yazarların en ilginç kaybolma anıları
başlık "aşeka" tarafından 24.04.2021 04:36 tarihinde açılmıştır.
21.
üff pazarda kaybolmuştum çok kötüydü
devamını gör...
22.
bazem kaybolmk istersin :)
devamını gör...
23.
aile dostumuzun yazlığında kaybolup canlı müzik yapan bir gruba denk gelmiş, bir de bet sesimle şarkı söyleyip rezil etmiştim kendimi.
emmoğlu'nu söyledim.
emmoğlu'nu söyledim.
devamını gör...
24.
ortaokulda müzede yerde yatan bir iskelet vardı, sanırım incelemeye kendimi fazla kaptırmışım grup başka yerlere gitmiş ben kalmıştım. sanki büyülenmiş gibi olmuştum ama çünkü sadece 15 saniye falan bakmıştım ama sonra saate baktığımda dakikalarca baktığımı farkettim,ilginç bir deneyimdi.(bu arada korkmadım ,sadece ilk defa gördüğüm için ilgimi çekmişti. )
aynı böyle zeminin altında ve üstü camdı
aynı böyle zeminin altında ve üstü camdı
![kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel](https://media.normalsozluk.com/up/2022/10/16/re4ma2ulyliquend-t.jpg)
devamını gör...
25.
birincisini hatırlamasam da ikincisi bende travma yaratmış kaybolmalardır.
1 - ben biraz erken yürümüşüm üstünüze afiyet. boy da kısacık,bana beyaz mantar derlermiş o zaman. yani böcek gibi geziniyormuşum etrafta. bir de yaramazmışım ki dediklerine göre. neyse efendim, bir gün bakmışlar mum yok etrafta. o zamanlar da babam ziraatçi, devlet lojmanında kalıyoruz;3/5 ev kalanı tarla, ağaçlık. aramışlar taramışlar ben yokum etrafta. herkes seferber olmuş,beni buğday tarlasında aramışlar* . zaten başaklar kadar boy da yokmuş ; hadi ordaysam nerden göreceklerse.
arama sonunda beni evde koltuğun arkasında bulmalarıyla sona ermiş. artık orda uyumuş muyum , oyun mu yapmak istemişim bilemem. kimsenin de aklına oraya bakmak gelmemiş*.
2- bende travma yaratan ve kalabalık fobisi oluşturan bursa fuarında kaybolma olayımdır. annemin teyzemin ve dayımın benim yokluğumu ancak yarım saat sonra farketmeleri ve beni dükkanda unutmaları ile vuku bulmuştur.
neyse artık büyüdüm de, isteğim harici kaybolmuyorum* .
1 - ben biraz erken yürümüşüm üstünüze afiyet. boy da kısacık,bana beyaz mantar derlermiş o zaman. yani böcek gibi geziniyormuşum etrafta. bir de yaramazmışım ki dediklerine göre. neyse efendim, bir gün bakmışlar mum yok etrafta. o zamanlar da babam ziraatçi, devlet lojmanında kalıyoruz;3/5 ev kalanı tarla, ağaçlık. aramışlar taramışlar ben yokum etrafta. herkes seferber olmuş,beni buğday tarlasında aramışlar* . zaten başaklar kadar boy da yokmuş ; hadi ordaysam nerden göreceklerse.
arama sonunda beni evde koltuğun arkasında bulmalarıyla sona ermiş. artık orda uyumuş muyum , oyun mu yapmak istemişim bilemem. kimsenin de aklına oraya bakmak gelmemiş*.
2- bende travma yaratan ve kalabalık fobisi oluşturan bursa fuarında kaybolma olayımdır. annemin teyzemin ve dayımın benim yokluğumu ancak yarım saat sonra farketmeleri ve beni dükkanda unutmaları ile vuku bulmuştur.
neyse artık büyüdüm de, isteğim harici kaybolmuyorum* .
devamını gör...
26.
rotterdam'da gündüz vakti kayboldum. fabrikada çalışıyorum o zamanlar. izin günümde fabrikanın civarında bir pub'a girdim. gündüz gözüyle dünyaları içtim. ertesi gün sabaha kadar iznli olduğum için rahatım yani. saat 3-4 gibi çıktım pubdan. geldiğim yoldan geri dönmeye çalışırken yanlış yola girmişim. hollandacam hiç yok. ingilizce yarım yamalak. türk arıyor gözlerim. it sürüsü gibi dolanan türkler ortada yok şansıma. bir kadın parkta oturuyordu. yanına gittim. ay em lost dedim. güldü kadın. çok da güzel bir gülüşü vardı. onu hatirliyorim. fabrikanın adını söyleyince bana yolu tarif etti sağolsun. elimle koymuş gibi de buldum.
vay be, güzel gunlerdi hollanda günleri.
vay be, güzel gunlerdi hollanda günleri.
devamını gör...
27.
yaban çileği toplarken ormanda kaybolmuştum. 20 yaşındaydım o zaman. neyse ki bulundum. akrabalarım da sen kaybolmadın biz seni kaybettik uhahahah diye dalga geçmişlerdi.
devamını gör...
28.
otogarda aydın nazilliye gitmek isterken uykulu olmamdan dolayi (gece 1deydi otobüs ) adiyaman (kahta) otobüsüne binmem ve yarim saat sonra birseylerin ters gittiğini anlamamla birlikte apar topar otobusten inip,kaybolmaktan son anda kurtulmami da bu listeye yazabilirsiniz.
devamını gör...
