyle. öpüyorum hepimizi.
not: bazı ilaçları kırıp içmek çok ciddi sorunlar beraberinde getiriyormuş. öyle şeyler yapmayın.
devamını gör...
sözlükteki tüm inançsızları engellemek
önce ülkedeki çocuk tecavüzcülerini pedofilileri engelleyin derler adama.(bkz: ensar vakfı)
devamını gör...
yazarların gördüğü son absürt düş
sayesinde bir aksiyon filmi izlemiş kadar olduğum düştür. yine uzun ve karmaşık bir yazı olacak, ayrıca bazı kısımları kanlı ve şiddet dolu, baştan uyarayım.
rüyamda turistik bir köye, akrabalarımı ziyarete gidiyorum. köyde kaldığım sürede bir gün dışarı çıkıp eşsiz bir manzarası ve tarihi geçmişi olan bir çay bahçesine oturmaya gidiyorum. çayımı yudumlarken yan masadan gelen ingilizce konuşmalar dikkatimi çekiyor ve merakla kulak kabartıyorum. konuşanlardan biri abd için yıllardır çalışmış olan bir ajan olduğundan bahsederek söze başlıyor. yıllardır önemli hizmetler vermesine rağmen asla rütbesi yükselmemiş. gereken önemi ona göstermedikleri için amerikadan intikam almak ve daha fazla para kazanmak amacıyla elindeki önemli bir sırrı kuzey kore'ye satmak istiyor. kuzey kore tarafındaki takım elbiseliler iştahla dinliyor konuşmayı.
sır şöyle: abd, önemli operasyon bilgilerini bir algoritma vasıtasıyla netflix dizilerinin içine yerleştiriyor. dizi içerisindeki konuşmalarda geçen kelimeler, karakterlerin yaptığı hareketler ve 25. kare tekniğiyle yerleştirilmiş bazı fotoğraflar sayesinde elinde gerekli algoritma olan bir saha ajanı istediği yerden bir tıkla netflix dizisi seyrederek operasyon bilgilerine ulaşabiliyor. abd ajanı, işte bu muazzam algoritmayı yüklü bir para ve yeni bir kimlik karşılığında kuzey kore'ye vermeyi vaat ediyor. takas yeri için hong kong'daki bir eğlence merkezini seçen taraflar, yüzlerinde mutlu gülümsemelerle çay bahçesinden ayrılıyorlar.
ilginç bir konuşmaya tanık olduğumu düşünerek ben de eve gidiyorum, ama meseleyi çok düşünmüyorum. zira ben basit bir insanım, bu duyduklarımı anlattığım hiç kimse bana inanmaz. akşam uyumak için yatağa gitmek üzereyken evin hemen önünden gelen silah sesleri duyuyorum. aklıma hemen bugün dinlediğim inanması güç ajan hikayesi geliyor ve pencereden bakıp olayın ne olduğunu görmeye çalışıyorum, hatta bir an benim onları dinlediğimi fark edip beni öldürmeye gelmeleri ihtimalinden korkuyorum.
bugün görmüş olduğum abd ajanı, dört kişilik ilk kez gördüğüm bir grupla tek başına çatışıyor. ama konuşmasında anlattığı gibi yetenekli olduğu için üçünü de zorlanmadan kafalarına birer kurşun isabet ettirerek öldürüyor. geriye kalan son kişiyi ise sol bacağından iki kez vuruyor. sonuncu adam bacağını tutarak yere düşüyor ve yere düştüğünde bir an penceresinden olayları izleyen beni görüyor. gözlerinde yardım isteği var. ne yapacağımı bilemiyorum bir süre. köy evinde, duvarda asılı duran tüfeğe bakıyorum ve kararımı veriyorum. tüfeği alıp aniden kapıdan çıkıyorum ve tüfeği burun buruna geldiğimiz abd ajanının şaşkınlıkla bakan yüzüne doğrultarak hiç düşünmeden tetiği çekiyorum. hayatımda ilk kez bir silahı ateşlediğim için geri tepmeye alışkın değilim, o yüzden tetiği çekmemle beraber ben de yere düşüyorum. yerde biraz kendime gelebilmek için vakit geçirdikten sonra kalkıp yaralı adamın yanına gidiyorum.
yaralı adam öncelikle bana çok minnettar olduğunu söylüyor. sonra da olaylara bir anlam veremeyen bana gerçekleri anlatıyor. dört kişilik grup, özgürlük kartalları adını verdikleri bir oluşumun parçası. bu oluşum, teknolojiye karşı kötü hisler besliyor ve kendilerine ruhani önder olarak unabomber'ı seçmişler; aynı zamanda da kişisel özgürlüklerin korunması konusunda da pek hassaslar. ajanı başka bir nedenden dolayı takip ederlerken tesadüfen takastan haberdar oluyorlar ve ajanı öldürüp onun yerine geçmeyi planlıyorlar, ancak işler pek yolunda gitmiyor. planlarına göre sahte algoritma yüklenmiş bir telefonu karşı tarafa verecekler, böylece hem para, hem de algoritma bizim elimizde olacak. takas iki gün sonra gerçekleşecek ve adamın üç arkadaşı ölmüş durumda, kendisi de yaralı. o nedenle bu görevi bana teklif ediyor, bu fırsatın tekrar ele geçmeyeceğini belirtiyor.
benim kafam karışık, hayatımda elime ilk kez silah aldığımdan ve özel yeteneklerim olmadığından bahsediyorum. adam beni susturuyor ve "senin gözlerinde kararlılığı gördüm, bu yeterli. silah konusuna gelirsek, gözlerinle değil kalbinle nişan alırsan her mermi hedefini bulur. beni anlıyorsun ya?" diyor. "üstelik," diye de konuşmasını sürdürüyor, "sana yardımcı olmak için mutlaka oraya gelmeye çalışacağım, kendini asla yalnız hissetme." sahte algoritma yüklenmiş telefonu elime tutuşturuyor ve "haydi git şimdi" diyor.
adama teşekkür ediyorum güzel sözleri için ve teklifini kabul ederek ölen abd ajanının kan gölü içindeki cesedinin yanına gidiyorum. kafatası parçalanmış ve yüzü tanınmayacak halde, mide bulantımı zorlukla bastırıyorum. cesedin ceplerinden telefonunu, susturucusunu, cüzdanını, pasaportunu ve uçak biletini alıyorum. elindeki susturucu takılmamış silahı alıyor ve belime sokuyorum. aldığım pasaportun isim kısmına bakıyorum: "david calcy". kendi kendime ismi tekrar ediyorum ve kendi kimliğimi cesedin cebine bırakıyorum. artık ben david calcy'yim.
