lahmacun yiyen kızın asıl amacı
devamını gör...
kafa sözlük
şuvan çok sıkıcı olan sözlük... hayır nerde bu millet toplanıp bi şeyler mi yapıyorlar benden habersiz.. şş.. hey...
devamını gör...
en son mutlu hissedilen an
bir saat önce kahve içerken.
devamını gör...
radyonun yerinde duramaması
merhabalaaar ey kafadarlar!
bu cumartesi gününe önce şiirle başladık, içimiz huzur doldu
sonra anadolu rock parçaları ile toprağı hissettik.
ardından yapay zeka ile aşk yaşanır mı konusuna kafa yorduk.
sonra kafa yorgunluğumuzu muhteşem bir dj performansı ile attık. doksanlara döndük.
peki yetti mi? tabi ki hayır. bugün durmak yok.
yarın pazar, gece uzun! rock-metal severleri unutacağımızı mı sandınız?
kafadandeniz ve eyluling saat 00:00’da biraz müzik, biraz muhabbetle geceyi biraz daha güzelleştirmek için sizlerle olacak. çok da güzel yayın olacak.
radyoyu kapatmayın derim. *
kendilerine sorularınızı da bu başlık altında salabilirsiniz eyyyy kafadarlar!
dipnot; girişte havuç dağıtıyoruz beleş. *
2.dipnot; zabağaaa kadaaar buradayızz!
bu cumartesi gününe önce şiirle başladık, içimiz huzur doldu
sonra anadolu rock parçaları ile toprağı hissettik.
ardından yapay zeka ile aşk yaşanır mı konusuna kafa yorduk.
sonra kafa yorgunluğumuzu muhteşem bir dj performansı ile attık. doksanlara döndük.
peki yetti mi? tabi ki hayır. bugün durmak yok.
yarın pazar, gece uzun! rock-metal severleri unutacağımızı mı sandınız?
kafadandeniz ve eyluling saat 00:00’da biraz müzik, biraz muhabbetle geceyi biraz daha güzelleştirmek için sizlerle olacak. çok da güzel yayın olacak.
radyoyu kapatmayın derim. *
kendilerine sorularınızı da bu başlık altında salabilirsiniz eyyyy kafadarlar!
dipnot; girişte havuç dağıtıyoruz beleş. *
2.dipnot; zabağaaa kadaaar buradayızz!
devamını gör...
dış görünüşe önem vermiyorum diyen insan
yalan söyler. çünkü dışını sevmezsen içini merak etmezsin.
devamını gör...
çocuğunun adını normal koyan insan
normalim, guzum, gel buraya diye sevilesi çocuk.
devamını gör...
normal sözlük'te tüm yazarların evli olması
yanlış bir genellemedir.
- evli/bekar olmak yazar olmaya engel mi?
- sadece bekarlara mı kapınız açık?
- evliler neden evliliklerinin farkında değil?
- yalan beyanda bulunanların cezası nedir?
- burası neresi?
(bkz: ne salak salak başlıklar bunlar ya)
- evli/bekar olmak yazar olmaya engel mi?
- sadece bekarlara mı kapınız açık?
- evliler neden evliliklerinin farkında değil?
- yalan beyanda bulunanların cezası nedir?
- burası neresi?
(bkz: ne salak salak başlıklar bunlar ya)
devamını gör...
piyanist (yazar)
p// ballade no. 4 in f minor, op. 52
kendi başlığımın altına kendi hakkımda bir şeyler yazmak sanırım bir hakkımdır. karalayacağım bir şeyler. kendi tanımımı yazdıklarımla veriyorum zaten fakat buraya yazdığım biraz daha olağandışı olacaktır.
uzun bir yazı olacak o yüzden şimdiden okumayı bırakıp daha önemli işlerinize yönelebilirsiniz. baştan söyleyeyim: bu satırları yazan kişi yazdığı her saniyeden tiksinecek, her an çekip gitmeye davranacak. fakat bu satırların yazarı yine de kendini zorlayacak anlatmak için. yani bütün bu trajedinin, komedinin bir saçmalıktan öteye gitmeyeceğini ben de kabul ediyorum bir bakıma. ve iç karartıcı olduğunun altını çizmem gerekir yazılanların. ama bir aydınlık da barındırıyor olamaz mı? yaşam gibi...
ayrıyeten siz dostlarım, arkadaşlarım, yabancılarım ve düşmanlarım; sizinle benim aramda olsun bu yazdıklarım. pek çok dostum dahi bu yazıyı okumaktan imtina edecektir. ben olsam ben de ederdim, yalan yok. pek kişisel bir yazı sayılabilir. hem kendime yazdığım kısım ağır basıyor, başkalarına yazdığım kısım muhtemelen üç beş paragraf. her neyse. tüm sözleri baştan savmak için bir savunma üretiyorum kendimce, devam edeyim.
bir veda niteliğinde olacaktır yazdıklarım, diğer yandan bir teşekkür yazısıdır. kime ve niçin? benimle konuşan ve biraz olsun yüzümü güldüren kimselere teşekkür. sözlüğün kurulmasına vesile olan herkese bir teşekkür. karşıma çıktıkları gerçeklerle beni düşündüren ve hüzünlendirenlere teşekkür. ve vesaire vesaire... üslubumu bağışlayın. pek önemsiz bir şey yazacağım. yine de okunursa... okunmuş olur.
niçin veda olduğuna gelirsek. önceden burasının gidişatından memnun olmadığımı söylemiştim. yani sadece benim fikrim bu. sadece bu memnuniyetsizlik hissi bastırdı, huzursuzluğu doğurdu. haliyle burada kalmam güçleşti. fakat huzursuzluğun sözlükle de pek ilgisi yok. kişisel sebep dedikleri şey benimki.
burası güzel bir ortam, yalan değil. birçok insanla tanıştım, konuştum. arkadaş oldum. ve arkadaşlığımı ilerlettim ve tanıdım ve anladım vs. vs... hoştu her şey. başlangıçtaki sayımız azdı ve belki de bu yüzden bu kadar hoşuma gitmişti bu ortam. yalan değil, ilk kez bir sözlük ortamındaydım. moderatör de oldum, radyo sunucusu da. artık ne kadar layığıyla yapabildiysem işimi... sonra, agora meyhanesi'ni kurmak başlı başına bir keyifti benim için. ve eh... beni insanlara yakınlaştırdı.
buradan yazamadığım, konuşamadığım, epeydir görüşmediğim arkadaşlarıma kucak dolusu sevgiler! bireysel olarak veda etmeyi isterdim ama buradan veda ediyorum işte. haykırıyorum sizleri sevdiğimi. her bir sohbetiniz, cümleniz benimki türünden bir yaratılışa sahip birisi için paha biçilmezdi. ve bu cümlede söylemek istediğim az sonraki yazdıklarımda daha iyi anlaşılacaktır. ve bu cümleden sonrası kişisel olacaktır.
beni insanlara yakınlaştırdı diyorum çünkü -beni takip edenler de bilecektir- sanırım, epey karanlıktayım. ve bu karanlıkta olduğum süre o kadar uzun bir geçmişe dayanıyor ki! (hali hazırda yazının gidişatını bu parantez aracılığıyla göreceksinizdir, gerisini okumaktan vazgeçebilirsiniz, çünkü silmeyeceğim.) bunun sıradan bir karanlıkta kalma durumu olmadığını da biliyorum. yani şöyle bir şey vardır psikolojide: hasta olan hastalığını reddetmeye daha meyillidir. * yani bunu söylemem belki de söylediklerimi haklı çıkarmayacak, aksine hastalığımın boyutunu bir kat daha artıracak. bilmiyorum. ben şüpheci bir adamım. her şeye duyduğum şüphe, beni içten içe öldürüyor. karanlık ve aydınlığın arasında bir yere mıhladı beni. bir yanımda cennet, öbür yanımda cehennem. bunun nasıl bir his olduğunu tam olarak anlatamam, lakin anlatmaya yaklaşabilirim sanıyorum.