29.
kocaeli - tütünçiftlik'te geçen ilk 3 senemin sonlarında aydın merkeze taşındık. tütünçiftlik'te mahallemizdeki evlerin hepsi müstakildi ve farklıydı. aydın'a geldiiiik. ben de apartmanımızı şöyle bi ezberledim ve sonra kendi başıma gezmeye çıktım. evet 3 yaşındaydım ve o zamanlar böyle gezebiliyorduk o yaşlarda. sonra bi baktım bütün apartmanlar birbirine benziyor. bizim apartmanı bulamadım. sokak karıştı herhalde deyip başka sokaklara gittim; oralarda da apartmanların hepsi birbirine benziyor. sonra da anasının bi tarafına kadar gitmişim ve telaşlı, küçük bir çocuğu gören bi berber beni dükkanına aldı ve kayıp olup olmadığımı sordu. kaybolduğumu söyledim. ama adım, soyadım, anne-babamın adı soyadı belli de olsa o dönemde (1983-84) o bilgilerle evi bulmak ve aileye ulaşmak kolay değil. babamın ne iş yaptığını sordu berber. ben de "fotoğraflara bakıyor." dedim. bir gün önce babam, fotoğraflarımıza bakıyordu. yani o kadar küçüğüm, düşünün, hahah. neyse artık karakola götürülmeye yakınken bi baktım dışarıdan annem geçiyor. göz göze de geldik ama kadın o kadar büyük panik içinde ki bana baka baka telaşla yürümeye devam ediyor. berber uyandı ve geçen kadının tanıdığım biri mi olduğunu sordu. "annem." dedim. sonra berber koştu anneme seslendi ve bu macera da böyle bitti.
işin komiği, sonra söke'ye taşındığımız 1989 senesinde de 8-9 yaşımdayken gene kaybolmuştum. bu sefer de söke'nin sokaklarının birbirine benzemesinden. ilk kaybolmamda evi bulamadım zira apartmanlar aynı gibiydi. bu sefer de sokağı ezberleyip evden uzaklaştım, sonra bi baktım sokaklar birbirinin neredeyse aynısı hahah. bu sefer kendim bulmuştum evimi ama gece 10-11 gibi. karakola haber verilmiş ve beni aramaya başlamışlar zaten zira akşam ezanı civarında eve gelmem gerekiyordu.
işin komiği, sonra söke'ye taşındığımız 1989 senesinde de 8-9 yaşımdayken gene kaybolmuştum. bu sefer de söke'nin sokaklarının birbirine benzemesinden. ilk kaybolmamda evi bulamadım zira apartmanlar aynı gibiydi. bu sefer de sokağı ezberleyip evden uzaklaştım, sonra bi baktım sokaklar birbirinin neredeyse aynısı hahah. bu sefer kendim bulmuştum evimi ama gece 10-11 gibi. karakola haber verilmiş ve beni aramaya başlamışlar zaten zira akşam ezanı civarında eve gelmem gerekiyordu.
devamını gör...
30.
bir gün işten çıktım eve gidiyorum hava yağmurlu, biraz da rüzgar var .benim gözlükler bugulanmaya başladı ben de çıkarayım öyle yürüyeyim öbür türlü önümü göremiyorum dedim. sonra kavşaktan ayrılan iki yol var ama ben yanlış yola saptim, epey gidiyorum hiç fark etmeden. sonra bir de baktım etrafım yabancılaşmaya başladı ama tek net görebildiğim trafik lambasının ışığı, o da astigmattan patlıyor. birine sordum ve kaybolduğumu öyle anladım.
devamını gör...
31.
bugün başıma geldi. köprü altına daldım. meğer bir sonraki köprü altından geçebiliyoomuşum karşıya. azgın bir beşiktaş taraftarı gördüm. ortalık hayvan dolmuş. siyah beyaz formalarıyla kol kola yürüyolla insanların üstüne. 5 kişi varsa beşi de dövmeli. zor attım kendimi soru sorabilmek için. yanaştım
sağolsun diri bacaklı bir kızcağız 'şurdan' dedi okiş balım dedim. bişiyy diil dedi.
metropolde yaşamak çok zor.
kayboluyorum.
her gün.
gün gün.
sağolsun diri bacaklı bir kızcağız 'şurdan' dedi okiş balım dedim. bişiyy diil dedi.
metropolde yaşamak çok zor.
kayboluyorum.
her gün.
gün gün.
devamını gör...
32.
yer yön duygusu/zekası sıfır bir insan olarak sürekli yolumu şaşırır, bulamam, kaybolurum. insan navigasyonla bile kaybolur mu ya, ben kayboldum. kediyi köpeği rastgele bi yere bırak onlar eninde sonunda geri döner bulur yuvalarını, beni bırak ben bulamam. bu yaşa geldim hala sağımı solumu karıştırıyorum, yok yani bende yer yön namına hiçbir şey yok. o yüzden de artık bu yer yön bulamayışımı çok normalleştirdim, ilginç bile gelmiyorlar.
ama bir tanesi var ki bana anlatılan, o biraz ilginç olabilir. ben daha küçüğüm*, annem bir sabah ben uyurken bir şey almak için evden çıkmış. bir koşu gidip geleceği için de arkadan kapıyı kilitlememiş. geri döndüğünde bir bakıyor ki evin kapısı açık ve ben evde yokum. eve hırsız falan girdi zannedip başlamış ağlamaya tabi. ama kapı öylece açık duruyor ve çalınan bir şey de yok. sonra sormak için üst komşuya gidiyor ve ta daa ben de oradan çıkıyorum. meğersem annemden sonra bi şekilde kapıyı açıp ben de çıkmışım. hayır bit kadar boyunla o kapıya nasıl yetiştin açtın da çıktın gittin, nesin sen kedi özel harekat falan mı? neyse apartmanın içinde ağlarken üst komşu sesimi duyup beni yanına almış. teyzecim de iyi yapmış, güzel yapmış ama keşke kapıyı da kapatsaymış. gerçi beni nerede buldu bilmiyorum belki kapıyı görmemiştir bile.
