güne ingilizce bir söz bırak
everybody dies but not everybody lives.
herkes ölür ama herkes yaşamaz.
herkes ölür ama herkes yaşamaz.
devamını gör...
tası tarağı toplayıp banyoya girmek
maksimum gidebileceğim yerdir, başka yere de gidemem dediğim başlıktır.
devamını gör...
abdest alıp sözlüğe giren yazar
biz allah yolundayız demektedir.
mübarek bir yazar, allah kabul etsin bize de dua et muhterem.
mübarek bir yazar, allah kabul etsin bize de dua et muhterem.
devamını gör...
filistin benim meselem değil
ne olursa olsun orada bir sürü insan öldürülmüş, kınamak, seslerini duyurmak güzel şeyler.
parasal ve askeri açıdan yardıma gelirsek, kendi kendimize zor yetiyoruz.
israil’i boykot etmek desek zor iş, nasıl edeceksin? ithal ettiğimiz israil ürünlerinden kaç tanesini kendimiz üretiyoruz? ayrıca israilli insanların bir kısmı filistinlilere zulmetti diye hepsi suçlu değil, boykot onların da hakkını yemek olur.
bence seslerini duyursak yeterli.
umuyorum ki yahudiler ve müslümanların barış içinde beraber yaşadığı günleri görürüz.
parasal ve askeri açıdan yardıma gelirsek, kendi kendimize zor yetiyoruz.
israil’i boykot etmek desek zor iş, nasıl edeceksin? ithal ettiğimiz israil ürünlerinden kaç tanesini kendimiz üretiyoruz? ayrıca israilli insanların bir kısmı filistinlilere zulmetti diye hepsi suçlu değil, boykot onların da hakkını yemek olur.
bence seslerini duyursak yeterli.
umuyorum ki yahudiler ve müslümanların barış içinde beraber yaşadığı günleri görürüz.
devamını gör...
merdumlar baskında radyo yayını
mahlas dediğin benzersiz olacak*
22 senedir taşıyorum ben.*
22 senedir taşıyorum ben.*
devamını gör...
yazarların eş cinsel çocuğu ile yapacağı ilk konuşma
kocaman sarılırdım öncelikle. ben zaten anlamışımdır ama onun söylemesini beklemisimdir. bu yüzden uzun uzadıya konuşmalar yapmaya gerek yok. eğer ilerde bir çocuğum olur ve bana bunu söylerse her an yanında olduğumu hissettirim. ve en önemlisi hastalıklı, nefret kusan insanlardan korurum onu. bu onu farklı birisi yapmıyor ve hoşlandığı cinsiyet yüzünden kendini kötü hissetmesini sağlatmam kimseye. annene bak ve örnek al çocuğum. ılişki deneyimlerimi anlatırım hem sana.
devamını gör...
günün sözü
dünya üzerinde her yere gidebilirdim,ama hiçbir yere varamazdım,çünkü gittiğim her yere kendimi de götürüyordum.
aytuğ akdoğan
aytuğ akdoğan
devamını gör...
25
beni bekleyen yaşım
devamını gör...
öz güvensiz çocuklar yetiştirmek
kurda koyun yetiştirmektir efendim.
devamını gör...
iç burkan gerçekler
sevdiğin herkes ölecek. bazı anların kıymetini bilmen gerek. daha fazla mutluluk anı yakalayabilmen gerek.
devamını gör...
hücre 211
ispanyol yapımı hapishane filmi. türkçe manası "hücre 211" şeklindedir. atandığı yeni hapishanedeki ortamı görmek için göreve başlayacağı tarihten önce hapishaneyi ziyarete giden bir gardiyan, yeni mesai arkadaşları ile hapishaneyi gezip bilgi topladığı sırada mahkumlar isyan çıkarır ve o sırada da yaralanır. diğer gardiyanlar ona yardım etmeye kalksa, ortalığı yakıp yıkan mahkumlara yakalanacakları için onu hemen boş bir hücreye (211 numaralı hücre) bırakırlar ve kaçarlar. daha sonra da filmin başkahramanı olan arkadaşımız kendine gelmeye başlar ve mahkumların onun bulunduğu hücreye doğru geldiğini görünce üzerinde gardiyan olduğunu belli eden ne kadar şey varsa hepsini çıkarıp hücredeki klozete atar ve kendisini mahkum gibi göstermeye kalkar. mahkumlar onun bulunduğu hücreye ulaşınca da artık kendisini zorlu bir sınavın içinde bulur ve izleyici bir taraftan isyanın nasıl biteceğini merakla beklerken, diğer yandan da karısı hamile olan ve kendisini bir mahkum gibi gösterip isyan çıkaran mahkumların arasında onlardan biriymiş gibi rol yaparak hayatta kalmaya çalışan gardiyanın akıbetini merak eder.