[ ve ne desem bilemedim. demiştim ya başta çekip gitmeye davranacağım diye, bu durum beni kelimelerle boğuşturuyor. lafı evirip çeviriyorum. ömrüm boyu yapmaktan vazgeçemediğim şeydir. bir türlü kendini ifade edememek, anlatamamak. ne kadar korkunç bir duygu olduğunu anlatmama gerek yoktur sanırım. her neyse devam edeceğim. ]
içimi olduğu gibi göstermek istiyorum sizlere! yemin ediyorum korkuyorum. kendimi bağımlılıkların kollarına bıraktım. pişman değilim. zaten yaşamak istemiyordum, bunu fark ettim. vebalı bir insanım. ve vebam o kadar büyük ki gerçekten gören birileri olsa bile kaçıyor. bana aşık olan da benim aşık olduğum da... ailem de dostlarım da... kime sorsak yalnızım der. karanlıktayım der belki, evet. kendimden bahsetmekten o yüzden nefret ediyorum. o yüzden susuyorum. o yüzden yazıyorum ve yazdıklarımda bu durumdan nefret ettiğimi söylüyorum. fakat bunu derken de hemen ardından bir sahtekar olduğumu iliştiriyorum ki adım temize çıkmasın. niçin? insan doğasından bu denli tiksindiğim için mi? kendimi temize çıkarırsam eğer, insanlardan farkım kalmaz diye mi? kimilerinizin "popülizm" dediğinden mi? hiçbir şey. hiçbir şey umurumda değil. aslında umurumda da... anlayın işte.
geçmişte, kapatmıştım kendimi eve. aylarca çıkmadım. kimseyle konuşmadım. neden? bir aydınlanma mı gelmişti? hakikat dedikleri şeyi mi keşfetmiştim de yaşamdan elimi ayağımı çekmiştim? hiçbir sorun yoktu ortada. yalnızca geçmişimi arkamda bırakmanın verdiği ferahlık vardı. ama yine de kendime duyduğum nefreti saklayamadım, gizleyemedim kendimden bunu. o denli acı çekiyordum ki bu acımı kimseyle paylaşmak istemedim. ölmekten korkmuyordum, yaşamaktan korkuyordum. yemek yemek istemiyor, yatağımdan çıkmıyordum. bakın, ben psikolojiye pek de inanabilen bir kimse değilim. "soyut düşünme becerisi yüksek" bir insan olduğumu söyleyeceklerini ve anlatacağım onca felsefenin arasında haklı olduğumu söyleyeceklerini biliyordum. toplumu olduğu gibi kabul etmemi ve yüreğimin etrafına ördüğüm kalın duvarları aşmam gerekeceğini söyleyeceklerini biliyordum. şu anda da aynını söylüyorlar. halen tedavi oluyorum. tedavi! ne hikmetse artık... zihnimin yerinde olduğunu biliyorum ama sanırım fazla düşünen ve sorgulayan bir kimseyim. hiçbir şey olduğu yok. ilaçlarla kendimi uyuşturabilirim. veyahut daha ağırlarıyla bir yaşayan ölüye dönüşebilirim. bir operaya gider, saf saf bakınır etrafa ve mutlu olduğumu sanırım. yaşarım. gülümserim insanlara ve kimseye geçmişimden bir şeyi belli etmem. ardından alkışlarım. derin derin bakan ama bir şey söylemeyen gözlerle yaşayıp gider, aylaklık yaparım. ama böyle yaşamak istemiyorum. varsın içimdeki ateş beni yakmaya devam etsin.
[ bir deliyi tımarhaneye kapatmışlar sırf toplum ondan korkuyor diye. devlet teorisine giriş, ders bilmem kaç! ]
eh... bir ruh hastalığına sahip olmadığımın hemen hemen farkında gibiyim. isimlendirme konusunda doktorlar çok başarılı. ben sanırım katılmıyorum. ama katılmamam da gerçeği değiştirmez. "gerçek"... kimin gerçeğiyse artık. insan doğasından bu kadar tiksinmek ve ona uygun hareket edememekse hastalığım, kabul. ama niçin? niçin bencil olmalı, sevmemeli, kendini kaptırmamalı insan? "oh! sevgili piyanist!" deseler, "senin acın sevgisizliğindenmiş!" saçmalamayın derim. kelimelerle oyun oynuyorum o kadar. ya da kendimi kandırıyorum. çünkü her şey mümkün! hanımlar, baylar; her şey mümkün. insan doğasına kendimi teslim etmedim henüz. ve bundan hoşnut sayılırım. acı çekiyorum, her gün. çünkü yaşamak da insan doğasının bir parçası. lakin anlaşılması gereken şey şu: insan olmaktan mutluyum ben. yani yaşamaktan. fakat onlar gibi yaşayamıyorum. kim gibi? sizin gibi. sizin neyiniz var? sahiden soruyorum, niçin ötekileştirmeye gidiyorum? çünkü siz anlamıyorsunuz. neyi? insan olmanın ne demek olduğunu. bir fidana bakıp da gözyaşı dökmenin ne demek olduğunu anlamıyorsunuz. gerçeği ve yaşamı her an görmeyi anlamıyorsunuz. acıyı özümsemek nedir bilmiyorsunuz. merhamet ise size çok uzak bir kavram. gerçekten merhametli olduğunuzu sanıyorsunuz, ayda yılda bir hayır kurumlarına bağışlar yapıyorsunuz, sırf kendinizi aklamak için. sırf ben iyi biriyim diyebilmek için. ama siz insanlar, unutuyorsunuz insan olmanın ne demek olduğunu. bütün oynanan oyunların kendi çıkarınıza hizmet ettiğini anlayamıyorsunuz, anlayamadığınızı kabul etmiyorsunuz, yardımsever görünmeye devam ediyorsunuz; ta ki biri ya da bir şey çıkarınıza karşı davranana kadar. oracıkta yardım etmiş, sevmişseniz bile o şeyi; öldürüveriyorsunuz. başlangıçta haykırırsınız "ben merhamet ve sevgi doluyum" diye. ne zaman birisi acıtırsa canınızı, o gülü oracıkta yakıveriyorsunuz. zamanında koklamış, sevmiş, hediye etmiştiniz ama ne zaman battı, o zaman küle çevirdiniz onu. işte insan doğası bu. bakın topluma, yaşadığımız şu gezegende yere çöp atmamanın bilincinde olan kaç kişi var? "ben erdemli bir insanım." hayır, hayır; siz erdemli bir insan değilsiniz bayım. yalnızca yere çöp atmayarak kendinizi düşünüyorsunuz. ne gezegeni ne de başka birisini. yalnızca kendinizi.
ama burada korkunç bir gerçek daha var. bütün bu anlatılanların saçmalıktan öteye gidemeyecek olabilmesi. insanoğlu zaten evrimsel boyutta kendine hizmet etmek için yaratılmamış mıydı? hayatta kalıyor herkes. ama kimse ölmeye cesaret edemiyor. kimse kendi canını ikinci plana alamıyor. niçin? ve gerçekten kendimizi ikinci plana mı almalıyız bu hayatta? bütün psikoloji bunu reddedecektir. buyruğu altında yaşadığımız normlar bizi bu hale getiriyor: kendi malın her şeyden kıymetlidir. zaten insan burada hata yaptı: leviathan'ı yarattı. belki de hata yapmadı... belki olması gereken buydu. belki psikolojinin bazılarını deli olarak görmesi haklıdır bu yüzden falan filan. ama uzatmayacağım. sıkıldım.
