barbie bebekleri hiç sevmezdim. doğum günümde falan hediye gelirdi hepsinin kafasını koparıp atardım bi köşeye. çünkü hep sarışın olurlardı. benim 2 ablam var ikiside sarışın benimle de hep kumralım diye 'çöpten bulduk biz seni baksana bize hiç benzemiyorsun' falan derlerdi. sarışın herkese kinliydim o zamanlar.
devamını gör...

ekmeğinde olan yazarladır. sinema ve dizi sektörünü yakından takip ederler. troll başlıklardan yine iyidir diye düşünmeden edemiyorum.
devamını gör...

tercihlerde benzerlik teorisi, 1961 yılında staffan burenstam linder tarafından ileri sürülmüştür. linder aynı zamanda, dış ticaret teorisinde talep olgusuna ilk olarak yer veren iktisatçılardan biridir. linder, tercihlerde benzerlik teorisinin işleyiş mekanizmasını şu şekilde açıklamıştır: sanayi ürünleri ticareti, özellikle benzer tercihlere ve gelir düzeyine sahip ülkeler arasında yoğunlaşmaktadır. başka bir ifade ile, zevkleri birbirine benzer ülkeler arasında daha canlı ticaret ilişkileri kurulmaktadır. bu anlamda tercihlerde benzerlik teorisi, homojen olmayan, zevklerin ve ölçek ekonomilerinin önemli olduğu sanayi ürünleri ticaretini açıklamaktadır.
devamını gör...

bişey derdimde malum işte diyemiyoz.
devamını gör...

neler olmuş burada.hepinizi seviyorum kıymetli yazar arkadaşlarım.iyi ki tanımışım sizleri.
devamını gör...

klozet kapağına başımı koyup uyumuşluğum var, türkiye geneli deneme sınavında uyumuşluğum var, derbi izlerken uyumuşluğum var, kuaförde işlem sırasında uyumuşluğum var. seçemiyorum en ilgincini, sanırım ben hep ilginç yerlerde uyuyorum.
devamını gör...

düğün.
devamını gör...

ötzi denilen bir adam var. bu adamın cesedi 1991 yılında alplerde bulunuyor. sıkı durun 5300 yıl önce yaşadığı tahmin ediliyor. günümüzden binlerce yıl önce de insanlar dağlara tırmanıyorlardı. tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9...

buna rağmen; dağcılık sporunun başlangıcı 1492 ye dayanır arkadaşlar.
antonie de ville; isimli, şovalye efendi, asker masker bir sürü sıfatı olan bu arkadaş, fransa kralı vııı charlese'in isteği üzerine dağlara tırmanıyor. aiguille zirvesine çıkan bu arkadaş böylelikle tarihe geçen ilk dağcılık faaliyetini yapmış oluyor.
ancak henüz ''dağcılık'' ok.
1834 yılında bir çoban alplere ikinci defa çıkıyor.
bu iki tırmanışın amacı farklı olduğundan dağcılık olarak adlandırılmıyor.
alplerin en yüksek zirvesi olan mont blanc diye bir dağ var, 4.792 m yükseklikte...
işte bu dağa 1786 yılında fransız dağcı michel pacard ve jacgues balmat tırmandı. bu bir başlangıç oldu ve zengin ve soylu aileler için keşfedilmemiş zirveleri keşfetmek izzetinefis meselesine dönüşmüştü.
o saatten sonra dağcılık bir spor, bir yarıştı. kısacası dağcılık 1786 tarihinden sonra başlamış alplerin zirvesi keşfedilmeye çalışıldığı için alpinizm olarak adlandırılmıştır.
yani dağcılığın bir diğer adı alpinizmdir.

bir ressam olan, edward whymper, güzel dağ manzaraları siparişleri için ilham almak amacıyla; 1865'te matterhorn zirvesine çıkmak için hazırlandı. 4478 metre olan zirveye tırmanırken 6 kişilerdi. 2 kişi döndüler dönenler arsında edward yoktu..
edit: idle isimli yazar arkadaşımız uyardı. edward burada ölenler arasında değilmiş. kendisine uyarısı için teşekkür ederim.
ip kopması sebebiyle, 4 kişi aşağı düşerek hayatını kaybetmiştir. en.wikipedia.org/wiki/Edwar...
bu olaydan sonra dağcılıkta; ekipman güvenliği işine de önem verilecek ve daha profesyonel bir hale gelecektir.