not olarak şunu da belirteyim ki, filmde en dikkat çekici karakter ise, mahkumların başı, yani hapishanenin reisi olan "malamadre" karakteridir. adamda öyle bir görüntü ve ses var ki, sanki gerçekten de hapishane mahkumu gibi izlenim vermekte.
not olarak şunu da belirteyim ki, filmde en dikkat çekici karakter ise, mahkumların başı, yani hapishanenin reisi olan "malamadre" karakteridir. adamda öyle bir görüntü ve ses var ki, sanki gerçekten de hapishane mahkumu gibi izlenim vermekte.
devamını gör...
modern insanın en büyük problemi
yaşamındaki kalitesizliği, türlü hodbinliklerle ambalajlayıp toplumun bütün kesimlerine sunması; ardından da, bunu ajitasyon malzemesi haline getirmesiyle kitleleri birbirine düşürmesidir.
gelir adaletsizliğinin ayyuka çıktığı bu dönemde, "kıt kanaat" modelinin güncellenmiş halidir aslında bütün sorun. zengin/yoksul ayrımının temelinin sorgulanmadığı; ya gereksiz bir "herkes eşit olsun, herkes aynı arabaya binsin, aynı evde otursun" gülünçlüğüyle yaklaşıldığı yahut sefaleti yaşayan insanların kimliklerinin övüldüğü, anlaşılmazlar hiyerarşisindeki en düşük rütbedir.
peki nedir olması gereken ya da insanca olan? yaşamak nedir? kültürü nasıl tanımlıyoruz mesela? kültürü anlamadan, olumlu özellikleri bir kenara ayrılmadan; olumsuz her bir durumun ve kimliğin arkasındaki düşüncenin kutsandığı bir yerde, yaşamın kalitesinden bahsedilebilir mi? insani özelliklerden gittikçe uzaklaşan vasıflarımız, ilkellikle ve zorbalıkla örülü geçmişimiz serilmeden ortaya, anlaşılabilir mi insan olmanın ne demek olduğu?
her bir cenah ve düşünce biçimi bize, insanların ekonomik göstergeleri yanlış yorumladığını doğrularcasına tespitler ve önermeler sunuyor; yapılan bütün hatalar, sınıf bilinci olsun olmasın, kendi zümrelerini ihya etme kaygısı taşıyanların, bu kaygıyı ekonomik göstergelerden bağımsız ele aldığını gösteriyor. bu sonuç da bizi, birbirimizin meziyetlerini, kabiliyetlerini; sanatını veya zanaatini anlamaktan uzaklaştırıyor, bizi birbirimize düşman ediyor.
halbuki zenginlik, bir sınıf göstergesinden ya da bir vasıftan çok, arka planındaki ekonomik göstergenin sorgulanmamasından kaynaklı bir durumdur. kişilerin ya da kurumların, parayı nasıl kazandığı sorgulanmadığı takdirde, insanların kendi ekonomik skalasındaki gruplara da düşman olabileceği rahatlıkla anlaşılabilir; bu da, isyan ve özgürlük hareketlerinin yanlış şekillerde anlaşılmasına, hatta bir topluluğun başka bir topluluk üzerinde faşizan tutumlar sergilemesine zemin hazırlayabilir.