işte bu anlatılanlardan insan doğasının bir diğer boyutuna geliyoruz: belirsizlikler üzerinden hayatı kurgulayan bir adamın portresi. ve her şey işte bu noktada anlamını yitiriyor. bazılarını kıskanıyorum. ben bunları düşünürken onlar yeni aldığı cep telefonuyla mutlu oluyor. fakat yine bencillikle bezeli, hayatı anlamlandırma derdinde değil, yaşamın güzelliğini göremiyor. fakat benim aksime yaşamın karanlığını da öyle.
herkes diyecektir yaşam bu ikisinin varlığıyla var. biliyorum. sorun bunun bilincinde olmak. ve bu bilinçlilik halinin çok yüksek olması. bazıları bunu yüzeysel olarak adlandırıp yaşamlarına devam ediyor. imreniyorum sizlere.
bazılarıysa hiç farkında değil. size de imreniyorum.
ve bazılarıysa... işte benim gibi. insan doğasından ölesiye tiksiniyor ve insan doğasından bağımsız yaşayamıyor. ya bir şeyler koymalı böyleleri ortaya (sanat, sevgi gibi), yani enerjilerini bir şeye odaklamalılar tamamen; ya da ansızın kafalarına sıkıp bu dünyadan vazgeçmeliler.
bütün tabloyu gördüğümü sanıyorum. fakat bunun bir sanrı olabileceğinin de farkındayım. bu yüzden, bana her şeyi görebildiğimi söyleme cesareti veriyor bu. illaki bir şüphe payı bırakıyorum ki her şeyi kabullenebileyim. işte bunu kabullenmem neticesinde arasında bulunduğum karanlık ve aydınlık beni daha da sert darbelerle kilitliyor gerçekliğime.
yani kendimi hiçbir şekilde yüceltmediğimin de farkına varıyorum. ötekileştirmeye gidip kendi kıymetimin daha fazla olduğuna inandıramıyorum. birçokları inandırıyor. bense olanca sıradanlığımla kendime nefret kusuyorum. fakat burada yine bir ötekileştirmeye gidip kendimi aklamaya çalışmadığımın bilincindeyim. sorun da burada.
düşünmemeli. asla düşünmemeli.
p// partita no. 2, bwv 826 c-moll: i. "sinfonia"
ama bu kadar felsefe yeter. bütün bu düşüncelerin arasında hiç mi nefes alacak yerim yoktu benim?
öylesine gururla çekiyorum ki tatlı havayı ciğerlerime, beni gören yaşam sevinciyle dolar.
odamdan çıkmış ve nihayet dışarı adımımı atmıştım. ne kadar gün olmuştu sahi? epey. gerçi çıkmak işime de gelmiyordu pek; açlıktan ölmüş ve çürümeye yüz tutmuş bedenimi bulmalarını istemediğimden belki de çıkıvermiştim. "yeter ki bulunmayayım!"
dış dünyada sevmeye ve anlamaya değer bir şeyler aramaya başladım. insanlarla başlangıçta iletişimi tutturmakta zorlandım, yalan değil. ve bu durum yaklaşık iki yıl devam etti. zaten dipteydim. kaybedecek bir şeyim yoktu. o halde konuşmaya çalışmamam için bir neden yoktu. özgüvenli olmalı ve birileriyle konuşmalıydım. sokaktan birilerini çevirir, rastgele bir şey sorardım. örneğin saati. saatim vardı ya gerçi... "siz, bayım, saatin kaç olduğunu söyler misiniz acaba?" -oh, saat altıyı altı geçiyor delikanlı! vs. vs...
ama kendimden ve yaşadıklarımdan -özellikle de böylesine anlamsız detaylardan- bahsetmeyi sevmediğimi anlıyorum şimdi. o yüzden bu kısmı geçelim. gerçi bunu anlatmak bir şey kazandırmayacaktır hiçbir okura. (gerçi tüm yazı için bunu söyley-)
eh! gerçekten eh! sanıyor musunuz ki piyanist bu sözleri edebiyat olsun diye söylüyor? utanıyor ve korkuyor. (korkak herifin teki çıktı! kutlama yapmalıyız!) hayatındaki önemli ayrıntıları döküp de utancını katlamayacak! susacak!
bu noktadan sonra neyden bahsedeceğimi ben de kestiremiyorum. öfkeliyim birazcık. ve işin garibi eskiden öfkelenemezdim bile! artık öfkelenebiliyorum! şu merhametimi bir kenara bırakmayı öğrenmeye çalışıyorum. alttan almamaya çalışıyorum. hem böylece farklı bir pencere açabilirim hayatıma.
fakat bu olumlamanın da bir yanlışlığı var. benim evim sadece bir sokağa bakıyor.
ahhh, belki taşınırım... belki değişir! belki farkına varırım nihayet!
ama öfke? insan niçin öfke duyar? öfkeyi hak eder mi insanlar?
sadece biraz sarhoşum.
hak ederler tabii ya. sahtekarlıkları ve gösterişçilikleri sayesinde hak ederler. sayesinde, evet! yalnızca ben değil, onlar da ölmeli bu hayatta. ama gerçeği anlayamayacaklar. anlasalar bile -küçük bir ihtimal- kafalarına sıkacak cesarete asla sahip olamayacaklar. biliyorum. tanıyorum. güzel yüzleri ve tatlı sözleriyle aramızdalar. ama üçkağıtçılar! gerçeği biliyorlar ve gerçeği göremeyen diğer insanları da kendi gerçekleriyle kandırıyorlar. buna nasıl güç bulabiliyorsunuz! beni öldürmeseydiniz, ne olurdu sanki?
bütün karanlıkların ardında daha da derin bir karanlık varmış. dip sonsuzdur elbette. fakat bu nasıl bir karanlık böyle?
gün ışıyor tüm güzelliğiyle penceremden. hiçbir söze gerek yok artık. süslü cümlelerden de şu baş ağrıtan düşüncelerden de yoruldum. yolun sonuna geliyoruz.
bütün bu yazıyı yazmam anlamsızdı belki de. evet. lakin hiçbir sözüm anlaşılmasa da ve dinlenmek istemesem de kendimi ifade etme fırsatı buluyorum. benliğimi haykırıyorum. bazıları gülüp geçecektir. ama onları da yüce gönüllülükle karşılıyorum. karşılamalıyım. yaşama saygım var benim. merhametliyim. ve içimdeki bu merhamet beni öldürüyor.
her ne kadar yazdıysam da anlam bütünlüğünden yoksun bir yazı olduğunu düşünmeden edemiyorum. kelimeler, kelimeler... yetersiz. gözlerimin içine baksaydınız tüm gerçeği görürdü bazıları. çünkü yaşam bu. kucaklanmalı.
fakat zamanı gelince çekip gitmeyi bilmeli hanımlar, baylar. hiçbir şeyin önemi olmadığı hakkında boşuna konuşmuyorum. yine de bu mesajın, tanımın, mektubun, yazının, artık her ne isim koyuyorsanız onun bir anlamı var. en azından benim için. bu yüzden utanç duymamalıyım. yaşananlar yaşanmış olarak kalmalı ve insan usulca kabullenmeli yaşamla ölümü. ayrıyeten okurların bazıları da alt metni kendi içlerinde tartışacaktır. buna minnettar olurum.
yine de saçma sapan bir yazı. bir anlamı yoktu, demiştim. (tutarsız konuşuyorsun, tutarsız!) yine de gidiyorum bu tutarsızlıklarımla. toparlanmalıyım, yaşama tutunmalıyım. kötü birisi değilim... bazılarınız bu kötü birisi değilim lafını oldukça basit anlayacaktır. sokaktan geçen birisinin kötü biri değilim demesi gibi veya tanıdık olan birisinin iyi hissetmediğini belirtmesi gibi. insanların anlama yetisinden çok şey beklememeliyim. birçoğu akıldan yoksun hali hazırda. ve orada burada bizi gözettiklerinden, yönettiklerinden, sevdiklerinden söz ediyorlar. sadece mide bulandırıcı. tüm bu toplum mide bulandırıcı aslına bakarsanız. halen aramızda olup da bizleri kandırmaları yok mu! güler yüzleriyle kapıyı açıyorlar sizlere ve ardından kapıyı arkanızdan kilitleyip gülüveriyorlar. ama zaten herkes bunun farkında. öyle değil mi? yoksa farkında da olmayabilir. ya da belki ben kafamda kuruyorumdur. bilmiyorum. sadece dinlenmeye ihtiyacım var.