''
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel''
devamını gör...

hayatımın 18 ayını bir tugay dolusu sapla geçirmemi sağlayan tugay komutanlığı.
devamını gör...

bohemian rhapsody.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

hapse atılmasına sebep olan şiir:


hey anavatandan ayrılmayanlar
bulanık dereler durulmuş mudur?
dinmiş mi olukla akan o kanlar?
büyük hedeflere varılmış mıdır?
asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
mebus yaparlar mı her şaklabanı?
köylünün elinde var mı sabanı?
sıska öküzleri dirilmiş midir?
cümlesi belî der enelhak dese,
hâlâ taparlar mı koca terese?
ismet girmedi mi hâlâ kodese?
kel ali'nin boynu vurulmuş mudur?
koca teres kafayı bir çekince
iskendere bile dudak bükünce
hicabından yerler yarılmış mıdır?


bu da hapishaneden sonra yazdığı şiir:


bir kalemin ucundan hislerimiz akınca
bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;
beni anlayamazsan gözlerime bakınca
göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.

daha pek doymamışken yaşamanın tadına
gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…
gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına.
senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.

sensin, kalbim değildir, böyle göğsüme vuran,
sensin “ülkü” adıyla beynimde dimdik duran.
sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.

hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?
hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.
kısacası gönlümü verdim ulu gazi’ye.
göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
devamını gör...

2021 itibarıyla hala daha en iyi türk bilim kurgu filmi. vizyona girdiği 2004'ten bu yana onlarca bilimsel buluşa şahit olduk, bir kara deliğin fotoğrafını dahi gördük; görsel efekt imkanları resmen çağ atladı, gerçekçilikten de öte bir boyuta ulaştı ama hala daha iyisini yapamadık. gerek komedi dili, gerek verdiği mesajları, gerek dilimize yerleştirmeyi başardığı lügatla harika bir eser gora.

"uzaylı da olsa insan insandır."

her şeyden önce harika bir tahayyül. olası dünya dışı yaşam formlarının insanları keşfetmesi ve köleleştirmesi gibi aslında klişe bir konu üzerine gördüğüm en sıra dışı fikir yürütme. düşünsenize, bütün bunlar 14 temmuz 1789'da aksaray'da komutan kubar'ın* robotuna tecavüz eden türk köylüsü yüzünden.

"dünyalılardan tiskiniyorum."

böyle bir klişeyi komikle bağdaştıran ve izlenebilir kılan esas şey karakterlerin müthiş şekilde başarılı yaratılması bana kalırsa. şark kurnazı esnaf arif ışık, sinemaya küsmüş bilim kurgu yazarı bob marley faruk, dünyalılara özenen uzaylı genç kız ceku, kör havacı pilot garavel, gezegenin başına geçmeye hevesli genç komutan logar ve onun ekürisi, koskoca erşan kuneri ve daha niceleri. ve bir de robot 216.

"speaking english? i live in english. it's not only language to me. it's totally best way of expressing my own. you know, sometimes i'm dreaming of a world, all people understand each other perfect. yes, i have a dream. imagine all the people dancing and touching each other, communicate in a joyful harmony. (çırağa döner) oğlum çay söyle, bakma sığır gibi. (müşterilere döner) tea? ("no thanks" cevabını alır, tekrar çırağa) sen söyle, s*kt*r et."