ama bir tanesi var ki bana anlatılan, o biraz ilginç olabilir. ben daha küçüğüm*, annem bir sabah ben uyurken bir şey almak için evden çıkmış. bir koşu gidip geleceği için de arkadan kapıyı kilitlememiş. geri döndüğünde bir bakıyor ki evin kapısı açık ve ben evde yokum. eve hırsız falan girdi zannedip başlamış ağlamaya tabi. ama kapı öylece açık duruyor ve çalınan bir şey de yok. sonra sormak için üst komşuya gidiyor ve ta daa ben de oradan çıkıyorum. meğersem annemden sonra bi şekilde kapıyı açıp ben de çıkmışım. hayır bit kadar boyunla o kapıya nasıl yetiştin açtın da çıktın gittin, nesin sen kedi özel harekat falan mı? neyse apartmanın içinde ağlarken üst komşu sesimi duyup beni yanına almış. teyzecim de iyi yapmış, güzel yapmış ama keşke kapıyı da kapatsaymış. gerçi beni nerede buldu bilmiyorum belki kapıyı görmemiştir bile.
devamını gör...
33.
ben abazayım.
o yüzden hatunlardan kaçmam.
ama ilk defa birinden kaçmıştım bir keresinde.
o an bir kayboldum.
o günden beri kendimi bulamıyorum.
ilginç değil mi?
beni bulan bana haber versin.
o yüzden hatunlardan kaçmam.
ama ilk defa birinden kaçmıştım bir keresinde.
o an bir kayboldum.
o günden beri kendimi bulamıyorum.
ilginç değil mi?
beni bulan bana haber versin.
devamını gör...
34.
arabayla kestirme dağ yolunu kullanayım dedim. gideceğim yer 15 dakika mesafedeydi. git allah git ıssız bir ormana çıktım. inşaat halinde bir ev vardı sadece bir ev. hava karanlık. etrafımda çalışan insanları görünce kapılar kilitlimi laaannn diye bir panik daha yaptım. yürüyüş yapan birkaç kişiye sordum yolu. onlar da sagolsunlar şehir merkezi yolunu söylemişler. 15 dk lık yolu yarım saatte anca gittim.
devamını gör...
35.
sürekli kaybolurum, yön duygusu yok çünkü.
hayvanlardaki antenlerden istiyorum.
hayvanlardaki antenlerden istiyorum.
devamını gör...
36.
normal insanlara göre çok çok iyi bir yön duygum var, hiç bilmediğim şehirlerde, hiç bilmediğim yerleri bile kolayca bulabiliyorum. ilk defa ankarada kayboldum hemde defalarca. gidiyorum kayboluyorum, gidiyorum kayboluyorum. her gittiğimde biraz daha çok kayboluyorum bu şehirde*)
devamını gör...
37.
girdiğim süpermarketin giriş kapısıyla çıkış kapısının farklı sokaklara çıktığını farketmemem. farklı sokaklar dediğim hemen yan sokağı ama dikkatimden kaçtı işte. hayatımda bir tek orada "kaybolur" gibi olmuştum. yeni taşınmıştık o mahalleye.
devamını gör...
38.
2014 yılının şubat ayında 5 günlüğüne bosna hersek'e gittiğimiz zamandı. eşimle sırtımızda çantalarla yeni bir maceraya atılmıştık, nerelere gideceğimize dair hafif bir plan yapmıştık ama kalacağımız yeri baştan ayarlamamış, oraya gidince spontane buluruz diye düşünmüştük. neyse saraybosna'da uçaktan inince haritaya baktık, eşim: "şehir merkezi yakın gibi, yürüyelim mi?" dedi. "tamam yürüyelim." dedim ama bir süre yürüdükten sonra kaybolduk. şubat ayıydı, yerlerde hafif kar vardı, üşümüştük,tek tük evlerin olduğu bir yere geldik, yol daha uzun gibiydi. tam o sırada evinin önünde odun kesen yaşlı bir adam vardı, ona şehir merkezine nasıl gideriz diye sorduk ama ingilizce bilmediği için içeriden ingilizce bilen kızını çağırdı. kızı 25-30 yaşlarındaydı. türkiye'den geldiğimizi öğrenince, onların da boşnak ve müslüman olduklarını, arabasıyla birazdan şehir merkezindeki kuzenine gideceğini, bizi de şehir merkezine bırakabileceğini söyleyip evlerine boşnak kahvesi içmeye davet etti. biz de kabul ettik. birlikte kahve içerken, kalacak yer ayarlayıp ayarlamadığımızı sordu. ayarlamadık deyince, bir arkadaşının şehir merkezindeki 1+1 evini böyle bizim gibi turistlere kiraya verdiğini, istersek ayarlayabileceğini, fiyatının da otellerden yarı yarıya uygun fiyatlı olduğunu söyledi. tamam olur dedik, sayesinde kalacak yer işi de tamamdı. bize muhakkak gitmemiz gereken yerleri söyledi, mostar'a gitmek için tren biletini nasıl alabileceğimizi anlattı. sağ olsun, çok güzel bilgiler verdi bize... sonra arabasıyla bizi şehir merkezine bırakırken kuzenine uğraması gerektiğini söyledi. sorun yok dedik ama sizi de kahve içmeye bekliyor dedi.* tamam dedik. kuzeninde de boşnak kahvesi içtik. zaten kahveyi dev gibi bir cezvede yapıyorlar, kepçeyle fincanlara döküyorlar. kahve bittikçe kepçe kepçe kahve döküyorlar, neyse sohbet muhabbet derken kaç fincan, kaç kepçe kahve içtik, hiç hatırlamıyorum. sonrasında bizi o arkadaşının evine götürdü, gerçekten ev tam otellerin olduğu mahallede gayet güzel bir konumdaydı, içi de güzel dekore edilmişti. yani kızın anlattığından daha güzel çıktı. iyi ki kaybolmuşuz, iyi ki o kız ingilizce biliyordu. iyi ki bize yardımcı oldu ki sayesinde çok güzel bir bosna hersek gezisi yaptık...*
devamını gör...