bu yazıyı atıp da inzivaya çekilmek oldukça dramatik bir fikir. bundan kaçınmak adına belki de bunun hemen arkasından başka tanımlar girip giderim.
sadece güçlü olmak istemiyorum bir sefer. yalnızca ağlamalıyım. anlayın beni. bu itiraf, bu safsatalar hep bir parçası ağlamanın. fakat bunu demek ile insanlara ne kadar anlam yüklediğimizin göstergesi. kimin yanında güçlü oluyoruz sanki... sahtekarların canı cehenneme. lanetleriyle bir ömür yaşasınlar. diğerleriyse anlamadan yoksun zaten. kimin yanında güçlü? kimsenin.
en azından kendi düşüncemi korkusuzca anlatabildim. çekinmeden eleştirdim, sövdüm, saydım, anlattım... bu itirafın sonuna gelelim öyleyse. daha da yazardım... ama yeter. dinlenmeli, iyileşmeliyim. belki ileride gelir, tekrar yazarım. hem günlük gibi de oldu. biraz hoş, bence.
içimde olup biten ne varsa yazmak isterdim. belki kaç yıldır yazmaya çalıştığım kitabımı bitiririm. yeni taslaklar oluştururum. ya da ne bileyim, yurtdışına çıkarım. ya da bir bakarım tekrardan dönüp buraya gelmişim! insanlardan haz etmeyen ben, onlardan da ayrı kalamamış olur!
ama biliyorum. dostlarımı kaybetmeye devam edeceğimi biliyorum. şu huysuz olduğundan bahsedilen insanlardan birine dönüşeceğim, bilincindeyim bunun. kimseyle geçinemeyeceğim. kısa süreli ilişkiler, arkadaşlıklar... ne denir? geleceği kafamda kurmam mantıklı değil. yine de az çok kendimi tanıyorum. ve bir noktada aydınlık halen var. bunun için çabalayacağım, tedavi olacağım ve yere basacağım. tabii teoride... pratikte ne yapacağımı kim bilir? ben bilmiyorum. dengesizliğimle mücadele ederken ayağım takılıp düşmem umarım. ve bu ayağının takılabilmesinin bilincinde olmak, işte bu insanı sıkıştırıyor ve geriyor. bu gerginlikten kurtulmak için insan kendini salıvermeli biraz. ama salıverirsem de işte o zaman bir rehavet anıyla kafama sıkmam bir olur. ya da kendi kendime karıştırıyorum durumu. bilmiyorum. yetti bu kadar yazdığım.
epey pesimist bir yazı olduğu kabul. ama bu seferlik, sadece bu seferlik insanlar ne der diye düşünmeyeceğim. ne derseniz deyin.
işte size günahın karanlık tortusu.
kendi başlığımın altına kendi hakkımda bir şeyler yazmak sanırım bir hakkımdır. karalayacağım bir şeyler. kendi tanımımı yazdıklarımla veriyorum zaten fakat buraya yazdığım biraz daha olağandışı olacaktır.
uzun bir yazı olacak o yüzden şimdiden okumayı bırakıp daha önemli işlerinize yönelebilirsiniz. baştan söyleyeyim: bu satırları yazan kişi yazdığı her saniyeden tiksinecek, her an çekip gitmeye davranacak. fakat bu satırların yazarı yine de kendini zorlayacak anlatmak için. yani bütün bu trajedinin, komedinin bir saçmalıktan öteye gitmeyeceğini ben de kabul ediyorum bir bakıma. ve iç karartıcı olduğunun altını çizmem gerekir yazılanların. ama bir aydınlık da barındırıyor olamaz mı? yaşam gibi...
ayrıyeten siz dostlarım, arkadaşlarım, yabancılarım ve düşmanlarım; sizinle benim aramda olsun bu yazdıklarım. pek çok dostum dahi bu yazıyı okumaktan imtina edecektir. ben olsam ben de ederdim, yalan yok. pek kişisel bir yazı sayılabilir. hem kendime yazdığım kısım ağır basıyor, başkalarına yazdığım kısım muhtemelen üç beş paragraf. her neyse. tüm sözleri baştan savmak için bir savunma üretiyorum kendimce, devam edeyim.
bir veda niteliğinde olacaktır yazdıklarım, diğer yandan bir teşekkür yazısıdır. kime ve niçin? benimle konuşan ve biraz olsun yüzümü güldüren kimselere teşekkür. sözlüğün kurulmasına vesile olan herkese bir teşekkür. karşıma çıktıkları gerçeklerle beni düşündüren ve hüzünlendirenlere teşekkür. ve vesaire vesaire... üslubumu bağışlayın. pek önemsiz bir şey yazacağım. yine de okunursa... okunmuş olur.
niçin veda olduğuna gelirsek. önceden burasının gidişatından memnun olmadığımı söylemiştim. yani sadece benim fikrim bu. sadece bu memnuniyetsizlik hissi bastırdı, huzursuzluğu doğurdu. haliyle burada kalmam güçleşti. fakat huzursuzluğun sözlükle de pek ilgisi yok. kişisel sebep dedikleri şey benimki.
burası güzel bir ortam, yalan değil. birçok insanla tanıştım, konuştum. arkadaş oldum. ve arkadaşlığımı ilerlettim ve tanıdım ve anladım vs. vs... hoştu her şey. başlangıçtaki sayımız azdı ve belki de bu yüzden bu kadar hoşuma gitmişti bu ortam. yalan değil, ilk kez bir sözlük ortamındaydım. moderatör de oldum, radyo sunucusu da. artık ne kadar layığıyla yapabildiysem işimi... sonra, agora meyhanesi'ni kurmak başlı başına bir keyifti benim için. ve eh... beni insanlara yakınlaştırdı.
buradan yazamadığım, konuşamadığım, epeydir görüşmediğim arkadaşlarıma kucak dolusu sevgiler! bireysel olarak veda etmeyi isterdim ama buradan veda ediyorum işte. haykırıyorum sizleri sevdiğimi. her bir sohbetiniz, cümleniz benimki türünden bir yaratılışa sahip birisi için paha biçilmezdi. ve bu cümlede söylemek istediğim az sonraki yazdıklarımda daha iyi anlaşılacaktır. ve bu cümleden sonrası kişisel olacaktır.
beni insanlara yakınlaştırdı diyorum çünkü -beni takip edenler de bilecektir- sanırım, epey karanlıktayım. ve bu karanlıkta olduğum süre o kadar uzun bir geçmişe dayanıyor ki! (hali hazırda yazının gidişatını bu parantez aracılığıyla göreceksinizdir, gerisini okumaktan vazgeçebilirsiniz, çünkü silmeyeceğim.) bunun sıradan bir karanlıkta kalma durumu olmadığını da biliyorum. yani şöyle bir şey vardır psikolojide: hasta olan hastalığını reddetmeye daha meyillidir. * yani bunu söylemem belki de söylediklerimi haklı çıkarmayacak, aksine hastalığımın boyutunu bir kat daha artıracak. bilmiyorum. ben şüpheci bir adamım. her şeye duyduğum şüphe, beni içten içe öldürüyor. karanlık ve aydınlığın arasında bir yere mıhladı beni. bir yanımda cennet, öbür yanımda cehennem. bunun nasıl bir his olduğunu tam olarak anlatamam, lakin anlatmaya yaklaşabilirim sanıyorum.