ertesi gün yola çıkmadan önce david calcy'nin telefonundan onun gibi kirlenmiş birkaç ajan arkadaşıyla konuşuyorum, sesimi duydukları için şaşkın gibiler, ama bunun sebebini anlayamıyorum. algoritma onların ellerinde ve gece hong kong'taki bir striptiz kulübünde buluşmak üzere anlaşıyoruz. konuşma esnasında daha önce beni hiç yüzyüze görmediklerini öğreniyorum ve rahatlıyorum, david calcy olmadığımı fark etmeyebilirler belki. telefonu kapatıyorum ve uçağa biniyorum. uçakta kendi kendime düşünüyorum, neden özgürlük kartalları'na yardım ediyorum ki, sadece bir macera arayışı mı? kuzey kore'ye gerçek algoritmayı verip parayı alabilir ve bundan sonraki hayatımı lüks içinde geçirebilirim. sadece biraz dikkatli davranmam gerekecek ama o kadar parayla her şey kolayca halledilebilir. açıkçası ne yapmam gerektiği konusunda emin değilim.
hong kong'a güneş battıktan sonra varıyorum ancak. gece ışıl ışıl bir şehir. buluşmak üzere anlaştığımız striptiz kulübünü buluyorum ve içeridekilere göz gezdiriyorum. tavırlarından oldukça tetikte oldukları anlaşılan takım elbiseli ve güneş gözlüklü üç kişi viskilerini yudumluyor bir masada, david calcy'nin arkadaşlarının onlar olduklarına karar veriyorum ve masalarına gidiyorum. kendimi onlara tanıttıktan sonra beni sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi çok içten karşılıyorlar. benim ünümü hep duydularını ve sonunda tanışabilmiş olmanın bir şeref olduğundan falan bahsediyorlar. ayrıca konuşma esnasında öğreniyorum ki para dörde bölünecekmiş ve takasa yalnızca ben gidecekmişim. bu durum açıkçası beni biraz rahatsız ediyor, paranın bölüneceğinden haberim yoktu. ama kafama çok takmıyorum ve bol bol içki içerek kulüpte eğleniyorum. bu arkadaşların tavrında tüm samimiyete rağmen beni rahatsız eden bir şey var ve ne olduğunu çözemiyorum.
arkadaşlardan biri lavaboya gitmek üzere yanımızdan ayrılıyor ve ben de o esnada çok içki içtiğimden dolayı tuvaletim geldiğini fark ediyorum, izinlerini isteyerek ben de lavaboya gidiyorum. mekandaki müzik sesi çok yüksek ve başımı ağrıtıyor. erkekler tuvaletine giriyorum ve bir ıssızlık dikkatimi çekiyor, içeride kimse yok sanıyorum başta ama kapalı bir tuvalet kabini kapısı görünce rahatlıyorum. ben de pisuvara geçiyorum ve işimi hallediyorum. o sırada aynadaki yansıma dikkatimi çekiyor, arkamdaki tuvalet kapısı çok yavaş bir şekilde aralanıyor. istifimi bozmadan işemeye devam ediyorum, bir yandan da yan gözle yansımayı izliyorum. kapı gittikçe aralanıyor ve arkadaşım dediğim kişi elinde bıçakla arkamdan hamle ediyor. tam zamanında kendimi yana çekiyorum ve kafasını duvara çarpıyor. sersemlemiş halinden faydalanarak kafasını tutup pisuvara vuruyorum, pisuvar parçalanıyor. adam bir köşeye yığılıyor, suratından su, kan ve idrar akıyor yere... işi bitti diye seviniyorum ancak bir anda gözlerini açıyor ve tekrar üzerime hamle yapmaya hazırlanıyor. yerinden kalkamadan belimdeki silahı çıkarıyorum ve onu kalbinden tek kurşunla vuruyorum, artık sonsuza kadar yerinde kalacak.
tuvalette silah sesi yankılanıyor ve damarlarımda kan yerine adrenalin dolaşıyormuş gibi hissediyorum. umarım müzik sesi silah sesini bastırmıştır diye dua ediyorum içimden, bir yandan da susturucuyu takmadığım için kendime küfrediyorum. elimde silahla arkamı dönüyorum ve tuvaletin çıkışına yöneliyorum. o esnada içeriye diğer iki arkadaş giriyor. hiç düşünmeden art arda iki kez tetiği çekiyorum. ilk mermi birinin kafasına isabet ediyor ve bir çöp poşeti gibi yere yığılıyor. ikinci mermi ise ne yazık ki istediğim yere gitmiyor, diğerinin sadece kolunu sıyırıyor. sağlam koluyla cebinden bıçağını çıkararak üzerime koşmaya başlıyor. tetiği tekrar çekiyorum ama silah tutukluk yapıyor, kahretsin. sağlam bir tekme savurup mesafeyi korumaya çalışıyorum, tekmem karnına isabet ediyor ve nefesini kesiyor, bir anda iki büklüm oluyor. fırsattan istifade ederek elimdeki silahın kabzasıyla başına vuruyorum, tok bir ses çıkıyor. ardından kafasını tutup aynaya çarpıyorum, ayna çatlıyor; sonrasında da kafasını hızla lavaboya indiriyorum. lavabo kırılıyor ve büyük bir parça yere düşüyor. adamı bıraktığımda yere yığılıp kalıyor, elime kırık lavabo parçasını alıp adamı dövmeye devam ediyorum ve bir yandan da adama soruyorum: "neden?"
yerde yatan adam kırık çenesiyle ve patlamış dudaklarıyla zorlukla konuşuyor ve bana hiç bilmediğim yeni şeyler anlatıyor. kuzey kore temsilcileriyle anlaşmayı sağladıktan sonra david calcy'i öldürmeyi planlamışlar, çünkü böylece para dört yerine üçe bölünecekmiş. david calcy'yi öldürmek için de özgürlük kartalları oluşumunu kullanmışlar, david calcy'nin yerini onlara bu arkadaşlar sızdırmışlar. ama benim ölmediğimi görünce plan yapıp bu akşam işi halletmeye karar vermişler. adamın anlattıklarını dinledikten sonra "neyse ki para artık bölünmeyecek" diyorum ve elimdeki kırık lavabo parçasını büyük bir hızla adamın başına indiriyorum, adam sessiz ve hareketsiz kalıyor.
üzerime sıçramış kan lekelerine bakıyorum ve yarın buluşmadan önce yeni bir takım elbise almam gerektiğine karar veriyorum. ölen arkadaşların ceplerini arıyorum ve algoritma yüklü telefonu buluyorum. işler gittikçe karmaşıklaşmaya başladı ve "umarım yarın bir sorun çıkmaz" diye düşünüyorum. bu arada ne yapacağıma hala karar verebilmiş değilim.
ertesi gün hayatımdaki en zorlu günlerden birini yaşayacağımdan habersiz bir şekilde uyanıyorum. yeni bir takım elbise aldıktan sonra takasın gerçekleşeceği eğlence merkezine gidiyorum. giriş çıkışlar bir avm aracılığıyla sağlanıyor ve tek çıkış olması benim biraz moralimi bozuyor. işler ters giderse kaçma şansım düşük. alışveriş merkezinde ve eğlence merkezinde çok fazla ajan olduğu dikkatimi çekiyor. içimde bunların tamamının kuzey kore ajanı olmadığına dair garip bir his var. telefondan çay bahçesindeki temsilcilerle görüşüyorum ve buluşacağımız odayı öğreniyorum, çatı katında gizli bir oda, asarsörde özel şifreyi girerek ulaşılıyor. şifreyi not ediyorum ve temsilcilerin orada olmayacaklarını, başka bir üst düzey yönetici tarafından karşılanacağımı öğreniyorum ve yine rahatlıyorum. eğer temsilciler orada olsaydı benim foyamı çok rahat bir şekilde ortaya çıkarabilirlerdi.
