281.
1985 yılından önce doğanlar.
50 - 60 - 70 - 80' li yıllarda mı büyüdün? nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın?
1- arabaların emniyet kemeri, kafalıkları, ve kesinlikle hava yastıkları yoktu.
2- arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.
3- bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı.
4- prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu...
5- kasksız bisiklete biniliyordu.
6- steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu...
7- oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti.
8- cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. inanılmaz...
9- okul öğlen bitiyordu... ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.
10- bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu. kendimizden başka kimse sorumlu değildi.
11- bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk. hiç kilo sorunumuz olmazdı çünkü hep dışarda oynardık aktif olarak...
12- dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk... aynı bardaktan içebiliyorduk ve kimse bu yüzden ölmüyordu.
13- playstation, nintendo 64, x boxes, vídeo oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , dolby surround, cep telefonumuz, bilgisayarımız, internet de chat odalarımız yoktu.
onun yerine arkadaşlarımız vardı bolca...
14- yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk.
15- evet dışarıda, o acımasız korkunç dünyada! korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu?
tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.
16- bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. fakat bu yüzden kimse psikoloğa ya da pedagoga gönderilmiyordu. kimsede dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.
17- özgürlüğümüz , üzüntülerimiz , başarılarımız , görevlerimiz vardı.
...ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.
soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık?
ve daha da önemlisi, kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik?
sen de bu nesilden misin?
şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar. fakat bizler çok güzel ve mutlu yaşadık.
50 - 60 - 70 - 80' li yıllarda mı büyüdün? nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın?
1- arabaların emniyet kemeri, kafalıkları, ve kesinlikle hava yastıkları yoktu.
2- arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.
3- bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı.
4- prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu...
5- kasksız bisiklete biniliyordu.
6- steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu...
7- oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti.
8- cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. inanılmaz...
9- okul öğlen bitiyordu... ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.
10- bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu. kendimizden başka kimse sorumlu değildi.
11- bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk. hiç kilo sorunumuz olmazdı çünkü hep dışarda oynardık aktif olarak...
12- dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk... aynı bardaktan içebiliyorduk ve kimse bu yüzden ölmüyordu.
13- playstation, nintendo 64, x boxes, vídeo oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , dolby surround, cep telefonumuz, bilgisayarımız, internet de chat odalarımız yoktu.
onun yerine arkadaşlarımız vardı bolca...
14- yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk.
15- evet dışarıda, o acımasız korkunç dünyada! korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu?
tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.
16- bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. fakat bu yüzden kimse psikoloğa ya da pedagoga gönderilmiyordu. kimsede dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.
17- özgürlüğümüz , üzüntülerimiz , başarılarımız , görevlerimiz vardı.
...ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.
soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık?
ve daha da önemlisi, kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik?
sen de bu nesilden misin?
şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar. fakat bizler çok güzel ve mutlu yaşadık.
devamını gör...
282.
kalpler birbirinden uzaklaştıkça sesler yükselir, yaklaştıkça fısıltıya döner.
kavgada bağırmanın, sevgide fısıldamanın sebebi budur.
sadettin ökten
kavgada bağırmanın, sevgide fısıldamanın sebebi budur.
sadettin ökten
devamını gör...
283.
all the ways you wish you could be, that's me. ı like you wanna look, ı fuck like you wanna fuck ,ı am smart, capable, and most importantly, ı am free in all the ways that you are not
devamını gör...
284.
"çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiçbir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
her şey onunla ilgili"
attila ilhan
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiçbir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
her şey onunla ilgili"
attila ilhan
devamını gör...
285.
"insan hayatla temas ettiğinde hep yaralanır. her şey ya fazla uzun ya da kısa sürer."
yalnız sıkıcı insanlar kahvaltıda parıldar - oscar wilde
s. 20
yalnız sıkıcı insanlar kahvaltıda parıldar - oscar wilde
s. 20
devamını gör...
286.
birine sarıldığımızda sezgisel olarak şunu deriz
parçalarını bir arada tutacağım ki dağıtmaktan korkmayasın.
michael brent jones
parçalarını bir arada tutacağım ki dağıtmaktan korkmayasın.
michael brent jones
devamını gör...
287.