[ ve ne desem bilemedim. demiştim ya başta çekip gitmeye davranacağım diye, bu durum beni kelimelerle boğuşturuyor. lafı evirip çeviriyorum. ömrüm boyu yapmaktan vazgeçemediğim şeydir. bir türlü kendini ifade edememek, anlatamamak. ne kadar korkunç bir duygu olduğunu anlatmama gerek yoktur sanırım. her neyse devam edeceğim. ]
içimi olduğu gibi göstermek istiyorum sizlere! yemin ediyorum korkuyorum. kendimi bağımlılıkların kollarına bıraktım. pişman değilim. zaten yaşamak istemiyordum, bunu fark ettim. vebalı bir insanım. ve vebam o kadar büyük ki gerçekten gören birileri olsa bile kaçıyor. bana aşık olan da benim aşık olduğum da... ailem de dostlarım da... kime sorsak yalnızım der. karanlıktayım der belki, evet. kendimden bahsetmekten o yüzden nefret ediyorum. o yüzden susuyorum. o yüzden yazıyorum ve yazdıklarımda bu durumdan nefret ettiğimi söylüyorum. fakat bunu derken de hemen ardından bir sahtekar olduğumu iliştiriyorum ki adım temize çıkmasın. niçin? insan doğasından bu denli tiksindiğim için mi? kendimi temize çıkarırsam eğer, insanlardan farkım kalmaz diye mi? kimilerinizin "popülizm" dediğinden mi? hiçbir şey. hiçbir şey umurumda değil. aslında umurumda da... anlayın işte.
geçmişte, kapatmıştım kendimi eve. aylarca çıkmadım. kimseyle konuşmadım. neden? bir aydınlanma mı gelmişti? hakikat dedikleri şeyi mi keşfetmiştim de yaşamdan elimi ayağımı çekmiştim? hiçbir sorun yoktu ortada. yalnızca geçmişimi arkamda bırakmanın verdiği ferahlık vardı. ama yine de kendime duyduğum nefreti saklayamadım, gizleyemedim kendimden bunu. o denli acı çekiyordum ki bu acımı kimseyle paylaşmak istemedim. ölmekten korkmuyordum, yaşamaktan korkuyordum. yemek yemek istemiyor, yatağımdan çıkmıyordum. bakın, ben psikolojiye pek de inanabilen bir kimse değilim. "soyut düşünme becerisi yüksek" bir insan olduğumu söyleyeceklerini ve anlatacağım onca felsefenin arasında haklı olduğumu söyleyeceklerini biliyordum. toplumu olduğu gibi kabul etmemi ve yüreğimin etrafına ördüğüm kalın duvarları aşmam gerekeceğini söyleyeceklerini biliyordum. şu anda da aynını söylüyorlar. halen tedavi oluyorum. tedavi! ne hikmetse artık... zihnimin yerinde olduğunu biliyorum ama sanırım fazla düşünen ve sorgulayan bir kimseyim. hiçbir şey olduğu yok. ilaçlarla kendimi uyuşturabilirim. veyahut daha ağırlarıyla bir yaşayan ölüye dönüşebilirim. bir operaya gider, saf saf bakınır etrafa ve mutlu olduğumu sanırım. yaşarım. gülümserim insanlara ve kimseye geçmişimden bir şeyi belli etmem. ardından alkışlarım. derin derin bakan ama bir şey söylemeyen gözlerle yaşayıp gider, aylaklık yaparım. ama böyle yaşamak istemiyorum. varsın içimdeki ateş beni yakmaya devam etsin.
[ bir deliyi tımarhaneye kapatmışlar sırf toplum ondan korkuyor diye. devlet teorisine giriş, ders bilmem kaç! ]
eh... bir ruh hastalığına sahip olmadığımın hemen hemen farkında gibiyim. isimlendirme konusunda doktorlar çok başarılı. ben sanırım katılmıyorum. ama katılmamam da gerçeği değiştirmez. "gerçek"... kimin gerçeğiyse artık. insan doğasından bu kadar tiksinmek ve ona uygun hareket edememekse hastalığım, kabul. ama niçin? niçin bencil olmalı, sevmemeli, kendini kaptırmamalı insan? "oh! sevgili piyanist!" deseler, "senin acın sevgisizliğindenmiş!" saçmalamayın derim. kelimelerle oyun oynuyorum o kadar. ya da kendimi kandırıyorum. çünkü her şey mümkün! hanımlar, baylar; her şey mümkün. insan doğasına kendimi teslim etmedim henüz. ve bundan hoşnut sayılırım. acı çekiyorum, her gün. çünkü yaşamak da insan doğasının bir parçası. lakin anlaşılması gereken şey şu: insan olmaktan mutluyum ben. yani yaşamaktan. fakat onlar gibi yaşayamıyorum. kim gibi? sizin gibi. sizin neyiniz var? sahiden soruyorum, niçin ötekileştirmeye gidiyorum? çünkü siz anlamıyorsunuz. neyi? insan olmanın ne demek olduğunu. bir fidana bakıp da gözyaşı dökmenin ne demek olduğunu anlamıyorsunuz. gerçeği ve yaşamı her an görmeyi anlamıyorsunuz. acıyı özümsemek nedir bilmiyorsunuz. merhamet ise size çok uzak bir kavram. gerçekten merhametli olduğunuzu sanıyorsunuz, ayda yılda bir hayır kurumlarına bağışlar yapıyorsunuz, sırf kendinizi aklamak için. sırf ben iyi biriyim diyebilmek için. ama siz insanlar, unutuyorsunuz insan olmanın ne demek olduğunu. bütün oynanan oyunların kendi çıkarınıza hizmet ettiğini anlayamıyorsunuz, anlayamadığınızı kabul etmiyorsunuz, yardımsever görünmeye devam ediyorsunuz; ta ki biri ya da bir şey çıkarınıza karşı davranana kadar. oracıkta yardım etmiş, sevmişseniz bile o şeyi; öldürüveriyorsunuz. başlangıçta haykırırsınız "ben merhamet ve sevgi doluyum" diye. ne zaman birisi acıtırsa canınızı, o gülü oracıkta yakıveriyorsunuz. zamanında koklamış, sevmiş, hediye etmiştiniz ama ne zaman battı, o zaman küle çevirdiniz onu. işte insan doğası bu. bakın topluma, yaşadığımız şu gezegende yere çöp atmamanın bilincinde olan kaç kişi var? "ben erdemli bir insanım." hayır, hayır; siz erdemli bir insan değilsiniz bayım. yalnızca yere çöp atmayarak kendinizi düşünüyorsunuz. ne gezegeni ne de başka birisini. yalnızca kendinizi.
ama burada korkunç bir gerçek daha var. bütün bu anlatılanların saçmalıktan öteye gidemeyecek olabilmesi. insanoğlu zaten evrimsel boyutta kendine hizmet etmek için yaratılmamış mıydı? hayatta kalıyor herkes. ama kimse ölmeye cesaret edemiyor. kimse kendi canını ikinci plana alamıyor. niçin? ve gerçekten kendimizi ikinci plana mı almalıyız bu hayatta? bütün psikoloji bunu reddedecektir. buyruğu altında yaşadığımız normlar bizi bu hale getiriyor: kendi malın her şeyden kıymetlidir. zaten insan burada hata yaptı: leviathan'ı yarattı. belki de hata yapmadı... belki olması gereken buydu. belki psikolojinin bazılarını deli olarak görmesi haklıdır bu yüzden falan filan. ama uzatmayacağım. sıkıldım.
işte bu anlatılanlardan insan doğasının bir diğer boyutuna geliyoruz: belirsizlikler üzerinden hayatı kurgulayan bir adamın portresi. ve her şey işte bu noktada anlamını yitiriyor. bazılarını kıskanıyorum. ben bunları düşünürken onlar yeni aldığı cep telefonuyla mutlu oluyor. fakat yine bencillikle bezeli, hayatı anlamlandırma derdinde değil, yaşamın güzelliğini göremiyor. fakat benim aksime yaşamın karanlığını da öyle.
