ben evlenmeyeceğim insanları
evlilik dediğin zaten 'ben evlenmek istiyorum, hadi birini bulayım da evleneyim' diyebileceğin bir şey olmamalı. şahsen benim için durum daha farklı. evlenmeye karar verip, ona göre aday seçmeyi yanlış buluyorum. aksine karşındaki kişi sana bunu düşündürtmeli. hiç aklında yokken biri ile tanışır ve sonrasında 'iste o kişi' diyebildiğin noktada evliliği düşünmek daha mantıklı geliyor.
devamını gör...
bize yapılmasını istemediğimiz bazı şeyleri başkasına yapmak
maalesef yaptığımız şeylerdir, nerde o olgunluk...
devamını gör...
saati bulan insan saati nasıl ayarladı sorunsalı
yıllardır şaşırdığım sorun.
bir bu da, ikincisi de var.
bilgisayarlar. o aletler nasıl o görüntüyü yansıtıyor, nasıl böyle işlere yarıyorlar aklım ermiyor.
ortaçağdan kalmış gibiyim ama onca şey okudum hala içten içe bi mantıksızlık ve de hayranlık duyuyorum.
bir bu da, ikincisi de var.
bilgisayarlar. o aletler nasıl o görüntüyü yansıtıyor, nasıl böyle işlere yarıyorlar aklım ermiyor.
ortaçağdan kalmış gibiyim ama onca şey okudum hala içten içe bi mantıksızlık ve de hayranlık duyuyorum.
devamını gör...
hata yapmayı kazanım olarak görmek
her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevmeyi bilmektir.
devamını gör...
yazarların yazar engelleme kriterleri
eleştiri ile saldırıyı birbirine karıştırması yeterli. direkt engeli basıyorum. bunun dışında kimseyi engellemiyorum.
devamını gör...
diyelim ki o bunu okuyor
"fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum."
devamını gör...
günün sosyal medya ünlüsü
devamını gör...
bir erkeği kırmadan ona tipsiz olduğunu söylemek
efendi efendi, simânız pek de ilgimi çekmedi.
devamını gör...
birine kitap hediye etmek
çok değer verdiğim bir kitabı çok değer verdiğim birine hediye ettim. umarım ona iyi bakıyordur. sonsuza kadar onunla kalacak çünkü.
devamını gör...
oruç aruoba'nın rte'ye yazdığı açık mektup
gezi olayları sırasında (bkz: oruç aruoba) tarafından rte'ye yazılan açık mektuptur.
sayın erdoğan,
izmir, 17 haziran 2013
son iki gündür, ama aslında bu son iki haftadır, sizi düşündüm nedense, aklım hep üniversite hocalığı yaptığım yıllardaki (1973-1983) eski anılarıma geri dönüp durdu. ilk birkaç gün içinde de bunun nedenini kavradım: siz o yıllarda üniversite öğrencisiydiniz; benim de, kafaları sizinkine benzer biçimde çalışan birkaç öğrencim olmuştu. -yani, o islami “kafa”nın çalışma biçimini düşündüm, aslında- kendimi de sizinle birlikte bir üniversite amfisine geri dönmüş buldum... birçok nokta da, aradan geçmiş 30 yılın ardından, yerli yerine oturdu. bu noktaları size anlatmaya çalışmak için yazıyorum.
o yıllarda, size benzer, “islamcı” denilen öğrenciler de geliyordu üniversiteye. biz, hocalar olarak öteki; “devrimci” ve “ülkücü” olarak gelen öğrencilerin arasında, bunları kayırmaya eğilimliydik, çünkü o ötekiler arasında bir tür kıskaç içine düşüyorlardı.
