241.
2024 yılının ağustos ayında kız kardeşim intihar etti. kafamın içi o kadar dolu ki; boşaltmak için ne kadar çabalasam hepsi de nafile. bütün bu boş çabaların içinde debelenmekten başka yapacak bir şey de yok üstelik. o da öyleydi.
zaten uzun süredir intihar etme çabaları içinde bir türlü beceremeden öylece dönüp duruyordu. bu döngü neredeyse onun kaderi olmuştu. ilaçla denemeyi seviyordu o. ama ilaçla olmuyor o işler işte. ola ki doğru ilacı bulamamış olsun. yine de deniyordu. sonunda hastanede midesi yıkandıktan sonra, tekrar hayatta işte.
16 yaşından beri deniyordu üstelik. yılda bir iki kere, bazen üç, bazen daha fazla. biz genetik olarak intihara meyilli bir sülaleyiz. öyle çok intihar eden var. mesela annem de ben henüz onbir yaşındayken intihar etmişti. o kardeşime göre daha becerikli olduğu için bu işi tek seferde becermişti. geride ne bir not, ne bir mektup. öylece gidivermişti. bu yönüyle onu takdir etmediğimi söyleyemem. sessizce, hiçbir şey söylemeden, kendi başına bir kuytuda ölmesini bilmesi gerekir insanın. benim kanaatim bu yönde.
o da, yani annem de 34 yaşındaydı öldüğünde, kardeşim de. 34 yıllık tiksinç öykülerinin sonuna varmışlardı. hepsi bu. insanın yaşamak istemesini herkes anlıyor ama yaşama istencinin terse dönüp, ölüm arzusuna evrilmesi ilginç geliyor onlara. tuhaf. hayatın bütünü sanki bir mecburiyetler silsilesi. ve herkes bu kumarda sonuna kadar masada kalmalı. bazıları kumara devam etmek istemiyor. neden olmasın ki? hiçbir şey söylemeden öylece masadan kalkıp, uzaklaşıyorlar. daha şimdiden öylece mezarda, kendi başlarına sakince uzanıyorlar. artık onlara kimse bir şey yapamaz. kurtlar cesetlerini kemirse bile, bunun bir anlamı yok. geçti.
vahşi doğada işler nasıl yürüyor? biliyor musun? ben henüz beş yaşındayken öğrendim. zayıflık belirtisi gösterene herkes çöker. doğanın kanunu budur. baktım ki ağlayanlar daha çok dayak yiyor. ağlayanlar daha çok eziliyor. ağlamayı öylece bıraktım. içime ağlıyordum ve içime sığmıyordu, yine de sığdırıyordum bir şekilde. içimde önce ufak bir göl oluştu, sonra büyüdü, denize dönüştü, okyanusa dönüştü, bir türlü büyümesi bitmiyordu, okyanusları da aştı. öylece derinleştim. yüzmeyi öğrendim. ve yüzmek demek artık kalbinin buz kesmesi demekti. çünkü ancak buz suyun üstünde kolayca durabilir.
bir gün bir yavrucak orada dayak yerken, merhamet dileniyordu öylece. onu döven, ona dedi ki; anan, baban sana acımamış p.ç, buraya atmış, ben neden acıyayım? o an bir aydınlanma yaşadım. hayatımda aldığım en önemli ders oydu. çünkü haklıydı. ben hayatımda bu kadar haklı olan birisiyle daha karşılaşmadım. insanların merhametine kalmaktansa oluk oluk kanayarak ölmek daha evladır diye düşündüm. işte ben öylece öyle düşündüm.
orada ağlamak gibi gülmekte yasaktı zaten. herkesin birbirini sürekli gözetleyip, ağzına sıçmak için hazırda beklediği bir yerdi. herhangi bir şeye sahip olmakta yasaktı. anında çalınır ve bir daha onu herhangi bir yerde asla göremezdiniz. insanların içinde sadece nefret, kıskançlık vardı. öylece gördüm, anladım.