herkes diyecektir yaşam bu ikisinin varlığıyla var. biliyorum. sorun bunun bilincinde olmak. ve bu bilinçlilik halinin çok yüksek olması. bazıları bunu yüzeysel olarak adlandırıp yaşamlarına devam ediyor. imreniyorum sizlere.
bazılarıysa hiç farkında değil. size de imreniyorum.
ve bazılarıysa... işte benim gibi. insan doğasından ölesiye tiksiniyor ve insan doğasından bağımsız yaşayamıyor. ya bir şeyler koymalı böyleleri ortaya (sanat, sevgi gibi), yani enerjilerini bir şeye odaklamalılar tamamen; ya da ansızın kafalarına sıkıp bu dünyadan vazgeçmeliler.
bütün tabloyu gördüğümü sanıyorum. fakat bunun bir sanrı olabileceğinin de farkındayım. bu yüzden, bana her şeyi görebildiğimi söyleme cesareti veriyor bu. illaki bir şüphe payı bırakıyorum ki her şeyi kabullenebileyim. işte bunu kabullenmem neticesinde arasında bulunduğum karanlık ve aydınlık beni daha da sert darbelerle kilitliyor gerçekliğime.
yani kendimi hiçbir şekilde yüceltmediğimin de farkına varıyorum. ötekileştirmeye gidip kendi kıymetimin daha fazla olduğuna inandıramıyorum. birçokları inandırıyor. bense olanca sıradanlığımla kendime nefret kusuyorum. fakat burada yine bir ötekileştirmeye gidip kendimi aklamaya çalışmadığımın bilincindeyim. sorun da burada.
düşünmemeli. asla düşünmemeli.
p// partita no. 2, bwv 826 c-moll: i. "sinfonia"
ama bu kadar felsefe yeter. bütün bu düşüncelerin arasında hiç mi nefes alacak yerim yoktu benim?
öylesine gururla çekiyorum ki tatlı havayı ciğerlerime, beni gören yaşam sevinciyle dolar.
odamdan çıkmış ve nihayet dışarı adımımı atmıştım. ne kadar gün olmuştu sahi? epey. gerçi çıkmak işime de gelmiyordu pek; açlıktan ölmüş ve çürümeye yüz tutmuş bedenimi bulmalarını istemediğimden belki de çıkıvermiştim. "yeter ki bulunmayayım!"
dış dünyada sevmeye ve anlamaya değer bir şeyler aramaya başladım. insanlarla başlangıçta iletişimi tutturmakta zorlandım, yalan değil. ve bu durum yaklaşık iki yıl devam etti. zaten dipteydim. kaybedecek bir şeyim yoktu. o halde konuşmaya çalışmamam için bir neden yoktu. özgüvenli olmalı ve birileriyle konuşmalıydım. sokaktan birilerini çevirir, rastgele bir şey sorardım. örneğin saati. saatim vardı ya gerçi... "siz, bayım, saatin kaç olduğunu söyler misiniz acaba?" -oh, saat altıyı altı geçiyor delikanlı! vs. vs...
ama kendimden ve yaşadıklarımdan -özellikle de böylesine anlamsız detaylardan- bahsetmeyi sevmediğimi anlıyorum şimdi. o yüzden bu kısmı geçelim. gerçi bunu anlatmak bir şey kazandırmayacaktır hiçbir okura. (gerçi tüm yazı için bunu söyley-)
eh! gerçekten eh! sanıyor musunuz ki piyanist bu sözleri edebiyat olsun diye söylüyor? utanıyor ve korkuyor. (korkak herifin teki çıktı! kutlama yapmalıyız!) hayatındaki önemli ayrıntıları döküp de utancını katlamayacak! susacak!
bu noktadan sonra neyden bahsedeceğimi ben de kestiremiyorum. öfkeliyim birazcık. ve işin garibi eskiden öfkelenemezdim bile! artık öfkelenebiliyorum! şu merhametimi bir kenara bırakmayı öğrenmeye çalışıyorum. alttan almamaya çalışıyorum. hem böylece farklı bir pencere açabilirim hayatıma.
fakat bu olumlamanın da bir yanlışlığı var. benim evim sadece bir sokağa bakıyor.
ahhh, belki taşınırım... belki değişir! belki farkına varırım nihayet!
ama öfke? insan niçin öfke duyar? öfkeyi hak eder mi insanlar?
sadece biraz sarhoşum.
hak ederler tabii ya. sahtekarlıkları ve gösterişçilikleri sayesinde hak ederler. sayesinde, evet! yalnızca ben değil, onlar da ölmeli bu hayatta. ama gerçeği anlayamayacaklar. anlasalar bile -küçük bir ihtimal- kafalarına sıkacak cesarete asla sahip olamayacaklar. biliyorum. tanıyorum. güzel yüzleri ve tatlı sözleriyle aramızdalar. ama üçkağıtçılar! gerçeği biliyorlar ve gerçeği göremeyen diğer insanları da kendi gerçekleriyle kandırıyorlar. buna nasıl güç bulabiliyorsunuz! beni öldürmeseydiniz, ne olurdu sanki?
bütün karanlıkların ardında daha da derin bir karanlık varmış. dip sonsuzdur elbette. fakat bu nasıl bir karanlık böyle?
gün ışıyor tüm güzelliğiyle penceremden. hiçbir söze gerek yok artık. süslü cümlelerden de şu baş ağrıtan düşüncelerden de yoruldum. yolun sonuna geliyoruz.
bütün bu yazıyı yazmam anlamsızdı belki de. evet. lakin hiçbir sözüm anlaşılmasa da ve dinlenmek istemesem de kendimi ifade etme fırsatı buluyorum. benliğimi haykırıyorum. bazıları gülüp geçecektir. ama onları da yüce gönüllülükle karşılıyorum. karşılamalıyım. yaşama saygım var benim. merhametliyim. ve içimdeki bu merhamet beni öldürüyor.
her ne kadar yazdıysam da anlam bütünlüğünden yoksun bir yazı olduğunu düşünmeden edemiyorum. kelimeler, kelimeler... yetersiz. gözlerimin içine baksaydınız tüm gerçeği görürdü bazıları. çünkü yaşam bu. kucaklanmalı.
fakat zamanı gelince çekip gitmeyi bilmeli hanımlar, baylar. hiçbir şeyin önemi olmadığı hakkında boşuna konuşmuyorum. yine de bu mesajın, tanımın, mektubun, yazının, artık her ne isim koyuyorsanız onun bir anlamı var. en azından benim için. bu yüzden utanç duymamalıyım. yaşananlar yaşanmış olarak kalmalı ve insan usulca kabullenmeli yaşamla ölümü. ayrıyeten okurların bazıları da alt metni kendi içlerinde tartışacaktır. buna minnettar olurum.
yine de saçma sapan bir yazı. bir anlamı yoktu, demiştim. (tutarsız konuşuyorsun, tutarsız!) yine de gidiyorum bu tutarsızlıklarımla. toparlanmalıyım, yaşama tutunmalıyım. kötü birisi değilim... bazılarınız bu kötü birisi değilim lafını oldukça basit anlayacaktır. sokaktan geçen birisinin kötü biri değilim demesi gibi veya tanıdık olan birisinin iyi hissetmediğini belirtmesi gibi. insanların anlama yetisinden çok şey beklememeliyim. birçoğu akıldan yoksun hali hazırda. ve orada burada bizi gözettiklerinden, yönettiklerinden, sevdiklerinden söz ediyorlar. sadece mide bulandırıcı. tüm bu toplum mide bulandırıcı aslına bakarsanız. halen aramızda olup da bizleri kandırmaları yok mu! güler yüzleriyle kapıyı açıyorlar sizlere ve ardından kapıyı arkanızdan kilitleyip gülüveriyorlar. ama zaten herkes bunun farkında. öyle değil mi? yoksa farkında da olmayabilir. ya da belki ben kafamda kuruyorumdur. bilmiyorum. sadece dinlenmeye ihtiyacım var.