39.
2015 temmuz.
çocukluk arkadaşımla aynı sene, aynı üniversitenin aynı bölümüne girmişiz. neden bir “aynı” daha olmasın diyerek italya’ya 1 haftalık tatil ayarladık. roma, floransa ve venedik’te 2’şer 3’er gece kalıp döneceğiz. yurtdışına ilk çıkış acemiliğimizle internet paketi şeysini ayarlamadan “amaan, wifi buluruz bi yerlerde” diye düşünerek hemşo’daki okan bayülgen misali düştük yollara.
hava cehennem gibi sıcak. her gün kilometrelerce yürüyoruz, gördüğümüz çeşmelerin iliğini kurutana kadar su içip roma imparatorluğu zamanından beri fotoğrafı çekilmemiş ağaçları bile fotoğraflayarak çılgın bir tempo ile geziyoruz. akşam yemeğinde bi restoranda kocaman, etli sebzeli bir makarna tabağına 10 euro verince “oha ya buna 35 lira verdiğini düşünsene” diyip kibar kibar üzülüyoruz (şu an ağlıyorum ve tanım giriyorum). yanına da içinde alkol olan en ucuz sıvı ne varsa onu tüketip odaya geçiyoruz. roma’daki ilk akşam, gündüz eşyaları fırlatıp çıktığımızdan fark edemediğimiz bir “duşun etrafında kapıyı bırak duşakabin niyetine bir cam dahi olmayışı” detayını terden sırılsıklam ve bayılmak üzereyken görmek keyfimizi iyice doruğa çıkarıyor. katedral gibi 4 metrelik yükseklikte tavanı olan bir odada, adamlar duvara duş asmış ve kalan kısmı geride bir şey unuttuklarını fark etmeden normal bir oda gibi tasarlamaya devam etmişler. çiftlerin seksi dakikalar yaşaması için ideal bir ambiyans eyvallah ama biz sırayla su altındayken erişebildiğimiz perdeyi çekip mahremimizi korumaya çalışarak tek elle duş aldığımızdan tadımız kaçmıştı. dönünce aynı bölümde 1 sene okuduk zaten. sonra ben okulu falan bıraktım. annelerimiz birbirine girdi. töre cinayetlerine ramak kalındı. bugün bile her ay sırayla birbirimizin kapısına kurban kanıyla çarpı atar geliriz. öyle bir ilişki zedelenmesi yaşadık italya’da bir yaz gecesi.
neyse allahı var, ilk iki şehirde internetin “mekandan mekana bulunan kısmı” bedevilikten hallice gezi maceramız için yeterliydi. son durak olarak floransa’dan trene binip venedik’e geçtik. trenden iner inmez bir izdiham. bi köprüye çıkıp etrafa baktık. birbiriyle çığlık atarak konuşan envai çeşit milletten insan, yarı ağlayarak yarı gülerek koşan çocuklar, neredeyse turistlerle yarışır kalabalıkta asyalı seyyar satıcılar, havada uçan kaçan anlam veremediğimiz nesneler (sonradan bangladeşli bir grup satıcının böyle lastiğimsi, ışıklı bir oyuncağı olduğunu öğrendik. tutup atıyorsun bi 5 metre yükselip düşüyor. bu kadar.) derken dönüp geri gidesimiz geldi. kalabalıktan yürünmüyor bile. ite kaka, farklı ülkelerden onlarca insanla duygusal denebilecek kadar yakın mesafede ilerleyerek otele vardık.