insanca yaşamak insan olmaktan geçiyorsa şayet, -ki öyle- eksikliklerimizin farkında olmakla başlayacağız işe. kültür ve değer üretiminin, gelecek nesilleri umursama kaygısı taşımadan, sadece o anki durumu ve olayı yorumlayarak, nesnel bakış açısından bir an olsun bile sapmaksızın geliştireceğimiz çözümlerle, sınıf bilincine nefes aldıracağız; herhangi bir doktrin ya da kişinin referans alınarak sözlerinin eğilip büküldüğü bir dünya düzeninde, kişinin kendini tanıyabilmesi ve sorunlu noktalarını düzeltebilmesi pek de mümkün görünmüyor. ideolojiler, birbirimizi yok etmemiz için tabandan tavana yayılarak, evrende kırıntı halinde bile kalmayan özgürlüğümüzü elimizden alıyor.
sorunlarımızın, iktisadi koşullardan bağımsız bir güç aracı olarak kullanılması, elbette devlet ve onun biricik sevgilisi medyanın eliyle vücut bulan bir olgu; ancak burada atlanılan şey, yıllarca güce/menfaate/paraya/zenginliğe "nasıl" ulaştığımız değil, bunların -bilhassa zenginliğin- kötü olduğu; dolayısıyla tam tersi durumların da -sefalet-, kişilikten ayrı ya da kişiliğe bağlı bir şekilde erdemli olma eşiği olarak algılanışı...
bu algı, paranın nasıl ve ne şekilde kazanıldığını da anlamamıza engel oluyor.
bir düğün konvoyuna saldıran eli silahlı kişilerin, para vermeyen damat ve gelini hunharca dövmesi ya da içlerinden birini öldürmesi; daha ilk başta, yıllar boyu topluma angaje edilmeye çalışılan bu saçmalığın iflas ettiğini gösteriyor bize.
insanları fakirleştiren sistemleri yönetenlerin, aynı zamanda fakirliği kutsadıkları ve ona "erdemin zirvesi" rolünü biçtiklerini unutmamak gerek. bir insanın modernliği, erdemi; sefaleti ya da "insanca yaşama" olgusunu doğru tahlil edebilmesi için, maneviyat güzellemelerinden çok, madde düzlemindeki somut yaklaşımları ve verileri ele alması gerekliliği, her zaman hafızalarımızın ilk sırasında yer bulmalı.
çünkü "zenginlik" de "fakirlik" de, hem kavramsal olarak, hem de toplumsal sınıfların mücadelesi bazında, illüzyondan ileri gidemeyen ve esas konuşulması elzem olan meselelerden bizi alıkoyan bir engel.
lotodan büyük ikramiye size çıktı; dün orta direk bir hayatınız varken, bugün kimsenin aklı havsalası almayacak bir servetin üzerinde oturuyorsunuz. bu paranın çalışılmadan kazanılmış olması, şans faktörünün dünya üzerindeki en ciddi ve insanların hayatındaki yanılsamayı alaşağı edecek en büyük güç olduğu gerçeğini değiştirmiyor. insanlar; yaptıkları işten memnun olmadıklarına kılıf bulabilmek için, işlerinden niçin memnun olamadıklarını, dolayısıyla sistemi sorgulamak yerine, "kolay para" formülünü seçip, "şans"ın kendilerine güleceği düşüncesiyle bu çarkı döndürüyorlar.
bu biraz da, ihtiyaç/tüketici kredisi çekip, borcunu başka bankalardan çektiği parayla kapatmaya benziyor.
sistem ve onu yöneten eller, bu durumun farkında olduğu için, çok ciddi bir müdahaleye ihtiyaç duymaksızın, içinizdeki "sınıfını aşağılama ve ondan kurtulma" güdüsünü kullanıyorlar; ardından, "insanca yaşama" edebiyatı pompalanıp asgari müştereklerde buluşulacak yaşam biçimi gölgelenerek, sefaletle ekonomik uçurumu yaratan düzenin varisleri karşı karşıya getiriliyor; azınlıktaki insanların fikirleri de "arada kalmışlık" ile itham ediliyor.
bu tür bir savunma mekanizması da yeterince gereksiz aslında. "bu parayı nasıl kazandın, nereden buldun" sorusu her tür sorunu; rüşvetçiliği, yağmacılığı, talanı ve hırsızlığı çözebilecekken; toplumumuzun her katmanınında bulunan; adeta bir hastalık haline gelen ve inanmadığımız halde alkışladığımız "tırnaklarımla kazıyarak geldim" yalanı, aslında ne zenginlik kavramını, ne de fakirliği anlamak istediğimizi gösteriyor.