eyleme yatkındılar
“mağdur” ve “mazlum” oluyorlardı, sizin deyimlerinizle. aslında, ideolojik olarak, en az ötekiler kadar “sıkı” bir “kafa yapıları” vardı - üstelik, eyleme de yatkındılar; ama bazen kendilerine “akıncı” ya da “mücahit” deseler de, ötekiler kadar şiddet yanlısı değillerdi. gerçi ötekilerin “tek yol devrim”, “tek vatan, tek millet” gibi graffitilerine karşılık “tek yol islam” yazıyorlardı duvarlara; ama ötekiler yazarken yakalamasınlar diye dikkat de ediyorlardı - ne de olsa ötekilerin çoğunlukla bıçakları, hatta tabancaları vardı; onlarınsa (galiba?) yoktu. ötekiler silahları aslında birbirlerine ve “polis”e karşı kullanıyorlardı; onları ise, arada öylesine bir pataklıyorlardı ama, olsun, ne olur ne olmaz...
siz de böylesi cenderelerden geçtiniz, tahmin ediyorum: hem de, “tek yol” sayarak içinde yetiştiğiniz islam ve kafanızdaki ezber kuran karşısında, “kâfirlik” olmasa bile “zındıklık” saydığınız bu ideolojilerin arasında; üstelik, en büyük kâfirler saydığınız “iki ayyaş”ın izleyicileri olma iddiasındaki “silah sahipleri”nin tehdidi altında, yapabileceğiniz pek bir şey yoktu. o “silah sahipleri”nin en sonuncuları, bereket versin (!) o iki ideoloji sahiplerini doğradılar, astılar. siz de imam hatip sonrası (bir lyceé’nin de kâğıdını alarak) zar-zor girdiğiniz iktisadi ve ticari ilimler akademisi’nden devşirme, bir işe yaramaz diplomayla, kendinizi kasımpaşa kaldırımlarında buldunuz. gerçi, herhalde, genç bir yaşta girdiğiniz gençlik örgütleri ve bağınız olan “düşünsel”, yani islami örgütler size göz kulak oluyordu; ama “lümpen proleter”diniz artık: kısa bir süre ayak topunu denediniz ama buna da yeteneğiniz olmadığını anladınız. hayatınız boyunca, “politikacılık” (“resmi” biyografinize göre limonata ve simit satmak) dışında, görünür bir “iş” tutmadınız; bilgi sahibi olmak anlamında bir “meslek erbabı” olmadınız.
o yıllarda, sizin dilinizden konuşur gibi görünen badem bıyıklı, rengârenk kravatlı bir makine profesörü, “din-iman” diye bağırıp çağırmaya başlamıştı; siz de onun yanına gidip “divan durup el bağlayarak” rahlei tedrisine çömeldiniz. (mekanik falan değil, politika tedrisatı görmek için tabii...) bu “kadayıf pişirici” iyiydi hoştu da, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu; ama sizi de belediye başkanı yaptırdı. gene de işte, partinizin oyları yüzde 20’nin üstüne çıkmıyordu bir türlü; boyuna da kapatılıp duruyordu. siz de başka yolların denenmesi gerektiğine karar verip, “hoca”nızı da yüzüstü bırakarak, kendi “yol”unuzu yürümeye başladınız. yaptıklarınıza, kendi ilkeleri açısından, muarızlarınızdan hiçbirinin (tutarlı olarak) karşı çıkamayacağı yollar tuttunuz: insan hakları ve kişi özgürlüğü’ne dayanmak, “demokrat” olmak, avrupa birliği’ne girmek, çağdaş hukuk (“muasır medeniyet”-maazallah) normlarını yasalara sokmak...
islami takıntılar
bu yollar işe yarıyordu; hem demokratikleşiyormuşsunuz gibi bir görünüm veriyordu yaptıklarınıza hem de popülaritenizi, dolayısıyla aldığınız oyları artırıyordu. böylece, o üniversite yıllarında sizi ezip duran “solcu” ve “sağcı”ları (ve 12 eylül’den arta kalan herkesi) “sandık”ta alt ettikten sonra, asıl “muarız”ınız olan “silah sahipleri”ne yöneldiniz; tabii tamamen hukuklu ve demokratik görünen yollar kullanarak... gerçi arada bir islami takıntılarınız ortaya çıkıp sırıtıveriyordu (“zina”, “idam” gibi); ama bunları hemen düzeltiyordunuz ya da es geçiyordunuz.