annem bir keresinde beni ziyarete gelmiş ve çarşıya çıkarmıştı. oğlunu güzel elbiseler içinde görmek istediği için beni zorla giyim mağazasına götürdü. yolda ona biraz dil döktüm, o elbiselere boşuna para verdiğini, onları bir kereden fazla giyemeyeceğimi anlatmaya çalıştım ona. hem o cicili bicili giysiler orada başıma sadece bela olacaklardı. başka bir şey değil. anlamadı. anlamak istemedi. o beni öyle görüp, kendi annelik duygusunu tatmin edip, birkaç tane de fotoğraf alıp, öylece gidecekti. bencil or.s.u. o gün ondan ilk defa gerçekten nefret ettim ama yine de o benim annemdi. kırmadım onu ve o cicili bicili elbiselerle gülerek poz verdim. beni yuvaya bıraktığında orada o kadar ayrıksı duruyordum ki; bütün p.çlerin ilgisi üzerime üzerime geliyordu. ben zaten nereye gitsem hep ayrıksı oldum. sınıfta mesela yuvadan gelen tek kişiydim, beslenme saatlerinde onlar annelerinin yaptığı güzel yemekleri tıkınırken, ben duvarları izlerdim. ya da yuvada derslerimin hepsi iyi olduğu için diğerlerine örnek gösterilirdim. bunlar insanın başına bayağ sorun açan şeyler. halbuki ilgi çekmemek için g.tümü yırtardım ama nafile. kimse benim de onlar gibi bir insan olduğumu asla kabul etmedi. ben hiçbir zaman kimseden olamadım. sülalemden ya da kendi ailemden bile. hep tek oldum. tek başıma oldum.
suratım hep asık geziyordum orada. ufacık mutlulukların bile anında yok edilmesi gerektiğine dair acayip imana gelmiş değişik bir müminler cemaatiydi etraftakilerin hepsi. sanki sürekli bir dramın içinde, acının içinde öylece çırpınmak gerekiyordu. ben çırpınmayı sevmem. öylece saldım. yapacak fazla bir şey yoktu zaten. bazen yapacak bir şey olmaz. hatta çoğu zaman... ben de hiçbir şey yapmam öyle zamanlarda. ne biçim insanlardı bunlar? hepsinin de ölmesi gerekiyordu. bence öyle. çünkü hayat onlara göre değildi ve öylece...
kız kardeşim de benimle beraber oradaydı. bu en kötüsüydü. çünkü tek başına bile hayatta kalmanın yeterince zor olduğu yerde, onu da taşımam gerekiyordu. benim babam öyle diğerleri gibi tırışkadan ataerkil değildi, harbiden öyleydi ve ben de ona çekmişim işte. erkek fedakar yaratılmış bir varlıktır. fıtratı bu. öyle olunca da sevdiği yemekleri, ben de sevsem bile ona verirdim. ceza alsa yerine dayak yerdim. kendim de aynı durumda olmama rağmen, sanki değilmişim gibi hep onu teselli ettim. ağlamaktan payıma düşeni de öylece ona teslim ettim. hem burada kızların ağlamasına o kadar takmıyorlardı. erkeklerin ağlaması sıkıntıydı. eh. kardeşim ağlıyordu, ben de onun sırtını sıvazlayıp, geçti diyordum. geçti. geçti. geçti. bir bokun da geçtiği yoktu üstelik. kendime de öyle diyordum. geçti.
buz gibi yüreğim bir tek kardeşime yumuşuyordu. onu görünce mutlu oluyor, gülümsüyordum. onu mutlu etmeye çalışıyor, çoğunlukla ediyor, onun mutluluğu ile mutlu oluyordum.
onu elimden geldiğince hayatta tutmaya çalıştım. sonra büyüdük. bana düşman kesildi. ihtiyacı kalmayınca değneğini atan kör gibi. ayrıca beni ona o kadar övdüler ve örnek gösterdiler ki; karşımda aşağılık kompleksine de kapıldı. benim ondan farklı olmadığımı sürekli ona anlatmaya çalışmama rağmen. ondan da öyle ayrıksı oldum. bana değil, diğerlerine inandı.
bana düşmanlığı öyle boyutlara vardı ki; artık onunla görüşemez oldum. son beş yıldır hiç görüşmemiştim. bir de oğlu vardı, yiğenim, onu seviyordum ama anası yüzünden onunla da görüşememiştim.