biz empatiyi, yaşanan olay ya da durum üzerine yapmıyoruz. (ki, empati oldukça gereksiz bulduğum bir kavram).
insanları; fakirken de, zenginken de yargılamak için, kendi hayatlarımızdaki sorunların temeline inmeden yorumlar yapıyoruz. "güçlü olan dengeyi belirler" düsturu; bizim için sadece güçlüden yana olmayı değil, o gücü kendi sınıfımızdakileri yok etmek için kullanmayı da meşru hale getiriyor. bugünün dünyasında da, aslında kendi ellerimizle yükselttiğimiz, ekonomik gücü ortalamanın bir tık üzerindeyken zirveye çıkarttığımız onlarcası var.
biz onlara reyting verdik, para verdik, güç verdik; ihtişamlı gökdelenlerinde ve plazalarında bizi ezmelerini sağlayacak, goygoyumuzu iki birayla orgazm seviyesine çıkaracak hayatlar bahşettik onlara. kendi ellerimizle yaptık bunu. ciğeri beş para etmezleri soktuk hayatımıza; "sanat" adı altındaki soytarılıklarını, "siyaset" adı altındaki bel altı piyasasını onlardan gördük; ama bu, biraz da bizim içimizdekilerin onların diliyle ve fikriyle hayat bulmasıydı aslında. şimdi de kalkmış, ölen insanların çalıştığı avm'leri boykot edip, en küçüğünden en afilli esnafına/işletmesine kadar hiçbirine para kazandırmamamız gerektiği halde/yerde, hepsini baş tacı ediyor; "ne yapalım herkes böyle" deyip, insanlıktan alamadığımız nasibi yaşam biçimimize tahvil ederek, kalan üç kuruşluk ömrümüzün faizini yemeye çalışıyoruz.
ne diyeyim. kafam çok karıştı. sorunlarımızın temelinde, insanlığın kendisiyle yüzleşememesi sonucu sığındığı bahaneler var. her gün milyon dolarları kaldıran bu çark kendiliğinden oluşmuyor ya; biz de gönüllü olarak bu değirmene su taşımaya, hatta suyun kendisi olmaya razı olduk.
gelir adaletsizliğinin ayyuka çıktığı bu dönemde, "kıt kanaat" modelinin güncellenmiş halidir aslında bütün sorun. zengin/yoksul ayrımının temelinin sorgulanmadığı; ya gereksiz bir "herkes eşit olsun, herkes aynı arabaya binsin, aynı evde otursun" gülünçlüğüyle yaklaşıldığı yahut sefaleti yaşayan insanların kimliklerinin övüldüğü, anlaşılmazlar hiyerarşisindeki en düşük rütbedir.
peki nedir olması gereken ya da insanca olan? yaşamak nedir? kültürü nasıl tanımlıyoruz mesela? kültürü anlamadan, olumlu özellikleri bir kenara ayrılmadan; olumsuz her bir durumun ve kimliğin arkasındaki düşüncenin kutsandığı bir yerde, yaşamın kalitesinden bahsedilebilir mi? insani özelliklerden gittikçe uzaklaşan vasıflarımız, ilkellikle ve zorbalıkla örülü geçmişimiz serilmeden ortaya, anlaşılabilir mi insan olmanın ne demek olduğu?
her bir cenah ve düşünce biçimi bize, insanların ekonomik göstergeleri yanlış yorumladığını doğrularcasına tespitler ve önermeler sunuyor; yapılan bütün hatalar, sınıf bilinci olsun olmasın, kendi zümrelerini ihya etme kaygısı taşıyanların, bu kaygıyı ekonomik göstergelerden bağımsız ele aldığını gösteriyor. bu sonuç da bizi, birbirimizin meziyetlerini, kabiliyetlerini; sanatını veya zanaatini anlamaktan uzaklaştırıyor, bizi birbirimize düşman ediyor.