telefonu kapatıp buluşma yerine doğru gidiyorum. üzerimde beni her an izleyen bakışlar var ve kendimi çok rahatsız hissediyorum. asansöre binip şifreyi tuşladığımda derin bir oh çekiyorum. buluşma odasında beni çok güzel karşılıyorlar. üst düzey yönetici biraz yaşlı biri ve oldukça kibar. benimle daha sonra da işbirliğinde bulunmak istediğini söylüyor. ben biraz tatil yapacağımı ve belki o sırada bu konuyu düşünebileceğimi söylüyorum, anlayışla karşılıyor. sıra takasa geliyor, benim için hazırlanmış para dolu bir çantayı getiriyorlar. ben ise o sırada hala hangi telefonu vermem gerektiğini düşünüyorum; sağ cebimde gerçek algoritma, sol cebimde ise sahte algoritma var. en sonunda özgürlük kartalları'nın canı cehenneme diye düşünüp elimi sağ cebime götürmüşken beklenmedik bir şey oluyor.
bir silah sesi duyuluyor ve karşımda oturan yaşlı yöneticinin kanı üzerime sıçrıyor. korumalar hemen silahlarına davranıyorlar, ne olduğunu anlayabilmiş değilim. o sırada içeriye sis bombaları atılıyor ve çatı katının camlarından içeri özel ekipmanlı kişiler giriyor. ben hemen yere yatıp bir koltuğun arkasına saklanıyorum, içeri girenlerin konuşmalarından çinli oldukları anlaşılıyor ve çin hükümetinin de takastan haberi olduğunu düşünüyorum, saklandığım koltuğun altında bulduğum dinleme cihazı bu düşüncemi kanıtlıyor. korumalar ve çinli özel tim çatışırken ben sürünerek odadan kaçmaya çabalıyorum, ama maalesef para dolu çantayı geride bırakmak zorunda kalıyorum. çünkü çanta çok açık bir yerde ve tam ortada, kurşun yeme şansım çok yüksek.
odadan sürünerek kaçtıktan sonra bile arkamda çatışma seslerini hala duyabiliyorum. güç bela aynı kattaki güvenlik odasını buluyorum fakat içeri girdiğimde şok oluyorum, çünkü güvenlik amiri ve odadaki personellerin tamamı öldürülmüş. güvenlik kameralarına bakınca ayrı bir şok geçiriyorum çünkü tek çıkış yerim olan alışveriş merkezinin içi cehenneme dönmüş. çinliler, kuzey koreliler, hatta amerikalılar ve mağazanın güvenlik timi çatışıyor. "acaba takastan haberi olmayan var mıydı?" diye düşünüp sinirleniyorum. ortalıkta her türden silah görmek mümkün. katanalarla uzuvlar doğranıyor, nunçakularla kafalar yarılıyor, otomatik tüfekler insan bedenini sünger gibi delik deşik ediyor... ortalık tam bir kan gölü...
ölü personellerden birinin hafif makineli tüfeğini alıyorum ve önüme kim çıkarsa tetiğe basacağıma yemin ediyorum küfürler savurarak. alışveriş merkezinin içinde bir sürü çatışma yaşıyorum ve bir şekilde sağ kalıyorum ancak çok hırpalanmış duruma geliyorum. bir kurşun omzumu sıyırmış, bir kurşun kalçama isabet etmiş, güçlükle yürüyorum. tam bu esnada önüme garip biri çıkıyor. tıraşlanmış kafası dahil tüm vücudu dövmelerle kaplı ve elinde silah olarak sadece uzun bir zincir bulunan bir adam, bakışları oldukça sert... "seni öldüreceğim" diyor ve ben önce onun ellerindeki zincire, ardından benim tuttuğum hafif makineli tüfeğe bakıp gülüyorum.
nişan alıp ateş etmeye çalıştığımda ise gülmeye başlayan o oluyor. silahımın mermileri bitmiş ve yanıma yedek mermi almamıştım. "mermilerini saydım" diyor dudaklarını yalayarak. "bu gerçeği unutmamalıydın. mermiler sayılıdır, tıpkı aldığın nefesler gibi..." silahımın askısını boynumdan çıkarıp silahı bir kenara fırlatıyorum ve yakın dövüş pozisyonu alıyorum. "nefeslerimi de saydın mı o****u ç****u!" diye haykırıyorum ve ona doğru koşmaya başlıyorum. ama yüzümde soğuk bir alev gibi şaklayan zincir beni yan tarafımda bulunan raflara yapıştırıyor. dengemi kaybedip yere düşüyorum. zincir darbeleri ardı ardına bedenime iniyor, kemiklerim kırılıyor, dişlerim dökülüyor, her tarafım acıyor... "hayat... ve ölüm... bir zincirin iki ucudur..." diyor ve zinciri son kez savuruyor. boynuma dolanan zincir nefesimi kesiyor, boğulacağım ve acı içinde öleceğim...
gözlerim kararmaya başlamışken bir anda zincir gevşiyor, dövüştüğüm adam kafasına baltayla bir darbe almış... anlayamıyorum, kim bana yardım etmek ister ki? ardından bir balta darbesi daha iniyor kafasına ve kafatasından çıtırtı sesleri geliyor. zincir iyice gevşiyor, boynumdan çıkarıyorum, ucundan tutarak hızla çekiyorum ve zincir adamın elinden kurtuluyor. kalan son gücümle zinciri savuruyorum ve adamın ayağına dolanıyor ve onu yere düşürüyor ve bu esnada bana yardım eden kişi de baltayı adamın boynuna indiriyor, kafa kopuyor ve yanıma kadar yuvarlanıyor. bana yardım eden kişinin yüzüne bakıyorum, aman tanrım, bu o adam. köy evinin önünde hayatını kurtardığım özgürlük kartalları üyesi. gülümseyerek ve topallayarak yanıma geliyor ve beni kaldırıyor, kolumu onun omzuna atıyorum ve ona dayanarak yavaş yavaş çıkışa doğru ilerliyorum...
rüyamda turistik bir köye, akrabalarımı ziyarete gidiyorum. köyde kaldığım sürede bir gün dışarı çıkıp eşsiz bir manzarası ve tarihi geçmişi olan bir çay bahçesine oturmaya gidiyorum. çayımı yudumlarken yan masadan gelen ingilizce konuşmalar dikkatimi çekiyor ve merakla kulak kabartıyorum. konuşanlardan biri abd için yıllardır çalışmış olan bir ajan olduğundan bahsederek söze başlıyor. yıllardır önemli hizmetler vermesine rağmen asla rütbesi yükselmemiş. gereken önemi ona göstermedikleri için amerikadan intikam almak ve daha fazla para kazanmak amacıyla elindeki önemli bir sırrı kuzey kore'ye satmak istiyor. kuzey kore tarafındaki takım elbiseliler iştahla dinliyor konuşmayı.