5 yılın sonunda gebze'de çalışıyordum ve kars'a ana, baba memleketine gideyim dedim. sivas'a kadar hızlı trenle gider, sivas'ta bir gece kalır, sonra otobüsle devam ederim diyordum ama ben hiçbir zaman plana sadık kalan bir insan olamadım.
sabah kalkıp, katmer, çay yaptıktan sonra, bir baktım ayaklarım beni kardeşimin iş yerine götürüyor. o sivas'ta oturuyordu. görüştük. beni gördüğüne çok mutlu oldu ama yine de depresyondaydı. ayrıca migreni ve epilepsisi vardı. hiç şanslı değildi hastalıklar konusunda.
ölmeden önce onu en son ben gördüm. normalde trenle gebzeye dönecektim. yiğenim gitme dayı, gitme diye ağlayınca, sarıldım, bileti yaktım. kardeşimin o gün işe gitmesi gerekiyordu. ben de evine gider yatarım dedim. eve gittiğimde işe gitmemişti. önceki gece yine intihar mevzusu açılmıştı. ilaçla olmuyor işte, bırak bu işi dedim ona. nasıl yapayım diye sordu bana. anan gibi dedim. ve sabahında eve girdiğimde, oradaydı, işe gitmemişti, aaaa sen gitmedin mi dedi. eve dönerek onun intihar planını bozmuştum. yok çantamı bırakıp, çıkacağım dedim. güldü. mutlu görünüyordu. intihar edeceğini, annesi gibi yapacağını anladım. yine de çantamı bıraktım, çıktım. ne istiyorsa yapsın. ben kimsenin hayatında yapmak istediklerine engel olabilecek kadar bencil olamadım. yapamadım işte.
kapıyı kitlemişti, anahtarı da ona bırakmıştım. akşam çilingir evi açtı. öylece doğalgaz borusuna asmıştı kendisini. sallanıyordu. boğazı şişmiş. yüzü mavileşmiş ve morarmaya doğru gidiyordu. becermişti sonunda. o da anası gibi, anam gibi, anamız gibi. demek annem de öldüğünde böyle görünüyordu. aynı anda onun intiharı da hücum etti üstüme. bütün geçmiş her bir yandan beni çepeçevre sarmış boğmaya çalışıyordu. zaten bir arada tutmak için her zaman olağanüstü çabalar harcadığım benliğim paramparça olmak üzere öylece fırsat kolluyordu. nasıl ki yanan odunun külleri ufacık bir fırsat, yani ufak bir rüzgar beklerse dağılıp gitmek için, aynı öyle işte. bir nevi hisler tufanıyla cebelleşiyordum kendi adıma.
yiğenim de görmüştü onu öyle. çığlıklar atarak ağlıyordu. dağılıp gitmeme de onun çığlıkları engel oldu. ne olursa olsun, onun da büyüğüydüm. büyük olmanın felaketi yakamı bırakmıyordu bir türlü. yapacak bir şey yok. o da o an 11 yaşındaydı üstelik. bu 11 ve 34te bir bokluk vardı ama o an onu düşünecek durumda değildim. onu tuttum çıkardım evden sokağa. duyan gelmiş, her yer feryat figan. ağlamak için fırsat kollayan hayatta iken hiçbir derdine derman olmayan bir sürü leşçil sarmıştı etrafı. onlar sadece ağlamak istiyorlardı, ne için olursa olsun. hiçbir şey bulamasalar bir dram filmi açar ona ağlarlardı. filmini değil gerçeğini bulmuşlardı işte.
yiğenim bana sımsıkı sarılıp, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. bir damla göz yaşı dökmedim. bu sefer de yine benim payıma düşen göz yaşlarını yiğenime bıraktım. oradan bir o.os.u gelip, ağlama yavrum dedi yiğenime. sen kimsin karı, bırak ağlasın, sana ne, bak işine diye tersledim onu. s.kt.r oldu gitti. ağlamamak ne demektir ne bilir ki o or.s.u. ben bilirim. ağla yavrum dedim, yiğenime, ağla, dök içini. daha fazla ağlayıp, bağırmaya başladı. hafif sakinleşti. onu oradan alıp, yakındaki bir parka götürdüm. geçecek değil mi dayı diye soruyordu bana. aynı palavrayı bir kez daha sıkacakken, vazgeçtim. s.key.m. hiçbir bokun geçtiği yok. yok dedim ona, geçmeyecek ama alışacaksın. bu doğruydu işte. sonra halası geldi aldı onu. halasını uyardım, sakın çocuğun yanında ağlamayın, dram yapmayın diye. beni anladı sağolsun.