halbuki zenginlik, bir sınıf göstergesinden ya da bir vasıftan çok, arka planındaki ekonomik göstergenin sorgulanmamasından kaynaklı bir durumdur. kişilerin ya da kurumların, parayı nasıl kazandığı sorgulanmadığı takdirde, insanların kendi ekonomik skalasındaki gruplara da düşman olabileceği rahatlıkla anlaşılabilir; bu da, isyan ve özgürlük hareketlerinin yanlış şekillerde anlaşılmasına, hatta bir topluluğun başka bir topluluk üzerinde faşizan tutumlar sergilemesine zemin hazırlayabilir.
insanca yaşamak insan olmaktan geçiyorsa şayet, -ki öyle- eksikliklerimizin farkında olmakla başlayacağız işe. kültür ve değer üretiminin, gelecek nesilleri umursama kaygısı taşımadan, sadece o anki durumu ve olayı yorumlayarak, nesnel bakış açısından bir an olsun bile sapmaksızın geliştireceğimiz çözümlerle, sınıf bilincine nefes aldıracağız; herhangi bir doktrin ya da kişinin referans alınarak sözlerinin eğilip büküldüğü bir dünya düzeninde, kişinin kendini tanıyabilmesi ve sorunlu noktalarını düzeltebilmesi pek de mümkün görünmüyor. ideolojiler, birbirimizi yok etmemiz için tabandan tavana yayılarak, evrende kırıntı halinde bile kalmayan özgürlüğümüzü elimizden alıyor.
sorunlarımızın, iktisadi koşullardan bağımsız bir güç aracı olarak kullanılması, elbette devlet ve onun biricik sevgilisi medyanın eliyle vücut bulan bir olgu; ancak burada atlanılan şey, yıllarca güce/menfaate/paraya/zenginliğe "nasıl" ulaştığımız değil, bunların -bilhassa zenginliğin- kötü olduğu; dolayısıyla tam tersi durumların da -sefalet-, kişilikten ayrı ya da kişiliğe bağlı bir şekilde erdemli olma eşiği olarak algılanışı...
bu algı, paranın nasıl ve ne şekilde kazanıldığını da anlamamıza engel oluyor.
bir düğün konvoyuna saldıran eli silahlı kişilerin, para vermeyen damat ve gelini hunharca dövmesi ya da içlerinden birini öldürmesi; daha ilk başta, yıllar boyu topluma angaje edilmeye çalışılan bu saçmalığın iflas ettiğini gösteriyor bize.
insanları fakirleştiren sistemleri yönetenlerin, aynı zamanda fakirliği kutsadıkları ve ona "erdemin zirvesi" rolünü biçtiklerini unutmamak gerek. bir insanın modernliği, erdemi; sefaleti ya da "insanca yaşama" olgusunu doğru tahlil edebilmesi için, maneviyat güzellemelerinden çok, madde düzlemindeki somut yaklaşımları ve verileri ele alması gerekliliği, her zaman hafızalarımızın ilk sırasında yer bulmalı.
çünkü "zenginlik" de "fakirlik" de, hem kavramsal olarak, hem de toplumsal sınıfların mücadelesi bazında, illüzyondan ileri gidemeyen ve esas konuşulması elzem olan meselelerden bizi alıkoyan bir engel.
lotodan büyük ikramiye size çıktı; dün orta direk bir hayatınız varken, bugün kimsenin aklı havsalası almayacak bir servetin üzerinde oturuyorsunuz. bu paranın çalışılmadan kazanılmış olması, şans faktörünün dünya üzerindeki en ciddi ve insanların hayatındaki yanılsamayı alaşağı edecek en büyük güç olduğu gerçeğini değiştirmiyor. insanlar; yaptıkları işten memnun olmadıklarına kılıf bulabilmek için, işlerinden niçin memnun olamadıklarını, dolayısıyla sistemi sorgulamak yerine, "kolay para" formülünü seçip, "şans"ın kendilerine güleceği düşüncesiyle bu çarkı döndürüyorlar.
bu biraz da, ihtiyaç/tüketici kredisi çekip, borcunu başka bankalardan çektiği parayla kapatmaya benziyor.