böylece on yıl içinde “güçlü başbakan” oldunuz. artık önünüzde duracak hiçbir güç kalmamıştı ortada; ne sandıklı, ne tokmaklı, ne de silahlı... o zaman “fayrap” ettiniz: haydi bakalım; yok osmanlı’ydı, yok altı minareli “selatin” taklidi camiydi, yok “men-i mezkûrat”tı, yok “sünnilik-alevilik” idi, yok “dindar-kindar” gençlikti... “yürüdünüz bu yollarda”; ne de olsa “istatistik” sizden yanaydı.
derken, birden bir şey oldu: “küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 mayıs meydanı olan yeri, “kafa”nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “yeter artık” dedi size. siz hemen “urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye...
emanete sahip çıkmak
anlamadınız: kendinizi, o eski çapulcu kâfir-zındıkların kapıştığı geçmişteki akademi amfisine geri dönmüş buldunuz. temizlediğinizden emin olduğunuz “silah sahipleri” de sanki kapıyı yeniden zorluyorlardı bile... hiç anlam veremediniz olup bitene: “feshüpanallah bunlar elhamdülillah yok olmamışlar mıydı inşallah?”
olmamışlardı. o “baş ayyaş”ın “emanet”iyle yetişmişlerdi ve şimdi emanetlerine sahip çıkıyorlardı bunlar; sizin de bol bol kullandığınız “hak” ve “özgürlük” söylemiyle, hiç anlayamadığınız tümceler kuruyorlardı bunlar, hem de... bunlarla nasıl baş edebileceğinizi bilemiyordunuz artık. bir de, üstüne üstlük, bir “şaklaban” çıkmıştı ortaya, kocaman amfinin en ortasında, “baş ayyaş”ın resminin önünde dikelip, size karşı duran. ardından binlercesi... ne yapmalıydınız bu amfiden çıkıp kurtulmak için; bu otuz yıllık kâbus bir bitse... ama çıkamıyordunuz, çünkü anlamamıştınız. üstelik amfiden çıkmak da istemiyordunuz ki...
artık tek bir yol kalmıştı: sandığa ve istatistiğe geri dönmek. o yol güvenliydi, kimsenin itiraz edemeyeceği bir yoldu, şimdiye dek de sizi hiç gücendirmemişti. bunu anladınız; en azından, tek çıkış olduğunu. ama gerisini hiç anlamadınız. şimdilerde de, o sandık için bağırıp duruyorsunuz. eh...
umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. ama, doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum.
her bir insan özgürdür
gene de, son bir şeyler söyleyeyim: sandık ve istatistik makbul bilgi edinme yollarıdır; ama görüyorsunuz buna rağmen, oradan çıkan sonuçlara aldırmayan birtakım “çapulcu”lar ortaya çıkarak, o “baş ayyaş”a uyup, özgürlükten (“istiklal”den ve tabii “gaflet, dalalet ve hıyanet”ten...) falan dem vurabiliyorlar. boş verin hepsine; nasıl olsa bunları sandıkla birlikte gömersiniz... onlar da birer “kul” olduklarını anlarlar; sizin kendinizin bir “hizmetkâr” olduğunuzu anladığınız (söylediğiniz) gibi...
ama şunu, hiçbir sandıkla ya da sandıkta, gömemezsiniz: her bir insan, özgür bir kişidir; her bir yurttaş da, eşit hak sahibi, geçerli söz sahibi, bir bireydir. bunu -bunları- da, hiçbir istatistik değiştiremez.
size saygılar sunuyorum, gene de.
25 haziran 2013
not: bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir.
size artık “saygılar” bile sunmuyorum…
o. a.