hastaneye götürdüler cesedi, beni de öyle. onu hayattayken gören son kişi bendim. hayattayken son kez göreni olduğum ikinci kişiydi. diğeri de askerde sol baldırındaki atar damarını s.ken bixi mermisi yüzünden 4-5 saat kanayarak ölen askerlik arkadaşımdı. hayatta oluyor böyle şeyler. geçelim.
sabah cenazesini defnettik. hayatımda ilk defa cenazeye gittim. iki gece boyunca hiç uyumadım. başka boktan şeyler de oldu tabii.
otogara gittim, bilet aldım gebzeye dönmek için. bir baktım mithat. o da yuvadan çocukluktan tanıdığım bir eleman. şizofren olup, sokağa düşmüş, otogarda yatıyor, hemen anladım. götürdüm yemek ısmarladım, yemek yerken ben karşısında oturmama rağmen kendi kendine konuşuyordu. sonra ona sigara aldım, harçlık verdim. has.iktir dedim içimden ama o da çok bir şey değildi işte. otobüse binip, s.ktir oldum, gittim.
geçen yiğenimin yanındaydım. annemi özledim dedi bana. hiçbir şey söylemedim. öylece sustum. söyleyecek bir şey kalmayınca ve bir şey söylemeye çalışınca anca öyle zırvalıyor insan. ne gereği var? sustum.
birini özlüyorsunuz ve onu görmek için gidebileceğiniz hiçbir yer yok. tuhaf. bende özlem duygusu olmamasına rağmen yine de çok tuhaf. sustum. hayatta söylenecek bir şey yoktur her zaman. sustum...
zaten uzun süredir intihar etme çabaları içinde bir türlü beceremeden öylece dönüp duruyordu. bu döngü neredeyse onun kaderi olmuştu. ilaçla denemeyi seviyordu o. ama ilaçla olmuyor o işler işte. ola ki doğru ilacı bulamamış olsun. yine de deniyordu. sonunda hastanede midesi yıkandıktan sonra, tekrar hayatta işte.
16 yaşından beri deniyordu üstelik. yılda bir iki kere, bazen üç, bazen daha fazla. biz genetik olarak intihara meyilli bir sülaleyiz. öyle çok intihar eden var. mesela annem de ben henüz onbir yaşındayken intihar etmişti. o kardeşime göre daha becerikli olduğu için bu işi tek seferde becermişti. geride ne bir not, ne bir mektup. öylece gidivermişti. bu yönüyle onu takdir etmediğimi söyleyemem. sessizce, hiçbir şey söylemeden, kendi başına bir kuytuda ölmesini bilmesi gerekir insanın. benim kanaatim bu yönde.
o da, yani annem de 34 yaşındaydı öldüğünde, kardeşim de. 34 yıllık tiksinç öykülerinin sonuna varmışlardı. hepsi bu. insanın yaşamak istemesini herkes anlıyor ama yaşama istencinin terse dönüp, ölüm arzusuna evrilmesi ilginç geliyor onlara. tuhaf. hayatın bütünü sanki bir mecburiyetler silsilesi. ve herkes bu kumarda sonuna kadar masada kalmalı. bazıları kumara devam etmek istemiyor. neden olmasın ki? hiçbir şey söylemeden öylece masadan kalkıp, uzaklaşıyorlar. daha şimdiden öylece mezarda, kendi başlarına sakince uzanıyorlar. artık onlara kimse bir şey yapamaz. kurtlar cesetlerini kemirse bile, bunun bir anlamı yok. geçti.