sistem ve onu yöneten eller, bu durumun farkında olduğu için, çok ciddi bir müdahaleye ihtiyaç duymaksızın, içinizdeki "sınıfını aşağılama ve ondan kurtulma" güdüsünü kullanıyorlar; ardından, "insanca yaşama" edebiyatı pompalanıp asgari müştereklerde buluşulacak yaşam biçimi gölgelenerek, sefaletle ekonomik uçurumu yaratan düzenin varisleri karşı karşıya getiriliyor; azınlıktaki insanların fikirleri de "arada kalmışlık" ile itham ediliyor.
bu tür bir savunma mekanizması da yeterince gereksiz aslında. "bu parayı nasıl kazandın, nereden buldun" sorusu her tür sorunu; rüşvetçiliği, yağmacılığı, talanı ve hırsızlığı çözebilecekken; toplumumuzun her katmanınında bulunan; adeta bir hastalık haline gelen ve inanmadığımız halde alkışladığımız "tırnaklarımla kazıyarak geldim" yalanı, aslında ne zenginlik kavramını, ne de fakirliği anlamak istediğimizi gösteriyor.
biz empatiyi, yaşanan olay ya da durum üzerine yapmıyoruz. (ki, empati oldukça gereksiz bulduğum bir kavram).
insanları; fakirken de, zenginken de yargılamak için, kendi hayatlarımızdaki sorunların temeline inmeden yorumlar yapıyoruz. "güçlü olan dengeyi belirler" düsturu; bizim için sadece güçlüden yana olmayı değil, o gücü kendi sınıfımızdakileri yok etmek için kullanmayı da meşru hale getiriyor. bugünün dünyasında da, aslında kendi ellerimizle yükselttiğimiz, ekonomik gücü ortalamanın bir tık üzerindeyken zirveye çıkarttığımız onlarcası var.
biz onlara reyting verdik, para verdik, güç verdik; ihtişamlı gökdelenlerinde ve plazalarında bizi ezmelerini sağlayacak, goygoyumuzu iki birayla orgazm seviyesine çıkaracak hayatlar bahşettik onlara. kendi ellerimizle yaptık bunu. ciğeri beş para etmezleri soktuk hayatımıza; "sanat" adı altındaki soytarılıklarını, "siyaset" adı altındaki bel altı piyasasını onlardan gördük; ama bu, biraz da bizim içimizdekilerin onların diliyle ve fikriyle hayat bulmasıydı aslında. şimdi de kalkmış, ölen insanların çalıştığı avm'leri boykot edip, en küçüğünden en afilli esnafına/işletmesine kadar hiçbirine para kazandırmamamız gerektiği halde/yerde, hepsini baş tacı ediyor; "ne yapalım herkes böyle" deyip, insanlıktan alamadığımız nasibi yaşam biçimimize tahvil ederek, kalan üç kuruşluk ömrümüzün faizini yemeye çalışıyoruz.
ne diyeyim. kafam çok karıştı. sorunlarımızın temelinde, insanlığın kendisiyle yüzleşememesi sonucu sığındığı bahaneler var. her gün milyon dolarları kaldıran bu çark kendiliğinden oluşmuyor ya; biz de gönüllü olarak bu değirmene su taşımaya, hatta suyun kendisi olmaya razı olduk.
devamını gör...
keşke gerçek olsa denilen şeyler
zaman yolculuğu.
mesela ; istanbul'un o yemyeşil eski halini, boğazın tertemiz halini görmeyi çok isterdim.
sonra geçmişe gidip tarihi olaylara bizzat tanıklık yapmak da harika olurdu.
mesela ; istanbul'un o yemyeşil eski halini, boğazın tertemiz halini görmeyi çok isterdim.
sonra geçmişe gidip tarihi olaylara bizzat tanıklık yapmak da harika olurdu.
devamını gör...
kara kitap
t: ilkin 1990 yılında yayımlanan bir orhan pamuk kitabı.