“tut elimden “ dedi aşk. “özlediğinim ben senin; annenden, babandan, yarinden öte can bilip de dirilttiğinim yüreciğinde.”
susuverdin…
“tut elimden” dedi aşk. “çocukluğunum ben senin; yoksulluklardan, hoyratlıklardan, ölümlerden öte bir yere gideceğiz seninle. küçücük ellerinde vicdanın masmavi aynası olacak. o aynada engin bir gökyüzü göreceksin yıldızlarla dopdolu. aldırmayacaksın bulutlara, bileceksin ki yerli yerindedir yıldızlar. her bir yıldız senden bir iz; sıcacık, naif izler… o izler ki, sende toplanıp bütünlüğe erişince gökyüzünün kendisi olacaksın."
dalıverdin…
“tut elimden“ dedi aşk. “kaderinim ben senin; gülüşün gibi, gözyaşın gibi, ürkekliğin gibi serpiliveririm avucunun incecik çizgilerine. merhametli ve sızılı bir yorgunluk bırakırım sana; ne yana gidersen git, ne yana bakarsan bak beni görürsün bir yağmur sonrası sakince beliriveren gökkuşağı gibi. yükseliverirsin bana doğru, seni dinler, seni anlar, seni duyumsayıp sarıveririm renklerimin arasına. ben ninni söylerim, sen uyursun; düşünde sihirli bir ses, tüm bilgece sözlerden azade, seni kavuşturur sonunda öz`ünün ışığına varan kutsal bir ahenge."
ağlayıverdin…
“tut elimden“ dedi aşk. “mutluluğunum ben senin; taşa dokunsan kuş olur, güle sokulsan can olur sana. can`da yakınlaşıp bana, bende can` a yakın durursun her daim. dünya dediğin coğrafya maskelerin coğrafyasıdır. benim gözlerimle bak kendine sen; aşk`ın gözlerinde duru bir coğrafyadır durduğun yer. maskesiz, yalan dolansız, insan eli değmemiş bir yer. öyle bir yer ki, şu dünyaya katlanma sebebi sana; bir ferah bakış, bir huzurlu ses, bir içten duruş ayandır o güzelim varlığına.”
anlayıverdin…
“tut elimden” dedi aşk. “özgürlüğünüm ben senin; ellerde şiddet, yüzlerde sıkıntı, dillerde kibir varken, bir kağıt gemiye binip kaynağını can suyumuzdan alan nehirlerden geçeriz seninle. bize bakanlar, kara parçaları görür de şaşırır; bir biz seyrederiz nehrimizin çağıl çağıl akışını. bir biz biliriz kağıt gemimizin aslında ne kadar da büyük olduğunu. tüm can`ların, tüm ayrı duranların sığabileceği kadar geniş bir gemiye sahibiz biz. elin ilk kez bir kalemi kavradığı zamanlarda, ilk çizgiyi çizdiğin kağıttan yapılmıştır o gemi.”
gülümseyiverdin…
“tut elimden” dedi aşk. “emeğinim ben senin; düştüğün, düşeceğin yollar, aştığın, aşacağın dağlar, çözeceğin sırlar beni gösterecektir sana. aşında, ekmeğinde beni hissedeceksin; yalnız kaldığında, korktuğunda ben yüreklendireceğim seni, canından bezdiğinde ben can katacağım canına. seninle bir yürümek istiyorum ben; seninle bir olmak, sende çoğalmak istiyorum. istiyorum ki aşk ile yaşayasın sen; tenden, maddeden, cümle arzulardan öte, sulh ile, direnerek, tertemiz yaşamalısın sen."
duyumsayıverdin…
“tut elimden“ dedi aşk. “sevdiğinim ben senin; benden uzak düşenler anlamaz bunu. içten içe yaşattığın o yitik güzelliklerin emanetiyim sana, o yitik güzelliklerden emanetsin bana sen. uzat elini küçüğüm, tut elimden…”
tutuverdin…
susuverdin…
“tut elimden” dedi aşk. “çocukluğunum ben senin; yoksulluklardan, hoyratlıklardan, ölümlerden öte bir yere gideceğiz seninle. küçücük ellerinde vicdanın masmavi aynası olacak. o aynada engin bir gökyüzü göreceksin yıldızlarla dopdolu. aldırmayacaksın bulutlara, bileceksin ki yerli yerindedir yıldızlar. her bir yıldız senden bir iz; sıcacık, naif izler… o izler ki, sende toplanıp bütünlüğe erişince gökyüzünün kendisi olacaksın."
dalıverdin…
“tut elimden“ dedi aşk. “kaderinim ben senin; gülüşün gibi, gözyaşın gibi, ürkekliğin gibi serpiliveririm avucunun incecik çizgilerine. merhametli ve sızılı bir yorgunluk bırakırım sana; ne yana gidersen git, ne yana bakarsan bak beni görürsün bir yağmur sonrası sakince beliriveren gökkuşağı gibi. yükseliverirsin bana doğru, seni dinler, seni anlar, seni duyumsayıp sarıveririm renklerimin arasına. ben ninni söylerim, sen uyursun; düşünde sihirli bir ses, tüm bilgece sözlerden azade, seni kavuşturur sonunda öz`ünün ışığına varan kutsal bir ahenge."