vahşi doğada işler nasıl yürüyor? biliyor musun? ben henüz beş yaşındayken öğrendim. zayıflık belirtisi gösterene herkes çöker. doğanın kanunu budur. baktım ki ağlayanlar daha çok dayak yiyor. ağlayanlar daha çok eziliyor. ağlamayı öylece bıraktım. içime ağlıyordum ve içime sığmıyordu, yine de sığdırıyordum bir şekilde. içimde önce ufak bir göl oluştu, sonra büyüdü, denize dönüştü, okyanusa dönüştü, bir türlü büyümesi bitmiyordu, okyanusları da aştı. öylece derinleştim. yüzmeyi öğrendim. ve yüzmek demek artık kalbinin buz kesmesi demekti. çünkü ancak buz suyun üstünde kolayca durabilir.
bir gün bir yavrucak orada dayak yerken, merhamet dileniyordu öylece. onu döven, ona dedi ki; anan, baban sana acımamış p.ç, buraya atmış, ben neden acıyayım? o an bir aydınlanma yaşadım. hayatımda aldığım en önemli ders oydu. çünkü haklıydı. ben hayatımda bu kadar haklı olan birisiyle daha karşılaşmadım. insanların merhametine kalmaktansa oluk oluk kanayarak ölmek daha evladır diye düşündüm. işte ben öylece öyle düşündüm.
orada ağlamak gibi gülmekte yasaktı zaten. herkesin birbirini sürekli gözetleyip, ağzına sıçmak için hazırda beklediği bir yerdi. herhangi bir şeye sahip olmakta yasaktı. anında çalınır ve bir daha onu herhangi bir yerde asla göremezdiniz. insanların içinde sadece nefret, kıskançlık vardı. öylece gördüm, anladım.
annem bir keresinde beni ziyarete gelmiş ve çarşıya çıkarmıştı. oğlunu güzel elbiseler içinde görmek istediği için beni zorla giyim mağazasına götürdü. yolda ona biraz dil döktüm, o elbiselere boşuna para verdiğini, onları bir kereden fazla giyemeyeceğimi anlatmaya çalıştım ona. hem o cicili bicili giysiler orada başıma sadece bela olacaklardı. başka bir şey değil. anlamadı. anlamak istemedi. o beni öyle görüp, kendi annelik duygusunu tatmin edip, birkaç tane de fotoğraf alıp, öylece gidecekti. bencil or.s.u. o gün ondan ilk defa gerçekten nefret ettim ama yine de o benim annemdi. kırmadım onu ve o cicili bicili elbiselerle gülerek poz verdim. beni yuvaya bıraktığında orada o kadar ayrıksı duruyordum ki; bütün p.çlerin ilgisi üzerime üzerime geliyordu. ben zaten nereye gitsem hep ayrıksı oldum. sınıfta mesela yuvadan gelen tek kişiydim, beslenme saatlerinde onlar annelerinin yaptığı güzel yemekleri tıkınırken, ben duvarları izlerdim. ya da yuvada derslerimin hepsi iyi olduğu için diğerlerine örnek gösterilirdim. bunlar insanın başına bayağ sorun açan şeyler. halbuki ilgi çekmemek için g.tümü yırtardım ama nafile. kimse benim de onlar gibi bir insan olduğumu asla kabul etmedi. ben hiçbir zaman kimseden olamadım. sülalemden ya da kendi ailemden bile. hep tek oldum. tek başıma oldum.
suratım hep asık geziyordum orada. ufacık mutlulukların bile anında yok edilmesi gerektiğine dair acayip imana gelmiş değişik bir müminler cemaatiydi etraftakilerin hepsi. sanki sürekli bir dramın içinde, acının içinde öylece çırpınmak gerekiyordu. ben çırpınmayı sevmem. öylece saldım. yapacak fazla bir şey yoktu zaten. bazen yapacak bir şey olmaz. hatta çoğu zaman... ben de hiçbir şey yapmam öyle zamanlarda. ne biçim insanlardı bunlar? hepsinin de ölmesi gerekiyordu. bence öyle. çünkü hayat onlara göre değildi ve öylece...