kitap hakkında çok şey yazıldı çizildi, hatta nüket esen bunun üzerine bir kitap yazdı. demem o ki sözü uzatmadan, okuyucular tarafından pek bilinmeyen bir yönü olan şeyh galib'in hüsn ü aşk'ı ile mevzu bahis kitap arasındaki paralellikler ve benzerlikleri ele alacağım. ağır spoiler içerir:
pamuk, şeyh galib'in kendi eserinde anlattığı "yolculuğa" benzer bir şekilde kendi karakteri galip'i de bir yolculuğun içine fırlatır. bu yolculuk nedir peki? çok basit olarak galip'in, karısı "rüya"'yı aramak için çıktığı yolculuktur. hüsn ü aşk'ta ise "aşk" adlı karakter "hüsn"ü bulma yolculuğuna çıkar.
eğer "aşk" çıktığı yolcuklukta diyar-ı kalp adlı yerden "kimya"'yı getirirse hüsn'e kavuşacaktır. bu yolda başına birçok metaforik anlamları olan doğaüstü olay gelir, pamuk'un kitabında ise galip'in rüya'yı ararken başına doğaüstü olaylar gelmese de, galip'in bu arayışta istanbul sokaklarının pisliğine tanık olmasıyla paralellik kurabiliriz. buraya kadar anlatım ile ilgili benzerliklerdi. sıra karakter isimlerinde.
karakterimizin adı galip, doğrudan anlaşılacağı üzere şeyh galib'in isminden mülhemdir. yukarıda "aşk"ın gitmesi gereken yer olan diyar-ı kalp'in romandaki yansıması galip'in yaşadığı "şehrikalp" apartmanıdır. kara kitap’taki celal, "aşk"’ın belki de en sonunda bulduğu kişi olan veya yerine geçmek istediği kişi olan mevlana celaleddin’i temsil etmektedir. romandaki galip de en sonunda celal’in yerini alır ve “o’ymuşçasına” onun mesleği olan köşe yazarlığına devam eder. hüsn ile aşk aynı kabilenin çocuğudurlar. rüya ile galip de akrabadırlar. hüsn ü aşk’ta mevlana’yı temsil eden karakterin adı "sühan(söz)"’dır. galip’in rüya’yı bulmasına celal'in yazılarının yardım ettiği gibi sühan da aşk’a hüsn’ü bulması için getirdiği haberlerle ve “sözleri” ile yardım eder.
romanda belkıs adlı bir karakter galip’in rüya’yı arayışını engellemeye çalışır, hüsn ü aşk'ta ise "hoşruba" adlı karakter dış görünüşü ve birtakım eylemleriyle hüsn'ü arayışta olan "aşk"’ı oyalamayı başarır. hüsn, aşk’a bir mektup yazar ve aşk’ın başından geçecek olarak serüvenin ilk adımı atılır, yani hüsn, aşk'a ulaşmaya veya onu "kazanmaya" karar verir; rüya da galip’i bir mektupla terk eder ve bu kez de galip’in macerası başlar.
kitap hakkında çok şey yazıldı çizildi, hatta nüket esen bunun üzerine bir kitap yazdı. demem o ki sözü uzatmadan, okuyucular tarafından pek bilinmeyen bir yönü olan şeyh galib'in hüsn ü aşk'ı ile mevzu bahis kitap arasındaki paralellikler ve benzerlikleri ele alacağım. ağır spoiler içerir:
pamuk, şeyh galib'in kendi eserinde anlattığı "yolculuğa" benzer bir şekilde kendi karakteri galip'i de bir yolculuğun içine fırlatır. bu yolculuk nedir peki? çok basit olarak galip'in, karısı "rüya"'yı aramak için çıktığı yolculuktur. hüsn ü aşk'ta ise "aşk" adlı karakter "hüsn"ü bulma yolculuğuna çıkar.
eğer "aşk" çıktığı yolcuklukta diyar-ı kalp adlı yerden "kimya"'yı getirirse hüsn'e kavuşacaktır. bu yolda başına birçok metaforik anlamları olan doğaüstü olay gelir, pamuk'un kitabında ise galip'in rüya'yı ararken başına doğaüstü olaylar gelmese de, galip'in bu arayışta istanbul sokaklarının pisliğine tanık olmasıyla paralellik kurabiliriz. buraya kadar anlatım ile ilgili benzerliklerdi. sıra karakter isimlerinde.