sır şöyle: abd, önemli operasyon bilgilerini bir algoritma vasıtasıyla netflix dizilerinin içine yerleştiriyor. dizi içerisindeki konuşmalarda geçen kelimeler, karakterlerin yaptığı hareketler ve 25. kare tekniğiyle yerleştirilmiş bazı fotoğraflar sayesinde elinde gerekli algoritma olan bir saha ajanı istediği yerden bir tıkla netflix dizisi seyrederek operasyon bilgilerine ulaşabiliyor. abd ajanı, işte bu muazzam algoritmayı yüklü bir para ve yeni bir kimlik karşılığında kuzey kore'ye vermeyi vaat ediyor. takas yeri için hong kong'daki bir eğlence merkezini seçen taraflar, yüzlerinde mutlu gülümsemelerle çay bahçesinden ayrılıyorlar.
ilginç bir konuşmaya tanık olduğumu düşünerek ben de eve gidiyorum, ama meseleyi çok düşünmüyorum. zira ben basit bir insanım, bu duyduklarımı anlattığım hiç kimse bana inanmaz. akşam uyumak için yatağa gitmek üzereyken evin hemen önünden gelen silah sesleri duyuyorum. aklıma hemen bugün dinlediğim inanması güç ajan hikayesi geliyor ve pencereden bakıp olayın ne olduğunu görmeye çalışıyorum, hatta bir an benim onları dinlediğimi fark edip beni öldürmeye gelmeleri ihtimalinden korkuyorum.
bugün görmüş olduğum abd ajanı, dört kişilik ilk kez gördüğüm bir grupla tek başına çatışıyor. ama konuşmasında anlattığı gibi yetenekli olduğu için üçünü de zorlanmadan kafalarına birer kurşun isabet ettirerek öldürüyor. geriye kalan son kişiyi ise sol bacağından iki kez vuruyor. sonuncu adam bacağını tutarak yere düşüyor ve yere düştüğünde bir an penceresinden olayları izleyen beni görüyor. gözlerinde yardım isteği var. ne yapacağımı bilemiyorum bir süre. köy evinde, duvarda asılı duran tüfeğe bakıyorum ve kararımı veriyorum. tüfeği alıp aniden kapıdan çıkıyorum ve tüfeği burun buruna geldiğimiz abd ajanının şaşkınlıkla bakan yüzüne doğrultarak hiç düşünmeden tetiği çekiyorum. hayatımda ilk kez bir silahı ateşlediğim için geri tepmeye alışkın değilim, o yüzden tetiği çekmemle beraber ben de yere düşüyorum. yerde biraz kendime gelebilmek için vakit geçirdikten sonra kalkıp yaralı adamın yanına gidiyorum.
yaralı adam öncelikle bana çok minnettar olduğunu söylüyor. sonra da olaylara bir anlam veremeyen bana gerçekleri anlatıyor. dört kişilik grup, özgürlük kartalları adını verdikleri bir oluşumun parçası. bu oluşum, teknolojiye karşı kötü hisler besliyor ve kendilerine ruhani önder olarak unabomber'ı seçmişler; aynı zamanda da kişisel özgürlüklerin korunması konusunda da pek hassaslar. ajanı başka bir nedenden dolayı takip ederlerken tesadüfen takastan haberdar oluyorlar ve ajanı öldürüp onun yerine geçmeyi planlıyorlar, ancak işler pek yolunda gitmiyor. planlarına göre sahte algoritma yüklenmiş bir telefonu karşı tarafa verecekler, böylece hem para, hem de algoritma bizim elimizde olacak. takas iki gün sonra gerçekleşecek ve adamın üç arkadaşı ölmüş durumda, kendisi de yaralı. o nedenle bu görevi bana teklif ediyor, bu fırsatın tekrar ele geçmeyeceğini belirtiyor.
benim kafam karışık, hayatımda elime ilk kez silah aldığımdan ve özel yeteneklerim olmadığından bahsediyorum. adam beni susturuyor ve "senin gözlerinde kararlılığı gördüm, bu yeterli. silah konusuna gelirsek, gözlerinle değil kalbinle nişan alırsan her mermi hedefini bulur. beni anlıyorsun ya?" diyor. "üstelik," diye de konuşmasını sürdürüyor, "sana yardımcı olmak için mutlaka oraya gelmeye çalışacağım, kendini asla yalnız hissetme." sahte algoritma yüklenmiş telefonu elime tutuşturuyor ve "haydi git şimdi" diyor.
adama teşekkür ediyorum güzel sözleri için ve teklifini kabul ederek ölen abd ajanının kan gölü içindeki cesedinin yanına gidiyorum. kafatası parçalanmış ve yüzü tanınmayacak halde, mide bulantımı zorlukla bastırıyorum. cesedin ceplerinden telefonunu, susturucusunu, cüzdanını, pasaportunu ve uçak biletini alıyorum. elindeki susturucu takılmamış silahı alıyor ve belime sokuyorum. aldığım pasaportun isim kısmına bakıyorum: "david calcy". kendi kendime ismi tekrar ediyorum ve kendi kimliğimi cesedin cebine bırakıyorum. artık ben david calcy'yim.
ertesi gün yola çıkmadan önce david calcy'nin telefonundan onun gibi kirlenmiş birkaç ajan arkadaşıyla konuşuyorum, sesimi duydukları için şaşkın gibiler, ama bunun sebebini anlayamıyorum. algoritma onların ellerinde ve gece hong kong'taki bir striptiz kulübünde buluşmak üzere anlaşıyoruz. konuşma esnasında daha önce beni hiç yüzyüze görmediklerini öğreniyorum ve rahatlıyorum, david calcy olmadığımı fark etmeyebilirler belki. telefonu kapatıyorum ve uçağa biniyorum. uçakta kendi kendime düşünüyorum, neden özgürlük kartalları'na yardım ediyorum ki, sadece bir macera arayışı mı? kuzey kore'ye gerçek algoritmayı verip parayı alabilir ve bundan sonraki hayatımı lüks içinde geçirebilirim. sadece biraz dikkatli davranmam gerekecek ama o kadar parayla her şey kolayca halledilebilir. açıkçası ne yapmam gerektiği konusunda emin değilim.