ağlayıverdin…
“tut elimden“ dedi aşk. “mutluluğunum ben senin; taşa dokunsan kuş olur, güle sokulsan can olur sana. can`da yakınlaşıp bana, bende can` a yakın durursun her daim. dünya dediğin coğrafya maskelerin coğrafyasıdır. benim gözlerimle bak kendine sen; aşk`ın gözlerinde duru bir coğrafyadır durduğun yer. maskesiz, yalan dolansız, insan eli değmemiş bir yer. öyle bir yer ki, şu dünyaya katlanma sebebi sana; bir ferah bakış, bir huzurlu ses, bir içten duruş ayandır o güzelim varlığına.”
anlayıverdin…
“tut elimden” dedi aşk. “özgürlüğünüm ben senin; ellerde şiddet, yüzlerde sıkıntı, dillerde kibir varken, bir kağıt gemiye binip kaynağını can suyumuzdan alan nehirlerden geçeriz seninle. bize bakanlar, kara parçaları görür de şaşırır; bir biz seyrederiz nehrimizin çağıl çağıl akışını. bir biz biliriz kağıt gemimizin aslında ne kadar da büyük olduğunu. tüm can`ların, tüm ayrı duranların sığabileceği kadar geniş bir gemiye sahibiz biz. elin ilk kez bir kalemi kavradığı zamanlarda, ilk çizgiyi çizdiğin kağıttan yapılmıştır o gemi.”
gülümseyiverdin…
“tut elimden” dedi aşk. “emeğinim ben senin; düştüğün, düşeceğin yollar, aştığın, aşacağın dağlar, çözeceğin sırlar beni gösterecektir sana. aşında, ekmeğinde beni hissedeceksin; yalnız kaldığında, korktuğunda ben yüreklendireceğim seni, canından bezdiğinde ben can katacağım canına. seninle bir yürümek istiyorum ben; seninle bir olmak, sende çoğalmak istiyorum. istiyorum ki aşk ile yaşayasın sen; tenden, maddeden, cümle arzulardan öte, sulh ile, direnerek, tertemiz yaşamalısın sen."
duyumsayıverdin…
“tut elimden“ dedi aşk. “sevdiğinim ben senin; benden uzak düşenler anlamaz bunu. içten içe yaşattığın o yitik güzelliklerin emanetiyim sana, o yitik güzelliklerden emanetsin bana sen. uzat elini küçüğüm, tut elimden…”
tutuverdin…

devamını gör...
288.
it kağnı gölgesinde yürür kendi gölgesi sanırmış
devamını gör...
289.
'oda çok geniş ama sığmıyorsun.
bak, kapı orada ama çıkmıyorsun, pencere açık ama nefes almıyorsun.'
bak, kapı orada ama çıkmıyorsun, pencere açık ama nefes almıyorsun.'
devamını gör...
290.
(bkz: aşk gemisi) the love boat dizisi.
çocukluğumun unutulmaz dizilerinden biridir. çarşamba akşamları oynardı.. geminin gerçek ismi pacific princess olmasına rağmen yolculuk sırasında aşklar yaşandığından bu isimle anılırdı.. geminin kaptanı merrill stubing, doktoru adam doc, purser burl gopher, gemi direktörü julie mccoy, kaptan stubing'in kızı vicky ve dünyanın en sempatik garsonu ısaac'le(ayzek) muhteşem bir ekiptiler. ısaac'in espri ve hareketleri bizi gülmekten kırıp geçirirdi. konusuna gelince her bölümde üç ayrı aşk hikayesi işlenirdi, dizinin başında yolcuları tanır sonra olaylar gelişir, gerilimler olur ama nihayetinde her şey tatlıya bağlanırdı.
o yıllarda denizde bir gemi gördüğümüzde; bak aşk gemisi geçiyor diye birbirimize takılır çeşitli hayaller kurardık.. jack jones'un seslendirdiği, türkçe aşk gemisi' anlamına gelen love boat isimli bir de muhteşem şarkısı vardı..

buradan
çocukluğumun unutulmaz dizilerinden biridir. çarşamba akşamları oynardı.. geminin gerçek ismi pacific princess olmasına rağmen yolculuk sırasında aşklar yaşandığından bu isimle anılırdı.. geminin kaptanı merrill stubing, doktoru adam doc, purser burl gopher, gemi direktörü julie mccoy, kaptan stubing'in kızı vicky ve dünyanın en sempatik garsonu ısaac'le(ayzek) muhteşem bir ekiptiler. ısaac'in espri ve hareketleri bizi gülmekten kırıp geçirirdi. konusuna gelince her bölümde üç ayrı aşk hikayesi işlenirdi, dizinin başında yolcuları tanır sonra olaylar gelişir, gerilimler olur ama nihayetinde her şey tatlıya bağlanırdı.
o yıllarda denizde bir gemi gördüğümüzde; bak aşk gemisi geçiyor diye birbirimize takılır çeşitli hayaller kurardık.. jack jones'un seslendirdiği, türkçe aşk gemisi' anlamına gelen love boat isimli bir de muhteşem şarkısı vardı..

