1.
sanki sudan hava emmeye çalışan kırmızı bir japon balığı gibi ağzımı kocaman kocaman açıp kapıyorum. içimde biriken sıkıntının dışarı vurumu olsa gerek, üst dudağımdaki bir tutam bıyığı yolup atarcasına çekiştirip duruyorum. sanki baloncuklu ambalaj kağıdına sarınmış gibiyim sağa sola çarpsam da hiçbir şey hissetmiyorum. oysa yazmanın beş şartından biri olarak önce bir fikrin, duygunun insanın içinde belirmesi, ilhama yol verecek kanalları doldurup, adına yazmak denilen su saatinin dişlilerini döndürmesi gerekir. geri kalan dördünden de yeri geldikçe bahsedeceğim. ama küresel ısınmanın etkilerinden olsa gerek damla akmıyor. ne yapsam bilmiyorum, rusya-ukrayna savaşının bizim seçimlerin sonuçlarına olası etkisini mi yorumlasam acaba.
ama yok insanın bir günlüğüne bu sisteme dahil olup kendini önemli hissettiği ve geçen zamanla birlikte aslında salak yerine konduğunu anlayarak, bir daha oy verirsem ne olayım şeklinde tepindiği, bu güzide olaydan bahsederek ne kazanabiliriz ki. zenginin malı züğürdün çenesini yorar misali çeşmenin başını kime tutturursak daha iyi olur şeklinde bir kaygıya hiç gerek yok. kabul edelim bu oyunda biz figüran bile değiliz. olsak olsak bilgisayar teknikleriyle yaratılan kalabalık sahnelerin birer parçası olabiliriz.
yazmanın ikinci şartı kendine belli bir yükselti bulmaktır. yani incik cıncık olayların içine girmişken, tozun toprağın içinde debelenirken neyi görebilirsin ki neyi yazasın. ama seçtiğin yükselti çok önemlidir. eğer çok yükseğe çıkarsan belki resmi daha iyi görürsün ama ayrıntılar gözden kaçar. yön önemlidir, güneşe karşıdan bakıyorsan gözünü alır, hep aynı yerde durursan olayları hep aynı açıdan görürüsün. yükselti derken neyi mi kastediyorum? karmaşanın akıl karıştırıcılığından koruyan kavramsal donanımdan bahsediyorum. bu donanım ideolojik, felsefi, dini ya da mantıksal olabilir. ve hiç şüphen olmasın aslında bunların hiçbiri resmin tamamını açıklamakta yeterli olmaz. ama hepsi de sana filin değişik bölgeleri hakkında bilgi sunan rehberlerdir. mesela bu günlerde tekrar hatırlanan karl marx'ı ele alalım. o ve kankası friedrich engels olayları anlayabilmek için her şeye ekonomi gözlüğüyle bakmayı denemişlerdi. büyük ölçüde tutarlı görünen sağlam bir metot buldular. ama bu kadar ekonomik bir dünya bana hiç çekici gelmiyor doğrusu. bu üret/tüket kıskacını kendine göre tekrar kurmak değil ondan kurtulmak esas olmalıydı. neyse ben kimim ki onlarla aşık atıyorum.
yazmanın üçüncü şartı kendini önemsememektir. vay be ben yazıyorum onlar okuyorlar duruşu adamı yer bitirir. çünkü aslında yazar da okuduklarını tekrar yazan bir aktarıcıdan başka bir şey değildir. bu zincirin ilk halkası kimdir bilemem ama belli bir dünya görüşüne göre bakışlarımızı yukarı çevirmek, arayışımız için bize önemli bir ipucu verebiliyor. bir yerlerden tüm batı edebiyatının aslında kutsal kitap incil'in tekrar tekrar yorumlanmasından başka bir şey olmadığını duymuştum. eminim biraz kasarsak aslında onun da başka hikayelerin yorumu olabileceği bilgisine rastlayabiliriz. eğer bizde bu sarmalın bir parçası olmayı kafaya koymuşsak bilmeliyiz ki, bize benzersiz gibi gelen tüm fikirler içinde bulunduğumuz bu zaman ve mekanın bir noktasında, mutlaka bir ademoğlu/havva kızının muhayyilesinde kendine yer bulmuştur. böyle bir durum sizleri üzmesin, hiçbir şeyin orijinal olmadığı düşüncesi bence aksi kadar inanılmaz derecede şaşırtıcı. sanki tüm hayal gücü, tüm fikirler ve düşüncelerin sayısı sınırlı, bizler bu sınırlılıklar içinde birbirimizden kopamıyoruz, bir şekilde birbirimize bağlıyız. bir de şunu düşünelim eğer bir fikir gerçekten benzersiz olsaydı bizim onu anlama olasılığımız ne olurdu? insanın ürettiği her şey bir yerlere gönderme yapmak zorundadır. mutlak telif hakkı yoktur.