hatta varmamışız meğer, çünkü bizimki ile aynı isimde, sadece logosu farklı olan başka bir otele girdiğimizi öğrendik resepsiyonda sinek avlayan ufak tefek adamdan. “allahınızı seviyorsanız orayı bırakın da burada kalın lan.. bak ismi bile aynı” bakışı atarak, kahrolarak izah etti herif durumu. otelden çıkıp başımı kaldırdım sonra, telefona kaydettiğim fotoğraflara bakıyorum, ulan bina aynı. sonra başımı çevirdim, iki yan apartmana baktım. bi teyze de başını çıkarmış kanalı seyrediyor. o da bana baktı. bakışma yarışmasını o kaybedince biraz daha bakındım, kadının oturduğu bina da bizim önümüzdeki ile aynı ama orası bir otel bile değil. kafayı yemek üzere iken arkadaşım haritadan (evet, baya tren garından aldığı hürriyet pazar eki gibi cep haritasını açtı, milletin birbirini omuzladığı sokak ortasında adres bakıyor) otelin bulunduğu sokağının iki sokak yanda olduğunu gördü de doğru adrese gittik. allah belamı versin ki o iki sokaklık mesafede bile az önce terk ettiğimiz binanın aynısından bi 4 tane falan daha gördük. "burada bi kere kaybolsak s*çt*k" diyoruz birbirimize. *
zaten otele öğleden sonra varmış olduğumuzdan yorgun, hayal kırıklığına uğramış ve gerilmiş bir halde, otel yakınındaki bir yerde akşam yemeği yiyip erken yattık o gece. sabahına da kalkıp civardaki adalara gittik. murano’da benim oyun hamuruyla yapamayacağım şeyleri camı eritip yapan bir herifi izleyip triplere girdik. akabinde ludo’da kaybolduğunu söyleyip bize sığınan ve adada tur atan otobüsten inene kadar şehrin zaptiyesi rolü kestiğimiz çok güzel bir kızla tekneye bindik. ben tam işin "turist v. turist" etkileşimini bir nebze geride bırakıp “bu arada bora ben” dolaylarına erişim sağlamak üzere iken arkadaşım korkutucu ve boğuk bir sesle yanımızdan ayrılıp tuvalete gitti. o kadar ruhani bir isyan sesiyle kalktı ki ben kendisini denizin tuttuğunu 4. tekne gezintisinde fark etmesine sinirlenerek müsaade isteyip onun yanına gitmeye yeltenirken kız da sanıyorum arkadaşımın içinde bir şeytan olduğunu ve daha fazla zaptedemeyeceğini varsayarak korku dolu gözlerle müsaademi verip aksi istikamette uzaklaştı.
bu tatsız vedayı içeren yolculuğu da güçlükle tamamladıktan sonra, zar zor yürüyen arkadaşımla bi yerde yemek yedik. biraz kendine gelmişti ama öncesinde o akşam için planladığımız hovardalık gezintilerine katılabilecek durumda değildi. o otele geçti, ben de midnight in paris'teki owen wilson gibi ellerim cebimde dolanmaya başladım nispeten tenhalaşmış venedik sokaklarında.
ilk bir saatin hoş olduğunu inkar edemeyeceğim. gün boyu kafamda dönen "ne var lan, bi bok yokmuş, millet de ne abartıyor burayı" düşüncesi hafiflemiş, kanaldaki suya yansıyan ara sokak ışıklarını keyifle izlemeye başlamıştım. tam bu anda basamaklarını çıktığım bir köprüde (şehrin fazla turistik meydanlarında pineklemek istemeyen herkes gibi yegane seçeneğim birbirine sonsuz sayıda ufak köprüyle bağlanan binlerce dar sokağı arşınlamaktı) yanımdan geçen sarhoş bi adamın kurt gibi başını yukarı kaldırıp "bangladesh... shiiiit" diye uluması ve yanındaki diğer sarhoşların ona eşlik eden kahkahalarıyla irkildim. hangi bangladeşlinin kendisini böyle sinirlendirdiğini anlamam uzun sürmedi. köprünün öbur ucunda 3 seyyar satıcı, çocuklu bir aileye en az bi 50 euroluk oyuncak kilitlemek üzere çeteleşmiş, aksanlı ve parçalı ingilizceleriyle pazarlığa girişmişti. onlarla arama mesafe koyarak bir başka ara sokağa indiğimde tepemde bir ıslaklık hissettim. tekrarlanınca yağmur olduğunu fark edip mutlu oldum. korkutucu seviyelere gelmediği sürece yağmurda gezmeyi seven birisi olarak iyiden iyiye keyiflendim.
adımlarımı hızlandırarak bir öncekine olan benzerliğini ısrarla yitirmeyen sokakları geride bıraktım. temposunu bulmuş emekli bir asker gibi yanımdan hızlı hızlı geçen insanlara bakıyor ama duruşumu bozmuyordum. gelgelelim nerede olduğumu ve bir haritam (cep haritası arkadaşımda kalmıştı) veya internetim olmadığını unutmuştum. yağmur hızını artırdığında ve bir köşeyi gerçekten ikinci kez döndüğümü hissettiğimde ilk kez durup nerede olduğumu anlamaya çalıştım. telefonumun şarjı azdı, arkadaşımı aramayı düşündüm ama odanın camından bağırmak dışında bana nasıl yardımcı olabileceğini kestiremediğimden vazgeçtim. internetim zaten yoktu, daracık bir sokağın girişinde, önümde günün son turist gezdirmesini yapmış bir kayık park ederken hangi yöne gideceğimi bilemez halde kalakalmıştım. gidip kayıktaki adama otele en yakın meydanın ismini söyleyerek nerede kaldığını sordum. eliyle her anlama gelebilecek bir yönü gösterdi, umutsuzca bir tanesini seçip oraya doğru yürüdüm.