çocukluğumda show tv deli gibi yayınlardı. hemen hemen her bayramda mesela ya da yayın akışlarına koyacak bir şey bulamadıkları her gün. ilk izlediğimden beri vurulmuştum resmen. istisnasız her çıktığında izlerdim. o zaman internet, dvd falan öyle bildiğim teknolojiler değil. gördüğüm en ileri teknoloji vcd'ye taktığım cd'lerle oynadığım çakma atari oyunları. hayrete düşerdim haliyle. bizden çok daha uzaklarda bir yerlerde yaşam olabileceği, bir şekilde oralara seyahat edebileceğimiz ve hatta onlarla iletişim kurabileceğimizin düşüncesi bile çok garip gelirdi. herhalde bugün bilim kurguya ve ondan etkilenerek uzaya olan merakımın herhalde en büyük sebebidir.

tamam da niye oradasın?

bugün cem yılmaz hala daha bilim kurguya meraklı tek senaristimiz ve yönetmenimiz gibi görünüyor. en son karakomik filmler'de mesela böyle bir deneme görmüştük iyi kötü. öyle saçmasapan büyülü tılsımlı fantastik işlerden bahsetmiyorum elbette, türleri karıştırmamak gerek. her neyse. halbuki, uzayla ilgili bir şey anlatmak amacı dahi gütmeyen böyle bir film bile ne kadar ufkunu açabiliyor insanın, kendi örneğimden yola çıkarak özellikle çocukların.

ufo gören masum köylü, koçum benim!

sinema insanların hayal gücünü genişletebilmek, onlara yeni şeyler gösterebilmek, vizyonlarını genişletebilmek adına en etkili araçlardan biri. bizse hala daha "çocuklar etkileniyor" bahanesiyle aptal saptal sansürler uyguluyor, kısıtlıyoruz bir şeyler yaratmaya çalışan insanları. aslında kendilerini özgür hissetseler, gerekli maddi desteği alarak gelir kaygısı yerine mesaj kaygısı gütseler, dertlerini anlatabilseler belki nice şeyler anlatacaklar daha.

"bir de diyorlar ki 'uzayda hayat yok', al."

dedim ya, çocuktum. hiç de etkilenmedim öyle. "aa anne bak filmde küfretti ben de edicem eheh" diye gezinmedim de ortalıkta gerizekalı gibi. aksine, gora'ya çok ama çok şey borçluyum. hem mizah, hem de bakış açısı konusunda çok şey kazandırmıştır bana. çocuğunuz bildiğin uzaya çıkılan bir filmi izlerken o kadar şeyi atlayıp küfüre dikkatini veriyorsa, resmen gerizekalıdır. filmin bir suçu yok. çok şey yapmayın yani.

"hadi bakim!"

devamını gör...

kâzım karabekir'in dediği gibi,

"hilâle ve cenâb-ı hakk'a münacaat kısımları ilâhiye yakışır, marşta maneviyatı kırar..."
devamını gör...

ilginç bir iddiadır.

--- alıntı ---

asgari ücret:
dolar'a göre artsaydı 3.000
avro'ya göre artsaydı 3.250
altın'a göre artsaydı 3.600
ayçiçek yağına göre 4.550
hamsi fiyatına göre 7.844
rakı fiyatına göre 5.853
ekmek fiyarına göre 4.710 lira olacaktı.
fakat!
triger kayışı ve don lastiği'ne göre artınca 2.825 lira oldu.

--- alıntı ---
devamını gör...

adama sorarlar, madem bu kadar hassassın sen hangi tanımları yaptın? gidip 'gay algısı yaratan erkek isimleri' ne tanım girdikten sonra gelip burada '24 yaşından küçükleri ayrı bölüme alalım.' dersen adama çürük portakal atarlar.
devamını gör...

bir nathaniel hawthorne öyküsüdür.

büyüleyici bir roman olan kızıl harf ile tanıdığımız ve alegorik ve sembolik masalların usta yazarı olan nathaniel hawthorne’un en sevdiğim öyküsüdür.