karakterimizin adı galip, doğrudan anlaşılacağı üzere şeyh galib'in isminden mülhemdir. yukarıda "aşk"ın gitmesi gereken yer olan diyar-ı kalp'in romandaki yansıması galip'in yaşadığı "şehrikalp" apartmanıdır. kara kitap’taki celal, "aşk"’ın belki de en sonunda bulduğu kişi olan veya yerine geçmek istediği kişi olan mevlana celaleddin’i temsil etmektedir. romandaki galip de en sonunda celal’in yerini alır ve “o’ymuşçasına” onun mesleği olan köşe yazarlığına devam eder. hüsn ile aşk aynı kabilenin çocuğudurlar. rüya ile galip de akrabadırlar. hüsn ü aşk’ta mevlana’yı temsil eden karakterin adı "sühan(söz)"’dır. galip’in rüya’yı bulmasına celal'in yazılarının yardım ettiği gibi sühan da aşk’a hüsn’ü bulması için getirdiği haberlerle ve “sözleri” ile yardım eder.
romanda belkıs adlı bir karakter galip’in rüya’yı arayışını engellemeye çalışır, hüsn ü aşk'ta ise "hoşruba" adlı karakter dış görünüşü ve birtakım eylemleriyle hüsn'ü arayışta olan "aşk"’ı oyalamayı başarır. hüsn, aşk’a bir mektup yazar ve aşk’ın başından geçecek olarak serüvenin ilk adımı atılır, yani hüsn, aşk'a ulaşmaya veya onu "kazanmaya" karar verir; rüya da galip’i bir mektupla terk eder ve bu kez de galip’in macerası başlar.
devamını gör...
bir öz eleştiri yap
çok özgüvensizim. maalesef ki.
böyle olmayı ben istemezdim dostum.
böyle olmayı ben istemezdim dostum.
devamını gör...
öyle bir yerdeyim ki
"dostum, dostum, güzel dostum
bu ne beter, çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker, bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe.."
diyen ahmet kaya dan kusursuz bir eser.
bu ne beter, çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker, bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe.."
diyen ahmet kaya dan kusursuz bir eser.
devamını gör...
unutulmayan magazin olayları
sanırım 90’lı yılların ortaları, kibariye’nin o zamanki eşi tarafından dolandırılmasının ardından, annesinin tv’lere çıkıp “şöfeeer şöfer” diye eski damadına seslenmesi olayıdır. nasıl aklımda yer etmişse rahmetli teyzemiz, bugün bile hala “şöfeeer şöfer” diye haykırasım geliyor.* eminim çoğu kişi için de böyledir bu.
teyzemiz aşağıdaki gibidir. allah affetsin, korkunçluydu biraz da.
teyzemiz aşağıdaki gibidir. allah affetsin, korkunçluydu biraz da.
devamını gör...
normal sözlük’ün temizlik zamanının gelmesi
halbuki ekşi sözlük'ten böyle saçma sapan başlıklar yüzünden kaçıp buraya gelmiştik...
devamını gör...
90’lı yıllardaki zenginlik belirtileri
çocukluk çağıma ait en büyük uktem olan akülü araba.
şu yaşımda bile zaman zaman aklıma gelir, içim burkulur. o zamanlarda bir akülü arabaya sahip olmak o kadar lüks ve uç bir şeydi ki küçük bir çocuk olmana rağmen bunu çok iyi bilir ve hayalini bile kurmazdın.
şu yaşımda bile zaman zaman aklıma gelir, içim burkulur. o zamanlarda bir akülü arabaya sahip olmak o kadar lüks ve uç bir şeydi ki küçük bir çocuk olmana rağmen bunu çok iyi bilir ve hayalini bile kurmazdın.
devamını gör...
sözlük dergisi duyuruları
sevgili kafa sözlük yazarları, selam. öncelikle bir teşekkür, destekleriniz için. bugün sevgili gaunter o'dimm 'in watchmen hakkındaki müthiş yazısını ve benim bir parça iç dökmemi yayımladık *. sevgiyle kalın, keyifli okumalar.
devamını gör...