hong kong'a güneş battıktan sonra varıyorum ancak. gece ışıl ışıl bir şehir. buluşmak üzere anlaştığımız striptiz kulübünü buluyorum ve içeridekilere göz gezdiriyorum. tavırlarından oldukça tetikte oldukları anlaşılan takım elbiseli ve güneş gözlüklü üç kişi viskilerini yudumluyor bir masada, david calcy'nin arkadaşlarının onlar olduklarına karar veriyorum ve masalarına gidiyorum. kendimi onlara tanıttıktan sonra beni sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi çok içten karşılıyorlar. benim ünümü hep duydularını ve sonunda tanışabilmiş olmanın bir şeref olduğundan falan bahsediyorlar. ayrıca konuşma esnasında öğreniyorum ki para dörde bölünecekmiş ve takasa yalnızca ben gidecekmişim. bu durum açıkçası beni biraz rahatsız ediyor, paranın bölüneceğinden haberim yoktu. ama kafama çok takmıyorum ve bol bol içki içerek kulüpte eğleniyorum. bu arkadaşların tavrında tüm samimiyete rağmen beni rahatsız eden bir şey var ve ne olduğunu çözemiyorum.
arkadaşlardan biri lavaboya gitmek üzere yanımızdan ayrılıyor ve ben de o esnada çok içki içtiğimden dolayı tuvaletim geldiğini fark ediyorum, izinlerini isteyerek ben de lavaboya gidiyorum. mekandaki müzik sesi çok yüksek ve başımı ağrıtıyor. erkekler tuvaletine giriyorum ve bir ıssızlık dikkatimi çekiyor, içeride kimse yok sanıyorum başta ama kapalı bir tuvalet kabini kapısı görünce rahatlıyorum. ben de pisuvara geçiyorum ve işimi hallediyorum. o sırada aynadaki yansıma dikkatimi çekiyor, arkamdaki tuvalet kapısı çok yavaş bir şekilde aralanıyor. istifimi bozmadan işemeye devam ediyorum, bir yandan da yan gözle yansımayı izliyorum. kapı gittikçe aralanıyor ve arkadaşım dediğim kişi elinde bıçakla arkamdan hamle ediyor. tam zamanında kendimi yana çekiyorum ve kafasını duvara çarpıyor. sersemlemiş halinden faydalanarak kafasını tutup pisuvara vuruyorum, pisuvar parçalanıyor. adam bir köşeye yığılıyor, suratından su, kan ve idrar akıyor yere... işi bitti diye seviniyorum ancak bir anda gözlerini açıyor ve tekrar üzerime hamle yapmaya hazırlanıyor. yerinden kalkamadan belimdeki silahı çıkarıyorum ve onu kalbinden tek kurşunla vuruyorum, artık sonsuza kadar yerinde kalacak.
tuvalette silah sesi yankılanıyor ve damarlarımda kan yerine adrenalin dolaşıyormuş gibi hissediyorum. umarım müzik sesi silah sesini bastırmıştır diye dua ediyorum içimden, bir yandan da susturucuyu takmadığım için kendime küfrediyorum. elimde silahla arkamı dönüyorum ve tuvaletin çıkışına yöneliyorum. o esnada içeriye diğer iki arkadaş giriyor. hiç düşünmeden art arda iki kez tetiği çekiyorum. ilk mermi birinin kafasına isabet ediyor ve bir çöp poşeti gibi yere yığılıyor. ikinci mermi ise ne yazık ki istediğim yere gitmiyor, diğerinin sadece kolunu sıyırıyor. sağlam koluyla cebinden bıçağını çıkararak üzerime koşmaya başlıyor. tetiği tekrar çekiyorum ama silah tutukluk yapıyor, kahretsin. sağlam bir tekme savurup mesafeyi korumaya çalışıyorum, tekmem karnına isabet ediyor ve nefesini kesiyor, bir anda iki büklüm oluyor. fırsattan istifade ederek elimdeki silahın kabzasıyla başına vuruyorum, tok bir ses çıkıyor. ardından kafasını tutup aynaya çarpıyorum, ayna çatlıyor; sonrasında da kafasını hızla lavaboya indiriyorum. lavabo kırılıyor ve büyük bir parça yere düşüyor. adamı bıraktığımda yere yığılıp kalıyor, elime kırık lavabo parçasını alıp adamı dövmeye devam ediyorum ve bir yandan da adama soruyorum: "neden?"
yerde yatan adam kırık çenesiyle ve patlamış dudaklarıyla zorlukla konuşuyor ve bana hiç bilmediğim yeni şeyler anlatıyor. kuzey kore temsilcileriyle anlaşmayı sağladıktan sonra david calcy'i öldürmeyi planlamışlar, çünkü böylece para dört yerine üçe bölünecekmiş. david calcy'yi öldürmek için de özgürlük kartalları oluşumunu kullanmışlar, david calcy'nin yerini onlara bu arkadaşlar sızdırmışlar. ama benim ölmediğimi görünce plan yapıp bu akşam işi halletmeye karar vermişler. adamın anlattıklarını dinledikten sonra "neyse ki para artık bölünmeyecek" diyorum ve elimdeki kırık lavabo parçasını büyük bir hızla adamın başına indiriyorum, adam sessiz ve hareketsiz kalıyor.
üzerime sıçramış kan lekelerine bakıyorum ve yarın buluşmadan önce yeni bir takım elbise almam gerektiğine karar veriyorum. ölen arkadaşların ceplerini arıyorum ve algoritma yüklü telefonu buluyorum. işler gittikçe karmaşıklaşmaya başladı ve "umarım yarın bir sorun çıkmaz" diye düşünüyorum. bu arada ne yapacağıma hala karar verebilmiş değilim.
ertesi gün hayatımdaki en zorlu günlerden birini yaşayacağımdan habersiz bir şekilde uyanıyorum. yeni bir takım elbise aldıktan sonra takasın gerçekleşeceği eğlence merkezine gidiyorum. giriş çıkışlar bir avm aracılığıyla sağlanıyor ve tek çıkış olması benim biraz moralimi bozuyor. işler ters giderse kaçma şansım düşük. alışveriş merkezinde ve eğlence merkezinde çok fazla ajan olduğu dikkatimi çekiyor. içimde bunların tamamının kuzey kore ajanı olmadığına dair garip bir his var. telefondan çay bahçesindeki temsilcilerle görüşüyorum ve buluşacağımız odayı öğreniyorum, çatı katında gizli bir oda, asarsörde özel şifreyi girerek ulaşılıyor. şifreyi not ediyorum ve temsilcilerin orada olmayacaklarını, başka bir üst düzey yönetici tarafından karşılanacağımı öğreniyorum ve yine rahatlıyorum. eğer temsilciler orada olsaydı benim foyamı çok rahat bir şekilde ortaya çıkarabilirlerdi.
telefonu kapatıp buluşma yerine doğru gidiyorum. üzerimde beni her an izleyen bakışlar var ve kendimi çok rahatsız hissediyorum. asansöre binip şifreyi tuşladığımda derin bir oh çekiyorum. buluşma odasında beni çok güzel karşılıyorlar. üst düzey yönetici biraz yaşlı biri ve oldukça kibar. benimle daha sonra da işbirliğinde bulunmak istediğini söylüyor. ben biraz tatil yapacağımı ve belki o sırada bu konuyu düşünebileceğimi söylüyorum, anlayışla karşılıyor. sıra takasa geliyor, benim için hazırlanmış para dolu bir çantayı getiriyorlar. ben ise o sırada hala hangi telefonu vermem gerektiğini düşünüyorum; sağ cebimde gerçek algoritma, sol cebimde ise sahte algoritma var. en sonunda özgürlük kartalları'nın canı cehenneme diye düşünüp elimi sağ cebime götürmüşken beklenmedik bir şey oluyor.