kız kardeşim de benimle beraber oradaydı. bu en kötüsüydü. çünkü tek başına bile hayatta kalmanın yeterince zor olduğu yerde, onu da taşımam gerekiyordu. benim babam öyle diğerleri gibi tırışkadan ataerkil değildi, harbiden öyleydi ve ben de ona çekmişim işte. erkek fedakar yaratılmış bir varlıktır. fıtratı bu. öyle olunca da sevdiği yemekleri, ben de sevsem bile ona verirdim. ceza alsa yerine dayak yerdim. kendim de aynı durumda olmama rağmen, sanki değilmişim gibi hep onu teselli ettim. ağlamaktan payıma düşeni de öylece ona teslim ettim. hem burada kızların ağlamasına o kadar takmıyorlardı. erkeklerin ağlaması sıkıntıydı. eh. kardeşim ağlıyordu, ben de onun sırtını sıvazlayıp, geçti diyordum. geçti. geçti. geçti. bir bokun da geçtiği yoktu üstelik. kendime de öyle diyordum. geçti.
buz gibi yüreğim bir tek kardeşime yumuşuyordu. onu görünce mutlu oluyor, gülümsüyordum. onu mutlu etmeye çalışıyor, çoğunlukla ediyor, onun mutluluğu ile mutlu oluyordum.
onu elimden geldiğince hayatta tutmaya çalıştım. sonra büyüdük. bana düşman kesildi. ihtiyacı kalmayınca değneğini atan kör gibi. ayrıca beni ona o kadar övdüler ve örnek gösterdiler ki; karşımda aşağılık kompleksine de kapıldı. benim ondan farklı olmadığımı sürekli ona anlatmaya çalışmama rağmen. ondan da öyle ayrıksı oldum. bana değil, diğerlerine inandı.
bana düşmanlığı öyle boyutlara vardı ki; artık onunla görüşemez oldum. son beş yıldır hiç görüşmemiştim. bir de oğlu vardı, yiğenim, onu seviyordum ama anası yüzünden onunla da görüşememiştim.
5 yılın sonunda gebze'de çalışıyordum ve kars'a ana, baba memleketine gideyim dedim. sivas'a kadar hızlı trenle gider, sivas'ta bir gece kalır, sonra otobüsle devam ederim diyordum ama ben hiçbir zaman plana sadık kalan bir insan olamadım.
sabah kalkıp, katmer, çay yaptıktan sonra, bir baktım ayaklarım beni kardeşimin iş yerine götürüyor. o sivas'ta oturuyordu. görüştük. beni gördüğüne çok mutlu oldu ama yine de depresyondaydı. ayrıca migreni ve epilepsisi vardı. hiç şanslı değildi hastalıklar konusunda.
ölmeden önce onu en son ben gördüm. normalde trenle gebzeye dönecektim. yiğenim gitme dayı, gitme diye ağlayınca, sarıldım, bileti yaktım. kardeşimin o gün işe gitmesi gerekiyordu. ben de evine gider yatarım dedim. eve gittiğimde işe gitmemişti. önceki gece yine intihar mevzusu açılmıştı. ilaçla olmuyor işte, bırak bu işi dedim ona. nasıl yapayım diye sordu bana. anan gibi dedim. ve sabahında eve girdiğimde, oradaydı, işe gitmemişti, aaaa sen gitmedin mi dedi. eve dönerek onun intihar planını bozmuştum. yok çantamı bırakıp, çıkacağım dedim. güldü. mutlu görünüyordu. intihar edeceğini, annesi gibi yapacağını anladım. yine de çantamı bıraktım, çıktım. ne istiyorsa yapsın. ben kimsenin hayatında yapmak istediklerine engel olabilecek kadar bencil olamadım. yapamadım işte.
kapıyı kitlemişti, anahtarı da ona bırakmıştım. akşam çilingir evi açtı. öylece doğalgaz borusuna asmıştı kendisini. sallanıyordu. boğazı şişmiş. yüzü mavileşmiş ve morarmaya doğru gidiyordu. becermişti sonunda. o da anası gibi, anam gibi, anamız gibi. demek annem de öldüğünde böyle görünüyordu. aynı anda onun intiharı da hücum etti üstüme. bütün geçmiş her bir yandan beni çepeçevre sarmış boğmaya çalışıyordu. zaten bir arada tutmak için her zaman olağanüstü çabalar harcadığım benliğim paramparça olmak üzere öylece fırsat kolluyordu. nasıl ki yanan odunun külleri ufacık bir fırsat, yani ufak bir rüzgar beklerse dağılıp gitmek için, aynı öyle işte. bir nevi hisler tufanıyla cebelleşiyordum kendi adıma.