öyküyle ilgili yazacaklarımdan önce hawthorne ile ilgili söylemek istediğim bir iki cümle var. hawthorne’un büyük dedesi bir yargıçtı ve ününü cadı olmakla suçlanan kadınlara verdiği cezalarla tanınırdı. hawthorne ailesinin zamanla çöküş yaşamasının bu günahın bir bedeli olduğunu düşünmüş ve her fırsatta bu konuda af dilemiştir.

gelelim öykümüze; çocukken bir arkadaşımız vardı, çok ilginç bir çocuktu. bir gün saklambaç oynarken öyle bir saklandı ki kimse onu bulamadı. sanırım saklandıkça ve bulunamadıkça bundan aldığı keyif arttıkça arttı ve ortaya çıkmamaya karar verdi. biz bir süre sonra onu aramaktan vaz geçip başka bir oyuna geçmiş olsak da o saklanmaya devam etmekten kendini alamadı. o kadar ileri götürdü ki bu durumu akşam ezanı okunup herkes eve gittiğinde o hala saklanmaktaydı. ailesi gece vakti mahalleyi ayağa kaldırana kadar da ortaya çıkmadı. sanırım onun için, o gün saklanmak oyunun bir parçası olmaktan çıkmış ve bir amaç haline gelmişti. uzadıkça süre, neden saklandığını bile unutup sadece saklanmaya odaklanmıştı. ve başkalarının saçmalık olarak görebileceği şey onun takıntılı gerçekliği haline gelmişti.

wakefield da böyle bir öykü. bir gün evinden çıkıp geceyi tek başına geçirmeye karar veren kahramanımızın hikayesi 20 yıllık bir kayboluşa dönüşür. evinin tam karşısında bir ev tutup eşini izleyen kahramanımız, eşinin onun yokluğunu nasıl karşılayacağını gözlemlemek ister. onun kaybolması eşini nasıl da yerle bir edecektir. ama bu kaybolma oyunu yirmi yıl boyunca sürer ve bir süre sonra anlamını yitirmeye başlar herkes için, sadece kahramanımız için önem taşımaktadır artık. oyun ancak kahramanımız 20 yıl sonra evinin kapısını açınca son bulur.

elma dersem çık armut dersem çıkma sözündeki armut nihai bir amacın vücut bulmuş hali olur.
devamını gör...

gecenin bir yarısı aklıma düşmüş olan yazar. çiçeklerimi aldım geldim. sanki mezarlık ziyareti yapıyormuş gibi hissediyorum. okumadığım tanımı var mıdır? şöyle bir bakayım dedim. hepsini tüketmişim. kalmamış elde. yani acil durum için bile tanım/başlık bırakmamışım. yoksunluk sendromu çekiyoruz güzel kardeşim. tamam kafayı izne çıkardın. haklı sebeplerin vardı. çoğuna o dönem zarfında ben de katılıyordum lakin dönsen fena olmayacak. zira bizler halen buradayız. tekkeyi bekliyoruz ki, çorbayı içelim. bir tas çorba da sen getirsen fena olmaz. ağzımızın tadı yerine gelir. tabi getireceğin çorba kaplumbağa çorbası olmazsa sevinirim. ilkesel olarak biliyorsun kaplumbağa çorbası tüketilmesine karşıyım. kaldı ki, bu düşünceler salt benim düşüncelerim de değil. gelmeni bekleyen yazarlar olduğunu düşünüyorum/biliyorum.

artı yazılması gereken bir yazı var biliyorsun. araştırmasının şimdiye kadar bitmiş olması lazım. bekliyoruz. burayı okuyorsan umarım bu iletiye karşı kayıtsız kalmazsın.

tanım: sözlüğün en sağlam yazarlarından, okunası güzel adam.
devamını gör...