bir silah sesi duyuluyor ve karşımda oturan yaşlı yöneticinin kanı üzerime sıçrıyor. korumalar hemen silahlarına davranıyorlar, ne olduğunu anlayabilmiş değilim. o sırada içeriye sis bombaları atılıyor ve çatı katının camlarından içeri özel ekipmanlı kişiler giriyor. ben hemen yere yatıp bir koltuğun arkasına saklanıyorum, içeri girenlerin konuşmalarından çinli oldukları anlaşılıyor ve çin hükümetinin de takastan haberi olduğunu düşünüyorum, saklandığım koltuğun altında bulduğum dinleme cihazı bu düşüncemi kanıtlıyor. korumalar ve çinli özel tim çatışırken ben sürünerek odadan kaçmaya çabalıyorum, ama maalesef para dolu çantayı geride bırakmak zorunda kalıyorum. çünkü çanta çok açık bir yerde ve tam ortada, kurşun yeme şansım çok yüksek.
odadan sürünerek kaçtıktan sonra bile arkamda çatışma seslerini hala duyabiliyorum. güç bela aynı kattaki güvenlik odasını buluyorum fakat içeri girdiğimde şok oluyorum, çünkü güvenlik amiri ve odadaki personellerin tamamı öldürülmüş. güvenlik kameralarına bakınca ayrı bir şok geçiriyorum çünkü tek çıkış yerim olan alışveriş merkezinin içi cehenneme dönmüş. çinliler, kuzey koreliler, hatta amerikalılar ve mağazanın güvenlik timi çatışıyor. "acaba takastan haberi olmayan var mıydı?" diye düşünüp sinirleniyorum. ortalıkta her türden silah görmek mümkün. katanalarla uzuvlar doğranıyor, nunçakularla kafalar yarılıyor, otomatik tüfekler insan bedenini sünger gibi delik deşik ediyor... ortalık tam bir kan gölü...
ölü personellerden birinin hafif makineli tüfeğini alıyorum ve önüme kim çıkarsa tetiğe basacağıma yemin ediyorum küfürler savurarak. alışveriş merkezinin içinde bir sürü çatışma yaşıyorum ve bir şekilde sağ kalıyorum ancak çok hırpalanmış duruma geliyorum. bir kurşun omzumu sıyırmış, bir kurşun kalçama isabet etmiş, güçlükle yürüyorum. tam bu esnada önüme garip biri çıkıyor. tıraşlanmış kafası dahil tüm vücudu dövmelerle kaplı ve elinde silah olarak sadece uzun bir zincir bulunan bir adam, bakışları oldukça sert... "seni öldüreceğim" diyor ve ben önce onun ellerindeki zincire, ardından benim tuttuğum hafif makineli tüfeğe bakıp gülüyorum.
nişan alıp ateş etmeye çalıştığımda ise gülmeye başlayan o oluyor. silahımın mermileri bitmiş ve yanıma yedek mermi almamıştım. "mermilerini saydım" diyor dudaklarını yalayarak. "bu gerçeği unutmamalıydın. mermiler sayılıdır, tıpkı aldığın nefesler gibi..." silahımın askısını boynumdan çıkarıp silahı bir kenara fırlatıyorum ve yakın dövüş pozisyonu alıyorum. "nefeslerimi de saydın mı o****u ç****u!" diye haykırıyorum ve ona doğru koşmaya başlıyorum. ama yüzümde soğuk bir alev gibi şaklayan zincir beni yan tarafımda bulunan raflara yapıştırıyor. dengemi kaybedip yere düşüyorum. zincir darbeleri ardı ardına bedenime iniyor, kemiklerim kırılıyor, dişlerim dökülüyor, her tarafım acıyor... "hayat... ve ölüm... bir zincirin iki ucudur..." diyor ve zinciri son kez savuruyor. boynuma dolanan zincir nefesimi kesiyor, boğulacağım ve acı içinde öleceğim...
gözlerim kararmaya başlamışken bir anda zincir gevşiyor, dövüştüğüm adam kafasına baltayla bir darbe almış... anlayamıyorum, kim bana yardım etmek ister ki? ardından bir balta darbesi daha iniyor kafasına ve kafatasından çıtırtı sesleri geliyor. zincir iyice gevşiyor, boynumdan çıkarıyorum, ucundan tutarak hızla çekiyorum ve zincir adamın elinden kurtuluyor. kalan son gücümle zinciri savuruyorum ve adamın ayağına dolanıyor ve onu yere düşürüyor ve bu esnada bana yardım eden kişi de baltayı adamın boynuna indiriyor, kafa kopuyor ve yanıma kadar yuvarlanıyor. bana yardım eden kişinin yüzüne bakıyorum, aman tanrım, bu o adam. köy evinin önünde hayatını kurtardığım özgürlük kartalları üyesi. gülümseyerek ve topallayarak yanıma geliyor ve beni kaldırıyor, kolumu onun omzuna atıyorum ve ona dayanarak yavaş yavaş çıkışa doğru ilerliyorum...
devamını gör...
gafil ne bilir
jandarma tarafından fellik fellik aranmanıza ve kendi köyünüze kendi köylünüz tarafından 6 ay girme yasağıı almanıza sebep olan mehter marşı.*
şirin bir ege köyü benimki, eskiden bağ vardı tütün vardı, şimdi hiçbir b*k yok, gençler zaten kaçmış, yarı ölü bir köydü.
ta ki çeşme, alaçatı'da ev alamayan bu yüzden de arkadaşlarına instagram' da hava atamayan cihangir entelleri tarafından öğrenilinceye kadar.
5-10 sene önce sokaklarında mezarlığa doğru bakan ihtiyarlar ve 2-3 uyuz itten başka kimsenin olmadığı bu köy şimdilerde "italyan usta tarafından pizza yapım kursu, sanat atölyeleri, yetişkinlere gece masalları" düzenleyen tiplerle dolu.
benim dökükköy oldu mu sana entelköy?
benim memleket insanı da uyanık, içine it bağlasan durmaz eski evleri "aaaa, rumlardan kalma 150 yıllık sakız tipi ev" diye kakaladı bunlara, neşeleri yerinde.
bir bayram günü sabah çok erken vakitte köyde olmam lazım, bi aile işi. tabanı yanık it gibi koşturduğumdan dolayı aile büyükleri bana kakaladı işi ses etmedim, gece güvendik'te içtik, biraz uyudum yola çıktım.
köye tam gireceğim, bayram namazına kalkmayan entel dantel köy sakinlerine bi şaka yapayım dedim, hem de namaza gitmelerine vesile olurum, bedavadan sevap point yüklenir haneme, win win yani?
köyün tam girişinde durdum, arabadan daha pahalı ses sistemini açtım, başladım bunu bangır bangır çalarak köy içine yanında akşemsettin olan fatih gibi ağır ağır girmeye. kapılar, pencereler açılıyo paldır küldür, itler uluyo tam bi curcuna!
ben ne bileyim, yaptım işimi bastım gittim öbür taraftan ıldırı tarafına hatunun yanına, arkamdan jandarma aranmış, şikayetçi olunmuş, jandarma* peşime düşmüş bir sürü olay?
insanlara sevap yolunu açmak da kolay değil bu coğrafyada onu anladım.