yazmanın dördüncü şartı kendini sevdirme isteğidir. her yazar sevilmek için yazar. içten içe bunun için yanar tutuşur. hayır, yazdığı kitapların değil bilakis kendisinin. ki yazdıkları da kendisinin birer uzantısıdır zaten. aksini istiyormuş gibi gözükse de, kaba, küfürbaz, umursamaz gibi gözükse de bu isteğinden vazgeçemez. buna yemek, içmek kadar hava kadar bağımlıdır. tüm o taklalar, o havalı duruşlar, melankolik iç çekmeler hepsi okurla yaptığı kurun birer parçasıdır. sevilmek derken her türlü sevgiyi kastediyorum. libido ile yazma isteği arasında kurulacak her türlü bağlantıya kafadan onay verdiğimi bilmenizi istiyorum. onaylanmak, umursanmak, saygı duyulmak, aşık olunmak ya da sevişmek, bunların tümü yazma motivasyonu için benzersiz doping kaynaklarıdır. bunun en büyük nedeni yazarın insan olmasıdır. her insan gibi tüm bu ihtiyaçları için yaşar ve yapabildiği maharetlerle onları elde etmeye çalışır. söz konusu bir yazar olunca onun mahareti de yazmak olmaktadır.
yazmanın beşinci şartı, yazmak için bir konu bulamadığında yazmak hakkında yazmaktır. ne yazayım, nasıl yazayım diye düşünürken yazar kendini yazmak hakkında fikir üretirken bulur. onları kağıda döktükçe çıkanlar hoşuna gitmeye başlar. daha önce okuduğu kalın kitaplardan, baba yazarlardan bahseder. kendini önemseyip yeni bir şeyler bulduğunu zanneder. okuyucuların yazdıklarına bayılacağını ve ondan hoşlanacağını düşünüp keyiflenir.
ve bir de bir uyduruk tanımı daha aradan çıkardığını bildiği için bir an evvel sözlüğe postalar ve günü kurtarır.
ama yok insanın bir günlüğüne bu sisteme dahil olup kendini önemli hissettiği ve geçen zamanla birlikte aslında salak yerine konduğunu anlayarak, bir daha oy verirsem ne olayım şeklinde tepindiği, bu güzide olaydan bahsederek ne kazanabiliriz ki. zenginin malı züğürdün çenesini yorar misali çeşmenin başını kime tutturursak daha iyi olur şeklinde bir kaygıya hiç gerek yok. kabul edelim bu oyunda biz figüran bile değiliz. olsak olsak bilgisayar teknikleriyle yaratılan kalabalık sahnelerin birer parçası olabiliriz.
yazmanın ikinci şartı kendine belli bir yükselti bulmaktır. yani incik cıncık olayların içine girmişken, tozun toprağın içinde debelenirken neyi görebilirsin ki neyi yazasın. ama seçtiğin yükselti çok önemlidir. eğer çok yükseğe çıkarsan belki resmi daha iyi görürsün ama ayrıntılar gözden kaçar. yön önemlidir, güneşe karşıdan bakıyorsan gözünü alır, hep aynı yerde durursan olayları hep aynı açıdan görürüsün. yükselti derken neyi mi kastediyorum? karmaşanın akıl karıştırıcılığından koruyan kavramsal donanımdan bahsediyorum. bu donanım ideolojik, felsefi, dini ya da mantıksal olabilir. ve hiç şüphen olmasın aslında bunların hiçbiri resmin tamamını açıklamakta yeterli olmaz. ama hepsi de sana filin değişik bölgeleri hakkında bilgi sunan rehberlerdir. mesela bu günlerde tekrar hatırlanan karl marx'ı ele alalım. o ve kankası friedrich engels olayları anlayabilmek için her şeye ekonomi gözlüğüyle bakmayı denemişlerdi. büyük ölçüde tutarlı görünen sağlam bir metot buldular. ama bu kadar ekonomik bir dünya bana hiç çekici gelmiyor doğrusu. bu üret/tüket kıskacını kendine göre tekrar kurmak değil ondan kurtulmak esas olmalıydı. neyse ben kimim ki onlarla aşık atıyorum.