yiğenim de görmüştü onu öyle. çığlıklar atarak ağlıyordu. dağılıp gitmeme de onun çığlıkları engel oldu. ne olursa olsun, onun da büyüğüydüm. büyük olmanın felaketi yakamı bırakmıyordu bir türlü. yapacak bir şey yok. o da o an 11 yaşındaydı üstelik. bu 11 ve 34te bir bokluk vardı ama o an onu düşünecek durumda değildim. onu tuttum çıkardım evden sokağa. duyan gelmiş, her yer feryat figan. ağlamak için fırsat kollayan hayatta iken hiçbir derdine derman olmayan bir sürü leşçil sarmıştı etrafı. onlar sadece ağlamak istiyorlardı, ne için olursa olsun. hiçbir şey bulamasalar bir dram filmi açar ona ağlarlardı. filmini değil gerçeğini bulmuşlardı işte.
yiğenim bana sımsıkı sarılıp, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. bir damla göz yaşı dökmedim. bu sefer de yine benim payıma düşen göz yaşlarını yiğenime bıraktım. oradan bir o.os.u gelip, ağlama yavrum dedi yiğenime. sen kimsin karı, bırak ağlasın, sana ne, bak işine diye tersledim onu. s.kt.r oldu gitti. ağlamamak ne demektir ne bilir ki o or.s.u. ben bilirim. ağla yavrum dedim, yiğenime, ağla, dök içini. daha fazla ağlayıp, bağırmaya başladı. hafif sakinleşti. onu oradan alıp, yakındaki bir parka götürdüm. geçecek değil mi dayı diye soruyordu bana. aynı palavrayı bir kez daha sıkacakken, vazgeçtim. s.key.m. hiçbir bokun geçtiği yok. yok dedim ona, geçmeyecek ama alışacaksın. bu doğruydu işte. sonra halası geldi aldı onu. halasını uyardım, sakın çocuğun yanında ağlamayın, dram yapmayın diye. beni anladı sağolsun.
hastaneye götürdüler cesedi, beni de öyle. onu hayattayken gören son kişi bendim. hayattayken son kez göreni olduğum ikinci kişiydi. diğeri de askerde sol baldırındaki atar damarını s.ken bixi mermisi yüzünden 4-5 saat kanayarak ölen askerlik arkadaşımdı. hayatta oluyor böyle şeyler. geçelim.
sabah cenazesini defnettik. hayatımda ilk defa cenazeye gittim. iki gece boyunca hiç uyumadım. başka boktan şeyler de oldu tabii.
otogara gittim, bilet aldım gebzeye dönmek için. bir baktım mithat. o da yuvadan çocukluktan tanıdığım bir eleman. şizofren olup, sokağa düşmüş, otogarda yatıyor, hemen anladım. götürdüm yemek ısmarladım, yemek yerken ben karşısında oturmama rağmen kendi kendine konuşuyordu. sonra ona sigara aldım, harçlık verdim. has.iktir dedim içimden ama o da çok bir şey değildi işte. otobüse binip, s.ktir oldum, gittim.
geçen yiğenimin yanındaydım. annemi özledim dedi bana. hiçbir şey söylemedim. öylece sustum. söyleyecek bir şey kalmayınca ve bir şey söylemeye çalışınca anca öyle zırvalıyor insan. ne gereği var? sustum.
birini özlüyorsunuz ve onu görmek için gidebileceğiniz hiçbir yer yok. tuhaf. bende özlem duygusu olmamasına rağmen yine de çok tuhaf. sustum. hayatta söylenecek bir şey yoktur her zaman. sustum...
devamını gör...
242.
devamını gör...
243.
yani aslında basit düşünüldüğü zaman yaşamak bana verilmiş bir haksa ben bu hakkı kullanmak istememek de özgür olmalıyım. derin bir konu. bir kere eşiğine geldim.
devamını gör...
"intihar" ile benzer başlıklar
intihar etmek
484