şimdiki planım bir gece yarısı alaçatı'ya ortodoks ilahileri ile giriş yapmak, sonrasında xios' a kaçarım artık bu sefer çay/şeker /sigara ile ikna edemem jandarmayı.
şirin bir ege köyü benimki, eskiden bağ vardı tütün vardı, şimdi hiçbir b*k yok, gençler zaten kaçmış, yarı ölü bir köydü.
ta ki çeşme, alaçatı'da ev alamayan bu yüzden de arkadaşlarına instagram' da hava atamayan cihangir entelleri tarafından öğrenilinceye kadar.
5-10 sene önce sokaklarında mezarlığa doğru bakan ihtiyarlar ve 2-3 uyuz itten başka kimsenin olmadığı bu köy şimdilerde "italyan usta tarafından pizza yapım kursu, sanat atölyeleri, yetişkinlere gece masalları" düzenleyen tiplerle dolu.
benim dökükköy oldu mu sana entelköy?
benim memleket insanı da uyanık, içine it bağlasan durmaz eski evleri "aaaa, rumlardan kalma 150 yıllık sakız tipi ev" diye kakaladı bunlara, neşeleri yerinde.
bir bayram günü sabah çok erken vakitte köyde olmam lazım, bi aile işi. tabanı yanık it gibi koşturduğumdan dolayı aile büyükleri bana kakaladı işi ses etmedim, gece güvendik'te içtik, biraz uyudum yola çıktım.
köye tam gireceğim, bayram namazına kalkmayan entel dantel köy sakinlerine bi şaka yapayım dedim, hem de namaza gitmelerine vesile olurum, bedavadan sevap point yüklenir haneme, win win yani?
köyün tam girişinde durdum, arabadan daha pahalı ses sistemini açtım, başladım bunu bangır bangır çalarak köy içine yanında akşemsettin olan fatih gibi ağır ağır girmeye. kapılar, pencereler açılıyo paldır küldür, itler uluyo tam bi curcuna!
ben ne bileyim, yaptım işimi bastım gittim öbür taraftan ıldırı tarafına hatunun yanına, arkamdan jandarma aranmış, şikayetçi olunmuş, jandarma* peşime düşmüş bir sürü olay?
insanlara sevap yolunu açmak da kolay değil bu coğrafyada onu anladım.
şimdiki planım bir gece yarısı alaçatı'ya ortodoks ilahileri ile giriş yapmak, sonrasında xios' a kaçarım artık bu sefer çay/şeker /sigara ile ikna edemem jandarmayı.
devamını gör...
1 kelimelik hikayeler
afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız? dersem akış değişir galiba.
devamını gör...
çevrim içi olduğu halde mesaja cevap vermeden çıkan insan
çevrimiçi olabilir ama belki meşguldür, iş hayatında da whatsapp kullanılmıyor mu? ben kullanıyorum ve müşterimle konuşurken çevrimiçi oluyorum ama o an başka birinden mesaj gelse görebilirim ama yoğunluktan cevap yazamayıp çıkabilirim, anlatabildim mi? insanlar neden kendi değerlerini böyle basit şeylerle ölçmeye kalkarlar anlamıyorum..
devamını gör...
caramel
orjinal ismi sukkar banat...
2007 yapımı fransa-lübnan ortaklığında çekilen bir filmin yönetmenliğini nadine labaki üstlenmiş.
başrollerini ise nadine labaki, yasmine al massri, sihame haddad, joanna moukarzel paylaşıyorlar... aslında terzi olan ablamız , terzi ola ablamızın annesi de başrol de isimlerini bulamadık...neyse efem...
baştan spoi uyarısı verelim ..spoi takıntısı olanlar bundan sonrasını okumasın...
film bir güzellik salonunu merkezine alarak toplumdaki kadın,kadının toplumdaki yeri, toplumsal kültürel yaşam hakkında bilgiler vermesi açısından önemli...
lübnan ataerkil bir toplum. bundan dolayı hakim bir erkek egemenliği bekliyoruz filmden ama yönetmen sorunlara çözüm arayan, mücadeleci, güçlü kadın karakterler sayesinde erkekler ikinci planda kalıyor, hatta sadece birer figüran oluyor...
filmin en güzel tarafı bence bu...
örneğin; filmde güzellik salonun sahibi layela evli bir erkekle ilişki yaşayan bir kadın...filmde evli adamı hiç görmüyoruz ve ona dair sadece bir korna sesi var... bu yaşadığı ilişki yüzünden yaşadığı utanç anlatılmakta... adamın kızı ve karısıyla tanışınca ilişkisini sorgular,kendile yüzleşir ve ilişkisini bitirir...
rima, erkek kıyafetleri giyen bir kadındır...toplum bir düğün öncesi ona da baskı kurar ve ağda yapılır ve etek giyer düğünde...
nesrin muhafazakar bir aileden gelir ve muhafazakar bir aileye gelin gitmeye hazırlanan nişanlı bir kızdır. ancak arkadaşlarına nişanlısının ilk erkeği olmadığını söylediğinde kadın dayanışması devreye girer...
jamela ise menopoza girmiş bir kadındır... aşlanmanın getirdiği işe yaramama duygusu ve baskısı hala ile adet görüyormuş gibi davranır...
rose ise annesine bakmakta olan yaşı geçkin bir kadındır... çok yaşlı annesine bakmak ve onunla yaşamak zorundadır...
bu sebeple dükkanına gelen beyfendiye bir şeyler hissetmesine rağmen; maalesef onunla çay içmeye gitmeyecektir...
filmin sonunda çalan şarkı ise filmi kesinlikle tamamlıyor...gördüğümüz kadınlar aynaya bakıp soruyor ''kimin ben?'' şuraya linkini koyalım dinlemek isteyenler için ...
aynam aynam
aynam, aynam ..
sana hikayemi anlatacağım. söylesene bana kimim ben?
ne kadar büyürsen büyü, ne kadar değişirsen değiş ;
sen bensin ben de sen.
benim gözümde zaten altı yaşındasın ah aynam.
sana hikayemi(masalımı) anlatacağım
bana onların hepsinden daha çekici (zarif) olduğumu söyle
ve daha cazibeli (nazlı) olduğumu söyle
bak bana ve gördüklerini söyle. ah, aynam..
sana hikayemi anlatacağım
söyle bana, neden saçlarım sarı değil?
kalçalarım küçük değil ve dudaklarım iri (dolgun) değil? ah aynam..
sana hikayemi anlatacağım
söyle bana nasıl küçültürüm onu ?
veya makyajla nasıl güzelleşebilirim o çekici kıyafetlerin içinde
söyle bana kimim ben?
ne kadar büyürsen büyü, ne kadar değişirsen değiş, sen bensin ve ben de sen
benim gözümde zaten hala altı yaşındasın, ah aynam
söyle bana kimim ben..
söyle bana kimim ben
ah aynam, ah aynam, ah aynam..