yazmanın üçüncü şartı kendini önemsememektir. vay be ben yazıyorum onlar okuyorlar duruşu adamı yer bitirir. çünkü aslında yazar da okuduklarını tekrar yazan bir aktarıcıdan başka bir şey değildir. bu zincirin ilk halkası kimdir bilemem ama belli bir dünya görüşüne göre bakışlarımızı yukarı çevirmek, arayışımız için bize önemli bir ipucu verebiliyor. bir yerlerden tüm batı edebiyatının aslında kutsal kitap incil'in tekrar tekrar yorumlanmasından başka bir şey olmadığını duymuştum. eminim biraz kasarsak aslında onun da başka hikayelerin yorumu olabileceği bilgisine rastlayabiliriz. eğer bizde bu sarmalın bir parçası olmayı kafaya koymuşsak bilmeliyiz ki, bize benzersiz gibi gelen tüm fikirler içinde bulunduğumuz bu zaman ve mekanın bir noktasında, mutlaka bir ademoğlu/havva kızının muhayyilesinde kendine yer bulmuştur. böyle bir durum sizleri üzmesin, hiçbir şeyin orijinal olmadığı düşüncesi bence aksi kadar inanılmaz derecede şaşırtıcı. sanki tüm hayal gücü, tüm fikirler ve düşüncelerin sayısı sınırlı, bizler bu sınırlılıklar içinde birbirimizden kopamıyoruz, bir şekilde birbirimize bağlıyız. bir de şunu düşünelim eğer bir fikir gerçekten benzersiz olsaydı bizim onu anlama olasılığımız ne olurdu? insanın ürettiği her şey bir yerlere gönderme yapmak zorundadır. mutlak telif hakkı yoktur.
yazmanın dördüncü şartı kendini sevdirme isteğidir. her yazar sevilmek için yazar. içten içe bunun için yanar tutuşur. hayır, yazdığı kitapların değil bilakis kendisinin. ki yazdıkları da kendisinin birer uzantısıdır zaten. aksini istiyormuş gibi gözükse de, kaba, küfürbaz, umursamaz gibi gözükse de bu isteğinden vazgeçemez. buna yemek, içmek kadar hava kadar bağımlıdır. tüm o taklalar, o havalı duruşlar, melankolik iç çekmeler hepsi okurla yaptığı kurun birer parçasıdır. sevilmek derken her türlü sevgiyi kastediyorum. libido ile yazma isteği arasında kurulacak her türlü bağlantıya kafadan onay verdiğimi bilmenizi istiyorum. onaylanmak, umursanmak, saygı duyulmak, aşık olunmak ya da sevişmek, bunların tümü yazma motivasyonu için benzersiz doping kaynaklarıdır. bunun en büyük nedeni yazarın insan olmasıdır. her insan gibi tüm bu ihtiyaçları için yaşar ve yapabildiği maharetlerle onları elde etmeye çalışır. söz konusu bir yazar olunca onun mahareti de yazmak olmaktadır.
yazmanın beşinci şartı, yazmak için bir konu bulamadığında yazmak hakkında yazmaktır. ne yazayım, nasıl yazayım diye düşünürken yazar kendini yazmak hakkında fikir üretirken bulur. onları kağıda döktükçe çıkanlar hoşuna gitmeye başlar. daha önce okuduğu kalın kitaplardan, baba yazarlardan bahseder. kendini önemseyip yeni bir şeyler bulduğunu zanneder. okuyucuların yazdıklarına bayılacağını ve ondan hoşlanacağını düşünüp keyiflenir.
ve bir de bir uyduruk tanımı daha aradan çıkardığını bildiği için bir an evvel sözlüğe postalar ve günü kurtarır.
devamını gör...
2.
okumuş olmak
ilham
özgüven
özgünlük
kelime dağarcığı
ilham
özgüven
özgünlük
kelime dağarcığı
devamını gör...