buradan
devamını gör...
291.
hayvanlar nıye namaz kılmaz?
çünkü onların bağışlanmayı dileyecek suçu yok…
dört bin sene karnını öküz sayesinde doyurdu insan…
o ibadetini, sürdüğü toprak ve emeği sarı buğday başakları ile yaptı…
ama insan; o bir lokma ekmeği yoksullara haram ettiği için…
beş vakit az…
leylek…
siz hiç öbürlerinden büyük ve farklı leylek yuvası gördünüz mü?..
yoksulların evleri başlarına yıkılırken, o yoksulların parası ile yaptırdığı bin odaya sığmayan insandır…
bağışlanmak için camiden camiye koş tabi…
atların namaz kılmaya ihtiyaçları yoktur…
yedi bin sene sırtında taşıdı insanı, uygarlıklar onun ayaklarıyla kıtadan kıtaya ulaştı, hiçbir zaman dört nalından başka bir şeyi olmadı atın…
sen binmişsin insanların sırtına…
bu servetin, bunca zenginliğin, akıl almaz varlığın, kasaların, kutuların, kamyonetlerle taşınan dolarların günahını çıkart…
koş…
köpekler asla yalan söylemediler…
sevmediği halde kuyruk sallayan, sevdiğine havlayıp diş gösteren köpek hiç görülmedi…
ikiyüzlülük insana özgü…
insanları seviyormuş gibi yapıp; doğalarını, varlıklarını, ceplerindeki alın terlerini, hatta çocuklarını ve canlarını alan her kimse…
o affedileceğini sanıp, varsın namaza dursun…
“insan ergonomisi namaza göre yaratılmıştır” gibi tespiti yapabilmek için otuz sene okuyan insanın, namaz kılmayanların “hayvan” olduğu noktasına varması ile kedilere geçiyoruz…
kedi çişini yapacaksa, kumu eşip gizler, üzerini örter…
bu onun temiz dünyasında vardır…
kirini saçmaz…
memleketin içine ettiniz birader…
ergonomi sana özgü…
sonuçta…
hayvan değilsin…
keşke olsan…
bekir coşkun
çünkü onların bağışlanmayı dileyecek suçu yok…
dört bin sene karnını öküz sayesinde doyurdu insan…
o ibadetini, sürdüğü toprak ve emeği sarı buğday başakları ile yaptı…
ama insan; o bir lokma ekmeği yoksullara haram ettiği için…
beş vakit az…
leylek…
siz hiç öbürlerinden büyük ve farklı leylek yuvası gördünüz mü?..
yoksulların evleri başlarına yıkılırken, o yoksulların parası ile yaptırdığı bin odaya sığmayan insandır…
bağışlanmak için camiden camiye koş tabi…
atların namaz kılmaya ihtiyaçları yoktur…
yedi bin sene sırtında taşıdı insanı, uygarlıklar onun ayaklarıyla kıtadan kıtaya ulaştı, hiçbir zaman dört nalından başka bir şeyi olmadı atın…
sen binmişsin insanların sırtına…
bu servetin, bunca zenginliğin, akıl almaz varlığın, kasaların, kutuların, kamyonetlerle taşınan dolarların günahını çıkart…
koş…
köpekler asla yalan söylemediler…
sevmediği halde kuyruk sallayan, sevdiğine havlayıp diş gösteren köpek hiç görülmedi…
ikiyüzlülük insana özgü…
insanları seviyormuş gibi yapıp; doğalarını, varlıklarını, ceplerindeki alın terlerini, hatta çocuklarını ve canlarını alan her kimse…
o affedileceğini sanıp, varsın namaza dursun…
“insan ergonomisi namaza göre yaratılmıştır” gibi tespiti yapabilmek için otuz sene okuyan insanın, namaz kılmayanların “hayvan” olduğu noktasına varması ile kedilere geçiyoruz…
kedi çişini yapacaksa, kumu eşip gizler, üzerini örter…
bu onun temiz dünyasında vardır…
kirini saçmaz…
memleketin içine ettiniz birader…
ergonomi sana özgü…
sonuçta…
hayvan değilsin…
keşke olsan…
bekir coşkun
devamını gör...
292.
soğanları pembeleşinceye kadar kavurdu kadın.
biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi.
akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine.
biraz tuz serpti, çok az da şeker. kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini.
önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi.
serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da bol soğanlı bir salata. keşke sadece soğan doğrarken ağlasaydı…
dumanı üzerinde koydu yemeği tabaklara, bir ekmeğin ucundan kopardı, uzattı adama.
adam kafasını kaldırmadan aldı ekmeği, bir lokma kopardı, attı ağzına. bir kaşık da yemekten aldı, sonra çekti örtüyü, sofranın altını üstüne kattı.
yemeğin tuzu eksikti, adamın insanlığı…
içindeki öfkeye eksik olan tuzu bahane etti, hıncını kadından çıkardı.
taşlar, sopalar, yumruklar kırabilirdi kadının kemiklerini, ama kelimeler kadar canını yakamazdı hiçbiri.
kemikleri iyileşti zamanla, ama ruhu hiçbir zaman iyileşmedi kadının.
kendisine uzanan her ele karşı ürkek kaldı.
hırpalandı, hor görüldü, aşağılandı, bıçaklandı, öldürüldü kadın ya da kadınlar, bizim kadınlarımız…
insan gibi yürüyebilecekleri bir yol bırakılmayınca, kendi içine doğru yürümeye başladı ve sonunda düştü.
kendi içine düşen insanın orada boğulması kaçınılmazdı zaten...
sonra bir gün kendisini esir eden bu hayattan kurtulmak istedi. ‘bu yemeğin tuzu niye eksik, bu çocuk neden ağlıyor?’ gibi sebeplerle daha fazla ölecek gücü kalmamıştı.
bir boşanma dilekçesine imza attı, sokağın köşesini döner dönmez iki el silah atıldı.
belki de hayatında ilk kez kendisi için bir şey yapmaya cesaret eden kadın, 50 metre menzilli bir tabancadan çıkan iki kurşunla kayıplara karıştı.
“aldılar, götürdüler, namazı kılındı, gömüldü…”
gazetelerde h.k. diye geçti adı.
haberini okuyanlar derin bir nefes aldı, böyle bir felaketi kendileri yaşamamış olduğu için.
sevmediği bir adamla zorla evlendiren babası bile ağladı ardından, ‘pişmanım’ dedi günah çıkarmak ister gibi.
asıl darbeyi babasından almıştı aslında kadın, zaten ondan da görmemişti şefkatli bir dokunuş.
hayatındaki tüm erkekler kırmıştı kolunu kanadını. hatta bir kez kendisi kıymak istemişti canına.
kocasının yumruğuyla kırdığı camın kırıklarını bileklerine gömmüştü.
yakmıştı canını cam kırıkları, ama canın kırgınlığı daha çok acıtıyordu.
canına okudular kadının, elbirliğiyle üstelik.
geçmişine okudular, geleceğine okudular, ama kadına iki dize güzel bir şiir okumadılar.
kahkahasına bile kulp taktılar kadının, yine elbirliğiyle üstelik.
ama kulağının arkasına bir çiçek takmadılar.
yetim yaralarıyla, öksüz hayalleriyle geçti bu dünyanın toprağından kadın. biri geçti, diğerleri geçmekte hala…
biri tacize, biri tecavüze, biri şiddete maruz kalıyor. birinin saçının rengine karışılıyor, birinin eteğinin boyuna.
ve bir diğerinin varlığı bile günah sayılıyor…
işte tam şu an biri eve mahkûm ediliyor, biri cezaevine kapatılıyor, biri istemediği bir evliliğe zorlanıyor.
kendinden geriye siyah-beyaz yarım tebessümlü bir fotoğraf kalan, dünyaya ‘ah’ını bırakarak giden tüm kadınların anısına…
biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi.
akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine.
biraz tuz serpti, çok az da şeker. kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini.
önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi.
serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da bol soğanlı bir salata. keşke sadece soğan doğrarken ağlasaydı…
dumanı üzerinde koydu yemeği tabaklara, bir ekmeğin ucundan kopardı, uzattı adama.
adam kafasını kaldırmadan aldı ekmeği, bir lokma kopardı, attı ağzına. bir kaşık da yemekten aldı, sonra çekti örtüyü, sofranın altını üstüne kattı.
yemeğin tuzu eksikti, adamın insanlığı…
içindeki öfkeye eksik olan tuzu bahane etti, hıncını kadından çıkardı.
taşlar, sopalar, yumruklar kırabilirdi kadının kemiklerini, ama kelimeler kadar canını yakamazdı hiçbiri.
kemikleri iyileşti zamanla, ama ruhu hiçbir zaman iyileşmedi kadının.
kendisine uzanan her ele karşı ürkek kaldı.
hırpalandı, hor görüldü, aşağılandı, bıçaklandı, öldürüldü kadın ya da kadınlar, bizim kadınlarımız…
insan gibi yürüyebilecekleri bir yol bırakılmayınca, kendi içine doğru yürümeye başladı ve sonunda düştü.
kendi içine düşen insanın orada boğulması kaçınılmazdı zaten...
sonra bir gün kendisini esir eden bu hayattan kurtulmak istedi. ‘bu yemeğin tuzu niye eksik, bu çocuk neden ağlıyor?’ gibi sebeplerle daha fazla ölecek gücü kalmamıştı.
bir boşanma dilekçesine imza attı, sokağın köşesini döner dönmez iki el silah atıldı.
belki de hayatında ilk kez kendisi için bir şey yapmaya cesaret eden kadın, 50 metre menzilli bir tabancadan çıkan iki kurşunla kayıplara karıştı.
“aldılar, götürdüler, namazı kılındı, gömüldü…”
gazetelerde h.k. diye geçti adı.
haberini okuyanlar derin bir nefes aldı, böyle bir felaketi kendileri yaşamamış olduğu için.
sevmediği bir adamla zorla evlendiren babası bile ağladı ardından, ‘pişmanım’ dedi günah çıkarmak ister gibi.
asıl darbeyi babasından almıştı aslında kadın, zaten ondan da görmemişti şefkatli bir dokunuş.
hayatındaki tüm erkekler kırmıştı kolunu kanadını. hatta bir kez kendisi kıymak istemişti canına.
kocasının yumruğuyla kırdığı camın kırıklarını bileklerine gömmüştü.
yakmıştı canını cam kırıkları, ama canın kırgınlığı daha çok acıtıyordu.
canına okudular kadının, elbirliğiyle üstelik.
geçmişine okudular, geleceğine okudular, ama kadına iki dize güzel bir şiir okumadılar.
kahkahasına bile kulp taktılar kadının, yine elbirliğiyle üstelik.
ama kulağının arkasına bir çiçek takmadılar.
yetim yaralarıyla, öksüz hayalleriyle geçti bu dünyanın toprağından kadın. biri geçti, diğerleri geçmekte hala…
biri tacize, biri tecavüze, biri şiddete maruz kalıyor. birinin saçının rengine karışılıyor, birinin eteğinin boyuna.
ve bir diğerinin varlığı bile günah sayılıyor…
işte tam şu an biri eve mahkûm ediliyor, biri cezaevine kapatılıyor, biri istemediği bir evliliğe zorlanıyor.
kendinden geriye siyah-beyaz yarım tebessümlü bir fotoğraf kalan, dünyaya ‘ah’ını bırakarak giden tüm kadınların anısına…
devamını gör...
293.
küçük bir çocuk tanrı’yla görüşmek
istemektedir.
yolun uzun olduğunu bildiğinden çantasını hazırlar ve bir miktar patates cipsi ile beraber birkaç
şişe gazoz alarak yola koyulur.
üç blok ötede yaşlı bir adam oturmaktadır.
parkta oturmuş güvercinleri seyretmektedir.
çocuk, adamın yanına oturur ve çantasını açar.
gazozundan bir yudum alacağı sırada yaşlı adamın
aç olduğunu fark eder ve ona patates cipsinden
ikram eder.
adam gülümseyerek ve minnettarlıkla
ikramı kabul eder.
gülümseyişi o kadar güzeldir ki çocuk onunla tekrar
karşılaşmak ister ve böylece ona gazozdan da
ikram eder.
adam tekrar gülümser.
çocuk çok mutlu olmuştur!
tüm öğleden sonra orada oturup beraber yiyip birbirlerine gülümserler fakat tek kelime bile konuşmazlar.
hava kararmaya başladığında çocuk çok yorgun olduğunu fark eder ve gitmek üzere ayağa kalkar.
fakat bir kaçadım attıktan sonra arkasını dönerek
adama doğru koşar ve ona sarılır.
yüzünde daha önce hiç olmadığı kadar
kocaman bir gülümseme vardır…
bir süre sonra eve varıp kapıyı açtığında onu gören annesi yüzündeki neşeyi görünce çok şaşırır.
ve sorar,
“bugün ne oldu da bu kadar mutlusun?”
“tanrı’yla öğle yemeği yedik,” der ve annesi
cevap vermeye kalmadan ekler,
"şimdiye kadar gördüğüm en güzel gülümseyişe sahipti!”
bu esnada, yaşlı adam da neşeli bir
halde evine dönmüştür.
yüzündeki huzuru gören oğlu afallamıştır ve şöyle
sorar,
“baba, bugün ne oldu da bu kadar mutlusun?”
baba şöyle cevap verir, “parkta tanrı’yla
birlikte patates cipsi yedik..
.” fakat oğlu daha karşılık vermeye kalmadan ekler,
“biliyor musun, beklediğimden daha gençti.”
çoğunlukla bir dokunuşun, bir gülümsemenin,
bir nazik kelamın, dinleyen bir kulağın,
içten bir iltifatın veya en ufak bir düşünceli
davranışın hayatı ne denli değiştirecek güçte
olduğunu tahmin edemeyiz.
insanlar hayatımıza bir nedenden dolayı, bir
süreliğine veya bir ömürlük girerler!
her şeyi eşit derecede kucakla!
tanrı’yla öğle yemeği ye…yanında
patates cipsi getir...!!!
istemektedir.
yolun uzun olduğunu bildiğinden çantasını hazırlar ve bir miktar patates cipsi ile beraber birkaç
şişe gazoz alarak yola koyulur.
üç blok ötede yaşlı bir adam oturmaktadır.
parkta oturmuş güvercinleri seyretmektedir.
çocuk, adamın yanına oturur ve çantasını açar.
gazozundan bir yudum alacağı sırada yaşlı adamın
aç olduğunu fark eder ve ona patates cipsinden
ikram eder.
adam gülümseyerek ve minnettarlıkla
ikramı kabul eder.
gülümseyişi o kadar güzeldir ki çocuk onunla tekrar
karşılaşmak ister ve böylece ona gazozdan da
ikram eder.
adam tekrar gülümser.
çocuk çok mutlu olmuştur!
tüm öğleden sonra orada oturup beraber yiyip birbirlerine gülümserler fakat tek kelime bile konuşmazlar.
hava kararmaya başladığında çocuk çok yorgun olduğunu fark eder ve gitmek üzere ayağa kalkar.
fakat bir kaçadım attıktan sonra arkasını dönerek
adama doğru koşar ve ona sarılır.
yüzünde daha önce hiç olmadığı kadar
kocaman bir gülümseme vardır…
bir süre sonra eve varıp kapıyı açtığında onu gören annesi yüzündeki neşeyi görünce çok şaşırır.
ve sorar,
“bugün ne oldu da bu kadar mutlusun?”
“tanrı’yla öğle yemeği yedik,” der ve annesi
cevap vermeye kalmadan ekler,
"şimdiye kadar gördüğüm en güzel gülümseyişe sahipti!”
bu esnada, yaşlı adam da neşeli bir
halde evine dönmüştür.
yüzündeki huzuru gören oğlu afallamıştır ve şöyle
sorar,
“baba, bugün ne oldu da bu kadar mutlusun?”
baba şöyle cevap verir, “parkta tanrı’yla
birlikte patates cipsi yedik..
.” fakat oğlu daha karşılık vermeye kalmadan ekler,
“biliyor musun, beklediğimden daha gençti.”
çoğunlukla bir dokunuşun, bir gülümsemenin,
bir nazik kelamın, dinleyen bir kulağın,
içten bir iltifatın veya en ufak bir düşünceli
davranışın hayatı ne denli değiştirecek güçte
olduğunu tahmin edemeyiz.
insanlar hayatımıza bir nedenden dolayı, bir
süreliğine veya bir ömürlük girerler!
her şeyi eşit derecede kucakla!
tanrı’yla öğle yemeği ye…yanında
patates cipsi getir...!!!
devamını gör...
294.
sen de bir gram hatırım yok mu hiç?
beni yarım bırakırken söyle sen tam oldun mu?
bir beni sevmedin / yol boyunca
beni yarım bırakırken söyle sen tam oldun mu?
bir beni sevmedin / yol boyunca
devamını gör...
295.
küçük kasabanın birinde bir caminin tam karşısında arazisi olan adam, bir genelev inşa etmeye başlamış. imam ve cemaat buna şiddetle itiraz etmişler.ancak mal sahibinin kendi arazisi üzerine nasıl bir iş yeri açacağına da yasal olarak karşı çıkamamışlar.
tüm cemaatin tek yapabildiği şey, imamın öncülüğünde bu genelev için her gün beddua etmekten öteye geçememiş.inşaat ilerlemiş ve açılışına birkaç gün kala her nasılsa şiddetli bir yıldırım düşmesi sonucu genelev yerle bir olmuş. caminin cemaati bu olaydan duydukları büyük memnuniyeti saklamaya gerek görmemişler.
genelev sahibi adam, cami imamının ve cemaatin direkt veya indirekt olarak bu hasardan sorumlu oldukları iddiası ile camiye karşı tazminat davası açmış.
cami imamı ve cemaat, savcılığa verdikleri savunmalarında bu konuda herhangi bir şekilde sorumlu tutulmalarına şiddetle itiraz etmişler.bu olayın kendi dualarından dolayı meydana gelmiş olabileceği iddiasını da kabul etmemişler. gerekli tüm belgeler tamamlanıp mahkeme günü geldiğinde hakim dosyayı dikkatle incelemiş ve taraflara dönüp:
– bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum, demiş.
ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var.
-taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi,
-diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati…!
aynen günümüzde olduğu gibi kimi dinsizlerin menfaat ve çıkarları uğruna nasıl dindar gözüktükleri ile kimi dindarların çıkarları uğruna nasıl dini inkar ettiklerinin hikayesidir...
tüm cemaatin tek yapabildiği şey, imamın öncülüğünde bu genelev için her gün beddua etmekten öteye geçememiş.inşaat ilerlemiş ve açılışına birkaç gün kala her nasılsa şiddetli bir yıldırım düşmesi sonucu genelev yerle bir olmuş. caminin cemaati bu olaydan duydukları büyük memnuniyeti saklamaya gerek görmemişler.
genelev sahibi adam, cami imamının ve cemaatin direkt veya indirekt olarak bu hasardan sorumlu oldukları iddiası ile camiye karşı tazminat davası açmış.
cami imamı ve cemaat, savcılığa verdikleri savunmalarında bu konuda herhangi bir şekilde sorumlu tutulmalarına şiddetle itiraz etmişler.bu olayın kendi dualarından dolayı meydana gelmiş olabileceği iddiasını da kabul etmemişler. gerekli tüm belgeler tamamlanıp mahkeme günü geldiğinde hakim dosyayı dikkatle incelemiş ve taraflara dönüp:
– bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum, demiş.
ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var.
-taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi,
-diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati…!
aynen günümüzde olduğu gibi kimi dinsizlerin menfaat ve çıkarları uğruna nasıl dindar gözüktükleri ile kimi dindarların çıkarları uğruna nasıl dini inkar ettiklerinin hikayesidir...
devamını gör...
296.
“haydi, deniz kenarına bir yere gidip dolaşalım...bugün canım insan yüzü görmek istemiyor; geniş, uçsuz bucaksız bir şeye... ve sana bakmak istiyorum!”
içimizdeki şeytan, sabahattin ali
içimizdeki şeytan, sabahattin ali
devamını gör...
297.
bir çocuğun ayakkabısı denize düşer, kaybolur. sahilde kumların üzerine şöyle yazar..
bu deniz hırsızdır.
biraz ötede bir balıkçı ağına yakalanmış çok miktarda balığı kıyıya çeker ve kumlara şöyle yazar..
bu deniz cömerttir.
bir genç denizde boğulur..
acılı ağıt yakan annesi kumlara şöyle yazar..
bu deniz katildir.
ı̇htiyar bir balıkçı koca bir inci barındıran istiridye çıkarır denizden ve kumlara şöyle yazar..
bu denizin gönlü çok zengindir.
bir dalga gelir, sahilde yazılı tüm yazıları siler. deniz sükunet ve huşu içinde seslenir...
eğer deniz olmak istiyorsan başkalarının söylediklerine çok da önem vermeyeceksin...!
bu deniz hırsızdır.
biraz ötede bir balıkçı ağına yakalanmış çok miktarda balığı kıyıya çeker ve kumlara şöyle yazar..
bu deniz cömerttir.
bir genç denizde boğulur..
acılı ağıt yakan annesi kumlara şöyle yazar..
bu deniz katildir.
ı̇htiyar bir balıkçı koca bir inci barındıran istiridye çıkarır denizden ve kumlara şöyle yazar..
bu denizin gönlü çok zengindir.
bir dalga gelir, sahilde yazılı tüm yazıları siler. deniz sükunet ve huşu içinde seslenir...
eğer deniz olmak istiyorsan başkalarının söylediklerine çok da önem vermeyeceksin...!
devamını gör...
298.
eski bir çerçevede öldü çocukluğun.
oğulcan kütük/ oğlan çıkmazı/
oğulcan kütük/ oğlan çıkmazı/
devamını gör...
299.
"herkesin kimseye anlatamadığı gizli bir sırrı, herkesin kimseye gösteremediği gizli bir yüzü vardır yeğen..."
devamını gör...
300.
sevgi nedir? dedim...
ömrünce tadacağın en mükemmel haz.. dedi
peki ya aşk... dedim...
o hayatın içinde sırlı bir öz.. dedi.
yaşadın mı? dedim güldü!
yaşarsam olur son söz... dedi.
ya tavsiyen nedir .? diyecek oldum
küllenmesin yüreğinde köz dedi ve gitti..!
bunları ne yapayım ..? diye bağırdım ardından ..!
elini sol yanına koydu;
seslendi.
aklınla değil , yüreğinle yaz dedi...!
ömrünce tadacağın en mükemmel haz.. dedi
peki ya aşk... dedim...
o hayatın içinde sırlı bir öz.. dedi.
yaşadın mı? dedim güldü!
yaşarsam olur son söz... dedi.
ya tavsiyen nedir .? diyecek oldum
küllenmesin yüreğinde köz dedi ve gitti..!
bunları ne yapayım ..? diye bağırdım ardından ..!
elini sol yanına koydu;
seslendi.
aklınla değil , yüreğinle yaz dedi...!
devamını gör...