değişen bir şey yoktu. her yer kaldığım otel olabilirdi ve hiçbir yer kaldığım otel olmayabilirdi. sağa dönüp çıktığım sokak ile onun sonunda sola dönüp çıktığım sokak arasında bir fark yoktu. paniklemeye başlamıştım. bir saat önce kendimi bir müzik videosunda hissederek emin adımlarla geçtiğim yolları dahi göremiyordum. bir köşeye oturup yağmurun yavaşlamasını beklemeye karar vermişken yaşlı bir çift gözüme takıldı. ellerinde arkadaşımınkinden bile büyük bir harita ile durmuş harıl harıl nereye gideceklerini konuşuyorlardı. hemen yanlarına gittim. ingilizce sordum, fransızca cevap aldım, italyanca isimler söylediler, türkçe küfrettim derken haritada otele yakınlığını bildiğim meydanı parmağımla gösterip diğer elimle “neresi burası? biz neredeyiz? nereye gidiyorum?” gibi felsefi anlamda da irdelenebilecek sorular ima etmeye başladım. kayıkçı elemanın aksine net bir doğrultuda elini hizalayarak “buradan dümdüz git, hiç sapma” dedi amca. sorgulayacak halim yoktu, teşekkür edip yanlarından ayrıldım. adamın gösterdiği doğrultuya öylesine odaklanmıştım ki yoluma bir nehir çıksa yüzerek geçecektim. yeter ki sevdiğimin oteline bu gece varayım.
tanıdık bir meydana çıkınca rahatlayarak adımlarımı yavaşlattım. gündüz de bu meydandan arkadaşımla beraber geçmiştik. tam otele çıkması gereken tarafa döndüm ki aslında orada bir yol olmamasıyla dumura uğradım. bambaşka bir meydandaydım. işler iyice bir stephen king doğaüstülüğüne dönmeye başlamıştı. şehir sadece 2 meydan ve 4 sokağın defalarca kez kopyalanıp yapıştırılmasıyla oluşmuş gibiydi. bu noktada iyice kayışı kopardım, içimden “italya’nın venedik’i, bir daha gelirsem …. beni” nidasını mırıldanarak alenen koşmaya başladım.
sonraki yarım saat hafızamda biraz bulanık. koşmaktan ve yağmurdan iyice görüşüm azalmış, tanıdık bir köşe, bir dükkan, lanet olası bir insan görme umuduyla her yere bakmaktan gözlerim buğulanmaya başlamıştı. kim bilir, belki de ağlıyordum durup dururken kendimi kaybettiğim bir şehirde. bir noktada durup arkadaşımı aradığımı “ben kayboldum, bu gece sokaktayım herhalde” gibi bir şey dediğimi anımsıyorum. o, telaşıma anlam verememişken telefonu kapatıp son bir umutla daha önce girmediğim, tek bir insanın bile zor geçeceği darlıkta bir ara yola girdim. o kadar dardı ki ya bu yolun sonunda güzel bir yere çıkacaktım, ya da sonunda daralan kısımda ilelebet mahsur kalacak ve birkaç ay sonra arkadaşımın benim cansız bedenimi bulup aileme durumu izah etmesini bekleyecektim.
bu minik kumar neyse ki lehime işledi. omuzlarımı sürterek de olsa çıktım ve öğleden sonra geçtiğimiz meydana vardım. otele titreye titreye girdim. odaya çıkıp hiçbir şey söylemeden “bi duş alcam” diyerek banyoya yöneldim. kanalla birlikte beşik gibi sallanan küvette dört farklı dilde küfrederek defalarca kez elimdeki sabunu düşürdüğüm bir duş alıp çıktım.
oda hala sallanıyordu, ben ise ertesi gün oradan gideceğim için memnundum.
çocukluk arkadaşımla aynı sene, aynı üniversitenin aynı bölümüne girmişiz. neden bir “aynı” daha olmasın diyerek italya’ya 1 haftalık tatil ayarladık. roma, floransa ve venedik’te 2’şer 3’er gece kalıp döneceğiz. yurtdışına ilk çıkış acemiliğimizle internet paketi şeysini ayarlamadan “amaan, wifi buluruz bi yerlerde” diye düşünerek hemşo’daki okan bayülgen misali düştük yollara.
hava cehennem gibi sıcak. her gün kilometrelerce yürüyoruz, gördüğümüz çeşmelerin iliğini kurutana kadar su içip roma imparatorluğu zamanından beri fotoğrafı çekilmemiş ağaçları bile fotoğraflayarak çılgın bir tempo ile geziyoruz. akşam yemeğinde bi restoranda kocaman, etli sebzeli bir makarna tabağına 10 euro verince “oha ya buna 35 lira verdiğini düşünsene” diyip kibar kibar üzülüyoruz (şu an ağlıyorum ve tanım giriyorum). yanına da içinde alkol olan en ucuz sıvı ne varsa onu tüketip odaya geçiyoruz. roma’daki ilk akşam, gündüz eşyaları fırlatıp çıktığımızdan fark edemediğimiz bir “duşun etrafında kapıyı bırak duşakabin niyetine bir cam dahi olmayışı” detayını terden sırılsıklam ve bayılmak üzereyken görmek keyfimizi iyice doruğa çıkarıyor. katedral gibi 4 metrelik yükseklikte tavanı olan bir odada, adamlar duvara duş asmış ve kalan kısmı geride bir şey unuttuklarını fark etmeden normal bir oda gibi tasarlamaya devam etmişler. çiftlerin seksi dakikalar yaşaması için ideal bir ambiyans eyvallah ama biz sırayla su altındayken erişebildiğimiz perdeyi çekip mahremimizi korumaya çalışarak tek elle duş aldığımızdan tadımız kaçmıştı. dönünce aynı bölümde 1 sene okuduk zaten. sonra ben okulu falan bıraktım. annelerimiz birbirine girdi. töre cinayetlerine ramak kalındı. bugün bile her ay sırayla birbirimizin kapısına kurban kanıyla çarpı atar geliriz. öyle bir ilişki zedelenmesi yaşadık italya’da bir yaz gecesi.
neyse allahı var, ilk iki şehirde internetin “mekandan mekana bulunan kısmı” bedevilikten hallice gezi maceramız için yeterliydi. son durak olarak floransa’dan trene binip venedik’e geçtik. trenden iner inmez bir izdiham. bi köprüye çıkıp etrafa baktık. birbiriyle çığlık atarak konuşan envai çeşit milletten insan, yarı ağlayarak yarı gülerek koşan çocuklar, neredeyse turistlerle yarışır kalabalıkta asyalı seyyar satıcılar, havada uçan kaçan anlam veremediğimiz nesneler (sonradan bangladeşli bir grup satıcının böyle lastiğimsi, ışıklı bir oyuncağı olduğunu öğrendik. tutup atıyorsun bi 5 metre yükselip düşüyor. bu kadar.) derken dönüp geri gidesimiz geldi. kalabalıktan yürünmüyor bile. ite kaka, farklı ülkelerden onlarca insanla duygusal denebilecek kadar yakın mesafede ilerleyerek otele vardık.
hatta varmamışız meğer, çünkü bizimki ile aynı isimde, sadece logosu farklı olan başka bir otele girdiğimizi öğrendik resepsiyonda sinek avlayan ufak tefek adamdan. “allahınızı seviyorsanız orayı bırakın da burada kalın lan.. bak ismi bile aynı” bakışı atarak, kahrolarak izah etti herif durumu. otelden çıkıp başımı kaldırdım sonra, telefona kaydettiğim fotoğraflara bakıyorum, ulan bina aynı. sonra başımı çevirdim, iki yan apartmana baktım. bi teyze de başını çıkarmış kanalı seyrediyor. o da bana baktı. bakışma yarışmasını o kaybedince biraz daha bakındım, kadının oturduğu bina da bizim önümüzdeki ile aynı ama orası bir otel bile değil. kafayı yemek üzere iken arkadaşım haritadan (evet, baya tren garından aldığı hürriyet pazar eki gibi cep haritasını açtı, milletin birbirini omuzladığı sokak ortasında adres bakıyor) otelin bulunduğu sokağının iki sokak yanda olduğunu gördü de doğru adrese gittik. allah belamı versin ki o iki sokaklık mesafede bile az önce terk ettiğimiz binanın aynısından bi 4 tane falan daha gördük. "burada bi kere kaybolsak s*çt*k" diyoruz birbirimize. *
zaten otele öğleden sonra varmış olduğumuzdan yorgun, hayal kırıklığına uğramış ve gerilmiş bir halde, otel yakınındaki bir yerde akşam yemeği yiyip erken yattık o gece. sabahına da kalkıp civardaki adalara gittik. murano’da benim oyun hamuruyla yapamayacağım şeyleri camı eritip yapan bir herifi izleyip triplere girdik. akabinde ludo’da kaybolduğunu söyleyip bize sığınan ve adada tur atan otobüsten inene kadar şehrin zaptiyesi rolü kestiğimiz çok güzel bir kızla tekneye bindik. ben tam işin "turist v. turist" etkileşimini bir nebze geride bırakıp “bu arada bora ben” dolaylarına erişim sağlamak üzere iken arkadaşım korkutucu ve boğuk bir sesle yanımızdan ayrılıp tuvalete gitti. o kadar ruhani bir isyan sesiyle kalktı ki ben kendisini denizin tuttuğunu 4. tekne gezintisinde fark etmesine sinirlenerek müsaade isteyip onun yanına gitmeye yeltenirken kız da sanıyorum arkadaşımın içinde bir şeytan olduğunu ve daha fazla zaptedemeyeceğini varsayarak korku dolu gözlerle müsaademi verip aksi istikamette uzaklaştı.
bu tatsız vedayı içeren yolculuğu da güçlükle tamamladıktan sonra, zar zor yürüyen arkadaşımla bi yerde yemek yedik. biraz kendine gelmişti ama öncesinde o akşam için planladığımız hovardalık gezintilerine katılabilecek durumda değildi. o otele geçti, ben de midnight in paris'teki owen wilson gibi ellerim cebimde dolanmaya başladım nispeten tenhalaşmış venedik sokaklarında.
ilk bir saatin hoş olduğunu inkar edemeyeceğim. gün boyu kafamda dönen "ne var lan, bi bok yokmuş, millet de ne abartıyor burayı" düşüncesi hafiflemiş, kanaldaki suya yansıyan ara sokak ışıklarını keyifle izlemeye başlamıştım. tam bu anda basamaklarını çıktığım bir köprüde (şehrin fazla turistik meydanlarında pineklemek istemeyen herkes gibi yegane seçeneğim birbirine sonsuz sayıda ufak köprüyle bağlanan binlerce dar sokağı arşınlamaktı) yanımdan geçen sarhoş bi adamın kurt gibi başını yukarı kaldırıp "bangladesh... shiiiit" diye uluması ve yanındaki diğer sarhoşların ona eşlik eden kahkahalarıyla irkildim. hangi bangladeşlinin kendisini böyle sinirlendirdiğini anlamam uzun sürmedi. köprünün öbur ucunda 3 seyyar satıcı, çocuklu bir aileye en az bi 50 euroluk oyuncak kilitlemek üzere çeteleşmiş, aksanlı ve parçalı ingilizceleriyle pazarlığa girişmişti. onlarla arama mesafe koyarak bir başka ara sokağa indiğimde tepemde bir ıslaklık hissettim. tekrarlanınca yağmur olduğunu fark edip mutlu oldum. korkutucu seviyelere gelmediği sürece yağmurda gezmeyi seven birisi olarak iyiden iyiye keyiflendim.