24 temmuz 2013
sayın erdoğan,
izmir, 17 haziran 2013
son iki gündür, ama aslında bu son iki haftadır, sizi düşündüm nedense, aklım hep üniversite hocalığı yaptığım yıllardaki (1973-1983) eski anılarıma geri dönüp durdu. ilk birkaç gün içinde de bunun nedenini kavradım: siz o yıllarda üniversite öğrencisiydiniz; benim de, kafaları sizinkine benzer biçimde çalışan birkaç öğrencim olmuştu. -yani, o islami “kafa”nın çalışma biçimini düşündüm, aslında- kendimi de sizinle birlikte bir üniversite amfisine geri dönmüş buldum... birçok nokta da, aradan geçmiş 30 yılın ardından, yerli yerine oturdu. bu noktaları size anlatmaya çalışmak için yazıyorum.
o yıllarda, size benzer, “islamcı” denilen öğrenciler de geliyordu üniversiteye. biz, hocalar olarak öteki; “devrimci” ve “ülkücü” olarak gelen öğrencilerin arasında, bunları kayırmaya eğilimliydik, çünkü o ötekiler arasında bir tür kıskaç içine düşüyorlardı.
eyleme yatkındılar
“mağdur” ve “mazlum” oluyorlardı, sizin deyimlerinizle. aslında, ideolojik olarak, en az ötekiler kadar “sıkı” bir “kafa yapıları” vardı - üstelik, eyleme de yatkındılar; ama bazen kendilerine “akıncı” ya da “mücahit” deseler de, ötekiler kadar şiddet yanlısı değillerdi. gerçi ötekilerin “tek yol devrim”, “tek vatan, tek millet” gibi graffitilerine karşılık “tek yol islam” yazıyorlardı duvarlara; ama ötekiler yazarken yakalamasınlar diye dikkat de ediyorlardı - ne de olsa ötekilerin çoğunlukla bıçakları, hatta tabancaları vardı; onlarınsa (galiba?) yoktu. ötekiler silahları aslında birbirlerine ve “polis”e karşı kullanıyorlardı; onları ise, arada öylesine bir pataklıyorlardı ama, olsun, ne olur ne olmaz...
siz de böylesi cenderelerden geçtiniz, tahmin ediyorum: hem de, “tek yol” sayarak içinde yetiştiğiniz islam ve kafanızdaki ezber kuran karşısında, “kâfirlik” olmasa bile “zındıklık” saydığınız bu ideolojilerin arasında; üstelik, en büyük kâfirler saydığınız “iki ayyaş”ın izleyicileri olma iddiasındaki “silah sahipleri”nin tehdidi altında, yapabileceğiniz pek bir şey yoktu. o “silah sahipleri”nin en sonuncuları, bereket versin (!) o iki ideoloji sahiplerini doğradılar, astılar. siz de imam hatip sonrası (bir lyceé’nin de kâğıdını alarak) zar-zor girdiğiniz iktisadi ve ticari ilimler akademisi’nden devşirme, bir işe yaramaz diplomayla, kendinizi kasımpaşa kaldırımlarında buldunuz. gerçi, herhalde, genç bir yaşta girdiğiniz gençlik örgütleri ve bağınız olan “düşünsel”, yani islami örgütler size göz kulak oluyordu; ama “lümpen proleter”diniz artık: kısa bir süre ayak topunu denediniz ama buna da yeteneğiniz olmadığını anladınız. hayatınız boyunca, “politikacılık” (“resmi” biyografinize göre limonata ve simit satmak) dışında, görünür bir “iş” tutmadınız; bilgi sahibi olmak anlamında bir “meslek erbabı” olmadınız.