bu yazıyı atıp da inzivaya çekilmek oldukça dramatik bir fikir. bundan kaçınmak adına belki de bunun hemen arkasından başka tanımlar girip giderim.
sadece güçlü olmak istemiyorum bir sefer. yalnızca ağlamalıyım. anlayın beni. bu itiraf, bu safsatalar hep bir parçası ağlamanın. fakat bunu demek ile insanlara ne kadar anlam yüklediğimizin göstergesi. kimin yanında güçlü oluyoruz sanki... sahtekarların canı cehenneme. lanetleriyle bir ömür yaşasınlar. diğerleriyse anlamadan yoksun zaten. kimin yanında güçlü? kimsenin.
en azından kendi düşüncemi korkusuzca anlatabildim. çekinmeden eleştirdim, sövdüm, saydım, anlattım... bu itirafın sonuna gelelim öyleyse. daha da yazardım... ama yeter. dinlenmeli, iyileşmeliyim. belki ileride gelir, tekrar yazarım. hem günlük gibi de oldu. biraz hoş, bence.
içimde olup biten ne varsa yazmak isterdim. belki kaç yıldır yazmaya çalıştığım kitabımı bitiririm. yeni taslaklar oluştururum. ya da ne bileyim, yurtdışına çıkarım. ya da bir bakarım tekrardan dönüp buraya gelmişim! insanlardan haz etmeyen ben, onlardan da ayrı kalamamış olur!
ama biliyorum. dostlarımı kaybetmeye devam edeceğimi biliyorum. şu huysuz olduğundan bahsedilen insanlardan birine dönüşeceğim, bilincindeyim bunun. kimseyle geçinemeyeceğim. kısa süreli ilişkiler, arkadaşlıklar... ne denir? geleceği kafamda kurmam mantıklı değil. yine de az çok kendimi tanıyorum. ve bir noktada aydınlık halen var. bunun için çabalayacağım, tedavi olacağım ve yere basacağım. tabii teoride... pratikte ne yapacağımı kim bilir? ben bilmiyorum. dengesizliğimle mücadele ederken ayağım takılıp düşmem umarım. ve bu ayağının takılabilmesinin bilincinde olmak, işte bu insanı sıkıştırıyor ve geriyor. bu gerginlikten kurtulmak için insan kendini salıvermeli biraz. ama salıverirsem de işte o zaman bir rehavet anıyla kafama sıkmam bir olur. ya da kendi kendime karıştırıyorum durumu. bilmiyorum. yetti bu kadar yazdığım.
epey pesimist bir yazı olduğu kabul. ama bu seferlik, sadece bu seferlik insanlar ne der diye düşünmeyeceğim. ne derseniz deyin.
işte size günahın karanlık tortusu.
devamını gör...
meja (yazar)
sözlükte vakit geçirmeyi epey azaltmıştım fakat tesadüf ettiğim tanımlarını okumak o kadar keyifli oldu ki sözlüğe böyle bir yazar gerekmiş diyebilirim. sayın yazarım emeklerinize sağlık.
devamını gör...
pame radyo yayını
sözlük radyosunda bu akşam saat 22:30'da başlayacak olan "pame" adlı yunan müziği konulu programımın ilk bölümü.
haftanın son gününde, bir saatliğine ege'nin bize uzak görünen ama aslında pek yakın ezgilerine, sözlerine, sanatçılarına kulak vereceğiz. çokça müziğin olacağı yayında biraz şiir, bir parça da hikayesi yer alacak bu toprakların. her bölümde farklı bir alt temaya yer verilecek bu programda bazen bir besteci ya da müzisyenin eserlerine, bazen belirli bir döneme, bazense bizleri etkileyen gündelik bir konu üzerine yazılıp söylenmiş şarkılara rastlayacaksınız. yine her programda yunan müziğinin güncel haberlerinden, yaklaşan sanal etkinliklerden ve yeni çıkan albüm ya da tekli çalışmalardan bahsedilecek.
ilk programda ise, 21 mart dünya şiir günü nedeniyle, şiirlerden şarkılara dönüşen eserleri ele alacağız.
pasaportsuz vizesiz, her hafta yunan müziğine doğru bazen sakin bazen coşkulu bir gezintiye bekliyoruz.
pame!
haftanın son gününde, bir saatliğine ege'nin bize uzak görünen ama aslında pek yakın ezgilerine, sözlerine, sanatçılarına kulak vereceğiz. çokça müziğin olacağı yayında biraz şiir, bir parça da hikayesi yer alacak bu toprakların. her bölümde farklı bir alt temaya yer verilecek bu programda bazen bir besteci ya da müzisyenin eserlerine, bazen belirli bir döneme, bazense bizleri etkileyen gündelik bir konu üzerine yazılıp söylenmiş şarkılara rastlayacaksınız. yine her programda yunan müziğinin güncel haberlerinden, yaklaşan sanal etkinliklerden ve yeni çıkan albüm ya da tekli çalışmalardan bahsedilecek.
ilk programda ise, 21 mart dünya şiir günü nedeniyle, şiirlerden şarkılara dönüşen eserleri ele alacağız.
pasaportsuz vizesiz, her hafta yunan müziğine doğru bazen sakin bazen coşkulu bir gezintiye bekliyoruz.
pame!
devamını gör...
yusufçuk
yaklaşık bir yıl boyunca uçabilecek olgunluğa erişmek için suda larva olarak gelişimini tamamlamaya çalışan, uçmaya başladığında sivrisinek ve küçük arılarla beslenen,
erkeği sadece birkaç hafta sürecek hayatında neslini devam ettirmek için eş aramakla zamanını geçiren, ilk ve tek çiftleşmesi sonrasında da dişisi tarafından kafası yenmek suretiyle öldürülerek ömrünü tamamlayan bahtsız uçucu böcek.
peygamber devesi böceği ile ortak özellikleri olan bu alışkanlıkları, dilimizde çok kullanılan "başının etini yemek" deyiminin de çıkış noktasıdır.
erkeği sadece birkaç hafta sürecek hayatında neslini devam ettirmek için eş aramakla zamanını geçiren, ilk ve tek çiftleşmesi sonrasında da dişisi tarafından kafası yenmek suretiyle öldürülerek ömrünü tamamlayan bahtsız uçucu böcek.
peygamber devesi böceği ile ortak özellikleri olan bu alışkanlıkları, dilimizde çok kullanılan "başının etini yemek" deyiminin de çıkış noktasıdır.
devamını gör...
hipotermi
bireyin ısı kaybı ya da vücudunun yetersiz ısı üretmesinden kaynaklı vücut iç sıcaklığının normal değeri olan 37°c'nin, hatta 35°c'nin altına düşmesi olayıdır. hafif, orta ve şiddetli olmak üzere 3 döneme ayrılır. vücut iç sıcaklığının 30°c'nin altına düşüp hayatsal fonksiyonlarının yavaşladığı dönem, şiddetli hipotermidir. kişi koma halindedir. sıcaklığın 25'in altına düşmesi ile bilinç tamamen kapanır, kalbin durmasıyla ölüm meydana gelir.
devamını gör...