adımlarımı hızlandırarak bir öncekine olan benzerliğini ısrarla yitirmeyen sokakları geride bıraktım. temposunu bulmuş emekli bir asker gibi yanımdan hızlı hızlı geçen insanlara bakıyor ama duruşumu bozmuyordum. gelgelelim nerede olduğumu ve bir haritam (cep haritası arkadaşımda kalmıştı) veya internetim olmadığını unutmuştum. yağmur hızını artırdığında ve bir köşeyi gerçekten ikinci kez döndüğümü hissettiğimde ilk kez durup nerede olduğumu anlamaya çalıştım. telefonumun şarjı azdı, arkadaşımı aramayı düşündüm ama odanın camından bağırmak dışında bana nasıl yardımcı olabileceğini kestiremediğimden vazgeçtim. internetim zaten yoktu, daracık bir sokağın girişinde, önümde günün son turist gezdirmesini yapmış bir kayık park ederken hangi yöne gideceğimi bilemez halde kalakalmıştım. gidip kayıktaki adama otele en yakın meydanın ismini söyleyerek nerede kaldığını sordum. eliyle her anlama gelebilecek bir yönü gösterdi, umutsuzca bir tanesini seçip oraya doğru yürüdüm.
değişen bir şey yoktu. her yer kaldığım otel olabilirdi ve hiçbir yer kaldığım otel olmayabilirdi. sağa dönüp çıktığım sokak ile onun sonunda sola dönüp çıktığım sokak arasında bir fark yoktu. paniklemeye başlamıştım. bir saat önce kendimi bir müzik videosunda hissederek emin adımlarla geçtiğim yolları dahi göremiyordum. bir köşeye oturup yağmurun yavaşlamasını beklemeye karar vermişken yaşlı bir çift gözüme takıldı. ellerinde arkadaşımınkinden bile büyük bir harita ile durmuş harıl harıl nereye gideceklerini konuşuyorlardı. hemen yanlarına gittim. ingilizce sordum, fransızca cevap aldım, italyanca isimler söylediler, türkçe küfrettim derken haritada otele yakınlığını bildiğim meydanı parmağımla gösterip diğer elimle “neresi burası? biz neredeyiz? nereye gidiyorum?” gibi felsefi anlamda da irdelenebilecek sorular ima etmeye başladım. kayıkçı elemanın aksine net bir doğrultuda elini hizalayarak “buradan dümdüz git, hiç sapma” dedi amca. sorgulayacak halim yoktu, teşekkür edip yanlarından ayrıldım. adamın gösterdiği doğrultuya öylesine odaklanmıştım ki yoluma bir nehir çıksa yüzerek geçecektim. yeter ki sevdiğimin oteline bu gece varayım.
tanıdık bir meydana çıkınca rahatlayarak adımlarımı yavaşlattım. gündüz de bu meydandan arkadaşımla beraber geçmiştik. tam otele çıkması gereken tarafa döndüm ki aslında orada bir yol olmamasıyla dumura uğradım. bambaşka bir meydandaydım. işler iyice bir stephen king doğaüstülüğüne dönmeye başlamıştı. şehir sadece 2 meydan ve 4 sokağın defalarca kez kopyalanıp yapıştırılmasıyla oluşmuş gibiydi. bu noktada iyice kayışı kopardım, içimden “italya’nın venedik’i, bir daha gelirsem …. beni” nidasını mırıldanarak alenen koşmaya başladım.
sonraki yarım saat hafızamda biraz bulanık. koşmaktan ve yağmurdan iyice görüşüm azalmış, tanıdık bir köşe, bir dükkan, lanet olası bir insan görme umuduyla her yere bakmaktan gözlerim buğulanmaya başlamıştı. kim bilir, belki de ağlıyordum durup dururken kendimi kaybettiğim bir şehirde. bir noktada durup arkadaşımı aradığımı “ben kayboldum, bu gece sokaktayım herhalde” gibi bir şey dediğimi anımsıyorum. o, telaşıma anlam verememişken telefonu kapatıp son bir umutla daha önce girmediğim, tek bir insanın bile zor geçeceği darlıkta bir ara yola girdim. o kadar dardı ki ya bu yolun sonunda güzel bir yere çıkacaktım, ya da sonunda daralan kısımda ilelebet mahsur kalacak ve birkaç ay sonra arkadaşımın benim cansız bedenimi bulup aileme durumu izah etmesini bekleyecektim.
bu minik kumar neyse ki lehime işledi. omuzlarımı sürterek de olsa çıktım ve öğleden sonra geçtiğimiz meydana vardım. otele titreye titreye girdim. odaya çıkıp hiçbir şey söylemeden “bi duş alcam” diyerek banyoya yöneldim. kanalla birlikte beşik gibi sallanan küvette dört farklı dilde küfrederek defalarca kez elimdeki sabunu düşürdüğüm bir duş alıp çıktım.
oda hala sallanıyordu, ben ise ertesi gün oradan gideceğim için memnundum.
devamını gör...
40.
istanbul'a ilk kez geliyordum kardesimi ziyaret etmek için. telefon konuşmaları yer tarifi derken nasıl olduysa yolu karıştırdım. aslında pek umrumda degildi zaten gezmek istiyordum. o cadde bu sokak derken koca istanbul'da baska şehirdeyken aynı lisede okuduğum çocuğa rastladım. o da beni görünce sasirdi biraz konuştuk sonra yolu bulup eve gittim. bu gibi tuhaf pek çok tesadüfüm var.
devamını gör...