o yıllarda, sizin dilinizden konuşur gibi görünen badem bıyıklı, rengârenk kravatlı bir makine profesörü, “din-iman” diye bağırıp çağırmaya başlamıştı; siz de onun yanına gidip “divan durup el bağlayarak” rahlei tedrisine çömeldiniz. (mekanik falan değil, politika tedrisatı görmek için tabii...) bu “kadayıf pişirici” iyiydi hoştu da, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu; ama sizi de belediye başkanı yaptırdı. gene de işte, partinizin oyları yüzde 20’nin üstüne çıkmıyordu bir türlü; boyuna da kapatılıp duruyordu. siz de başka yolların denenmesi gerektiğine karar verip, “hoca”nızı da yüzüstü bırakarak, kendi “yol”unuzu yürümeye başladınız. yaptıklarınıza, kendi ilkeleri açısından, muarızlarınızdan hiçbirinin (tutarlı olarak) karşı çıkamayacağı yollar tuttunuz: insan hakları ve kişi özgürlüğü’ne dayanmak, “demokrat” olmak, avrupa birliği’ne girmek, çağdaş hukuk (“muasır medeniyet”-maazallah) normlarını yasalara sokmak...
islami takıntılar
bu yollar işe yarıyordu; hem demokratikleşiyormuşsunuz gibi bir görünüm veriyordu yaptıklarınıza hem de popülaritenizi, dolayısıyla aldığınız oyları artırıyordu. böylece, o üniversite yıllarında sizi ezip duran “solcu” ve “sağcı”ları (ve 12 eylül’den arta kalan herkesi) “sandık”ta alt ettikten sonra, asıl “muarız”ınız olan “silah sahipleri”ne yöneldiniz; tabii tamamen hukuklu ve demokratik görünen yollar kullanarak... gerçi arada bir islami takıntılarınız ortaya çıkıp sırıtıveriyordu (“zina”, “idam” gibi); ama bunları hemen düzeltiyordunuz ya da es geçiyordunuz.
böylece on yıl içinde “güçlü başbakan” oldunuz. artık önünüzde duracak hiçbir güç kalmamıştı ortada; ne sandıklı, ne tokmaklı, ne de silahlı... o zaman “fayrap” ettiniz: haydi bakalım; yok osmanlı’ydı, yok altı minareli “selatin” taklidi camiydi, yok “men-i mezkûrat”tı, yok “sünnilik-alevilik” idi, yok “dindar-kindar” gençlikti... “yürüdünüz bu yollarda”; ne de olsa “istatistik” sizden yanaydı.
derken, birden bir şey oldu: “küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 mayıs meydanı olan yeri, “kafa”nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “yeter artık” dedi size. siz hemen “urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye...
emanete sahip çıkmak
anlamadınız: kendinizi, o eski çapulcu kâfir-zındıkların kapıştığı geçmişteki akademi amfisine geri dönmüş buldunuz. temizlediğinizden emin olduğunuz “silah sahipleri” de sanki kapıyı yeniden zorluyorlardı bile... hiç anlam veremediniz olup bitene: “feshüpanallah bunlar elhamdülillah yok olmamışlar mıydı inşallah?”
olmamışlardı. o “baş ayyaş”ın “emanet”iyle yetişmişlerdi ve şimdi emanetlerine sahip çıkıyorlardı bunlar; sizin de bol bol kullandığınız “hak” ve “özgürlük” söylemiyle, hiç anlayamadığınız tümceler kuruyorlardı bunlar, hem de... bunlarla nasıl baş edebileceğinizi bilemiyordunuz artık. bir de, üstüne üstlük, bir “şaklaban” çıkmıştı ortaya, kocaman amfinin en ortasında, “baş ayyaş”ın resminin önünde dikelip, size karşı duran. ardından binlercesi... ne yapmalıydınız bu amfiden çıkıp kurtulmak için; bu otuz yıllık kâbus bir bitse... ama çıkamıyordunuz, çünkü anlamamıştınız. üstelik amfiden çıkmak da istemiyordunuz ki...
artık tek bir yol kalmıştı: sandığa ve istatistiğe geri dönmek. o yol güvenliydi, kimsenin itiraz edemeyeceği bir yoldu, şimdiye dek de sizi hiç gücendirmemişti. bunu anladınız; en azından, tek çıkış olduğunu. ama gerisini hiç anlamadınız. şimdilerde de, o sandık için bağırıp duruyorsunuz. eh...
umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. ama, doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum.
her bir insan özgürdür
gene de, son bir şeyler söyleyeyim: sandık ve istatistik makbul bilgi edinme yollarıdır; ama görüyorsunuz buna rağmen, oradan çıkan sonuçlara aldırmayan birtakım “çapulcu”lar ortaya çıkarak, o “baş ayyaş”a uyup, özgürlükten (“istiklal”den ve tabii “gaflet, dalalet ve hıyanet”ten...) falan dem vurabiliyorlar. boş verin hepsine; nasıl olsa bunları sandıkla birlikte gömersiniz... onlar da birer “kul” olduklarını anlarlar; sizin kendinizin bir “hizmetkâr” olduğunuzu anladığınız (söylediğiniz) gibi...
ama şunu, hiçbir sandıkla ya da sandıkta, gömemezsiniz: her bir insan, özgür bir kişidir; her bir yurttaş da, eşit hak sahibi, geçerli söz sahibi, bir bireydir. bunu -bunları- da, hiçbir istatistik değiştiremez.
size saygılar sunuyorum, gene de.
25 haziran 2013
not: bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir.
size artık “saygılar” bile sunmuyorum…
o. a.
24 temmuz 2013
devamını gör...
lana del rey
yılmaz erdoğan'ın dediği gibi; sana bakmak allah'a inanmaktır sözünü doğrulayan, gerçek ismi elizabeth woolridge grant olan besteci ve şarkıcı.
devamını gör...
sözlükte girilen entrylerin oylanmaması
maalesef ki her sözlükte olan bir durumdur yani sadece buraya ait olan bir durum değil bu. şunu bilin ki hangi sözlüğe giderseniz gidin eğer popüler bir kullanıcı değilseniz entryleriniz hiçbir zaman çok fazla oylanmayacak.
devamını gör...
demiseksüel
canı seks çekenin kendi ile bağlantı kurduğu demi seks demi diye onaylayandir.
devamını gör...
öğretmen mi öğretemez yoksa öğrenci mi öğrenemez sorunsalı
arkadaşlar tamam öğretmen çok önemli bir unsur ama bazı öğrenciler de suya yazı yazmak gibi.
devamını gör...
normal sözlük'te çıkacak ilk tartışma
kola çiğdem eşliğinde sözlüğün en yüksek duvarına konuşlanılıp izlenecektir.
ne?! ayıracağımı mı sandınız?
ne?! ayıracağımı mı sandınız?
devamını gör...
aşık olunan kişi reddederse alınacak pozisyon
bir penaltı kaçıran forvet, o gün için maçın seyrini değiştirememiş olabilir....
amma forvet olmayı bırakmaz, önündeki maçlara bakar, daha çok gol kovalar. sonuçta averajlar önemli, o kadar önemli ki yıl sonunda şampiyonluğu etkileyecek derecede....
amma forvet olmayı bırakmaz, önündeki maçlara bakar, daha çok gol kovalar. sonuçta averajlar önemli, o kadar önemli ki yıl sonunda şampiyonluğu etkileyecek derecede....
devamını gör...
borchardt triadı
mide volvulusu'nda görülen karın ağrısı, öğürme fakat kusamama ve nazogastrik tüpün kıvrılması 3 lü semptomuna verilen özel triaddır.
devamını gör...
oyunlarla yaşayanlar
“kendimize isimler vermeyelim, yaptığımız işlerle varolalım, bunun dışında kalan bütün sahte unvanları, kurumları, insanın kendini üstün bir şey saymasına yol açan düzenleri yok sayalım…”
devamını gör...