2007 yapımı fransa-lübnan ortaklığında çekilen bir filmin yönetmenliğini nadine labaki üstlenmiş.
başrollerini ise nadine labaki, yasmine al massri, sihame haddad, joanna moukarzel paylaşıyorlar... aslında terzi olan ablamız , terzi ola ablamızın annesi de başrol de isimlerini bulamadık...neyse efem...
baştan spoi uyarısı verelim ..spoi takıntısı olanlar bundan sonrasını okumasın...
film bir güzellik salonunu merkezine alarak toplumdaki kadın,kadının toplumdaki yeri, toplumsal kültürel yaşam hakkında bilgiler vermesi açısından önemli...
lübnan ataerkil bir toplum. bundan dolayı hakim bir erkek egemenliği bekliyoruz filmden ama yönetmen sorunlara çözüm arayan, mücadeleci, güçlü kadın karakterler sayesinde erkekler ikinci planda kalıyor, hatta sadece birer figüran oluyor...
filmin en güzel tarafı bence bu...
örneğin; filmde güzellik salonun sahibi layela evli bir erkekle ilişki yaşayan bir kadın...filmde evli adamı hiç görmüyoruz ve ona dair sadece bir korna sesi var... bu yaşadığı ilişki yüzünden yaşadığı utanç anlatılmakta... adamın kızı ve karısıyla tanışınca ilişkisini sorgular,kendile yüzleşir ve ilişkisini bitirir...
rima, erkek kıyafetleri giyen bir kadındır...toplum bir düğün öncesi ona da baskı kurar ve ağda yapılır ve etek giyer düğünde...
nesrin muhafazakar bir aileden gelir ve muhafazakar bir aileye gelin gitmeye hazırlanan nişanlı bir kızdır. ancak arkadaşlarına nişanlısının ilk erkeği olmadığını söylediğinde kadın dayanışması devreye girer...
jamela ise menopoza girmiş bir kadındır... aşlanmanın getirdiği işe yaramama duygusu ve baskısı hala ile adet görüyormuş gibi davranır...
rose ise annesine bakmakta olan yaşı geçkin bir kadındır... çok yaşlı annesine bakmak ve onunla yaşamak zorundadır...
bu sebeple dükkanına gelen beyfendiye bir şeyler hissetmesine rağmen; maalesef onunla çay içmeye gitmeyecektir...
filmin sonunda çalan şarkı ise filmi kesinlikle tamamlıyor...gördüğümüz kadınlar aynaya bakıp soruyor ''kimin ben?'' şuraya linkini koyalım dinlemek isteyenler için ...
aynam aynam
aynam, aynam ..
sana hikayemi anlatacağım. söylesene bana kimim ben?
ne kadar büyürsen büyü, ne kadar değişirsen değiş ;
sen bensin ben de sen.
benim gözümde zaten altı yaşındasın ah aynam.
sana hikayemi(masalımı) anlatacağım
bana onların hepsinden daha çekici (zarif) olduğumu söyle
ve daha cazibeli (nazlı) olduğumu söyle
bak bana ve gördüklerini söyle. ah, aynam..
sana hikayemi anlatacağım
söyle bana, neden saçlarım sarı değil?
kalçalarım küçük değil ve dudaklarım iri (dolgun) değil? ah aynam..
sana hikayemi anlatacağım
söyle bana nasıl küçültürüm onu ?
veya makyajla nasıl güzelleşebilirim o çekici kıyafetlerin içinde
söyle bana kimim ben?
ne kadar büyürsen büyü, ne kadar değişirsen değiş, sen bensin ve ben de sen
benim gözümde zaten hala altı yaşındasın, ah aynam
söyle bana kimim ben..
söyle bana kimim ben
ah aynam, ah aynam, ah aynam..
devamını gör...
türkiye’nin en başarılı olduğu spor dalı
zamanında güreş olandır.
benim büyük dedem (bkz: pehlivan) idi.
benim büyük dedem (bkz: pehlivan) idi.
devamını gör...
insan ruhuna en iyi gelen şey
öyle doyumsuz bir ruhum yok benim. az bi ilgi, azıcık sevgi, iki kelam sohbet, ritmi güzel bir şarkı ve bir fincan sıcak içecek. bakın kahve, çay, white chocolate mocha değil, sıcak içecek sadece. o kadar genel o kadar basit işte.
devamını gör...
solvent
bir dönem benzinin içine karıştırılan kimyasal. şuan da daha çok mazot üzerinden kaçak işi yürütülüyor.
devamını gör...
herkesin ağladığı şeye gülmek
olayın mizahi tarafını görebilmeyi başarmaktır. bakış açını değiştirebilmektir. trajikomik durumlarda komik kısmına odaklanmaktır. biraz da izahı olmayan şeyleri mizahı olurdur.
yer yer ironiktir. ağlanacak hale gülmektir. normal olmayan şeylerin normalleştirilmesi ve sıradanlaşmasıdır, yapabileceğin başka bir şey olmamasıdır.
hele ki türkiye'deyseniz gerçekliğin absürd komedi tadında yaşanmasından kaynaklı mecburi kazanmanız gereken özelliktir, kaçış noktasıdır. bazense üzerinize basılan dramla yaratılmaya çalışılan algıya karşı çıkmaktır. yurdum insanını vurabileceği tek yer olan vicdanlarından; hep daha kötülerini göstererek vuranlarla, manipüle etmeye çalışanlarla taştaş geçmektir. çoğu zaman büyük resmi görebilmektir. biraz da hayatı o kadar ciddiye almamaktır. ne olursa olsun sahip olunduğu takdirde sizi 1 adım öne taşır.
yer yer ironiktir. ağlanacak hale gülmektir. normal olmayan şeylerin normalleştirilmesi ve sıradanlaşmasıdır, yapabileceğin başka bir şey olmamasıdır.
hele ki türkiye'deyseniz gerçekliğin absürd komedi tadında yaşanmasından kaynaklı mecburi kazanmanız gereken özelliktir, kaçış noktasıdır. bazense üzerinize basılan dramla yaratılmaya çalışılan algıya karşı çıkmaktır. yurdum insanını vurabileceği tek yer olan vicdanlarından; hep daha kötülerini göstererek vuranlarla, manipüle etmeye çalışanlarla taştaş geçmektir. çoğu zaman büyük resmi görebilmektir. biraz da hayatı o kadar ciddiye almamaktır. ne olursa olsun sahip olunduğu takdirde sizi 1 adım öne taşır.
devamını gör...