şule yüksel şenler
ülkeye zarar vermiş kişiler listesinin başında yer alan biridir. kim olduğunu bilmesek tatlı dille yutturacaksınız ya haha.
edit: siyasal islamcının dik alası ve kadın düşmanı biridir.
edit: siyasal islamcının dik alası ve kadın düşmanı biridir.
devamını gör...
papatya
diğer çiçeklere kıyasla hakkının yeterince teslim edilmediğini düşündüğüm sade ama şık çiçek. yani alın papatyaları bir kıza taç yapın. kızın gönlünde olağanüstü hal ilan etmiş olursunuz.
papatyalar güzeldir.
papatyalar güzeldir.
devamını gör...
misc radyo yayını
bir gün mutlaka yapacağım dediğin 3 şey söylesene. bak çok abartmadım, hadi :)
devamını gör...
sosyal medya dolandırıcılığı
yaşı geçmiş azgın dayıların sık sık kandığı bir dolandırıcılık türüdür.
devamını gör...
kleopatra
5 bale, 45 opera, 77 tiyatro oyunu, en az 7 filmin başrolündeki karekter.
yunan tarihçi pluartch: 'onun güzelliği göreni afallatacak bir güzellik değildi. büyüleyici olan onunla karşı karşıya gelmekti. dış görünüşü , ikna yeteneği , karakteriyle bir araya geldiğinde etkileyici oluyordu ses tonu haz verici, konuşması çok telli yaylı bir enstrüman sesi gibiydi.' diyordu.
o zamanlar roma'nın iki güçlü erkeği; jül sezara bir erkek evlat veriyor. 10 senedir uzun süre boyunca sevgilisi olan marcus antoniusa ise 3 çocuk...
insan bu güzelliği merak ediyor doğrusu.
bu güzelliğin anadolu'da da bıraktığı izler var.
marcus rivayete göre; alanya'yı büyük aşkı kleopatra'ya hediye ettiğini, hatta kleopatra'nın denize inebilmesi için kaleden sahile giden bir tünel yaptırdığını anlatıyor. bu yüzden damlataş plajı kleopatra adıyla anılıyor. hatta tarsus'un girişindeki denizin kapısı kleopatra ve marcus'un şehre girdikleri kapı olarak anılıyor.
kleopatra ile özdeşleşen bir başka yer ise; fethiye'de 12 adalar olarak alınan yerdeki bizans kalıntıları, akvaryumu andıran güzelliğinden olsa gerek kleopatra hamamı olarak anılıyor.
pamukkale'nin en önemli simgelerinden biri olan 'antik havuz' yada 'termal havuz' gene kleopatra havuzu olarak anılıyor ve termal güzellik için kleopatra'nın hierepolisi ziyaret ettiğine ve güzelliğini bu suya borçlu olduğuna inanılıyor.
marcus'la yaşadığı çok büyük olan kleopatra efsaneye göre; sedir adasına hiç kum olamamasından yakınıyor. bunun üzerine marcus, mısırdan gemilerce kum getirerek bu sahile döktürür. bu özel sahilde ilk güneşlenenler kleopatra ve marcus olurlar...
gerçekten insan merak ediyor. gerçekten nasıl bir güzellikti?
kaynak: national geographic, temmuz 2011 sayısı.
yunan tarihçi pluartch: 'onun güzelliği göreni afallatacak bir güzellik değildi. büyüleyici olan onunla karşı karşıya gelmekti. dış görünüşü , ikna yeteneği , karakteriyle bir araya geldiğinde etkileyici oluyordu ses tonu haz verici, konuşması çok telli yaylı bir enstrüman sesi gibiydi.' diyordu.
o zamanlar roma'nın iki güçlü erkeği; jül sezara bir erkek evlat veriyor. 10 senedir uzun süre boyunca sevgilisi olan marcus antoniusa ise 3 çocuk...
insan bu güzelliği merak ediyor doğrusu.
bu güzelliğin anadolu'da da bıraktığı izler var.
marcus rivayete göre; alanya'yı büyük aşkı kleopatra'ya hediye ettiğini, hatta kleopatra'nın denize inebilmesi için kaleden sahile giden bir tünel yaptırdığını anlatıyor. bu yüzden damlataş plajı kleopatra adıyla anılıyor. hatta tarsus'un girişindeki denizin kapısı kleopatra ve marcus'un şehre girdikleri kapı olarak anılıyor.
kleopatra ile özdeşleşen bir başka yer ise; fethiye'de 12 adalar olarak alınan yerdeki bizans kalıntıları, akvaryumu andıran güzelliğinden olsa gerek kleopatra hamamı olarak anılıyor.
pamukkale'nin en önemli simgelerinden biri olan 'antik havuz' yada 'termal havuz' gene kleopatra havuzu olarak anılıyor ve termal güzellik için kleopatra'nın hierepolisi ziyaret ettiğine ve güzelliğini bu suya borçlu olduğuna inanılıyor.
marcus'la yaşadığı çok büyük olan kleopatra efsaneye göre; sedir adasına hiç kum olamamasından yakınıyor. bunun üzerine marcus, mısırdan gemilerce kum getirerek bu sahile döktürür. bu özel sahilde ilk güneşlenenler kleopatra ve marcus olurlar...
gerçekten insan merak ediyor. gerçekten nasıl bir güzellikti?
kaynak: national geographic, temmuz 2011 sayısı.
devamını gör...
özünde iyi bir insan
züğürt tesellisidir.
kişide bilir karşıdakinin ne halt olduğunu ama işte kondurmak istemez. ya iyidir ya kötü ortasi yoktur bu işin. neymiş ondaki iyiliği görmek içine özüne inmek gerekmiş.eee özü iyiyse zaten geldiği kaynak iyiyse iyi olmuyor mu bu insan? özünden uzaklaşınca ne giriyor devreye? gece gece kafayı yaktık yine.
kişide bilir karşıdakinin ne halt olduğunu ama işte kondurmak istemez. ya iyidir ya kötü ortasi yoktur bu işin. neymiş ondaki iyiliği görmek içine özüne inmek gerekmiş.eee özü iyiyse zaten geldiği kaynak iyiyse iyi olmuyor mu bu insan? özünden uzaklaşınca ne giriyor devreye? gece gece kafayı yaktık yine.
devamını gör...
elagabalus
218-222 yıllarında hüküm süren bir roma hükümdarı. tahta geçtiğinde 14 yaşındaymış, 4 yıl hüküm sürmüş.
zaman zaman eğlenmek için yaptığı ziyafetlerde, gönlünce yiyen içen ve keyiften kendinden geçmiş bir halde dinlenen misafirlerini menekşe yapraklarına boğmak suretiyle öldürür, bunu da yüksekten izlermiş. the roses of heliogabalus tablosunun yalancısıyım.
millet bir süre sonra bıkmış tabi. anneannesinin girişimleriyle elagabalus 18 yaşında öldürülmüş.
değerli yazar ateist kaplumbağa zaten anlatmış. garip bir imparator kendisi. imparator olduğu için dünya ayaklarının altında zannetmiş herhalde*, aklına ne eserse yapmış dört yıl boyunca. güç onu idare edemeyen, kendi keyfi için kullanan insanların elinde çok korkunç bir hal alıyor. gerçi bir süre sonra kendileri sonlarını hazırlıyorlar zaten. elagabalus da tarihteki kendini tekrarlayan bilmem kaç hikayeden sadece birisi, geldiği gibi kısa sürede gitmiş.
zaman zaman eğlenmek için yaptığı ziyafetlerde, gönlünce yiyen içen ve keyiften kendinden geçmiş bir halde dinlenen misafirlerini menekşe yapraklarına boğmak suretiyle öldürür, bunu da yüksekten izlermiş. the roses of heliogabalus tablosunun yalancısıyım.
millet bir süre sonra bıkmış tabi. anneannesinin girişimleriyle elagabalus 18 yaşında öldürülmüş.
değerli yazar ateist kaplumbağa zaten anlatmış. garip bir imparator kendisi. imparator olduğu için dünya ayaklarının altında zannetmiş herhalde*, aklına ne eserse yapmış dört yıl boyunca. güç onu idare edemeyen, kendi keyfi için kullanan insanların elinde çok korkunç bir hal alıyor. gerçi bir süre sonra kendileri sonlarını hazırlıyorlar zaten. elagabalus da tarihteki kendini tekrarlayan bilmem kaç hikayeden sadece birisi, geldiği gibi kısa sürede gitmiş.
devamını gör...