mürted yani müslüman aileden çıkan ve başka dine inananı öldüren islam'a barış dini demem isteniyor galiba ve demezsem saldırmış oluyorum. pantolon giyen kadını sopalamalarına falan da girmiyorum daha tek örnek vermek istedim.
"dinini değiştireni öldürün." (buhârî, cihâd, 149)
sorularlarisale.com/murted-...
sorularlaislamiyet.com/dini...
devamını gör...

distopyaların atası sayılabilecek, yazıldığı dönemde ülkesinde sakıncalı bulunduğu için yıllarca yayımlanmasına izin verilmemiş bir kitaptır biz.
aldous huxley'in cesur yeni dünya kitabıyla aralarında çokça benzerlik bulunmaktadır. hatta yine bir distopya olan otomatik piyano kitabının yazarı kurt vonnegut " konusunu, konusu güle oynaya biz'den araklanmış cesur yeni dünya'dan güle oynaya arakladım." demiştir.

başta da değindiğim gibi kitap yazıldığı dönemde ideolojik olarak sakıncalı olduğu için reddedilmiştir. aslında kitabın o dönemki rusya ile doğrudan ilişkisi bulunmamasına rağmen böyle bir sansüre uğramıştır. belki de yazarının döneminde oldukça muhalif tutum içerisinde bulunmasından dolayıdır. kitabın yazarı yevgeni zamyatin, devrimden sonraki rejimi eleştirdiği için 1919-1922 arası tutuklu kalmıştır. 1932 yılında da sürgüne gönderilmiştir. 1906'da çarlık hükümeti, 1922'de de bolşevikler tarafından aynı hapishanede tutuklu kalan yazar, bu kitapla adeta sistemin o zehirli damarlarını dökmüştür satırlara.

yukarda kurt vonnegut'un sözünde de bahsettiği gibi bu kitap cesur yeni dünya, otomatik piyano gibi kitapları da etkilemiştir. öyle ki cesur yeni dünya ile kurgulamış oldukları evren açısından neredeyse tıpatıp aynıdır.

zamyatin'in "biz" adlı kitabındaki dünya, 26. yüzyılda geçmektedir. insanlar bireyselliklerini kaybetmiş, birbirinden farksız birer makinedir adeta. hatta isimleri de birer sayıdır.
polisler tarafından her saniye izlenmek için cam balkonlu evlerde yaşarlar. herkes aynı üniformaları giyer, sentetik besinlerle beslenir, devletin belirlemiş olduğu sınırlar dahilinde yaşamlarını sürdürür. tabii buna yaşam denirse. bu durum o kadar ileri bir düzeydedir ki vatandaşların "seks saati" bile vardır. o saat aralığında camlarını kapatmak serbesttir ama daha sonra açmak şartı ile. cinsellik bir karne ile hep denetim altındadır. devlet ise hayırsever olarak anılan bir kişi tarafından yönetilir.

zamyatin eserinde, hem dönemini hem de sanayi devrimi ile ortaya çıkan toplum düzenini eleştirmiştir. yazarın uzun yıllar ingiltere'de yaşadığını da düşünürsek bu oldukça makul görünecektir. 1984'ün, cesur yeni dünya'nın eleştirisini anlayabilmek, bizleri hangi konuda uyardığını çok daha iyi idrak edebilmek açısından bu kitap bence bir kılavuzdur. çünkü bu kitap eleştirdiği denetime takılmış, yasaklanmış, yayınlanmasından korkulmuş mükemmel bir eleştiridir. ve aynı zamanda harika eserlere de öncü olmuştur.
devamını gör...

ayda bir çayımı kahvemi kendi alışverişimi yapmak için çarşıya, aktara, nalbura gidiyorum, aynı esnafla aynı muhabbetleri yapıyorum, bunu da bir arkadaşıma söylerken farkettim, dedim bu ne böyle emekli gibi olmuşum, anlatırken acıdım :) ama allahtan eski dostlarla meyhane buluşmalarım yok daha, ben hala sahilde bira içen tayfadayım.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim